İslâm, modernizm, sekülerizm, postmodernite, iktidar ve akıl konuları üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan Abdurrahman Arslan, 1947 yılında Van’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini aynı şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Yazılan Düşünce, Bilgi Hikmet, Gelecek, Umran, İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Özgün Düşünce, Nida vb. dergilerde yayımlandı. Serbest çalışmaktadır. Modern Dünyada Müslümanlar (2000), Yeni Bir Anlam Arayışı, (2004) Sabra Davet Eden Hakikat, (2009) adlı kitapları yayımlandı. Günümüzde ‘insanın dışında, insanı aşan herkahgi bir hakikat yoktur’ iddiasını putlaştıran anlayışı, en iyi tahlil edenlerden birisi olan Abdurrahman Arslan’ı dinlediğinizde karşılaştığınız tevazû ve ahlâk sizi farklı bir iklime çeker. Modernizm ve bağlantılı kavramlar üzerine konuşuyor olsa da derdi olan bir Müslüman duyarlılığını her daim hissettirmektedir.
![]() |
Nehri Geçerken
|
İslâm, Modernizm, sekülerizm,
postmodernite, iktidar ve akıl konuları üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan
Abdurrahman Arslan, 1947 yılında Van’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini aynı
şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Bölümü’nden mezun oldu. Yazılan Düşünce, Bilgi Hikmet, Gelecek, Umran,
İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Özgün Düşünce, Nida vb. dergilerde
yayımlandı. Serbest çalışmaktadır. Modern Dünyada Müslümanlar (2000), Yeni
Bir Anlam Arayışı, (2004) Sabra Davet Eden Hakikat, (2009)
adlı kitapları yayımlandı. A. Arslan’ı dinlediğinizde karşılaştığınız tevazu ve
ahlâk sizi farklı bir iklime çeker. Modernizm ve bağlantılı kavramlar üzerine
konuşuyor olsa da derdi olan bir Müslüman duyarlılığını her daim
hissettirmektedir.
Kitabı yayına hazırlayan Asım Öz giriş
kısmında şu tespitlere yer verir:
“İçinde yaşadığımız modem durumunun
değişik görünümlerine ilişkin olarak sürekli bir biçimde eleştirilerini
söylemekten kaçınmayan Abdurrahman Arslan’ın, bu konularda konuşup yazanlara
göre çok sayıda yazı kaleme almadığı görülür. Yazı hayatının başlangıç yılları
göz önüne alındığında doğru bir tespittir bu. Arslan’ın bildiği,
okuduğu, derinleştiği bu konularda az yazıyor olması bir tercih olarak
okunabilir.
Modern Dünyada Müslümanlar kitabı, Müslümanların bugün içinde bulundukları temel meseleleri tartışmakta, yol göstermektedir. Örneğin şu önemli tespitleri dikkate değerdir:
‘Müslümanlar bütün tarihleri boyunca hiç düşünmedikleri bir şeyi
yapmaya kalkarak, mağlubiyetlerinin sebebini hep kendilerinde bulurken, bu kez
başka yerde arayacaklardır. Ve ilk defa mağlubiyetin sebebini kendi
dışlarında yani dinlerinde görecek; dinlerini tartışma konusu yaparak onu
suçlayacaklardır. Bunun modernitenin ilk ve büyük sersemletici
sonuçlarından biri olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
İslam, modernlik, sekülerlik,
postmodernite, iktidar ve akıl konuları üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan
Abdurrahman Arslan yayımlanan kitaplarının yanında söyleşi ve soruşturmalara
verdiği cevaplarda da aynı entelektüel sürekliliğin ve dikkatin varlığını
sürdürdüğü görülecektir. Eleştirelliğin her yazma/konuşma, ama özellikle
söyleşme bağlamına egemen olduğunu okumamız boyunca sürekli olarak fark
ediyoruz. ” (S. 9-10)
Selam’dan Elif Gökmen (1995) sormuş:
Modernizm nedir?
