Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri-1 - Alparslan Aydar

Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri-1

Kâinata hâkim olan ebedî ve ilâhî kanunun icâbı olarak daima müşahede edilegelmiş olan ‘Hak-Bâtıl Mücadelesi’, biri ‘siyasî ve askerî’ olmak üzere hâriçten; diğeri ise ‘fitne ve fesat’ çıkartmak şeklinde dâhilden icra edilmiş olduğu çok bilinen bir gerçektir. Ancak unutmamak gerekir ki, İslâm’ın vahdetini bozarak O’nun kuvvet ve kudretini zaafa uğratmak yönünden iç bünyede zuhûr eden bir takım dâhilî fitne veya tahrif hareketleri, askerî ve siyasî karşı koymalar ve bunun îcabı olan harp ve darplerden daha müessir olmuştur.

Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri-1
Kadir Mısıroğlu
Sebil Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 279 / Şubat 2014

Tarihçi-Yazar Kadir Mısıroğlu’nun kaleme aldığı ‘Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri’ isimli eser, İslâm’ın sâfiyetine karşı gerçek bir ihanet hareketi olan dâhilî fitneleri teşhir etmektedir.

 

Önsöz

Kâinata hâkim olan ebedî ve ilâhî kanunun icâbı olarak daima müşahede edilegelmiş olan ‘Hak-Bâtıl Mücadelesi’, biri ‘siyasî ve ‘askerî’ olmak üzere hâriçten; diğeri ise ‘fitne’ ve ‘fesat’ çıkartmak şeklinde dâhilden icra edilmiş olduğu çok bilinen bir gerçektir. Ancak unutmamak gerekir ki, İslâm’ın vahdetini bozarak O’nun kuvvet ve kudretini zaafa uğratmak yönünden iç bünyede zuhûr eden bir takım dâhilî fitne veya tahrif hareketleri, askerî ve siyasî karşı koymalar ve bunun îcabı olan harp ve darplerden daha müessir olmuştur.

‘Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri’adıyla kaleme alınmış olan iş bu eser, zikredilen şu ehemmiyetine binâen İslâm’ın sâfiyetine karşı gerçek bir ihanet hareketi olan dâhilî fitnelerin teşhiri maksadıyla yazılmıştır. Böylelerinin, İslâm’ın bu önlenemez yükselişi karşısında kapıldıkları dehşet ve paniği setrederek hâriçten ve dâhilden mesailerini tevhidle, İslâm Tarihinin en kesif fitnesini tezgâhladıkları görülmektedir.

Gerçekten bütün Dünya’da ‘Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya atılan İslâm karşıtlığı fikri, önce ‘Yeşil Tehlike’adıyla anılmışken, son zamanlarda ‘Dinlerarası Diyalog’olarak isimlendirilmiş bulunmaktadır. Böylece bu düşmanlığın (daha ilan olunan ismiyle) doğurması muhtemel olan aksülamellerin (reaksiyonların) azaltılmasına çalışılmak istendiği anlaşılmaktadır.

Bu menhus (uğursuz) hareketin dâhil ve hâriçteki aktörleri başlangıçta ‘Abant Toplantıları’ile ‘Kemalist inkılâpların İslâm’ın özüne zarar vermemiş olduğu’ gibi kararlarla sırf mahallî bir tavır sergilemekte iken, şimdi ‘Kahire Toplantısı’ve benzeri içtimâlarla faaliyet sahalarını şumullendirmiş bulunmaktadırlar. Hıristiyan ve hatta Yahudi destekli bu yeni tahrif hareketi, tarih boyunca karşı karşıya kalınan benzerleri arasında (hiç şüphesiz) en tehlikeli olanıdır. Her gün televizyon ve gazetelerde şâhid olageldiğimiz ‘İslâm’ın özüne’vâkî tecavüzler karşısında dehşetli bir öfkeye kapılmamak, hiçbir gerçek müslüman için mümkün değildir. Hz.Peygamber(sav)’in yüce risâletini tasdik keyfiyetini bile hafife almaya kadar varan bu küstahlıklar, üstelik bir takım ünvanlı-ünvansız hoca kılıklı insanlardan sâdır olunca, bu safsatalara gerekli muknî cevaplar verilmeyerek bir kısım mü’minlerin idlâline seyirci kalınması şüphesiz ağır bir vebali mûciptir. İşte bu eser, böyle bir vebalden kurtulmak maksadıyla yazılmıştır.

Şunu da söyleyeyim ki, başlangıçta sırf günümüzdeki tahrif hareketlerini ele alıp cevaplandırmayı düşündüğümüz hâlde daha sonra bunun tarihçe kısmını (evveliyetle) nakletmenin daha doğru olacağını düşünerek eserin tanzimi yoluna gittik. Zira bu eser, baştan sona okunduğunda ibretle görülecektir ki, bugünkü safsataların her biri, tarih boyunca birçok kereler ortaya atılmış benzer sapıklıkların bir başka biçimde bazen de aynen tekrarından ibarettir.

