Bütün özgürlük söylemlerine rağmen, modern dönemlerde ortaya çıkan tek tipçi anlayışın Müslümanların zihinlerini de esir aldığı görülmektedir. “Hakikat tektir. O halde neden dört mezhep vardır?” sloganının büyüsüne kapılanlar, bir mesele hakkında hüküm vermeye kalktıklarında, aslında yeni bir “mezhep!” ile ortaya çıktıklarının farkında olmalıdırlar. Müctehid imamların tercihlerine tâbi olan Müslümanları hoş görmeyenler, tercih ettikleri meâl’in mütercimine tâbi olarak içine düştükleri çelişkiyi izah edebilmelidirler. “Kur’an ve Sünnette Birleşelim” sloganıyla yola çıkanlar, Kur’an ve Sünnet’e rağmen bir Müslümanın söz söylemeyeceğini de biliyor olmalıdırlar. “Eskiden imkânlar yetersizdi, şimdi bir tuşa basıyorsunuz, konu ile ilgili tüm hadisler elinizin altında” söylemiyle müctehid ulemaya tâbi olmayı reddedenler, aslında İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin (r.ha) değil, muhaddislerin tercihlerine tâbi olduklarının herhalde farkındadırlar.
![]() |
Mezhep
Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar
Ebu’l-Feth el-Beyânûni Rıhle Kitap Mîsak Dergisi Sayı: 277 / Aralık 2013 |
Peygamberimiz Efendimiz’in (sav)
vefatından bugüne kadar Müslümanların böylesine bir zilleti yaşadıklarını
söylemek kolay değildir. İçinde yaşadığımız zaman diliminde İslâm Dünyası’nın
hali hepimizin malumudur. Ayrıca ‘ne yapılmalı’ sualine cevap ararken verilen
cevapların farklı olması da meselenin bir başka boyutudur. İslâm, bizlerin hem
bu dünyada hem de ahirette kurtuluşumuza vesile olacak ilâhi nizam olduğuna
göre, murad-ı ilâhinin doğru anlaşılması en temel meselelerimizdendir. Tarih
boyunca ibâdet niyetiyle gösterilen bu gayretin neticesi modern zamanlara
kadar, ümmet tarafından bir zenginlik olarak değerlendirilmiştir.
Bütün özgürlük söylemlerine rağmen, modern
dönemlerde ortaya çıkan tek tipçi anlayışın Müslümanların zihinlerini de esir
aldığı görülmektedir. “Hakikat tektir. O halde neden dört mezhep vardır?”
sloganının büyüsüne kapılanlar, bir mesele hakkında hüküm vermeye
kalktıklarında, aslında yeni bir “mezhep!” ile ortaya çıktıklarının farkında
olmalıdırlar. Müctehid imamların tercihlerine tâbi olan Müslümanları hoş
görmeyenler, tercih ettikleri meâl’in mütercimine tâbi olarak içine düştükleri
çelişkiyi izah edebilmelidirler. “Kur’an ve Sünnette Birleşelim” sloganıyla
yola çıkanlar, Kur’an ve Sünnet’e rağmen bir Müslümanın söz söylemeyeceğini de
biliyor olmalıdırlar. “Eskiden imkânlar yetersizdi, şimdi bir tuşa
basıyorsunuz, konu ile ilgili tüm hadisler elinizin altında” söylemiyle
müctehid ulemaya tâbi olmayı reddedenler, aslında İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin
(rha) değil, muhaddislerin tercihlerine tâbi olduklarının herhalde
farkındadırlar. Meselâ: Sahih-i Buhari’de karşılarına çıkan bir hadis-i şerifi,
hadis imamlarının kriterlerine tâbi olmamak şartıyla hangi sebeple sahih kabul
ettiklerini de açıklamak durumundadırlar.
Yıllardır ulemadan tevarüs ettiğimiz
anlayışı eleştirenler, son tahlilde yeni bir usûlü ortaya koyamadıklarını
itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Ortaya bir usûl koyamayanların, esen rüzgâra
göre şekil aldıkları ya da almak zorunda kaldıkları görülmektedir. Usûlsüzlük;
ahkâma tâbi olan değil, ahkâmı kendine tâbi kılan batıl bir anlayışı ortaya
çıkarmıştır. Yeryüzü müstekbirlerinin, zamana ve zemine göre algısı değişen
Müslümanları, köklü bir geleneğe sahip Müslümanlara tercih etmesinin sebepleri
üzerinde kafa yormak, yaşadığımız çağın problemlerini anlamamıza vesile
olabilir.
Mukaddime
Halkın yaşantısını gözlemleyen,
problemlerini ve ihtilaflarını inceleyen kimse, anlaşmazlıkların birçoğunun,
insanların birbirini yanlış anlamasından veya birbirleri hakkındaki su-i zandan
kaynaklandığını görür. Bu durum, ilişkilere ihtilafın hâkim olmasına sebebiyet
verir; böylece taraflar arasındaki mesafe gittikçe açılır.