“Modernizmin kelimesinin köküne baktığımızda görüyoruz ki Latince ‘modo’ kökünden
türemiş, ortaya çıkmış. Yine aynı kelimenin moda ile akrabalık bağının olduğunu
belirtmemiz lazım, Anlam olarak da ‘şimdi’, ‘tam şimdi’ manasındadır. Ama
‘şimdi’nin bir başka özelliği daha var. ‘Şimdi’ kendisini tanımladığında, aynı
zamanda dünden çok farklı ve üstün olduğu anlamını taşır kendi içinde. Yani ben
şimdiyim, dünden farklıyım, ben üstünüm. Şimdi, ilerlemeci bir tarih görüşünü
de içkindir. Modern dönem tarihin bütün dönemlerinden kendini üstün
görmektedir. Fakat ilginç bir şey, kelimenin kaynağında Hıristiyanlık’ın
geldiği dönemle ilişki kurabiliyoruz. İlk Hıristiyanlar da kendileri için
modern sözcüğünü kullandılar. Kur’an da geldiği dönemde kendini geçmişten
ayırmış ve geçmişi cahiliye dönemi olarak tanımlamıştı. Hristiyanlar da
kendilerini o cahiliye döneminden ayırmak için modern kelimesini kullandılar.
Bu nedenle bir yoruma göre de ‘modern’ sözcüğü ‘model’ olma
anlamına da geliyor; bunun da ‘delil’ kökünden geldiği, karşıtının ise delalet
olduğu söylenmektedir. Buradan hareket ettiğimizde o günün Hıristiyan
müminlerinin kendilerini modern olarak adlandırmaları daha iyi anlaşılabilir.
Tabii din bunu kendisini cahiliyye dediğimiz dönemden ayırmak için kullandı.
Fakat modern dönem öyle değil. Modern dönem bu kelimeyi aldı, bir bakıma içerik
anlamını değiştirerek kendisi için kullandı. (..) Çünkü kelime kök olarak
dinden ödünç alınıyor. Bu dönem genel olarak Rönesans/Reformasyon ile başlayan
ve Aydınlanma dediğimiz dönemle devam ederek 1789 Fransız Devrimi’ne ve ulus
devletin kuruluşuna uzanarak günümüze kadar devam edip gelmektedir. Bu dönemde
insanın kendisi başta olmak üzere bütün bir varlık âlemini yeniden
anlamlandırması dikkat çeker. Bu anlamlandırma ile beraber merkezinde Tanrı’nın
olduğu bir düzenden, insanın merkeze alındığı dünyevi bir düzene geçiş
sağlanır. Bununla insan da halifelikten, efendiliğe geçmiş olur; tabiata karşı
savaş açar, onu egemenliği altına almaya koyulur. Bu süreçlere de ‘insanın
özgürleşme süreci’ der. Modernite ile birlikte insan her şeyin,
iyinin, kötünün, güzelliğin, adaletin, doğrunun, sevginin ve sanatın anlamının
kaynağına kendisini yerleştirir. Düşünce biçiminde rasyonalizmin, dinin yeni
yorumunda protestanlığın ve yeni bir insan anlayışının, yani hümanizmanın bu
dönemin belirgin özellikleri olarak ortaya çıktıklarını görmekteyiz. ” S. 32-33
Özgün İrade’den Abdülaziz Tantik ile
gerçekleştirilen söyleşide (2007) Modernizmin kökenleri ve temel parametreleri
ele alınmış.
“Hiç şüphe yok ki Batıda doğup
gelişen modernite, skolâstik dönemin Hıristiyanlık düşüncesi karşısında iki
dayanağa sahip olmuştur. Yani, modernist düşünce, içinde doğup gelişecek olan
Skolâstik dönemin Hıristiyan inancını/düşüncesini zayıflatma ve ona karşı
durmanın entelektüel gücünü Kadim Grek ve İslam düşüncesinden almıştır
diyebiliriz. Yine bilindiği gibi Kadim Grek düşüncesi de Batı dünyasına İslam
düşüncesi üzerinden aktarılmıştır.
