İstanbul Sözleşmesinden İnsanı ve Aileyi Korumak - Alparslan Aydar

İstanbul Sözleşmesinden İnsanı ve Aileyi Korumak

Türkiye 11 Haziran 1985 yılında 'Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini' (CEDAW) imzalamış ve 1986 yılında yürürlüğe koymuştur. Fakat Türkiye o dönemde CEDAW'ın, 'Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 'aile hukuku' bölümüyle çelişen bazı maddelerine çekince konuldu. 1999 yılında ise TMK'da yapılması düşünülen değişiklikler sebebiyle bu çekinceler kaldırıldı. 2004 yılı önemli bir gelişmeye daha sahne oldu. 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) yapılan değişiklikler ile ırz, namus, ahlak, ayıp, edebe aykırı davranış gibi unsurlar; 'erkek egemen' söylem ilân edildi ve TCK'dan çıkarıldı. Bakire, bakire olmayan ayrımı, kadın-kız ayrımı da kaldırıldı. Hem yeni TMK'daki, hem de yeni TCK'daki değişikliklerde Türkiye'deki feminist ve LGBT dernekleri öncülük ettiler. Türkiye'deki feminist aktivizmi konu alan ve Sosyoloji Araştırmaları dergisinde yayımlanan 'Türk Ceza Kanunu Değişiminde Kadın Aktivistler: Bir Lobicilik Hikâyesi' makalesinde Hande Eslen Ziya, 2005 yılında yürürlüğe giren yeni TCK'ya feminist hareketin 30 madde soktuğunu belirtmektedir. Avukat Muharrem Balcı'nın kaleme aldığı 'İstanbul Sözleşmesinden İnsanı ve Aileyi Korumak' isimli eser, Türkiye'de yaşanan aile facialarının kaynağını ortaya koyan güzel bir eserdir.

Muharrem Balcı
İstanbul Sözleşmesinden İnsanı ve Aileyi Korumak
Pınar Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 358 / Eylül 2020

Takdim

"Türkiye 11 Haziran 1985 yılında 'Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini' (CEDAW) imzalamış ve 1986 yılında yürürlüğe koymuştu. Fakat Türkiye o dönemde CEDAW'ın, 'Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 'aile hukuku' bölümüyle çelişen bazı maddelerine çekince koydu. 1999 yılında ise TMK'da yapılması düşünülen değişiklikler sebebiyle bu çekinceler kaldırıldı.

Türkiye'de 2000'li yılların başından itibaren Türk hukuk sisteminde sonraları toplumsal hayatımızda önemli sonuçlar doğuracak başka bir dizi gelişme yaşandı. İlk olarak 8 Eylül 2000'de imzalanan CEDAW Ek ihtiyari Protokolü 30 Temmuz 2002'de onaylandı. Böylelikle Türkiye CEDAW'a tam uyum sağlamayı taahhüt etmiş oldu. Ek İhtiyari Protokol'ün imzalanmasının hemen ardından, 22 Kasım 2001'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) kabul edilip, 1 Ocak 2002 yılında yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun aile hukuku bölümünde 'Ailenin reisi kocadır.' ibaresi kaldırılıp yerine 'Evlilik birliğini eşler beraber yönetirler.' ifadesi getirildi. Meslek seçiminde eşlerden birinin diğerinin iznini alma zorunluluğu kaldırıldı. Yeni Medeni Kanun'un getirdiği önemli bir diğer yenilik ise, evlenme yaşını erkek ve kadın için eşitleyerek 17'ye yükseltmiş olmasıydı. 7 Mayıs 2004 tarihinde ise, uluslararası antlaşmaların iç kanunla çelişmesi halinde uluslararası sözleşmelerin esas alınacağına ilişkin olan Anayasanın 90. maddesine, daha sonraları çok önemli olduğunu anlayacağımız, küçük bir ekleme yapıldı: "Temel hak ve özgürlüklere ilişkin (milletlerarası anlaşmalarla)..." Bu ifade, 201l'de imzalanacak olan İstanbul Sözleşmesi gibi temel hak ve özgürlüklere ilişkin metinlere iç kanundan daha yukarıda bir konum veriyor, sözleşme TBMM'de onaylanıp yürürlüğe girdikten sonra ise Anayasaya aykırılığı gerekçesiyle iptal ya da itiraz yollarını kapıyordu.

2004 yılı önemli bir gelişmeye daha sahne oldu. 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) yapılan değişiklikler ile ırz, namus, ahlak, ayıp, edebe aykırı davranış gibi unsurlar; 'erkek egemen' söylem ilân edildi ve TCK'dan çıkarıldı. Bakire, bakire olmayan ayrımı, kadın-kız ayrımı da kaldırıldı. Hem yeni TMK'daki, hem de yeni TCK'daki değişikliklerde Türkiye'deki feminist ve LGBT dernekleri öncülük ettiler. Türkiye'deki feminist aktivizmi konu alan ve Sosyoloji Araştırmaları dergisinde yayımlanan 'Türk Ceza Kanunu Değişiminde Kadın Aktivistler: Bir Lobicilik Hikâyesi' makalesinde Hande Eslen Ziya, 2005 yılında yürürlüğe giren yeni TCK'ya feminist hareketin 30 madde soktuğunu belirtmektedir. 4 Temmuz 2006 yılında ise 26218 sayılı 'Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler' başlıklı Başbakanlık Genelgesi Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Genelge, 'toplumsal cinsiyet eşitliğini' merkeze alarak hazırlanmıştı.