Ancak tarafların bir araya gelip
birbirlerinin bakış açısını anlaması, birbirlerinin hüsnü zannına ve iyi
niyetine ikna olması halinde aralarındaki duvarlar sarsılır, hatta tamamen
ortadan kalkacak aşamaya gelir. Böylece taraflar, hiçbir olumsuzluğun
bulandıramayacağı bir ittifak ve muvafakat ortamına kavuşur...
Pratik hayattan aldığımız bu örnek, fıkhî mezheplerin
ve ilmi görüşlerin hakikati konusunda farklı kesimler arasında zaman zaman
ortaya çıkan anlaşmazlıkların mahiyeti konusunda açıklayıcı olabilir. İşte bu
sebeple bu risalede söz konusu fıkhî ihtilafın hakikatini, kaynağını ve
sebeplerini ortaya koymayı ve hükmünü açıklamayı arzu ettim. Bu sayede Müslüman,
bu mesele hakkındaki tutumunu doğru olarak belirleme, dini konusunda basiret
üzere hareket etme ve ifrat ve terfide düşmekten sakınma imkânına kavuşmuş
olacaktır.
Müslümanın ifrat veya tefrit yanlışına
düşmesi demek, düşmana, içeri sızarak dini ve akideyi ifsat edeceği bir gedik
açmak demektir. İslâm binasını Müslümanların algılarında yıkma yolunda
gayret sarf etmek, geçmişte olduğu gibi bugün de İslâm düşmanlarının alışkanlık
halinde sürdürdüğü bir tutumdur. Onların bu amaçla uygulamaya koyduğu
ince ve gizli metotlardan birisi, Müslümanları fıkıh ve fukaha konusunda
şüpheye düşürmektir.
Bir kısım cahil ve basit kimseleri
etkileyerek ihtilaflı fıkhî konuları mezhep müntesipleri arasında gündeme getirir,
böylece bir yandan onları daha önemli meselelerle iştigal etmekten alıkoymuş,
diğer yandan da Müslümanların fıkıhlarına ve fakihlerine olan güvenini sarsmış
olurlar. Bütün bunlar Müslümanları dinlerinin ve mezheplerinin ahkâmından
sıyırıp heva ve şahsi görüş ağına düşüren tutumlardır.
Geçmişte büyük imamlar düşmanların bu
metotlarına dikkat çekmiş, onların yüzündeki maskeleri indirmiş, girdikleri
hileli yollarda peşlerini bırakmamıştır. Ulema, fakihler arasındaki
ihtilafların hakikatini açıklayan büyüklü küçüklü eserler yazmış, usuldeki
ihtilaflarla fürudaki ihtilafları birbirinden tefrik etmiş, halkı kötü
niyetler ve çirkin emeller konusunda uyarmıştır. (S.11-14)
Birinci Bölüm
1. Fıkhî İhtilafların
Hakikati
“İlmi ihtilaflar ve fıkhî görüşler /
ictihadlar bazı kimseler tarafından, Allah Teâlâ’nın dininde ileri sürülmüş
‘şahsi görüşler’ olarak değerlendirilir. İctihadların birden fazla olması ve
birbiriyle ihtilaflı bulunması onlara göre bu sebeptendir.
Hatta bazı kimseler fıkhî ihtilafları,
Kitab ve Sünnet’ e alternatif olarak ortaya konulmuş, dolayısıyla Müslüman
tarafından duvara çalınması, uzak durulması, terk edilip Allah’ın Kitabı’na ve
Resulü’nün Sünneti’ne rücu edilmesi gereken ‘yeni bir din’ olarak
tasavvur ederler.
Taassup sahibi bazı kimselerin, söz konusu
görüşlere/ictihadlara olduğundan fazla değer vermek, onlara sarılıp diğerlerini
reddetmek şeklinde tezahür eden tutumu da bu hatalı düşüncenin insanlarda yer
etmesine yardımcı olmaktadır.”
“Dinlerinde, Rablerinin Kitabı’ndan ve
Nebilerinin Sünneti’nden imamları tarafından çıkarılmış hükümlere ittiba eden
avam ile dinlerinde ruhban ve ahbarlarının - Allah Teâlâ’nın emrine aykırı-
nefsi görüşlerine uyan Ehl-i Kitap arasında bu noktada büyük bir fark vardır.
Allah Teâlâ, imamlarının istinbat ettiği
hükümlere uyanlara hitaben ‘Bilmiyorsanız zikir ehline sorun’ (en-Nahl
Sûresi, 43) diye emir buyurmuşken, diğerlerinin durumunu ‘Allah’ı
bırakıp ahbar ve ruhbanlarını rabbler edindiler’ (et-Tevbe Sûresi,
31) buyurarak ifşa etmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (sav), Adiyy b.
Hatem et-Tai huzuruna girdiğinde bu ayeti okumuştu. Adiyy diyor ki: ‘Onlar
bunlara kulluk etmiyorlar!’ dedim. Resulullah (sav), ‘Evet,
ediyorlar. Ahbar ve ruhbanları onlara helali haram, haramı helal kılıyor; onlar
da bunlara tabi oluyor. İşte bu, onların bunlara kulluk etmesidir’ buyurdu.’