İslam düşüncesi Batıyı daha çok Sicilya ve
Endülüs üzerinden etkilemiştir. Modernist düşünce cihetinden Kadim Grek ve
İslam düşüncesi, Ortaçağ Hıristiyanlığının siyasi, sosyal, dini fakat özellikle
kozmolojik anlayışı üzerindeki etkisini zayıflatan araçsal bir işlev görmüştür
diyebiliriz. Yani kurucu bir unsur halini almıştır. Batı modernitesi Ortaçağ
Hıristiyanlığının dünyasını parçaladıktan sonra, kendini inşa ederken büyük
nispette Grek aklı ve tecrübesinden faydalanmıştır. Bu faydalanma hem felsefi
hem de hakikat nazariyesi bağlamında olmuştur. Burada Batı aydınlanmasının
inşasında Grek felsefesi önemli olurken Protestanlığın oluşumunda da İslam
düşüncesinin katkısından söz edebiliriz.
Modernite daha başlangıçta kendini bir
özgürlük ve özgürleştirme projesi olarak tanımlamış, böyle bir vaatte
bulunmuştur. İlgi çekici bir husus olarak bugün post-modernite de bir özgürlük
ve özgürleştirme vaadinde bulunarak ortaya çıkmaktadır.
Modernite bu özgürlüğü akıl temelli bir
özgürlük olarak nitelendirmiştir. Yani bu vaadin gerçekleşmesinde akıl temel
alınmıştır. Ama tabii ki modernite bu kadarla sınırlı bir proje ya da iddia
değildir. Modernite her şeyden önce bir meta söylemdir; yani modernite aynı
zamanda varlık, varlık düzeyleri, eşya ve eşyanın hakikatini açıklama iddiası
taşıyan bir düşünce biçimini ifade eder. Mevcut olan her şeye kendine göre bir
açıklama getirir. Modernite bu açıdan değerlendirildiğinde İslam ile bir
çatışma potansiyeli taşımakta, bir iktidar gerilimine sebep olmaktadır. O da
din gibi varlığın hakikatini açıklama modelinin kendisinde olduğu iddiasında
bulunmaktadır. Bu yüzden Batı modernitesinin önce Hristiyanlık sonra Musevilik
şimdi de İslam’la gizli bir iktidar çatışması içinde olmasını doğal kabul
etmemiz lazım. Eğer modernitenin temel kabullerinden biri olan akıl anlayışı
üzerinde durursak; modernist insan tanrı ve tabiata karşı özgürleşme arzusu
taşımıştır ve bunu gerçekleştirme imkânını akla tutunarak yapmaya çalıştığını
görüyoruz. Gerçektende dinin önerdiği varlığı açıklama modelini reddeden
insanın modern dönemde elindeki tek imkânı akıldır. Modernist akıl dinin
elindeki hakikat algısını almış ve yerine yeni bir hakikat algısı sunmuştur. Ve
insanoğlunun hakikat anlayışını aklın kapsam alanına sokarak onu fiziksel
gerçekliğe indirgemiştir. S. 130-132
Rıhle Dergisinin Modernizm soruşturmasında
(2008) Müslümanların Modernizm ile imtihanı sorgulanmış.
“Batı dışındaki toplumlar için modernleşme
trajik bir oluştur; bir yandan Batıdan modernleşmenin bütün kavram, fikir ve
araçlarını alıyor, diğer yandan da Batının bize yönelttiği tehditlere karşı
kendimizi savunmak üzere bunları kullanmaya çalışıyoruz.
Bu sürecin Müslüman dünyada yanlış bir
şekilde ‘düşmanın silahıyla silahlanmak’ şeklinde formüle
edildiğini biliyoruz. Yanlıştır, çünkü burada silahtan neyi anlamamız gerektiği
belirsizdir; bunu sadece askeri bir mesele olarak mı anlayacağız, yoksa bir
yöntem, bir kılavuz olarak hayatın her yönüne uygulayacak mıyız? Ancak
doğurduğu neticelere baktığımızda bu formülasyonun her alanda Müslümanı Batı
taklitçisi yaptığını görebiliyoruz.