2007 yılında 3 yıl sürecek 2007-2010 'Kadına Şiddet Ulusal Eylem Planı' hazırlanıp uygulamaya konuldu. 2008'de 5 yıl devam edecek olacak 'Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı' hazırlanıp uygulandı. 2011'de İstanbul Sözleşmesi imzalandı ve hemen arkasından 2012'de İstanbul Sözleşmesi esas alınarak 6284 Sayılı 'Aileyi Koruma ve Kadına Şiddeti Önleme Kanunu' çıkarıldı. 2012-2015 ve 2016-2020 yılları arasında ikinci ve üçüncü kez 'Kadına Şiddet Ulusal Eylem Planları' hazırlanıp uygulandı. 2014-2018 yılları arasında ikinci kez 'Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı' hazırlandı. 2018 yılında ise 2023'e kadar devam edecek olan üçüncü Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı ile ise hâlihazırda devam etmektedir.

Sosyal hayatımızda, aile hayatımızda; kadınlık ve erkeklik algılarımızda köklü değişiklikler öngören bütün bu mevzuat değişimi kamunun farklı kesimlerinde tartışılmadan, 'feminist perspektifle' ve toplumsal cinsiyet kavramı temel alınarak hazırlanıp uygulamaya konulmuştu. 2018 yılında Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un Eğitimde Cinsiyet Eşitliği Projesi (ETCEP) ile ilgili açıklamalarına kadar da aile yapımızı ilgilendiren bu önemli gelişmeler neredeyse hiç tartışma konusu olmadı, olduysa da çok dar ve kısıtlı çevrelerde tartışıldı.

Bununla birlikte toplumda aile yapısının çözülmesine ilişkin içten içe bir huzursuzluk, bir kaygı da gözlemleniyordu. Türkiye İstatistik Kurumu'nun yayımladığı evlilik ve boşanma oranları bu kaygı ve huzursuzluğun temelsiz olmadığını gösteriyordu. Örneğin, Türkiye'de 2000 yılında yaklaşık 13 evliliğe karşılık bir boşanma gerçekleşirken, 2018'de yaklaşık 3,9 evliliğe karşılık bir boşanma gerçekleşmişti. Bu veriler ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitliği projesinin bir devlet politikası haline getirilmesi ile birlikte, evlenme oranlarının azalması, boşanma oranlarının artması arasında bir ilişki olduğunu da gündeme getirdi.

2018 yılına kadar Türkiye'nin aile ve kadın politikalarının temelini oluşturan toplumsal cinsiyet eşitliği projesi geniş ölçekli bir tartışmaya konu olmadı. Ama bugün artık toplumsal cinsiyet kavramı toplum tarafından bilinmekte ve uygulanan politikalar halkta ciddi rahatsızlıklar uyandırmaktadır. Kimi siyasetçiler, akademisyenler, düşünürler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri konuyla yeterli düzeyde olmasa da ilgilenmeye başlamıştır.

İşte bu ilginin oluşmasında Hukuk Vakfı Başkanı Avukat Muharrem Balcı'nın çabası önemli bir rol oynamaktadır.

Verdiği seminerler, konuya ilişkin geniş bir arşivi barındıran internet sitesi ve sosyal medya hesaplarında konuyu canlı tutan paylaşımları ile hem halkın hem de uzmanların konuya dikkatini çekmiştir. Muharrem Balcı Ağabey konuya ilişkin birikimini şimdi bir kitapla okuyucuyla paylaşıyor."

Mücahit Gültekin

 

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Kavramsal Analiz

"Her kavram, geldiği medeniyetin ruhunu taşır. (Akif Emre) Biz tercüme etsek de, kavramlar bizim içini doldurduğumuz gibi doldurulmuyor. İbn-i Haldun'un 'Mağlup milletler galip milletleri taklit eder' sözünü doğrularcasına Batı'nın kavramlarını, hukuk ve siyasasını taklit ederek düzenlemeler yapmak, Türkiye'nin 2000'li yıllardaki iddialarına yakışmıyor. Hele bu iddiaları sahiplenip en çok telaffuz edenlere hiç yakışmıyor.

İstanbul Sözleşmesi başka bir medeniyetin bize kabul ettirdiği bir metindir. Buna karşı elbette rezervlerimiz olacaktı. Aileden sorumlu önceki bakanlar Selma Aliye Kavaf ve Sema Ramazanoğlu İstanbul Sözleşmesi'nin hazırlık toplantılarında bazı kavramlara karşı çıkmışlardı. Bakan Kavaf, Haziran 2009'da, Viyana'da düzenlenen konferansın bildirge metninde yer alan 'farklı aile formları' tanımına itiraz ederek, Avrupa Konseyi'ne gönderdiği yazıda; 'Biz ülke olarak eşcinsel evliliği kabul etmediğimiz gibi eşcinsel aile, ebeveynlik kurumunu da kabul etmediğimizi belirtmek isteriz' tarzında bir tavır ortaya koymuştur. Bu bakanlar İstanbul Sözleşmesi'nin arkasında duran sivil toplum kuruluşları kadar şiddetin ne olduğunu ve şiddet gösteren birinin şiddetini sürdürmeye devam etmesini tasvip etmemek gerektiğini de biliyorlardı. Ancak konu/sorun şiddet değildi. Konu, şiddet maskesiyle toplumsal cinsiyet eşitliği ifsad projesini yudum yudum tattırmak ve uygulatmaktı. Doğrusu bunda da başarılı oldular. Bu bakanlar gitti, yerine Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) üyesi Fatma Şahin getirildi.