Bu eserin gayesi İslâm’ı değil Ehl-i Sünnet itikadını müdafaadan ibarettir. Diğer taraftan bu birinci cildi 1950’li yıllara kadar olan vukuât ile tahdid edildiğini de belirtmeliyiz.” (S, 13-18)

 

Birinci Bölüm

İlk Fitne ve Bunun Tarih Boyunca Tezâhür Şekilleri

 

1-İlk Fitne

“Hz.Peygamber (sav)’in vahiy katiplerinden Abdullah b.Sa’d b. Ebû Serh’in irtidat ederek Medine’den Mekke’ye kaçması, Mekke fethi sonrasında Hz. Osman(ra) Efendimizin’(sav)in memnuniyetsizliğini belli etmesine rağmen araya girip affedilmesine vesile olması, nihayetinde bu zatın ileride mü’minler arasında ortaya çıkacak fitnede aldığı rol ele alınmıştır.”

Daha sonra, annesi yemenli siyahi bir yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe’nin Hz.Osman’ın (ra) şehid edilmesiyle neticelenecek hadiselerdeki rolü ayrıntılarıyla ele alır. (S,25-38) Ardından ‘Diğer Bazı Sebepler’ başlığı altında hadisenin farklı boyutlarını altı madde halinde inceler. (S,38-41) Kûfe, Basra ve Mısır’ın o dönemde ortaya çıkan üç ayrı fitne merkezi olarak tanımladıktan sonra Hz.Osman’ın (ra) şehid edilmesi hadisesini ele alır.

Hz. Ali’(ra)nin hilafeti ve fitnenin devamı, Hz. Ali’(ra)nin nasıl halife seçildiğini izah ettikten sonra Hz. Ali(ra) ile Hz. Muaviye(ra) arasında bir‘şahsiyetler mukayesesi’ yapmanın yanlış olacağı tespiti üzerinde durur. Hz.Ali’ (ra)nin hali herkesçe malum olmakla beraber Hz. Muaviye (ra)’nin tarih boyunca eksik olmayan alevî propagandasının tesirinden kurtulamadığını belirttikten sonra Hz.Muaviye (ra)’nin şahsiyeti hakkında malumat verir.

Mısıroğlu, ‘Hz. Ali (Ra) İle Hz. Muaviye (Ra) Arasındaki İhtilafa Kısa Bir Bakış’başlığı altında şu tespitlerde bulunur:

“Öteden beri üzerinde çok şey yazılmış, söylenmiş olan Hz.Ali (ra) ile Hz.Muaviye(ra) ihtilâfının tazelemenin müslümanlara hiçbir faydası yoktur. Hz. Ali (ra) nefsinde ‘Aşere-i Mübeşşere’, ‘Cihar-ı Yâr-ı Güzin’, ‘Vahiy Kâtipliği’ gibi en şerefli zümrelere dâhil olmak, sevgili Peygamber (sav)’imizin amcazadesi ve damadı bulunmak kabilinden emsalsiz şerefleri cem’etmiştir. Bu yüzdendir ki, O’nunla Hz.Muaviye (ra) arasındaki ihtilâf-ı edebe mugayir olarak bir ‘şahsiyetler mukayesesi’şeklinde dökmeyip, bir ‘içtihad meselesi’ telâkki etmek ve Allah (cc)’a havale eylemek en doğru yoldur.

Hikmeti tam olarak ancak Cenâb-ı Hak tarafından bilinen bu ihtilâfları‘tasavvufî cereyanlar’la ‘ilmi çalışmalar’ın başlamasına âmil olmak gibi umulmadık neticeler tevlid etmiş olduğu da tarihi bir vâkıadır. Bununla beraber başta Şia olmak üzere, Ehl-i Sünnet’e aykırı bir takım mesleklerin zuhûru da bu ihtilâfların eseridir ki, bunlar ileride tafsîlatı ile ele alınacaktır.”

Fitnecilerin kışkırtmasıyla patlamak üzere olan Cemel Vak’ası’nın hemen öncesinde tarafların andlaşmaya vardığı, bu barışın kendi durumunu ortaya çıkaracağından korkan İbn-i Sebe ve adamlarının bir gece baskını ile savaşı başlattığı üzerinde durur.