Müslüman, İslam’dan kaynaklanan bir
mecburiyet olarak ontolojik ve epistemolojik olarak kendine ait bir anlam
dünyası içinde yaşamak durumundadır. İslam’ın ideal ve değerler sisteminin
şekillendirdiği bir dünyadır bu; bu dünyanın önemli vasfı insana herdefasında
faniliğini hatırlatmasıdır. Ayrıca bu dünya Müslüman için her şeyden evvel iman
ve amel ilişkisi cihetinden önem taşır; bu dünyanın sosyal düzenlemesi değil
fiziki düzenlemesi de bu ideal ve değerlerle uygunluk taşır. Müslümanın
modernite ile karşılaşması onun bu dünyasını elinden almış, yerine tanıdık olmadığı
bir dünya vermiştir. Deyim yerindeyse eğer, zihnin kıblesiz
kalması Müslümanın yolunu bulamayışı, kendini ‘çıplak’ hissetmesi
bundandır. Kendi dünyasını yeniden elde etme çabasıyla başlayan, yaklaşık bir
asırdan fazla süren bu mücadele, günümüzün Müslümanının elinde İslam’ın
modernitenin dünyasına uyarlanmasına dönüşmüş halidir. Bugünün Müslümanının
‘İslâmî’ dediği çaba budur. Söylememiz gerekir ki modernite, onun ideolojik
ifadesi olarak modernizm, sıradan bir düşünce değildir. Modernite her şeyden evvel
varlık dünyasını bütünüyle açıklama iddiasında olan bir ‘üst anları’, bir
‘dünya görüşü’ ya da felsefi bir ‘sistemdir’ diyebiliriz. Dünün insanı Tanrıdan
yola çıkarak her şeyi açıklamaya çalışırken, modern insan kendinden yola
çıkarak her şeyi açıklamaya çalışır. İnsanı, toplumu, tabiatı, tarihi açıklama
ve anlamlandırma iddiası taşıyan, eğer deyim yerindeyse, bir ‘din’dir.
Unutmamak gerekir ki Batılı bir tecrübe olarak, daha önemlisi Batıda yaşanan
yaklaşık bin dört yüz yıllık bir dini tecrübenin içinden ortaya çıkmış,
olağanüstü karmaşık tarihsel şartların oluşturduğu bir bütünlüğü ifade eder. Bu
yüzden sadece tek bir sebebe dayandırarak moderniteye açıklama getirmek
fazlasıyla zordur.
Tanrı merkezli olandan insan merkezli
olana geçişte neler değişti, değişen neydi; yansımaları, açılımları ne oldu.
Bir kere bu geçişin kendisinin bir özgürlük olarak anlaşıldığını ve
tanımlandığını biliyoruz; zira modern özgürlükler kavramının kaynağında bu yer
almaktadır. Yani modernite daha başlangıçta kendisini bir özgürlük ve
özgürleşme projesi olarak tanımlamıştır. Hıristiyanlık insan nefsinden gelen
arzuları günah sayıp yasak etmişti; buna karşılık modernite bu arzuların önüne
koyulan her türlü dini, kültürel engeli akıl dışı ilan ederek ortadan kaldırdı.
Bu yüzden Ortaçağ yasağın ve tutsaklığın, Yeniçağ ise serbestliğin ve
özgürlüğün yeni dönemi olarak nitelendirilmiştir. Bu geçişin doğurduğu önemli
değişikliklerden biri de değişen hakikat anlayışıdır; hakikatin kendisi gibi
kaynağı da değişmiş oluyor. Modernite öncesinde hakikatin kaynağı kitap
olurken; insanlar doğumdan ölüme kadar karşılaştıkları bütün sorunları kitabi
hakikate göre çözmeye çalışırken modernite bu kaynağı değiştirdi. Hakikatin
kaynağını tabiat yaptı. Sorunlar bu defa pozitivizmin imkânlarıyla tabiattan
elde edilen hakikat bilgisine yani tabiat yasalarına göre çözülmeye çalışıldı;
bu süreç halen devam etmekte. Bunlar olurken tabii olarak aklı da insanın
tabiat karşısındaki ve hakikati bulma hususundaki tek imkânı olarak gördü.