İki kadın bakanımız, hazırlık görüşmeleri sırasında sözleşmedeki ön kabullere katılmadıklarını belirterek itiraz ettiler ve hemen ilk seçimde milletvekili seçilen Fatma Şahin bakan yapıldı. İtalya'nın en büyük nişanını bu nedenle alacak olan bu kadın bakan Sözleşmeyi imzaya hazır hale getirdi. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Sözleşmeyi büyük bir onurla imzaladığını ifade etti. Ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da onayladı. İleriki satırlarda anlattığımız şekilde TBMM'den oy birliği ile geçti. Böyle yapmakla güya Batı nezdinde aşağılanmaktan kurtulmuş olduk." S.17-20

"Toplumsal cinsiyet, Türk Dil Kurumu sözlüğünde yer almayan nevzuhur bir kavram. Toplumsal cinsiyet eşitliği de TDK da bulunmuyor. Toplumsal cinsiyet, sadece kadın ve erkeği temel alan bir tarife göre; kadın ve erkeklerin beklentilerini, değerlerini, imajlarını, davranışlarını, inanç sistemlerini ve rollerini tanımlayan fikirlerin sosyal yapılanmasıdır.

Resmi Gazetede yayınlanan 34 sayfalık Türkçe metinde 24 yerde, İngilizce metinde 25 yerde toplumsal cinsiyet kelimesi geçmektedir. Sözleşmeye göre toplumsal cinsiyet;

M.3/c: Belirli bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun gördüğü sosyal olarak inşa edilen (kurgulanan) roller, davranışlar, etkinlikler ve yaklaşımlar anlamına gelir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği de, toplumun cinsler için uygun gördüğü davranışların, değerlerin eşitlik içermesi, ayrımcılık yapılmaması anlamında kullanılmaktadır. Ancak dikkat edilecek nokta, sadece yaradılışın değil, toplumun belirlediği cinslere, cinsiyet rollerine, tercihlere/yönelimlere karşı ayrımcılık yapmamak dayatılmaktadır. Feminist teori, felsefe ve güncel siyaset alanında çalışmalarını sürdüren Judith Butler'e göre, toplumsal cinsiyet şu şekilde tanımlanmaktadır:

"Toplumun kültürel olarak kişiye tanımladığı ve zorladığı kimliklerdir. Kadınlık, kızlık, erkeklik, delikanlılık gibi. Gerçekte böyle kimlikler ve böyle kategoriler yoktur. Bütün bunlar toplum tarafından bireylere zorla giydirilmiş anlamlardır. Tüm bu kimlikler eşit düzeyde algılanmalı, bu zorla giydirilmiş anlamlar kaldırılmalı, Maskulinite/Patriyarka denen 'erkek' egemen yapının orta ya koyduğu şiddet önlenmeli."

Toplumsal cinsiyet eşitliği doğal cinsiyetle birlikte, her tür cinsiyetsizliği, hatta queer (akışkan) kimliği de güvence altına alır. Herhangi bir cinsiyet kastedilmez, doğal cinsiyetle birlikte her tür cinsel kimlik ve tercih/yönelim kastedilir. Queer ve feminist kuramın önde gelen düşünürlerinden biri ve aynı zamanda ABD de uzun yıllar LGBTİ mücadelesi içerisinde yer alan politik aktivist Judith Butler'e göre; Toplumsal cinsiyet (gender), bütüncüllüğü daima ertelenen, herhangi bir anda asla tam anlamıyla olduğu şey olmayan bir giriftliktir.

Butler de bir feminist ve queer kuramcısı olarak, queer kimliğin toplumsal cinsiyet içinde yer aldığını ve akışkan kimlik anlamında algılandığını ifade ediyor. Sözleşme sadece bu gruptaki insanların, 'akışkan kimliklerin' haklarını veya şiddete maruz kaldıklarındaki güvenceyi değil, her tür ifade ve örgütlenme özgürlüklerini, kendilerini afişe etmelerini, özendirmeyi ve her tür propagandayı da güvenceye alır. Toplumsal cinsiyet eşitliği, kadınlık ve erkeklik davranışlarının yeniden kurgulanıp değiştirilebilirliğini savunur.

Queer kurama göre 'Erkek ve Kadın' kimlikler yoktur. Bireyler erkek ya da kadın diye tanımlanmamalı, cinsel performativitelerine bakılmalıdır. Bahsi geçen performativiteler de aşağıdaki şekillerde belirlenir, daha doğru ifadeyle belirlenmez, akışına bırakılır:

H: Heteroseksüel: Karşı cinse gidenler. (Baskın ve geriletilmesi gereken düşman cins)

L: Lezbiyen: Biyolojik olarak dişi olanların kendi aralarındaki ilişki.

G: Gay: Biyolojik olarak erkek olanların kendi aralarındaki ilişki.

B: Biseksüel: Aynı anda her iki biyolojik cinsle, karışık ya da toplu ilişki.

T: Trans: Karşı cinsin 'kültürel' kimliğine girerek kendi biyolojik cinsi ile ilişki.

Q: Questioning: Kararsız, kimliğini açıklamayan, Queer, interseks vs.