“Hz.Ali (ra) ile Hz.Muaviye (ra) arasında meydana gelen ihtilâf / içtihat farklılığı zamanla derinleşmiş, araya girmeye çalışan Ashab-ı Kirâmın gayretleri netice vermemiş ve nihayetinde Sıffin Savaşı başlamış, Şam ordusunda bozgun alametleri belirince Amr bin Âs’ın tavsiyesi üzerine Hz.Muaviye (ra) tarafındaki askerler mızraklarının ucuna Kuran-ı Kerim’in sayfalarını takarak,‘niçin birbirimizi öldürüyoruz Kuran-ı Kerim’i aramızda hakem yapalım’diye bağrışmaya başlayınca savaş durmuştur. Hz.Ali(ra) bunun bir hîle olduğunu bildiği hâlde kendi askerlerine söz anlatamamış, buna rağmen de o âna kadar tarihlerin kaydına nazaran iki taraftan on bin kişi telef olmuştur ki bunlar arasında birçok seçkin sahabi vardır.”  (S.19-80)

 

2- Bu İlk Fitnenin Tarih Boyunca Tezâhür Şekilleri

‘Hz. Hasan (ra)’ın Kısa Süren Hilafeti’

Hz.Ali (ra)’nin vefatı üzerine onun hilafetine inananlar bu sefer de oğlu Hz.Hasan (ra)’a biat ettiler. Bu sırada Hz.Muaviye (ra) ise Şam’da tam mânâsıyla hâkim bir duruma gelmişti.Neticede bir takım şartlar ile Hz. Hasan (ra) hilafeti Hz.Muaviye (ra)’ye bıraktı.Hz. Hasan’(ra)ın hilafeti Hz.Muaviye (ra)’ye bırakmasıyla yatışmış olan fitne onun vefatı üzerine yerine oğlu Yezid’in geçmesiyle (M,680) yeniden alevlendi. Hz.Hüseyin (ra)’in 57 yaşında yürek sızlatan şahadetiyle (10 Muharrem 61) neticelenen ‘Kerbela Faciası’ hakkında bilgi verir.

‘Kerbela Faciası’İslâm devletinin her tarafında derin aksülameller husûle getirmiş ve bunlar çeşitli isyanlar suretinde V. Emevi Halifesi Abdülmelik (M.685) zamanına kadar sürüp gitmiştir. Fakat bunların ilk ve en dehşetlisi Medine ve Mekke’de zuhûr etmiştir. Medine-Mekke İsyanları ve Harre Olayı’nın bilançosu, hem maddi hem de manevi bakımdan ‘Kerbela Faciası’ndan çok ağırdır. (S. 80-115)

 

3- Bu Fitneden Doğan Bâtıl Mezhepler veya Tahrif Hareketleri

A-Tahrif Hareketleri veya Bâtıl Mezheplerin Zuhur Sebepleri

‘ha-re-fe’ kökünden türetilmiş bir kelime olan tahrif:‘bir şey bozmak ve asli istikametten saptırmak’ demektir. Istılah (terim) olaraksa, mukaddes kitapların Allah’ (cc)tan nazil olduğu şekilde bırakılmayıp değiştirilmesi ve bazı âyetleri murad-ı ilâhîye aykırı bir sûrette telâkki edilmesi tarzındaki kasdî veya gayr-i kasdî görüşleri ifade eder.

Yahudiler hakkında nazil olan âyet-i kerimelerden anlaşıldığına göre tahrif, ilâhî nassları ya lafız itibariyle değiştirmek veyahut da onları zahiren ihtimali olmayan bir mânâya hamd etmek sûretiyle vâkî olmaktadır. Hiç şüphesiz, bu her iki taraftaki tahrif ve onların dayandığı bâtıl mezhebî görüşlerin ortaya çıkışları birkaç sebepledir. Bunlar: kader, cehâlet, taklit, bazı nassların müteşabih oluşu, kötü niyet ve siyâsî sebepler olarak ifade olunabilir.”

 

B-Hilafet Meselesinden Doğan Batıl Mezhepler veya Tahrif Hareketleri

Hariciler:“Bunlara itaatten ayrılıp isyan etmek mânâsındaki ‘huruç’ kelimesinden türetilerek‘Harici’ denildiği gibi, bunun çoğunluğu olarak ‘Havârici Fırkası’adıda verilmiştir. Kendileri, bu isimlendirilişi ‘kâfirlerin arasından çıkarak Allah’(cc)a ve başlangıçta Hz.Ali (ra)’ye son derece bağlı olan haricilerin çoğu Benî Temîm Kabilesi’ne mensuptu.‘Hüküm yalnız Allah (cc)’a aittir’ diyerek ondan ayrılıp Kûfe yakınlarındaki ‘Harûra Köyü’ne çekildiler.

“Haricilik, başlangıçta hakem meselesi gibi siyâsî bir sebeple zuhur etmiş olsa da onun gelişme ve varlığını sürdürmesinde asıl âmilin cehalet olduğu muhakkaktır. Fikirlerindeki sertlik ve basitlik bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.”

Şia: “Şia üzerindeki İran, Hind, Yahudi ve bedevîlik etkilerini kısaca izah eder.

Hz.Ali’ (ra)yi hâşâ ilah kabul eden Şiî kolları ve Peygamber kabul eden Şiî kolları hakkında bilgi verir.