Bu sebeple ulema, ‘ictihad’ı; ‘Şer’î ahkâmı şer’î delillerden
çıkarmak için bütün gayretini sarf etmektir’ diye tarif etmiştir.
Bunun yanında ictihad için dakik birçok şart da öngörmüşlerdir ki, ehil kimselerden
başkası bu kapıdan girmesin.” (S.17-21)
2. Fıkhî İhtilafların
Kaynağı
“Hz. Peygamber (sav) vefat ettikten sonra
Sahabe’nin (Allah onlardan razı olsun) çeşitli merkezlere dağılmasıyla birlikte
ictihad dairesi de genişlemeye başladı.
Vahyin kesilmesi ve Sahabe’nin çeşitli
yerlere dağılmasıyla şer’î hükümlerde ihtilafın çerçevesinin genişlemesi
tabiidir. Zira fıkhî ihtilaf olgusu iki esasa dayanır:
1. Şer’i nassların farklı anlaşılmaya
ihtimalli yapısı.
2. Anlayış ve değerlendirme tarzlarının
farklılığı
Allah Teâlâ’nın şer’i meselelerde hikmeti,
Kur’an ve Sünnet naslarının pek çoğunun birden fazla şekilde anlaşılmaya
ihtimalli olmasını iktiza etmiştir. Kur’ an-ı Kerim apaçık Arap diliyle
inmiştir ve Arap dilinde lafızların ihtimalli yapısı herkes tarafından bilinen
ve ikrar edilen bir husustur ki, Arap dili bu yapısıyla diğer dillerden
ayrılır.
Tıpkı bunun gibi Allah Teâlâ’nın
yaratışındaki hikmet de insanların akıl ve idrak bakımından farklı farklı
olmasını iktiza etmiştir. Bu sayede varlık kemal bulur, insanların ilim ve akıl
bakımından birbirlerinden temayüz etmesi ve birbirleriyle yarışması mümkün
olur.(…) Allah Teâlâ’nın mahlûkatta cari kıldığı hikmeti bu insanlar göremiyor.
Allah Teâlâ dileseydi bütün insanları, düşünce ve anlayışta bir tek ümmet yapar,
Kitab’ı da icmal ve ihtimale yer vermeyen (tümüyle) mübeyyen ve müfesser bir
tarzda indirirdi!
Allah Teâlâ, kullarının kendisine ibâdet
ettiği bu dinin hükümleri konusunda anlayış ve görüşleri birleştirmeyi dilese,
bir yandan şer’î nassların yapısını değiştirir, diğer yandan da tek hüküm üzere
ittifak etsinler diye insanların anlayış tarzlarını teke indirirdi.”
“Allah Teâlâ’nın böyle murad etmiş
olmasındaki hikmeti teyid eden hususlardan birisi de, şer’i nassların
çoğunluğunun delaletinin zanni oluşudur. Allah Teâlâ bununla sanki bir yandan
görüşlerin ve anlayışların çeşitlenmesiyle insanlara kolaylık dilemiş, diğer
yandan da akılların önünde geniş bir alan açmıştır ki insanlar Kelamullah’tan
ve Hz. Peygamber (sav)’in sözlerinden istinbatta bulunsun ve çıkarılan
hükümlerle (farklı tarzlarda) amel etsin!”
Daha sonra yazar Efendimiz(sav) dönemi ve
sahabe asrında gerçekleşen fıkhî ihtilafları inceler:
2.1. Sahabe’nin, Benu Kureyza’ya giderken
vakti giren (ikindi) namazı kılmanın hükmü konusundaki ihtilafı…
2.2 Su yokluğunda teyemmüm ederek namaz
kılan ashab-ı kiramın bir süre sonra -henüz vakit çıkmamışken- su bulmaları
üzerine yaşadıkları ihtilaf…
2.3 Dedenin mirası meselesi…
2.4 Boşanmış kadının iddet müddetinin ne
kadar olduğu konusunda ashab-ı kiram arasında söz konusu olan ihtilaf…
2.5 Kocası ölen hamile kadının iddetinin
ne zaman biteceği noktasında ashab-ı kiram arasında söz konusu olan ihtilaf…”
(S.23-32)
3.Fıkhî İhtilafların
Sebepleri
“Ulemanın ahkâmdaki ihtilafı meselesi
konusundaki hatalı sathi bakış, muhtelif yanlış tutumlara yol açmaktadır. Bazı
insanlar bu sebeple fıkhî ihtilafları gereksiz ağır bir yük olarak görüp yüz
çevirmekte, bazıları da bu konuyu hedef tahtasına oturtup (ihtilaflara ve
ihtilaf edenlere) saldırmaktadırlar. Yine bu sebeple bazı kesimlerin de,
-Sünnet tedvin edilip Hadis kitapları her tarafa yayıldığı için- artık
insanları tek bir görüş ve ‘Kitab ve Sünnet mezhebi’ diye
anılan tek bir mezhep etrafında toplama zamanının geldiği kanaatiyle mezhep ve
görüşleri birleştirmek gerektiği çağrısına ikna olduğunu görüyoruz. Bu
kesimlerin, ‘Din bir, Kur’ an bir, Sünnet bir olduğu halde bu
ihtilafların ne gerekçesi olabilir?’ sloganıyla da bu davalarını
terviç etmeye çalıştıklarına dikkati çekmektedir.