+: Yeni tanımlanacak kimlikler veya heteroseksüel olup diğer toplumsal cinsiyetlere destek verenler.

Queer çatı teori bu tanımlamaların sınırlandırılmasına da karşı çıkar. Queer kimlik akışkan olup, her an her şey değişebilir anlayışıyla, fertlerin yukarıdaki herhangi bir kimlikte sabit kalmayabileceğini, birinden diğerine geçiş yapabileceğini, hatta sadece insana değil, hayvana (zoofili), ölüye (nekrofili), çocuğa (pedofili), aile içine (ensest), fortçuluk, röntgencilik, teşhircilik gibi + lara yönelebileceğini söyler." S.27-30

 

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Küresel Bir Proje

"Toplumsal cinsiyet eşitliği projesi, İstanbul Sözleşmesini imzalamayanlar da dâhil neredeyse tüm Batılı ülkelerce devlet politikası haline getirilmiştir. Bu hâliyle tam bir küresel proje olduğu kesindir. Ancak bazı ülkeler, İstanbul Sözleşmesindeki kavramları (farklı aile formları, cinsel tercih vb.) kabul etmediklerinden Sözleşmeyi imzalamamış olmalarına rağmen, toplumsal cinsiyet eşitliği projesine, küresel aktörlerin baskıları yüzünden direnememektedirler. Bu baskının aktörlerinin, Batılı devletler, Batılı vakıflar ve fonlar, besleme STK'lar ve yerel iş birlikçiler olduğunu göz ardı edemeyiz. Sözleşmeyi küresel kılan faktörlerden önemli biri de bu yerli iş birlikçilerin kabulleri ve etkinlikleridir. Bu etkinlikler elbette GREVIO'nun raporlarına yansımakta, beraberinde baskıları da getirmektedir." S.43

 

Cinsel Tercih/Yönelim Nedir, Nasıl Besleniyor?

"Toplumsal cinsiyet eşitliğinde, bu projeyi hukuki yapıya kavuşturan İstanbul Sözleşmesindeki kavramlara ve yükümlülüklere dikkat etmek gerekiyor. Bu kavramlardan biri cinsel tercih/yönelimdir. İstanbul Sözleşmesi'nin 4/1 maddesi uyarınca, 'Devletler cinsel tercihi/yönelimi yasal güvence altına alır'

4/1. 'Bireylerin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi görüş veya farklı görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, herhangi bir etnik azınlık, mülkiyet, doğum, cinsel tercih/ yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, yaş, sağlık durumu, medeni durum, göçmen ya da mülteci olma, yaş veya engellinin diğer bir durumunun bulunmasına bakılmaksızın özellikle mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirler başta olmak üzere işbu Sözleşme hükümlerinin taraflar tarafından uygulanması güvence altına alınmıştır.'

Cinsel Tercih/Yönelim: Bir kişinin, cinsel arzusunun, hemcinsine, karşı cinse ya da ikisine birden yönelebileceğini anlatmak için kullanılan kavram. «Gay, lezbiyen ve biseksüel" kavramlarını içerir.

Aile Akademisi Derneğinin '10 Maddede İstanbul Sözleşmesi Neden İptal Edilmelidir?' başlıklı raporuna göre; Sözleşmede ifade edilen cinsel yönelim ve cinsel kimlik ifadeleri, Avrupa Konseyi'nce hazırlanan Sözleşme'nin açıklayıcı metni olan "The Council of Europe Convention on Preventing and Combating Violence against Women and Domestic Violence (İstanbul Convention): Questions and answers" da tanımlanmıştır. Buna göre sözleşmede geçen cinsel tercih/yönelim ve cinsel kimlik ifadeleriyle lezbiyen, biseksüel, gay ve trans bireylerin şiddetten korunmasının amaçlandığı belirtilmiştir. Yine Sözleşmede Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin üye devletlere gönderdiği, 'Cinsel Yönelim veya Toplumsal Cinsiyet Kimliğine Dayalı Ayrımcılıkla Mücadeleye İlişkin Tedbirlerle ilgili CM/ Rec(2010)5 sayılı Tavsiye Kararı'na atıf yapılmıştır. Bu tavsiye kararında LGBTİ diye ifade edilen bireylere yönelik pek çok güvence sağlanmıştır.

LGBT örgütleri İstanbul Sözleşmesine dayanarak, siyasi iktidarın LGBT haklarına dair ifadelerin ve statülerin anayasallaştırılması ve yasallaştırılması konusunda hukuki yükümlülüğü olduğunu ifade etmektedir. Öte yandan, bazı çevreler, İstanbul Sözleşmesi'nin LGBT'yi içermediğini, bu iddiaların doğru olmadığını iddia etmektedir. İstanbul Sözleşmesi bir Avrupa Konseyi sözleşmesidir, sözleşmede geçen kavramları Avrupa Konseyi'nin nasıl yorumladığına bakılır. Bizim nasıl tercüme ettiğimizin, içini nasıl doldurduğumuzun, nasıl anladığımızın Avrupa Konseyi ve denetleme mekanizmaları nezdinde bir kıymeti yoktur. Başka bir deyişle, tercümede yapılan şark kurnazlığı, Sözleşmenin denetlenmesi konusunda bir işe yaramadığı gibi, hayal kırıklığı da oluşturacaktır." S.56-61

 

Cinsel Tercih / Yönelim İfadesi Masum mu?

"CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi'nin birlikte/sıralı kotarılan organizasyon olduğu da düşünülmelidir. İkisi arasında, düzenlenişi ve uygulamaya girişi bakımından birbirini tamamlayan bir bütünlük söz konusudur. Süreçteki tüm gelişmeler ardı sıra bir planın uygulanması olarak birbirini tamamlamaktadır.

CEDAW'ın teferruatlı şekilde uygulamaya geçmesi için 26 yıl hazırlıklar yapılmış, BM nezdinde dünyanın değişik ülkelerinde oturumlar, konferanslar, programlar düzenlenmiş, birçok bildiri imzalanmış, nihayet bu etkinlikler sonucunda İstanbul Sözleşmesi, CEDAW ve sonrasındaki sözleşmelerin hükümlerinden yararlanarak Avrupa Komisyonu'nun önüne getirilmiş, Avrupa hayranlarına da özenle kabul ettirilmiştir. Özellikle İstanbul Sözleşmesi metni melez bir dille hazırlanmıştır. CEDAW'dan bu yana Batıdaki uygulamalar, iç hukuktaki savunmalar/savrulmalar ve AİHM kararları çerçevesinde normlar oluşturularak ifsadın rayları döşenmiştir.

CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi'nin ortak maddelerine bakalım:

CEDAW Madde 5/a: 'Her iki cinsten birinin aşağılığı veya üstünlüğü fikrine ve kadın ile erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı önyargıların, geleneksel ve diğer bütün uygulamaların kökünün kazınması/ortadan kaldırılmasını sağlamak amacıyla kadın ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarını değiştirmek,'

Madde 10/c: 'Kadın ve erkeğin rolleriyle ile ilgili kalıplaşmış kavramların eğitimin her şeklinde ve kademesinden kaldırılması ve bu amaca ulaşılması için eğitim birliğinin diğer eğitim şekillerinin teşvik edilmesi, özellikle ders kitaplarının ve okul programlarının yeniden gözden geçirilmesi ve eğitim ve metotlarının bu amaca göre düzenlenmesi' ile yükümlü tutmuştur.

İstanbul Sözleşmesi Madde 12/1: 'Taraflar, kadın ve erkek için kalıp rollere dayanan önyargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve tüm diğer uygulamaların kökünü kazımak/ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alır.'

Madde 12/5; 'Taraflar: kültür, gelenek, görenek din ya da sözde namusun işbu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar.

Görüldüğü gibi, her iki Sözleşme birbirini tamamlayıcı bir şekilde, kadın ile erkeğin kalıplaşmış rollerine dayalı ön yargıların, örf ve adetlerin, geleneksel ve diğer bütün uygulamaların kökünün kazınması/ortadan kaldırılmasını belirlemiştir." S.51-56

 

Sözleşme Neyin Kökünü Kazıyacak?

"Sözleşmede (Madde 12/1) kadının daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesinin 'ortadan kaldırılması' yerine 'kökünün kazınması' ifadesinin sorgulanması gerekir. Hukuk dili, suç fiili ve ceza tanımlamalarında böyle intikamcı bir dil kullanmaz, kullanmamalıdır. Bu kadar radikal bir ifade hukuk diline yabancıdır. Sözleşmenin bu yönüyle intikamcı ve itici bir dille hazırlandığı kesindir.

Sözleşmeyi hazırlayanlar değil ama imzalayanlar farkında olmalı ki, Sözleşmenin dilini yumuşatma gereği duymuşlar, kökünü kazımak yerine ortadan kaldırmayı seçmişlerdir. Sonuçta ortadan kaldırılması öngörülenler değişmemiştir. Din, örf, adet, gelenek, sözde namus vb. Gerek CEDAW'da gerek İstanbul Sözleşmesinde aynı dilin kullanıldığını görmekteyiz.

Madde 12/5'te 'Taraflar kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde namus'un işbu Sözleşme kapsamındaki her hangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlar' denmektedir. Burada şiddeti geniş almak gerekiyor. Bir aile üyesinin, diğer bir aile üyesine dini veya kültürel değerler üzerinden herhangi bir müdahalesi ve/veya uyarısı şiddet olarak kodlanması için yeterli olabilecektir. Ayrıca bu madde ve 42. maddede namus ifadesi 'sözde' vurgusuyla verilmekte, bu şekilde hem kadın, hem de erkek için bağlayıcılığı bulunan namus kavramı tahfif edilmektedir.

Madde 42. 'Sözde Namus' Adına İşlenen Suçlar Dâhil Suçlar için Kabul Edilemez Gerekçeler: (Maddenin başlığı böyle)

Taraflar, işbu Sözleşme kapsamında yer alan herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesini müteakiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, gelenek, din, görenek veya sözde 'namus'un bu eylemlerin gerekçesi olarak görülmemesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alır. Bu özellikle mağdurun kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normları veya törelerini ihlal ettiği iddialarını da içerir.

Özellikle Batıda 'Müslüman ve terörist' kavramlarının sürekli birlikte kullanılması gibi 'din ve namus' kavramları 'şiddetle' ilişkilendirilerek kullanılmakta, sanki namus, din, gelenek kavramları şiddetin kaynağıymış gibi sunulmaya çalışılmaktadır.