Aklın hakikati ve doğruyu bulabilmesi için özgürleşmesi gerektiğini savundu. Bu
yüzden de insanın muhayyilesinin dinden, ahlaktan, her türlü gelenekten ve
hurafeden arınması gerektiğini söyledi. Tabii ki bir diğer husus da bilginin
değişmesidir. Bilginin kaynağı, mahiyeti ve işlevi değişti. Bilgi insanı iyi
bir kul, ahlaklı bir insan yapmaktan çok, artık tabiatı değiştirmek ve onun
üzerinde egemenlik kurmanın imkânı olarak görüldü. Din insanlığın ortak
malıyken bilgi şimdi alınıp satılan bir metaya dönüştü. Bilginin üreticisi ve
taşıyıcıları olarak entelektüeller ortaya çıktı ve toplumsal önderliği ele
geçirdiler. Özetlersek, bütün bunlarla beraber yeni bir insan modeli
olarak ‘birey’; yeni bir insan birlikteliği olarak ‘toplum’;
yeni bir siyasal birlik olarak ‘ulus’; yeni bir yönetim tarzı
olarak ‘demokrasi’ doğdu. ” S. 335-339
Modernitenin bir kırılmaya uğrayarak
çoğulculuk diye nitelenebilecek yeni bir felsefi bakış açısına / Postmodernizm
dönüşümüne değinir.
“Modernite, bilim ya
da pozitivizm dediğimiz ideoloji üzerine kuruludur. Kendini bu
temelde meşrulaştırmıştır. İnsan, toplum ve dünya başta olmak üzere her şeyi
pozitivist temelde açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Aklın ve bilimin
taşıdığı iddialara baktığımızda bu kırılmayı daha rahat görebileceğimize
inanıyorum. Moderniteye göre varlık dünyası yani fiziki dünya akıl temelli bir
işleyiş sürdürür. Ona göre tabiatın işleyişi ile aklın düşünürken sürdürdüğü
işleyiş aynı yasalara tabidir, ortak özellikler taşır. Bu şu demektir: Tabiatın
işleyişini sağlayan ve tanrının eseri olan fizik yasaları, akıl tarafından
anlaşılabilir ve keşfedilebilir özelliklere sahiptir. Moderniteye göre hakikat,
insanın dışındadır. Eğer insan zorlu ve sabırlı çaba sarf ederse hakikati elde
edebilir. Hakikate, insanın tabiattan elde edeceği yasaların yardımı ile ancak
ulaşılabilecektir; daha doğrusu dış gerçekliğe ait hakikat yasa olarak insanın
eline geçecektir. Burada akla atfedilen özellik şudur: Akıl varlığa bütünüyle
nüfuz edebilen, varlığın künhüne varabilen ve bunun neticesinde de bize yasa getiren
bir kuvvetin, özelliğin sahibidir. Burada hiçbir şeyden etkilenmeyen, bütünüyle
saf bir akıl anlayışıyla karşı karşıya geliyoruz. Saf akıl anlayışı modernist
düşüncenin daha sonra önemli bir zaafı haline gelecektir. Yalnız bununla
sınırlı değil, modernist anlayışa göre ‘dil’ de saftır, yani aklın bulduğu her
yasayı, bilgi; saf haliyle insana kolayca iletebilme imkânına ve kapasitesine
sahiptir. Dolayısıyla varlığa ait bilgi varlığın bizzat kendisini bütünüyle
yansıtan saf bilgi olarak akıl tarafından elde edilirken, dil tarafından da bu
anlaşılır ve iletilir durumuna getirilmektedir. Bunun mümkün
olamayacağını, aklın bu süreçlerde kendinden de bilgiye bir şeyler
kattığını ilk defa İmmanuel Kant (1724-1804) dile getirmişti. Fakat
Kant’ın yine akıl tarafından telafi edileceğine inanıldığından, akıldan ve onun
inşa ettiği modem dünyanın doğruluğundan insanlar fazla şüphe duymadan
1945’lere kadar geldiler. Deyim yerindeyse iki ‘bomba’ modern projeye
duyulan imanı olduğu kadar aklın inşa ettiği pozitivist ideolojiyi de ciddi
şekilde kırılgan hale getirdi. Aslında bu, aklın artık akılla tamir
edilemeyeceğini gösteriyordu.