Bu kimse ve kesimler, imamların ve ulemanın
ihtilafların sebepleri bağlamında kaleme aldığı eserlere müracaat etseler,
görecekler ki, ihtilafların yegâne temel sebebi olarak gördükleri ‘nassdan
haberdar olmama’ hususu, ihtilaf sebeplerinin sadece birisidir. Söz
konusu sebeplerdir ki görüşlerin farklılaşmasına yol açmış, istinbat alanında
ihtilafların meydana gelmesine sebebiyet vermiştir ...
Söz konusu sebeplerin birden fazla olması
ve iç içe geçmiş bulunması dolayısıyla, konu hakkında eser yazmış olan ulemanın
kimi konuyu kısaca ele alırken, kimi tafsilata girmiştir. Ancak bütün bu
sebeplerin gerçekte dört ana sebebe irca edilebileceğini düşünüyorum. Diğer
tafsilî sebepler bu dört ana sebepten kaynaklanmaktadır.
3.1.Nassın sübut bulup bulmadığı
konusundaki ihtilaf
Burada hem nassın, imamlardan birine
ulaşmışken diğerine ulaşmaması, hem de imamlardan biri nazarında sübut
bulmuşken, bir diğeri nazarında sübut bulmamış olması söz konusudur.
3.2. Nassın anlaşılmasındaki ihtilaf
Bütün bunlardan sonra (zikredilen
hususlarda ittifak sağlandığı ve nassın bütün imamlara aynı şekilde ulaştığı ve
sıhhati konusunda aynı hükmün verildiği farz edilse bile) nassın nasıl
anlaşılacağı konusundaki ihtilaf varlığını sürdürecektir.
3.3. Mütearız nassların arasını bulma veya
birini diğerine tercihteki ihtilaf
Ulemanın nassın sübutu ve anlaşılması
konularında ittifak ettiğini farz etsek bile, bir başka ihtilaf sebebi
varlığını sürdürecektir: Söz konusu nassın, tercihe daha layık bir başka nassla
zahiren tearuz / çatışma halinde olması. Böyle durumlarda, zahiren birbiriyle
muaraza halinde bulunan nassların arasını birleştirme (cem) veya birini
diğerine tercih yolları noktasında ihtilaf ortaya çıkmaktadır.
3.4. Usul kaidelerindeki ve bazı istinbat
kaynaklarındaki ihtilaf
Dördüncü husus da, hükümlerin kendisinden
çıkarıldığı kaynağın hücciyyetindeki ihtilaftır. Her imamın, hadislerin kabul
ve reddinde kendine mahsus kaide ve şartları vardır Her biri, istinbatta
kendine mahsus bir yol ve metot izler.” (S.33-38)
3.1. Nassın sübut bulup
bulmadığı konusundaki ihtilaf
“Şer’î nass, bütün müctehidler için
birinci mercidir. Şer’î hükümlerin istinbatı şer’î nass merkezinde cereyan
eder. Bu itibarla nassın sıhhatinin sabit, delaletinin açık olması ve muarızın
bulunmaması durumunda hüküm verirken o nassa dayanılacaktır. Bu noktada herhangi
bir farklı görüş yoktur.
Müctehid İmamlar’ın, ‘Hadis sahih ise
mezhebim odur’ sözünün manası budur. Şu kadar var ki, bazı kimseler bu
sözden şunu anlıyor: Hadis, imamlardan herhangi birisine ulaştığı zaman, imam o
hadisin zahiri doğrultusunda görüş beyan etmek ve muktezasında hüküm vermek
zorundadır! Eğer böyle yapmazsa nassı terk etmiş ve hadisten yüz yüz çevirmiş
olur!
Müslümanların imamlarından herhangi
birisinin, ictihadı muktezasınca delaleti ve hükmü geçerli olan bir hadis-i
şerîften yüz çevirmesi (hâşâ)- söz konusu olamaz. Onlar, dindarlıklarıyla
meşhur, adaletleriyle tanınan, takvalarıyla bilinen imamlardır. Allah hepsinden
razı olsun...
Meseleye öyle bakanlar anlamıyor olmalılar
ki, bir hadisin bir imama sadece ‘ulaşmış’ olması başka şeydir, o hadisin o
imam nazarında ‘sabit olması’ ve tercihe daha layık bir muarızının bulunmaması
başka şeydir.