Burada şiddet kavramına ilişkin bir açılım da söz konusu değil. Ekonomik, fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet nedir? Bunlar çok görece kavramlar. Ekonomik şiddeti kim belirleyecek? Fiziksel şiddetin boyutu nedir? Psikolojik şiddetin ölçüsü var mı? Kimin takdirinde? Uygulamaya bakıldığında, meşru olmayan davranışlara itirazlar bile şiddet kapsamına alınabiliyor. Her toplumun geleneğinde, göreneğinde, örf ve âdetinde, hukuka ve ahlâka aykırı olmayan bir namus kavramı vardır. Bu kavramın içeriğini kim belirleyecek? 'Sözde namus' kavramı, namus anlayışımızın görece algısını ifade eder. Bunu Batı'nın seküler zihni ile mi, İslâm'ın ilahi hükümleriyle mi okuyacağız?" S.92-96

 

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesini Uygulayan Ülkeler Ne Durumda

"Mücahit Gültekin ve Meryem Şahin'in, 2014 yılında yaptıkları araştırma raporunda toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları uygulayan 4 İskandinav ülkesinde 'Kadın ve Aile' incelenmiş, sonuçları ortaya konmuş, Türkiye de bu raporda değerlendirilmiştir. İstanbul Sözleşmesi görüşmeleri sırasında ve imza aşamasında bu rapor ve örnekler incelenmiş, değerlendirilmiş, hatta kamuoyunun bilgisine sunulmuş olsaydı, yani kamuoyu bilgilendirilmiş olsaydı, belki sonuç farklı olurdu. Sözleşme, çok kısa bir süre içerisinde, halkın haberi olmadan, halka rağmen imzalanmış, TBMM'de, üstelik maaş artırımları dışında hiçbir konuda anlaşamayan dört partinin uzlaşısı ile 26 dakikada oy birliği ile kaydıraktan kayar gibi, bir yudum su içer gibi onaylanmıştır. Aile Akademisi Derneği ile SEKAM'in hazırladığı raporda, bu politikanın uygulandığı ülkelerdeki durum, 'evlenme ve boşanma oranları', 'aile yapısı', 'kadına yönelik şiddet oranları', 'intihar oranları' ve 'alkol ve madde kullanımı oranları' göz önüne alınarak bir değerlendirme yapılmakta ve sonuçları kamuoyunun dikkatine sunulmaktadır. Rapor ayrıca, Batıya göre daha iyi durumda iken ve Batıda Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine dayalı politikaların uygulanması ile ortaya çıkan tablo daha kötü iken, niçin ithal ürün olan, kendi kültür ve medeniyet değerlerimizle uyuşmayan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları uygulandığını da sorgulamaktadır.

Aile Akademisi Derneği ve SEKAM'ın bu raporu, yaklaşık 40 yıldır bu politikayı uygulayan ülkelerde kadının ve ailenin durumu çok daha iyi olması gerektiğini, sözü edilen sorunların çözümünde kayda değer bir ilerleme görülmediğini tespit ediyordu. Araştırmanın bulgular bölümünde, bu ülkelerin araştırmaya konu olan 5 değişkenin tamamında da Türkiye'den daha kötü durumda olduğu tespit ediliyordu. Bu sonuç, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının bu sorunların çözümünde etkisiz kaldığını ortaya koyması açısından önemlidir. Rapor şu can alıcı soruyu soruyor: Niçin kadın ve aileye ilişkin sorunların çözümünde toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının uygulanmasında ısrar ediliryor? Eğer toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları bu sorunların çözümünde etkili olsaydı, öncelikle uzun yıllardır bu politikayı en iyi şekilde uygulayan ülkelerde işe yaramış olması gerekmez miydi?" S.71

 

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği 'Queer' Kimliği Güvence Altına Alıyor mu?

Queer, İngilizce bir kavram olup, sıra dışı, kuraldışı, norm kabul etmeyen, 'Acayip, tuhaf, normdan sapmış' anlamına geliyor. Daha açık bir biçimde ifade edersek, 'sapık' anlamına geliyor:

'Queer kelimesi Türkçede garip, tuhaf, yamuk gibi anlamlara geliyor (İngilizceye ise Almanca çapraz kesen, transversal anlamına gelen 'quer'den geçmiş). Bunun yanı sıra argoda 'ibne' demek. Queer kuramının merkezinde de acayip, tuhaf, yamuk, anormal, iğrenç, aşağılık olana; normatif alanın dışında kalana; bu alanın dışında bırakılana; normu ihlal edene bir gönderme ve bu 'kötüyü' 'anormali' yeniden anlamlandırma imkânı yatıyor.

Burada önemli olan, queer kuramını LGBT'lere özgü bir kimlik politikası olarak okuma tuzağına düşmemektir. En azından bizim tercih ettiğimiz queer okuması buna direnmekte, daha ziyade bir kimliksizleşme önerisi olarak ortaya çıkmaktadır. Buna göre, queer kuramı, ne olduğuyla değil neye karşı olduğuyla kendini ortaya koyar. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsel pratiklerle ilgili her tür etikete, dolayısıyla kimlik ve cinselliğin üzerine kurulduğu apaçık her tür kategoriye karşı durur. 'Normali', normalliği kuran normların kuruluş ve işleyiş yapısını sorgularken amacı kenarda kalanın merkeze çağrılması değil, bizzat merkezin darmaduman edilmesidir. Cinsiyetle ilgili algılarımıza damgasını vurmuş ikili düşünce yapılarına (cinsiyet/toplumsal cinsiyet; eşcinsellik/heteroseksüellik; kadınlık/erkeklik), bu yapıların beraberinde getirdiği uyumluluklara (kadın, kadın gibiyse erkeğe arzu duyar) karşı, cinsiyet/toplumsal cinsiyet/cinsel yönelim kimliklerinin hiçbirinin doğal olmadığını, tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu ve dolayısıyla iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğini savunur.' (Sibel Yardımcı)