Birinci ve ikinci dünya savaşları ile
birlikte modern zihinde oluşan karabulutlar; insanlığı özgürleştireceğini iddia
eden aydınlanma projesinin kendi karanlığını beraberinde getirdiğine işaret
etti. Atom bombasının patlaması, tarihin mükemmele doğru bir evrim süreci
içinde olmaktan çok, insanın kendi elleriyle kendini yok etmeye hazırlandığına
dair düşünceleri kuvvetlendirdi. Böylece aydınlanma projesi yoğun bir şüphe
altına girdi.
Özellikle atom altı fiziğin gösterdiği
gelişme modern felsefe ve düşünceyi ciddi bir sarsıntıya soktu. Aklın
ve dolayısıyla bilimin bize mutlak bir bilgi sunamayacağı, bilimin kesinlik
iddiası taşıyamayacağı fikri giderek taraftar bulmaya başladı. Eğer
bize bilim mutlak doğruyu söyleme kapasitesine sahip değilse bizim kim olduğumuzu
ve neye göre yaşayacağımızı nereden ve nasıl öğrenecektik. 1960’lardan itibaren
bilim felsefesinde meydana gelen bu gelişmelerin siyasete, sosyolojiye
yansıması uzun sürmedi; nihayetinde bulduğu karşılık izafilik ve nihilizm oldu.
Yeni felsefe hakikatin insanın dışında yani nesnel değil öznel olduğunu, yine
gerçekliğin yoruma bağlı olduğunu, sürekli ve evrensel değil geçici ve
bağlamsal olduğunu söylemeye başladı. Bu epistemolojide, dolayısıyla, bilginin
teorik yapısında ciddi bir alt üst oluş anlamına geliyordu. Dolayısıyla, 1960’lardan
itibaren bilimin evrensellik iddiası tartışılır olmaya başladı. Bilim
mutlak bilginin sahibi değilse, biz hangi iddianın sahibi olabiliriz denmeye
başlandı. Eğer hakikat evrensel değil de kişinin kendisine bağımlı ise hakikatin
sürekliliğinden bahsedilmiyorsa bu durumda aydınlanmanın hakikat tanımının
hegemonik bir özellik taşıdığı iddia edilebilinirdi. Nitekim edildi de. Bu
durumda bir dünya görüşüne ait bir değerin başka bir dünya görüşüne ait değerle
mukayese edilemezliği, hiç kimsenin kendi değerlerini başkalarınkinden üstün
olduğunu savunamayacağı gibi yeni bir felsefe ile karşı karşıya geldik. Böylece
dinlerin ve toplumların değerlerinin, yaşam tarzlarının birbirlerinden
üstünlüklerinin asla tartışılamayacağını savunan yeni bir kültürle yoğrulmaya
başladık. Bu, her şeyi izafileştiren yeni bir düşünce tarzını, yeni bir
felsefeyi yani postmodernizmi ifade ediyor.
Hakikatin öznelliği meselesi, doğal olarak
bir özne olarak bireyin dini anlama ve algılama mantığının biçimini de
dönüştürüyor. Bu kültür içinde kişi dindardır, ancak kendi dininin
öngördüğü mantığı da yapı bozumuna uğratarak kendi mantığına göre yeniden düzenleyen
bir dindardır. Bu durumda Kutsal Kitabın sonsuz yorumu,
ahlakın sonsuz anlaşılma biçimi, yani bizi ortak kılan, bir araya gelmemizi
sağlayan ontolojik düzlem parçalanmaya başlamıştır. Ama çoğu zaman
dindar insan bu ontolojik zemini çatlattığının, kırılgan hale getirdiğinin
dolayısıyla anlam kaybına uğrattığının farkında bile değildir. Bu durum
postmodernliğin mantıksal dönüşüme uğratarak oluşturduğu kuşkucu kültürün bir
sonucudur. Bu kuşkucu kültür, bireyin, toplumun ve demokrasinin dönüştürülmesini
sağladığı gibi iletişim aygıtlarıyla da bu kültürün bütün yeryüzünde dolaşımını
sağlamaktadır. İletişim teknolojisi pozitivizmin kırılmaya uğramasıyla ortaya
çıkan kuşkucu kültürü bütün dünyada insanların zihnine yerleştirmekte, bu
zihinleri yeniden kendine göre düzenlemektedir. Zihinlerin yeniden inşa
edildiği bu süreci, getirdiği tehlikelerle birlikte bir devrim olarak görmek
mümkündür.