Oysa şu nokta tartışmasızdır: İmamlardan
her birinin hüküm istinbatında esas aldığı kendine mahsus kaide, usul ve
esasları vardır. Bunlar hadisin sübut veya adem-i sübutuna dair olabileceği
gibi, delaletine ve manasına yahut muarızının bulunup bulunmamasına vb. ilişkin
de olabilir. Bu kaide ve esaslarda diğer müctehidler ona muvafık da olabilir,
muhalif de. Müctehidin veya müctehidlerin görüşü, usul ve füruda muhalif bir
müctehid için bağlayıcı bir hüccet değildir! (S.39-40)
“Müctehidler ve diğer alimler, hadislerin
kabulü için birtakım kaide ve esaslar tesbit etmiştir. Konuya gereği gibi vakıf
olmayan bazı kimseler, söz konusu kaide ve esaslarda ihtilafa yer olmadığını ve
müctehidlerin bu noktada muhaddislerin kabul ettiği esaslar çerçevesinde
hareket etmek zorunda olduğunu düşünür. Bu hatalı bir düşüncedir. Zira pratik
durum bize şunu öğretiyor ki, müctehidlerin hüküm istinbatında
belirledikleri ve başkalarınınkine nazaran tercihe daha şayan olan (kendilerine
mahsus) kaide ve esasları vardır. Bu itibarla o imamlar, başkalarının
ictihadıyla ilzam edilmezler. Özellikle de hadis ilminin tedvin edilip istikrar
bulduğu dönemden önce yaşamış bulunan imamlar için bu böyledir. Çünkü
Allah Teâlâ’nın bahşettiği ictihad mertebesi onları, herhangi bir ilim dalında
bir başkasını taklid derecesine düşmekten masun kılmıştır.” (S.43-44)
“Mağrib hafızı İbn Abdilberr (rh.a), bu
kabil şüpheleri bertaraf etme ve cahillerin, şer’î nasslara muhalefetle itham
ettiği müctehid imamları savunma zımnında güzel bir tesbitte bulunmuş ve şöyle
demiştir:‘Bu ümmetin âlimlerinden hiç kimse, Hz. Peygamber (sav)’ den
gelen bir hadis tesbit ettikten sonra gerekçesiz olarak ona muhalefet
etmemiştir. Bu gerekçe, söz konusu hadisin kendisi gibi bir hadis ile
icma ile veya kabul ettiği asıl doğrultusunda esas alınması gereken amel ile
nesh edildiğini yahut senedinde (sıhhati yaralayıcı) bir kusur bulunduğunu
söylemesidir. Bu tarz bir gerekçe olmadan hadise muhalefet eden bir
kimse, ‘imam’ olarak kabul edilmesi şöyle dursun, ‘adalet’ sıfatını kaybeder ve
fasık olur...” (S.53-54)
3.2. Şer’î nassların
farklı anlaşılması sebebiyle ortaya çıkan ihtilaf
“Bu sebebi iki esas noktadan ele
alabiliriz:
3.2.1. Nassın yapısıyla ilgili durum.
Meşhur olduğu üzere Arap dilinde, ne anlattığı
açık/ sarih ifadeler bulunduğu gibi, birden fazla anlama ihtimal veren,
müşterek, mücmel... ifadeler de vardır.
3.2.2. Nassın nasıl anlaşılacağı
noktasında müctehidin durumu.
Burada ihtilaf, müctehidden, müctehidin
anlayış tarzından kaynaklanır. Bu, ilkinden daha açık bir durumdur. Zira
insanların akıl ve anlayış bakımından birbirinden farklı olduğu açık bir
gerçektir.
Bu durumla ilgili açık misallerden biri,
Hz. Peygamber (sav) döneminde Benû Kureyza vakasında cereyan eden hadisedir.
el-Buhârî ve Müslim’in, Sahîh’lerinde İbn Ömer (r.anhuma)’dan naklettiğine göre
Hz. Peygamber (sav) Ahzab gazvesinden döndüğünde Cibril (a.s) kendisine gelerek
acele Benû Kureyza üzerine gitmesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav)
ashabını acele ettirerek, ‘Sakın Benû Kureyza’ya varmadan kimse ikindi
namazını kılmasın’ buyurdu. Bunun üzerine yola çıktılar; fakat
Benû Kureyza toprağına varmadan ikindi namazının vakti girdi. Bir kısmı, ‘Benû
Kureyza’ya varmadıkça namazı kılmayalım’ derken, diğerleri ‘Aksine,
ikindi namazını burada kılalım. Hz. Peygamber (sav) ikindi namazını özellikle
Benû Kureyza toprağında kılmamızı istediği için öyle buyurmuş değil’ (acele
etmemizi istediği için öyle buyurdu) dediler. Bilahare bu durumu kendisine
bildirdiklerinde Hz. Peygamber (sav), her iki grubun görüşünü de tasvip
buyurdu; onlardan herhangi birisini kınamadı.
Bu meselede Sahabe’ den bazılarının içtihadı
–nassın zahirini esas aldıkları için-, namazın bilerek vaktinden geriye
bırakılmasına yol açmıştır. Diğerlerinin içtihadı ise nassın zahirine
muhalefete götürmüştür. Bu sebeple bu ikinci grup, namazı yolda kılmışlardır.”