İmâmiye: “İmam’ kelimesi lügat mânâsı itibariyle kendisine uyulan, yönlendirici bir kimse demektir. İmam’ın yönlendirip idare ettiği topluluğa da ‘ümmet’ denilir. Fıkhî mânâda ise, namaz kıldıran kimse nâm durum ile anıldığı ve O’nun yaptığı işe ‘imâmet’denildiği gibi şer’î hükümlerin tatbikini temin etmek üzere, ümmetin siyasetini deruhte eden şahsa da ‘imâmü’l-müslimîn’ veya sadece ‘imâm’denilir. Bu devlet başkanlığı mânâsındaki imameti, namaz kıldıran kimse demek olan imamdan ayırmak için ona ‘imâmet-i kübrâ’ veya ‘imâmet-i uzmâ’(büyük imamlık) denilmiştir. Onlara göre, imamlar birer siyâsî ve dini lider olarak büyük ve küçük günahlardan beridirler yani ‘masum’durlar. Hz.Peygamber, hem‘nebi’ ve hem ‘veli’ olduğuna nazaran, O’nun vefatıyla nübüvvet ve sona ermiş, velayet ise imamlara intikal etmiş ve sadece onlarda devam etmektedir.”

Kadir Mısıroğlu, ‘Bir İbret Vesikası’adı altında şu tesbitlerde bulunur: “Şiî’ler için Kur’an’dan sonra en kuvvetli kaynak olan el-Kâfî’den Nisa Sûresi 130. Âyet-i Kerîme’sini tahrif ederek başta üç halifeyi ve cumhur-ı ashabı kâfir saymakta, hiçbir akıl insaf ve takva ölçüsü tanımamaktadırlar. Bu hezeyanları ihtivâ eden el-Kâfî’yi bütün şiîler gibi Humeynî de kaynak kitap olarak kabul etmektedir.”

“Sebep ne olursa olsun İran’ın İslâm tarihinde çok meş’um(uğursuz) bir rol oynamış olduğu muhakkaktır. Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya (Anadolu) Türklüğü arasında bir kara kedi gibi girerek bu iki âlemin tarih boyunca birleşmesini önleyen tarihi âmil İran’ın Şia’yı benimsemesinden başka bir şey değildir.

Aslında Sünnî bir tarikat olan ‘Bektaşîlik’i alevîleştirerek bunu yeniçeriliğe bulaştıran da bunlardır.”

Şah İsmail:”Yavuz Sultan Selim 1514 yılında ‘Çaldıran Meydan Muharebesi’ni kazanarak Şah İsmail’in taht şehri Tebriz’e girdi. Lâkin, yeniçerilerin muhalefeti sebebiyle kaçan Şah İsmail’in ardına düşmedi. Bununla beraber o zamânâ kadar taraftarlarınca sadece bir şah değil aynı zamanda ilahi te’yide mazhar bir ‘mürşid-i kâmil’(veli) ve ‘yenilmez’ olduğuna inanılan Şah İsmail hakkındaki efsane, büyük bir darbe yemiş ve sarsılmış oldu.”

Humeynî Hareketi:“Humeynî hareketin anlayabilmek için hadiseyi biraz geriden, 1736’da yıkılan Safevî Hânedânı yerine geçen Afşar Hânedânından itibaren ele alır. Ardından sonra ‘İran Devrimi’nden hemen sonra yaptığı şu tesbiti hatırlatır: “Bir Bilardo oyuncusu, masadaki toplardan birine o tarzda çubuğunu vurur ki, o top, gidip öteki toplardan birini çukura düşürebilsin. Bence İran’daki Humeynî Hareketi buna benzer. Orada bir Şia iktidarını gerçekleştirmek Amerikalılar’ın işidir. Bu ise, İslâm Âlemi’nde yeniden bir Sünni-Şiî kavgası başlatmak içindir. Böyle bir durumda İsrail muhalif olan komşuları kendi başlarının derdine düşeceğinden Yahudiler rahat bir nefes alacaklardır.”

Mısıroğlu, ABD’nin ‘İran Devrimi’nin önünü açtığı kanaatindedir.

 

Şia’nın Bâtınî Kolları

Gâliye veya gulat ‘haddi aşanlar’ demek olup bunlar Hz.Ali’ (ra)nin hâşâ ilah olduğunu idda eden Ulûhiye’den başlayarak çeşitli sapık görüş sahipleridirler. Gulât-ı Şia’nın çeşitli kolları vardır bunların en meşhurları ‘İsmâiliye’, ‘Karmatîler’ ve‘Haşhaşîler’dir.