İnsan, kendi idealleri çerçevesinde yeni
bir dünya kuran ve kendisine yönelik baskıları göğüsleyebilen, bunun yollarını
bulabilen yegâne varlıktır. Bu durum insanın sorumluluğu ile örtüşmektedir.
Postmodern durumun bizden isteği, onun inşa etmeye çalıştığı bu mevcut ve
verili duruma uyum göstermemizdir. Postmodern kültür mevcut
durumu muhafazaya yönelik bir tutumu ve kapıyı herkese açık tutarak uyuşturucu
bir kültür olarak hem zihinlerimize hem de hayatlarımıza nüfuz ederek onları
yeniden düzenlemektedir. Modernitenin kendi ilkelerine uymadığı için bize ait
olduğu halde hayatımızın dışında tuttuğu bazı tutum ve davranışları bu kültür
içeriye davet etmektedir. Yani modernite tarafından kadınlarımızın
başörtüsü ve erkeklerimizin şalvarı dışlanırken postmodemite kültürü bunları
içeriye davet etmektedir. Modernleşme bilhassa Kemalist modernleşme
bunları dışarıda tutarak Müslümanlara cehennem hayatı yaşatırken bugün
postmodernite aynı hayatı yaratmak üzere bunları meşru kabul ederek içeriye
davet etmektedir. Bu kültürün süreci böyle kurgulaması Müslüman zihin için
özgürleştirici bir görüntü vermektedir. Bir de 28 Şubat gibi bir baskıyı
yemişseniz, bu reddedilemez bir davete dönüşmektedir. Hele dünya sevgisinin
giderek kök salıp kuvvetlendiği kalplerin sahibi durumundaki Müslümanların
yediği bu tokat onlara acı verirken bu yeni özgürlükçü söylem çok davetkâr ve
kışkırtıcı olmaktadır. Müslümanların bu davete icabet ettiklerinin aksini
söylemek mümkün değil. Fakat Müslümanların kahir ekseriyeti bu davetin
sadece Müslümanları şekilleri ile kabul ettiğini ancak hakikat algılarını dışta
tuttuğunu ve bu kültürün kendi hakikat temelini izafilik üzerine kurduğunu
maalesef görememektedirler. S. 132-137
Ortaya çıkan bu yeni politik kültürün
Müslümanları da laikleri de dönüştürdüğünü ifade eden Arslan (2007) bu noktada
dikkatli olunması gerektiği kanaatinde.
“Bu politik kültür olmasaydı biz küreselleşmeyi
tanımlayamazdık. Çünkü küreselleşme bir tür olarak tanımlanmasını içeren bir
şey. Yani dünyanın kendisine dair tanımının bütünleşmiş bir ifadesidir
küreselleşme. Eğer bu politik kültür olmasaydı ya da sizin dediğiniz o felsefe
olmasaydı dünyayı biz bugün küresellik kavramı altında bir bütün olarak
tanımlama imkânına kavuşamayacaktık. Klasik anlamıyla pozitivist temelde böyle
bir tanımdan hareket etseydik biz dünyayı ulus devletlerin dünyası olarak
tanımlayacaktık. Farklı toplumların dünyası olarak tanımlayacaktık. Ya da
farklı kültürlerin dünyası olarak tanımlayacaktık. Politik kültür dünyayı bir
bütün olarak tanımlamamızın imkânlarını belirler. Dünyanın bir bütün olduğuna
inandırır ve bizlerin de bu şekilde algılamamızı ister. Bu ne kadar sahici bir
algılamadır, tabii ki tartışmaya açıktır. Ama nihayetinde böyle bir özelliği
vardır diye düşünüyorum.
Yeni politik kültürün Müslümanlar için
tehdit olduğunun Müslümanlar farkında değiller. Bence problem oradan
geliyor. Müslümanlar yeni politik kültürün onlara getirdiği hareket
etme serbestisinin sarhoşluğu içindeler. Beni de en çok kaygılandıran
budur. Yoksa bu politik kültürü kabul edersiniz ya da reddedersiniz,
önemli değil. Ama bu politik kültürü tahlil etmek laiklerin de, Müslümanların
da, o güvenlik konsepti arayışı içersindeki askerlerin de boynunun borcudur.