3.3.Mütearız nassların
arasını bulma veya birini diğerine tercihteki ihtilaf
“Mütearız nassların birini diğerine tercih
sebepleri çoktur. Usul âlimleri bunları kitaplarında tafsilatlı olarak
anlatmıştır. Bazıları bunları dört esas noktada toplamıştır:
1. Mütearız nassların senedine müteallik
tercih. Mütevatir nassın meşhur nassa veya ilmi ve zabtı daha üstün olan
ravinin rivayetinin diğerine tercihi böyledir.
2. Mütearız nassların metnine müteallik
tercih. Nasslardan birinin emir, diğerinin nehiy muhtevalı olması böyledir. Bu
durumda nehyedici nass diğerine tercih edilir. Yahut tearuz, hakiki bir manaya
delalet eden nassla mecazi bir manaya delalet eden nass arasındadır. Böyle bir
durumda hakikat mecaza tercih edilir.
3. Mütearız nassların medlulüne (delalet
ettiği şeye/manaya) müteallik tercih. Nasslardan bir kısmının medluIünün
tahrim, diğerinin ibaha bildirmesi böyledir. Bu durumda tahrim bildiren nass,
ibaha bildirene tercih edilir.
4. Mütearız nassların haricindeki bir
hususa dayanan tercih. Nasslardan birinin -Kitab, Sünnet, İcma, Kıyas veya
bunlar dışındaki- bir başka delile uygunluk arz etmesi, onunla muaraza eden
diğer nassın ise böyle bir durumdan yoksun bulunması böyledir. Tabiatiyle böyle
bir durumda diğer delilin teyit ettiği nass diğerine tercih edilecektir.”
(S.63-65)
“Nassların arasını cem veya birini
diğerine tercih meselesinin sınırları hayli geniştir ve bu konu, ulemanın ahkâm
istinbatındaki ihtilaf sebepleri içinde ortadan kaldırılması mümkün olmayacak
kadar büyük bir yer işgal etmektedir.”
3.4.Usul kaidelerindeki
ve bazı istinbat kaynaklarındaki ihtilaf
“İlim ehli tarafından kabul ve itiraf
edilen bir husustur ki, bazı ictihad usul ve kaynakları müctehid alimler
arasında ihtilaflıdır. Diğer imamlardan farklı olarak İmam Malik’in (rh.a)’in,
Medine ehlinin amelini delil kabul etmesi, çoğunluk amel etmesine rağmen
Hanefîler’in ‘mefhum-u muhalefet’le ameli terk etmesi, yine Hanefîler’in âmm
bir ifadenin hâss’a ve mutlak’ın mukayyed’e hamli imkânına muhalefeti ve ravi
rivayet ettiği hadisin hilafına amel ettiğinde rivayetin değil, ravinin
arnelinin esas alınması gerektiğini söylemesi… gibi usul kaideleri bunun
örneklerini teşkil eder.
Prof. Dr. Mustafa Sa’îd el-Hınn da Doktora
tezini (Bu çalışma Doç. Dr. Halit Ünal tarafından ‘İslâm Hukukunda Yöntem
Tartışmaları’ adıyla Rey yay., İst-1993 dilimize çevrilmiştir.) bu konuda
yapmıştır. Bu, söz konusu sebebi dört başı mamur bir şekilde işleyen, fukahanın
ihtilafı konusunda araştırmacılar için başvuru kaynağı özelliğinde yeni bir
çalışmadır.” tesbitinden sonra konuyu ayrıntılı olarak inceler. (S.33-98)
İkinci Bölüm
1. Ulemanın Fıkhî
İhtilaflar Karşısındaki Tutumu
Selef’in ve sonra gelen ulemanın söz
konusu ihtilaflar karşısındaki tutumunu araştıran kimse, bu konuda farklılıklar
bulunduğu izlenimini doğuran hususlarla karşılaşabilir.
1. Sahabe ve onlardan sonraki imamların
ihtilafı geniş bir rahmettir. Hz. Peygamber (sav)’in ashabının ihtilaflarını
inceleyen kimsenin, onlardan dilediği kimsenin görüşünü alması caizdir.
2.Mâlik, eş-Şâfi’î ve onların
yolundan gidenlerin talebeleri ile el-Leys b. Sa’d, el-Evzâ’î, Ebû Sevr ve
dirayet ehli bir gurup âlim ise, ‘uzlaştırılması mümkün olmayan
ihtilaflarda taraflardan birinin görüşü doğru, diğerininki hatalıdır’ demiştir.
Yazar bu bölümde yukarıda aktardığımız iki
temel yaklaşımı değerlendirmiştir. (S.101-110)
2. İhtilaflı Meselelerde
Muhalifi Kınama ve Sakındırma
“Fıkhî ihtilafların hükmü ve ulemanın bu
meseleler karşısındaki tutumuyla ilişkili en önemli hususlardan biri de
ihtilaflı meselelerde karşı tarafın kınanması ve sakındırılması meselesidir.
Muhtelif dönemlerde yaşamış farklı
mezheplere mensup ulemanın bu konudaki tutumunu inceleyenler, emr-i
ma’ruf nehy-i münkerin şartlarından birinin, sakındırılması söz konusu olan
hususun münker olduğu konusunda icmaa benzer bir ittifak bulunduğunu
göreceklerdir.”