Karmatîler: “Bâtınîlikle eş anlamda kullanılan ‘Karmatîlik’ veya ‘Karâmita’nın kurucusu Meymun el-Kaddah’tır. Aslen İran’lı bir mecûsî veya yahudi olan Kaddah güya müslüman olmuş ve İmam Cafer-i Sadık’ın hizmetine girmiştir. 792 yılında Kûfe’de ortaya çıkarak âyet ve hadislerin gerçekte bir bâtınî mânâsı olduğunu, zâhirî mânâların ise sembolik olduğunu iddia etmeye başlamıştır. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibâdetlerin gereksizliğini iddia ederek ibâhacı bir yol tutmuştur. Kaddah’ın oğlu Abdullah ve torunu Ahmed tarafından şiîlik ve Hz.Ali(ra) taraftarlığı perdesi altında gitgide yaygınlaşan bu bâtıl görüş bilâhare bu harekete katılan Karmat adında bir şahsın faaliyetleri sebebiyle ‘Karmatîlik’ veya ‘Karâmita’ olarak adlandırılmıştır.” (S, 225) Muhammed Hammâdî’nin eserinden naklettiği Karmatî’in dokuz kademeli probaganda usûlü dikkat çekmektedir.”

 

Sabbâhîler

“Tarihte ‘Şeyhu’l-Cebel’ (Dağ Şeyhi) ünvanıyla meşhur olmuş bulunan Hasan Sabbah tarafından kurulmuş olan bir Şiî fırkasıdır. Hasan Sabbah’ın miladı on birinci asrın ortalarında İran’daki Kum veya Rey Şehri’nde doğduğu rivayet edilmektedir. Ailesi Yemen asıllı olup buradan önce Kûfe’ye hicret etmiş daha sonra Kum’a yerleşmiştir. Bir Şiî âlimi olan babası, oğlunun tahsil ve terbiyesine itina etmiş ve O’nun dini bilgilerden maada o zamanın modası olan başta felsefe olmak üzere ladini ilimleri de öğrenmesini sağlamıştı. Tahsiline Kum’da başlayan Hasan Sabbah, daha sonra Rey Şehri’ne giderek burada o devrin en seçkin âlimlerinin derslerine devam etmiştir. On yedi yaşına kadar ailesinin mensup olduğu İmamiyye Şiası’na bağlı kalan Hasan Sabbah, karşılaştığı Emire Zarrab adındaki bir İsmailiyye dâîsinin propagandaları tesiriyle mezhep değiştirip İsmailî olmuştur.

O’nun faaliyetini haber alan Selçuklu Veziri Nizâmülmülk yakalanıp cezalandırılmasını emretti. Bundan haberdar olan Hasan Sabbah, kaçıp izini kaybettirdi. Bir müddet sonra ‘Beldetü’1-İkbal’ dediği Alamut Kalesi ‘ne yerleşti. Burası kuş uçmaz, kervan geçmez bir kartal yuvası gibi bir yerdi. Burada Eylül 1090 tarihinde ‘Nizarî İsmailî Devleti’ni kurduğunu ilan etti. Burasını adamakıllı tahkim etti. Yiyecek ve silah depoladı. Uzun bir muhasaraya mukavemet edebilecek surette gerekli bütün tedbirleri aldıktan sonra tedhiş (terör) hareketlerine başladı.

Kör kütük sarhoş edilen cahil fedailer vasıtasıyla her gün beş-on müslüman katledilir oldu. Öldürülen kimseler, batını görüşlere muhalif mevki sahibi kimselerdi ki, bunlardan biri de meşhur Selçuklu veziri Nizâmülmülk’tür. Selçuklular, uzun müddet mülhid veya melâhide (dinsizler) olarak adlandırdıkları bu eli kanlı gürûh ile mücadele etmek mecburiyetinde kaldılar. Öyle ki, devlet adamları elbiselerinin altına zırh giymeden sokağa çıkamaz oldular.

Müridlerin devamlı bir surette haşhaş kullanmalarından dolayı, bu zümre ‘Haşhaşîler’ olarak bilinirler. Tevâlî eden (sürüp giden) cinayetlerinden dolayı bu kelime batı dillerine ‘sûikastçi’ veya ‘gizli katil’ manasına ‘assassin’ olarak geçmiştir.

İslam Alemi ‘ni takriben iki yüz yıl kanlı cinayetleri ile tehdit etmiş olan Haşhaşin tedhiş (terör) belası, tâ Moğol istilalarına kadar devam etmiş ve ancak onlar tarafından tamamen ortadan kaldırılabilmiştir.”

 

Tasavuf-Şia ve Masonluk Münasebetleri

“Hicri 645 yılında Nişabur’da doğmuş olan Hacı Bektaş-ı Velî’ye izafeten ortaya çıkmış olan Bektaşîlik Osmanlı tarihinde istisnai olarak itibar görmüş yegâne Şiî, Bâtınî bir fırkadır. Meşur Ahmed Yesevî’nin tavsiyesi üzerine h.680 yılında Anadolu’ya geçerek Kırşehir yakınlarında Suluca Karahöyük’te (bugünkü Hacıbektaş) yerleşmiş ve hicretin 738.senesinde burada vefat etmiştir.