Queer teori, ikili cinsiyet rejimine muhalif, tüm normlardan sapan tüm hareketleri kuşatan bir çatı teori, çatı politika, çatı kavram. Hiçbir kimliğe dayandırmayacaksınız, ne kadın kimliğine, ne erkek kimliğine, ne trans kimliğine, ne lezbiyen, ne gay, hiçbir kimlik kalıcı değildir. Buna 'akışkan kimlik' ya da 'kimliksizlik' diyorlar. Çünkü 'her şey, her an değişebilir' diyorlar. Hatta 'lezbiyen kimlik'i bile eleştirenler var. "Hayır! Yarın ne olacağım belirli değil. Biz yeniden inşa edebiliriz bunu.

İstanbul Sözleşmesinden ne anlaşıldığı kadar, Sözleşmenin güvencelerinden nasıl yararlanıldığı da konuşulmalı değil mi? Feminist ve eşcinsel hareketin edep sınırlarını aşan, ahlaksızlığın tavan yaptığı gösterilerinin ve yayınlarının güvencesi olarak İstanbul Sözleşmesini göstermek neden saçma olsun? Toplumsal cinsiyet eşitliği, 'queer' kimliği güvenceye almıyor mu? İstanbul Sözleşmesine eleştiri getirenler meramlarını tam manasıyla anlatamasalar da, ortada görünen fiili ahlaksızlık durumunun sebeplerinden ve dayanaklarından birinin İstanbul Sözleşmesi olduğuna inanmaları çok garip gelmemeli. Nitekim feminist ve eşcinsel hareketlerin dayanaklarından en önemlisi ve güvencesi İstanbul Sözleşmesi olduğu kadar, Diyanet İşleri Başkanı'nın hutbesindeki beyanlarına karşı suç duyurusunda bulunan Ankara Barosu'nun da dayanağı İstanbul Sözleşmesi olmuştu." S.97-99

 

Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi (ETCEP)

"İstanbul Sözleşmesinin 14. Maddesinin 1. fıkrasında, 'şiddetten bağımsız olarak, toplumsal klişelerden arındırılmış toplumsal cinsiyet rollerinin eğitim kapasitelerine dâhil edilmesi yükümlülüğü' getirilmiş.

Sözleşmenin 14. maddenin 1. fıkrası tamamen, toplumsal cinsiyet eşitliğinin Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi (ETCEP) olarak uyarlanmasını öngörüyor.

Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi, toplumdaki cinsiyet rollerine karşı çıkıyor ve kadın-erkek rollerini aynılaştırmaya yönlendiriyor. İstanbul Sözleşmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği kavram ve olgusu böylesi bir cinsiyetsizlik modelini dayatıyor.

ETCEP Projesinin uygulama seyrine baktığımızda;

Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi (ETCEP), 2014-2016 yılları arasında Avrupa Birliği ve Türkiye tarafından finanse edildi ve Milli Eğitim Bakanlığı koordinasyonunda yürütüldü. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bazı ortaöğretim okullarında uygulanan ETCEP, 2016 Eylül ayında sonlandırıldı.

Ardından Milli Eğitim Bakanlığı, 'ETCEP kapsamında elde edilen çıktıların yaygınlaştırılması' amacıyla Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ile iş birliği içinde yeni bir projenin yürütüldüğünü açıkladı. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk da 29 Aralık 2018'de, okullarda toplumsal cinsiyet eşitliğini esas alan projelerin yaygınlaştırılacağını açıkladı. Bu açıklama, epeyce eleştiri getirdi. 2019'un Ocak ayının hemen başında bazı sivil toplum örgütleri ve medya organları ETCEP'in Batı'da olduğu gibi 'aileyi yok edeceğini' ve 'öğrencileri cinsiyetsizleştireceğini' ifade eden yayınlar yapınca Bakan Selçuk, 6 Ocak'ta 'Bakanlığımızın gündeminde, bu alanda devam etmekte olan bir proje yoktur. Proje, 81 ilde ve 162 pilot okulda UNICEF ile iş birliği içinde 2016-2018 arasında uygulanıp sonlandırılmıştır' açıklamasını yapmak zorunda kaldı. Zorunda kaldı diyoruz, zira 31 Mart 2019'da mahalli seçimler vardı. Hükümetin ziyadesiyle önem verdiği mahalli seçim arifesinde ETCEP in geçici bir şekilde harcanması sorun olmayacaktı. ETCEP, Bakanlık sitesinden apar topar kaldırıldı.

Peki, 2020'nin ikinci yarısına geldiğimiz bu günlerde ETCEP uygulamada değil mi? Bir devlet politikası uygulaması olan toplumsal cinsiyet eşitliğinin en somut uygulama alanı eğitim/öğretim alanıdır. O günlerde Mücahit Gültekin şu uyarıyı yapıyordu:

'ETCEP bir toplum mühendisliği projesidir. Batı'dan elimize tutuşturulmuş bir proje. Kendi okullarımızda, kendi öğretmenlerimiz eliyle, kendi paramızla, kendi çocuklarımızı Batı'nın fantezilerinin denekleri haline getiriyoruz. Açık söylüyorum: ETCEP projesi başarıya ulaştığı gün çocuklarınızı tanıyamayacaksınız." S.1101-07

 

İstanbul Sözleşmesi Eşleri Barıştırmaktan Kaçınıyor mu?