“Bütün bu hususların bize gösterdiği
hakikat şudur: Ulema, bu meselenin aslında ittifak halindedir. O asıl
şudur: Eğer muhalefeti ictihadî bir meseleye dair ise, muhalif
kimse kınanmaz ve sakındırılmaz. Bizim meylettiğimiz, muhtelif
görüşlerin arasını birleştirme noktasında evla ve ihtilaflı meselelerde sonuç
olarak en elverişli bulduğumuz görüş ise şudur: Mesele, bir yönden ihtilaf
edilen konunun, diğer yönden de sakındırılması söz konusu olan münkerin türüne
ilişkin olarak tafsil edilmelidir. Üzerinde ihtilaf edilmiş olan ictihadi
meselelerde aslolan (bir âlimin) karşı tarafın kınanıp sakındırılmamasıdır.
Ancak ihtilafı ortadan kaldırmak amacıyla nasihat kabilinden ve emr-i
ma’ruf nehy-i münker cümlesinden olarak o kişiye karşı yumuşaklıkla
sakındırma yapılır. (…)Meseleye böyle yaklaşılmazsa niza ve ayrışma meydana
gelir; cedel ortamları doğar. Zira burada görüşlerin ve anlayışların
birbirinden ayrıldığı bir mesele söz konusudur. Zayıf görüşü
kuvvetliden ayırt edemeyen avama gelince, onun, ihtilaflı görüşlerden biriyle
amel eden bir kimseyi sakındırmaya kalkması doğru olmaz. Ancak meselenin
hükmünü iyi bilen güvenilir bir âlimden öğrenmiş olması veya o gibi meseleleri
ulemanın kınayıp sakındırdığının yaygın olarak bilinmesi durumu bunun
istisnasını oluşturur. Bu sayede büyük ve tehlikeli bir kapı kapatılmış, Müslümanları
zaman zaman hasımlaşmaya ve vuruşmaya kadar sürükleyen parçalanmanın doğuracağı
pişmanlıklar Müslümanlardan uzaklaştırılmış olacaktır.” (S.111-126)
3. Ulemanın Birbirine
Karşı Edebine Misaller
Burada belirtmek gerekir ki, zikredeceğim
örnekler, ulemanın çoğunluğunun tutumunu anlatmaktadır.
Daha sonra hicret yurdu Medine-i Münevvere
imamı Malik b. Enes ile Mısır fakihi el-Leys b. Sa’d’ın, bazı ilmi meseleler
hakkında birbirlerine gönderdikleri iki mektubu konuya örnek olması amacıyla
nakleder. (S.127-146)
4. Müslümanın Fıkhî
İhtilaflar Karşısındaki Konumu
Müslümanın ihtilaflı meseleler
karşısındaki konumunu iki açıdan incelemek mümkündür:
1. İhtilaflı meselelerin tabiatını ve
kaynağını anlamak ve meşruiyetini kabul etmek.
2. İhtilaflı meseleleri kabul ve gereğince
amel etmek.
Müslümanın, fıkhî ihtilaflar konusunda ilk
maddede zikredilen durumu, Selef ve sonra gelen ulemanın çoğunluğunun takındığı
tavrı takınması gerekir.
İkinci maddede zikredilen duruma gelince,
kişinin ilmi ve fıkhî seviyesine göre değişiklik göstereceğinde şüphe yoktur.
Zira kişi ya âlim veya avam yahut müteallim (talebe) dir; dördüncü bir şık
yoktur.
Bu mesele üzerinde dururken kişinin bu üç
sınıftan birine dahil olacağı gerçeğini görmezden gelmek ve bunların tamamının
aynı hükme tabi olacağını söylemek ifrat veya tefrit olacaktır. İnsanların
tamamını ulema veya müctehidler seviyesine yükseltmek caiz olamayacağı gibi,
tamamını mukallid avam seviyesinde görmek de caiz değildir.
Şimdi bu üç sınıfın ihtilaflı meseleler
karşısındaki konumunu görelim:
4.1. Âlim: Bu
kelimeyle, delillerden hüküm çıkaran -muhtelif ictihad derecelerindeki-
müctehidi kast ediyoruz. Bu sınıfa giren bir kimsenin, hak olarak gördüğü
görüşle amel etmiş olmak için ihtilaflı meseleler üzerinde düşünmesi, delilleri
değerlendirmesi, istinbat ve tercih noktasında ictihad yapması kaçınılmazdır.