Bugün sayıları yarım milyon olduğu düşünülen ‘Yezidiîer’halen Tiflis, Erivan, Helep’in köylerinde Musul ve Bağdat civarında Türkiye’de ise Midyat, Viranşehir Kurtalan, Batman ve Hakkari’de yaşamaktadırlar.

“Arapça ayıplama veya kınama mânâsındaki levent kelimesinden türetilmiş olan Melâmîlik insanların alâka ve itibarları yerine kınanmalarını temin etmenin nefsânî terbiye için daha doğru olduğu inancı ile hareket edenlerin davranış biçimini ifade eder. Topluluk içinde teferrüd etmeyi yani üstün meziyetli görünmeyi istemezler. Farz ve hatta nafile ibâdetlere riayet ettikleri hâlde bunu halktan gizlemeye çalışırlar her yerde sıradan bir kimse olarak görünmeye gayret ederler.” (S.116-338)

 

İkinci Bölüm

İslâm Alemi ve Türkiye’de Sair Siyasi Sebeplerle Ortaya Çıkmış Olan Tahrif Hareketleri

 

1-İslâm Âleminde

Bugünkü Diyalogcuların Ağababası Ekber Şah ve Din-i İlâhî

“Hindistan’da 300 senedenden fazla (1256-1858) hüküm sürmüş olan Bâburlular Devleti’nin 3. Hükümdarı olan Ekber Şah babası Hümâyun’un 1556 yılında vefatı üzerine ‘Ebu’l Feth Celâleddin-i Ekber’ünvanı ile tahta çıktı.

Ekber Şah birçok meziyetine rağmen İslâmiyet hakkındaki kulaktan dolma bilgiler sebebi ile cahilane bir teşebbüsle bütün dinleri ‘Din-i İlâhî’adı altında birleştirmeye kalkışmak cahilliğinden kurtulamamıştır.

Aslında mükemmel bir asker ve teşkilatçı büyük bir lider olan, harplerde mağluplara zulmetmeyen Ekber Şah, tarihte bu vasıflarından ziyade ülkesinde dini bir birlik kurmak gayesiyle tesisine cüret etti ‘Din-i İlâhî’macerası ile hatırlanmaktadır. O ‘Din-i İlâhî’nin de saman alevî gibi parlamasıyla sönmesi bir oldu. Ekber Şah’ın ölümüyle birlikte tarihin mezarlığına gömüldü.”

“Kadıyânîlik veya Ahmediyye ondokuzuncu asır sonlarında Hindistan’da ortaya çıkmış bir mezhebin adıdır. Kurucusu Mirza Gulam Ahmed’in peygamber olduğunu idda edenlere Kadınyan Grubu peygamber değilde sadece mehdî ve mesih olduğuna inananlara Lahor Grubu denir.”

Daha sonra sapık bir beşerî din olan Bahâîlik ve onun ilk başlangıç sayfası olan Bâbilîk ele alınmıştır.

Vehhâbîlik, Harran’da 1263 yılında doğmuş bulunan İbn-i Teymiye’nin fikirlerini esas ittihaz eden Muhammed b. Abdülvehhâb (1703- 1787) tarafından başlatılmış olan bir ‘yarı dinî, yarı siyasî’ harekettir. ‘Yarı dinî, yarı siyasî’ dememizin sebebi Suud Âilesi’nin vehhâbîliği benimseyerek onu Osmanlı’dan kopmak için fikri bir bahane olarak kullanmış bulunmasıdır.

 

2-Türkiye’de

a-Efganî, Abduh ve Reşid Rıza Hareketi: Birbirlerinin tilmîzi (talebesi) olan bu üç şahıstan, Efganî’nin (1838-1897) İran, Abduh ve Reşid Rıza’nın Mısır asıllı olmalarına rağmen her üçünün de kendi memleketlerinden ziyade Türkiye’de müessir oldukları tarihi bir gerçektir.

Cemâlettin Efganî:“Gittiği yerlerde milliyetçi hisleri körüklemiş, kan bağını din bağından daha sağlam ve daha uzun ömürlü görmüştür. Osmanlı Hilafeti’ne karşı Arap Hilafeti dâvâsı gütmüş ve bu dâvânın önde gelen destekçilerinden İngiliz ajanı ve seyyahı Wilfrid Scawen Blunt ile yakın dostluk ilişkileri kurmuştur. 2.Abdülhamid Han onun bu tür ilişkiler içinde olduğunu anlamış ve İstanbul’a çağırarak göz hapsinde tutmuş, bir daha İstanbul’dan ayrılmasına müsaade etmemiştir.Efganî bu göz hapsi sırasında Abdülhamid ‘in kendisine sağladığı onca imkânlarara rağmen İstanbul’dan ayrılabilmek için gûyâ amansız düşmanı olduğu(!) İngiltere’ye nağmeler dizerek, onların tebaasından olduğunu iddia ederek ilticâ etmek istemiştir.”