Allahu Teâla Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Bununla berâber ikisinin (karı-kocanın) arasının açılmasından korkarsanız, o hâlde onun (erkeğin) âilesinden bir hakem, bunun (kadının) âilesinden de bir hakem gönderin! Eğer(bu hakemler gerçekten) barıştırmak isterlerse, Allah (karı ile kocayı) aralarında (anlaşmaya)muvaffak kılar. Muhakkak ki Allah, Alîm (tarafların hâllerini bilen)dir, Habîr(yaptıklarından haberdâr olan)dır." (Nîsa Sûresi:35)

Sözleşmenin 48. maddesine göre taraf devletler;

'Bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini yasaklamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri almakla yükümlüdür.'

Sözleşme, tarafların uzlaşması hususunda da bazı önlemler (aslında engeller) getiriyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, muğlak bir şiddet kavramsallaştırılması, sınırları belirlenmemiş, sadece örneklerden yola çıkılarak düzenlenmiş bir engelleme ile karşı karşıyayız.

İstanbul Sözleşmesi taraftarlarınca en çok üzerinde durulan ve en çok tartışılan konu Sözleşmenin yukarıda aktardığımız 48. maddesidir. Maddeye itiraz edenlere karşı ileri sürülen argüman da, aralarında şiddet kaynaklı uyuşmazlık olan tarafları, kolluk kuvvetlerinin uzlaşmaya zorlayacağıdır. Bu cümleden olarak, KADEM, 2014 yılında yaptığı çalıştayın tespit ve öneriler bölümünde, İstanbul Sözleşmesinin 48. maddesi uyarınca, Sözleşmenin uygulama kanunu olan 6284 sayılı Kanun metninde bir eksikliğe işaret etmektedir. 'Kanun metninde, şiddete uğrayan ve uğrama tehlikesi bulunan ve çeşitli kurumlara başvuran kadınlara uzlaştırma ve arabuluculuk önerilmeyeceğine dair hususun kanunda açıkça yer almamasının bir eksiklik' olduğu belirtilmiştir.

Gerçekten de uygulamada kolluk kuvveti şahısların, savcı ve hâkimlerin tarafları uzlaşmaya yönlendirdikleri de doğrudur. Hatta bazen kadınlar bakımından bu tür uzlaştırma uygulamalarının oldukça tehlikeli sonuçlar doğurduğu da doğrudur. Fakat Sözleşmenin 48. maddesine itirazlarda, tarafları kolluk kuvvetinin, savcı ve hâkimin uzlaşmaya zorlaması savunulmuyor. Aksine tarafları, aile büyüklerinin devreye girerek, mümkünse evliliğin devamı, mümkün değilse boşanmanın usul ve esaslarına ilişkin yönlendirmesi, aile birliğinin devamı sağlanamasa da, sonlanması sırasında ve sonrasında oluşabilecek husumetin, dolayısıyla şiddet fiillerinin önüne geçilmesi savunuluyor. Bu savunma, Sözleşme taraftarlarının kadını korumasından daha ileri düzeyde ve aile birliği temelinde yapılan bir savunmadır. Sözleşme taraftarlarının, 'şiddet kaynaklı uyuşmazlıklarda' diye şerh koymalarını da görmezden geliyoruz. Fakat mahkememin soğuk yüzünün, aile danışmanlıklarının sadra şifa olmayan varlıklarının şiddeti önleyemediğini görmezden gelmek iyi niyeti aramamıza da engel oluyor." S.116

 

İstanbul Sözleşmesinin Alternatifi Olamaz mı ?

"Türkiye'de İstanbul Sözleşmesi üzerine çıkan tartışmalar, cemaatlerin geç de olsa duyarlılıkları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 1 Haziran 2019'da Haliç Kültür Merkezi'nde Milli İrade Platformunu ağırladığı toplantıda cemaatlerin itirazları ve KADEM'e gösterdikleri tepki dikkate alındığında, güncel tartışmanın neden alevlendiğini anlamak kolay oluyor. Türkiye - AB ve iç iktidar ilişkilerinin hassas olduğu bu dönemde ve 2023 hedeflerine ulaşma yolunda yara almak istemiyor. Avrupa Komisyonu'nun sıkıştırmalarına karşı içeride 2014'ten bu yana oluşan haklı tepkileri de değerlendirip gecikmiş suni tepkiler uyandırarak, halkın nabzını tutmak gibi bir zorunluluğu' da var. İstanbul Sözleşmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği ifsad projesine karşı halkı uyarma görevini üstlenen birkaç kişinin gayretleriyle oluşan entelektüel farkındalığın ve bilinçlenmenin, 6284 sayılı Kanunun oluşturduğu haklı tepkilerin doğru yönetilmesi lazım. Türkiye, Avrupa Komisyonu'na uluslararası sözleşmelerle verdiği taahhütleri tutması zorunluluğu karşısında Avrupaya dönüp, 'halkımı tutamıyorum' demesi, 2023'te daha güçlü bir devlet olana kadar zaman kazanması gerekiyor." S.80

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 358 / Eylül 2020