Ulaştığı neticede başkaları kendisine muhalif olsa bile bu hüküm değişmez. Zira
ulemanın çoğunluğuna göre bu seviyedeki kişinin başkasını taklid etmesi caiz
değildir.(…)
4.2. Avam: Bu
kelimeyle, kayda değer, delilleri değerlendirebilecek kadar bir ilim
öğrenememiş cahil kimseyi kastediyoruz. Böyle kimselerin, ulemayı taklid etmesi
kaçınılmazdır. Taklid ettiği kişi ister kendi mezhebinin imamı olsun, isterse
muteber âlimlerden biri olsun fark etmez. (…) Esasen onun mezhebi fetva sorduğu
kişinin (müftüsünün) mezhebidir. Dolayısıyla bu kişinin yapması gereken;
sormak, fetva istemek ve aldığı fetvayla amel etmek; bunu yaparken de söz
konusu olan mesele hakkında o fetvaya muhalif olan görüşlere hürmet ve takdiri
de elden bırakmamaktır. Bu durumdaki kişinin, ‘Bilmiyorsanız zikir
ehline sorun’ ayetinin umum ifade eden hükmü gereğince Allah’ın
dininde kendi görüş ve anlayışıyla amel etmesi caiz değildir. Aksi halde
hevasının ihtiraslarına göre amel etmiş olur.
4.3.Müteallim (Talebe): Bu
kelimeyle, ilmi seviye olarak avamın üstünde, müctehidin altında olan kimseyi
kast ediyoruz. Bir kimse ilim ve marifetten bir miktar şey elde ettiği zaman
avam derecesinden yukarı çıkar, ancak bu onu müctehid seviyesine yükseltmez.
Ümmet-i Muhammed’in, şer’î ilimlerde mütehassıs olmuş, ilim ve tahsile önem
veren âlimlerinin ekseriyeti bu kategoridedir.” (S.147-162)
5. Aykırı Tutumlar
Hakkında Uyarı
Bu bölümde ise, bir kısım avamın ve mezhep
müntesiplerinin gösterdiği mezhep taassubu ile bazı kimselerin bir mezhebi
diğerinden üstün tutması ifrat örnekleri, bazı cahillerin mezhepler
arasındaki ilmi ihtilafı Allah Teâlâ’nın ve Resulü’nün kötülediği, failinin azapla
tehdit edildiği ‘dinde ayrışma, fırkalara, hiziplere bölünme’ olarak
takdim etmesi, muteber imamlardan birini taklid eden mukallidin, Kitab ve
Sünnet’i terk edip kişilerin görüşüne uyduğunun söylenmesi ve bazı kimselerin,
fıkhî mezhepleri karalama, yaralama ve onları insanların gözünden düşürme
çabası ise tefrit örnekleri olarak ele alınıp incelenmiş.
(S.163-168)
Ek: Fıkhî İhtilaflar
Konusunda Kaleme Alınmış Önemli Eserler
“İhtilaflı ilmi görüşlerin gerek
ehemmiyeti, gerekse ilk devirlere dayanması sebebiyle, bu konuyu ele alan bir
hayli ilmi eser yazılmıştır. Konunun ele alınış tarzında da ulema muhtelif
metotlar izlemiştir. Delilleri inceleyen, ahkâm istinbat eden ve fetva vermek
durumunda olan kimselerin bu eserleri tanıması ve onlara muttali olması
gerektiği konusunda ittifak etmiştir.” Yazar bu tesbitten sonra konu hakkında
yazılmış eserleri sıralar. (S.167-173)
Sonuç
“Her müslüman, fıkhî ihtilafların
tabiatını, kaynağını ve sebeplerini kavradıktan sonra konu hakkında sağlıklı
bir tavır geliştirebilmek için bunları bilmeye ihtiyaç duyar. Bizim hakikatini
bilmeye şiddetle ihtiyaç duyduğumuz bu meseleyi bu ümmetin selefi, kâmil bir
anlayışla kavramış, bu sebeple de o devirlerde bu konu hakkında eser yazımına
ihtiyaç olmamıştır. Aradan zaman geçtikçe ve insanlar ilmin ilk kaynaklarından
uzaklaşmaya başladıkça bu ihtilaflar karşısında tahammülsüzlükler görülmeye,
niçin ortaya çıktıkları ve hakikatleri konusunda şaşkınlıklar yaşanmaya
başlamış, bu konuya nasıl bakılması gerektiği noktasında tereddütler baş
göstermiştir. İslâm düşmanları tam da böyle durumlarda Müslümanların şuuruna
zehirlerini akıtmak ve Müslümanları fıkıh ve fukahadan soğutmak için elverişli
gedikler bulmuştur. Bu noktada bazı Müslümanlardan sadır olan ifrat ve tefrit
tutumlar da onlara bu emellerini gerçekleştirmede yardımcı olmuştur. Yine
onlar, her toplumda görülen ihtilafları ve tecdit ruhunu da istismar etmekten
geri durmamıştır. Bütün bunların neticesi olarak İslâm düşmanları, bir kısım
emellerine ulaşmış, bir kısım amaçlarını gerçekleştirmişlerdir. Bizim bugün bu
noktaların aydınlatılmasına ve güzelce açıklanmasına şiddetle ihtiyaç duyuyor
olmamız şaşırtıcı değildir. Zira günümüzde insanların durumundaki bozulma,
ilimdeki zayıflık ve ulemanın sayısındaki azalma ve kendini adam sınıfında
görenlerin sayısındaki artış, halktaki derin gaflete mukabil düşmanların
uyanıklığı herkesin malumudur.” (S.175-177)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 277 / Aralık 2013