Muhammed Abduh da (1849-1905) bu çizgide olan bir kimsedir. İngilizler Mısır’da Abduh’u ciddî anlamda desteklemiş ve bir ‘din ıslahatçısı’ olarak öne çıkarmışlardır. İslâm Dünyası’nı bütünüyle ifsad etmesi için Abduh’u Mısır Müftülüğü makamına atamışlardır. Çünkü Mısır, Ezher’e ev sahipliği sebebiyle tüm İslâm Dünyası’nın ilim kıblesiydi. İngilizler’e göre Muhammed Abduh’u aktör yaptıkları bu ifsad projesi Mısır’da tutarsa İslâm dünyasının diğer ülkelerinde de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı uygulamışlardı.

Abduh ve benzeri şahısların telkin ettiği ‘Arap kavmiyetçiliği’ fikrinin fiilî bir tezâhürü olarak 1882 yılında Arabî(Urabî) Paşa isyan ve ihtilâl hareketi başgösterdi. Abduh bu yüzden Mısır’da üç ay hapis cezası ve Beyrut’ta üç yıl sürgün olarak yaşamak mecburiyetinde kaldı. Bu bâdireyi böylece ucuz atlatmasının sebebi İngiliz gizli servisi Mısır’daki en müessir elemanı Wilfred Scawen Blunt’un yardımları idi. O sırada Efganî ise bu İngiliz istihbaratçısının evinde misafir edilmekteydi.

İngilizler, Sultan 2. Abdülhamid merhumun emperyalizme karşı dirâyetle yürüttüğü Hilafet Siyaseti’nden rahatsızdırlar. Bu sebeple ortaya bir ‘Büyük Mısır Dâvâsı’ fikri çıkarmışlardı. Güyâ Mısır’ı, İslâm Dünyasası’nın lideri yapacaklardı. Bu husustaki en müessir iddaaları, Osmanlı Hilafeti’nin gayrimeşruluğu(!) idi. Bunun için kullandıkları mesnet de ‘İmamlar (halifeler) Kureyş’tendir.’ hadis-i şerifi idi.”

Reşid Rıza (1865-1935):“Efganî ile başlayan yenilikçi (ıslahatçı) veya reformist üçlüsünün sonuncusudur. Reşid Rıza’nın çeşitli dini ve siyâsî fikir ve iddiaları arasında en dikkat çekicisi,O’nun mezheplere ilân-ı harb etmesidir. Bu maksadla eser değerli âlim Ahmet Hamdi Akseki tarafından 1914 yılında ‘Mezâhibin Telfîki ve İslâm’ın Bir Noktaya Cem’i’adıyla türkçe tercüme edilmiş önce Sebilürreşad Dergisi’nde tefrika edilmiş sonra da kitap halinde basılmıştır.

1974 yılında da bu tercüme Hayrettin Karaman tarafından sadeleştirilip yeni harflerle Diyanet Yayınları arasında tekrar umûmî efkâra arz edilmiştir. Hayrettin Karaman bu kitabı, daha sonra baş tarafına Efganî, Abduh ve Reşid Rıza’nın biyografilerini de ekleyerek İslam’da Birlik adı ile tekrar neşretmiştir.”

 

b-Münferid Birkaç Tahrifçi:

Hüseyin Kâzım Kadri, (1870-1934) Sultân 2.Abdülhamid devri ricalinden Trabzon valiliği ile meşhur olmuş bulunan Kadri Bey’in oğludur. 1870 yılında Beylerbeyi’nde doğmuş, burada ‘Sıbyan Mektebi’nde sonra da Soğukçeşme Askerî Rüştiyesi ve İzmir’deki İngiliz Ticâret Mektebi’nde okumuş, yüksek tahsil yapmamıştır. İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça, İtalyanca hatta Latince ile eski Yunanca’yı da öğrenmiş olan gerçek bir lisâniyat âlimidir. Fakat sadece lisan sahasında değil, aynı zamanda din, tarih, siyaset ve hatta ziraat sahasında pek çok telif ortaya koymuştur. Bunlar arasında bir Kur’an-ı Kerîm tefsir ve tercümesi bile vardır. İşte bizi asıl alâkadar eden husus bu dînî te’liflerdir. Bunlarda ileri sürülen yanlışlar hakkıyla cevaplandırılsa müstakil bir eser teşkil edebilir”

Ömer Fevzi Mardin (1878-1953) Sultân 2.Abdülhamid dönemi kazaskerlerinden Yusuf Sıtkı Efendi’nin torunudur. Asker menşeli olup binbaşılar kadar bu meslekte kalmıştır. Genç yaşta ‘İttihad Ve Terakki Cemiyeti’ne intisab etmiş ve 1911 tarihindeki Trablusgarp Harbi’ne gönüllü olarak katılan subaylar arasında bulunmuştur. İttihatçıların meşur istihbarat teşkilatı olan ‘Teşkilât-ı Mahsûsa’da çalışmış, Birinci Cihan Harbi esasında Tahran’da ateşemiliter olarak vazife görmüş ve İran’ın tarafsız kalmasını temine çalışmıştır.