Çünkü bu politik kültürün toplumu çürütücü bir boyutu var. İnsanları korkunç
bir konformizmin içine çekiyor. Bu konformizm içersindeki
insanlar sadece hayatlarının süfli talepleriyle geçinen birtakım nesnelere
dönüşüyorlar. Bu nedenle bizim bekamız açısından tahlil edilmelidir. Yetmiş
milyonluk ülkenin üniversitesiyle, aydınıyla, siyasi partisiyle,
entelektüeliyle bunu tahlil etmek mecburiyetindeyiz.
Her sistem getirdiği olumsuzluklar kadar, insanların
önüne yeni imkânlar da açar. Müslümanlar bugün bu durumu tamir etmekten çok,
yeni durumun getirdiği imkânlara çabuk adapte olmaları söz konusu. Nimet gibi
görünen küçük kemiklerin peşinde koşmak... Birtakım Müslümanların yaptığı bu...
Çıkış yolu bulmak için çok dolaşmaya gerek yok. Kıblesiz bir dünyada yaşıyoruz,
ama bizim kıblemiz var. Bizim için belirsizlik yok. Bu politik kültür her şeyi
anlamsızlaştırıyor. Biz anlamın bütün imkânlarını elimizde bulunduruyoruz, bu
kültür ise insanların elinden anlamı alıyor. Beni kaygılandıran Müslümanların
dünyanın üç kuruşluk nimetlerine ram olmuş olmaları ve ilgisizlikleri. Ancak
Allah’ın sabredenlerle beraber olduğunu biliyoruz. (S. 120-129)
“Müslüman zihin doğar doğmaz modemitenin
dünyası içinde sosyalleşmeye başlamakta; iyi kötü, doğru yanlış ama bu dünya
yani bizim varoluş evrenimizi o şekillendirmiş ve şekillendirmektedir. Deyim
yerindeyse biz kozanın içindeki ipekböceği durumundayız.
Böyle bir dünyadan etkilenmemek mümkün mü?
Burada esas tehlikeli ve korkunç olan, etkilenmenin farkında olmamaktır. Zira
zaman içinde insanoğlu her şeyi içselleştirerek kendisinin doğal bir parçası
haline getirebilmekte, zihin onda bir yabancılık görmemektedir. Buradaki sorun
etkilenmemek değil, mümkünse az etkilenmektir ve bunun şuurunda olmaktır.
Müslümanların bu durumu bana hep Bakara
Sûresi’ndeki Calut’un askerlerinin zikredildiği kıssayı
hatırlatır. Telef olmamak için,
dönüşmüş ve bu yüzden de nasipsiz halde bulunan aklımızın bize bir ‘nimet’ gibi
gösterdiği modernitenin göz kamaştırıcı nesnelerinden mümkün olduğunca uzak
durmak gerekiyor, diye düşünüyorum. ” S. 341
“Böylece Tâlût ordu(su)yla (Kudüs’ten) ayrılınca (onlara) şöyle
dedi: ‘Muhakkak ki Allah, sizi bir nehirle (de) imtihân
edicidir. Buna rağmen kim ondan içerse, artık benden değildir. Eliyle bir avuç
alan müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa,
işte şübhesiz o bendendir!’ Fakat içlerinden pek azı müstesnâ, (hepsi) ondan (kana
kana) içtiler.
Derken o ve berâberindeki îmân edenler onu (nehri) geçince, (sudan
içenler): ‘Bugün Câlût ve ordusuna karşı bizim tâkatimiz yoktur!’
dediler. Gerçekten kendilerinin Allah’a kavuşacak kimseler olduklarını sezenler (yakînen
inananlar) ise şöyle dediler: ‘Nice az (sayıdaki) topluluk, (daha) çok (sayıdaki) cemâate
Allah’ın izniyle galib gelmiştir!’ Çünki Allah, sabredenlerle
berâberdir.” (Bakara Sûresi:249)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 287 / Ekim 2014