Kürtçülük Hareketi’ni başlatan ‘Bedirhanzâdeler’ ailesine mensup olan Ömer Fevzi Mardin bir müddet Harbiye’de muallimlik de yapmıştır. Ömer Fevzi, Harb-i Umûmî nihayetlerindeki tasfiye hareketi ile ordudan ayrılmış, sonraki yıllarda tamamen tasavvufla meşgul olmuştur. 1930 yılında vefat eden Nakşî Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi diye meşhur olmuş bulunan Hüseyin Hüsnü Efendi’nin sohbetleri ne katılmış ve 1940 yıllarında kendisini ‘Arusî Şeyhi’ olarak ilan etmiştir. Güyâ bu vazifeyi meşhur müellif Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’den devralmış imiş. Hâlbuki bu iddia asılsızdır.

Ömer Fevzi Mardin diyor ki: ‘Musevilere ve hristiyanlara gelince, onlar delâlette değiller ki haklarında hidâyet dileyelim. Herbiri kendilerine Allah’(cc)ın nasib ettiği ve bulundurduğu dindediler.”

Besim Atalay (1882-1965), Uşak’ta doğmuştur. Uşak Rüşdiyesi’ni bitirdikten sonra önce Uşak’ta daha sonra istanbul’da medrese eğitimi almıştır. 1912 yılında ayrıca Darü’l Muallimîn-i Âliye’yi (Yüksek Muallim Mektebi) bitirdiğinden Trabzon, Ankara, Konya, Maraş, İçel(Mersin) ve Niğde gibi şehirlerde mektep müdürlükleri ve Milli Eğitim müdürlükleri yapmıştır. 1920 yılında Birinci Büyük Milet Meclisi’ne Kütahya milletvekili olarak dâhil olmuş ve bu vazifeyi tam yedi dönem devam ettirmiştir. Şehid bir İslâm düşmanlığının cârî ve hâkim olduğu bir zamanda siyasette bu kadar uzun müddet mevkiini korumuş bulunması, O’nun şahsiyet ve fikirlerini anlamaya kafî gelse gerektir. O devrin dini (İslâm’ı) kaldırıp yerine milliyet’i ikame etme gayretleri devam ederken hiçbir kere itirazda bulunmamış olan bu adam, zikri geçen eserinde kendisini müslümanların geri kalmış olmalarından samimi bir sûrette rahatsız olup, gerçekten çareler arayan biri olarak göstermeye çalışmaktadır.

Yazar, Besim Atalay’ın ortaya attığı fikirleri: ‘Lisan Meselesi, Mezheb ve Tarikat Düşmanlığı, Arap İhaneti İddaası ve Kur’an Tercümesi ile İbadet Meselesi’ olmak üzere dört başlık altında incelenmiştir.”

 

c-Kemalist Tahrif Hareketleri

Bizim yakın tarihimizde inkılâp adıyla anılan bütün hareketlerin umumi ve nihai gayesi, devlet ve hatta fertleri, İslâm dışı bir hüviyete büründürmek yani ‘lâdinîleştirmek’tir. Bu tavrın Tanzimat sonrası Osmanlı tarihindeki adlandırılışı ‘ıslâhat’, Cumhuriyet Dönemi’nde ise ‘inkılâp’ ve onun ruhu mesabesinde ‘lâiklik’tir. Hâlbuki lâiklik, sadece devlet idâresini herhangi bir dine bağımlı olmaktan çıkarmak demek olduğu cihetle bizdeki tatbikatı (doğru olarak) ifade etmemektedir.

Kadir Mısıroğlu, söz konusu dönemin daha iyi anlaşılabilmesi için iki mesele üzerinde durmuştur. Bunlardan ilki, 1928 yılında ortaya atılan ‘İslâmiyet’i Islah Projesi’ dir.”

“Yeni Türkiye siyâsî rejiminde lâikliğin resmen telaffuz ve anayasaya girmesi 1937’de olmakla beraber baştan itibaren bir iman umdesi sadakatiyle benimsenmiştir. Hal böyleyken devlet dine bugüne kadar hep müdahale edegelmiştir. Fakat bunların en çirkini ibâdete müdahaledir. Bu da Ezan, Kamet ve Kur’an’ın Türkçeleştirilerek aslının yerine ikame edilmek istenmesinde tezâhür etmiştir. Bu meseleyi Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tercümesi İle İbadet Dâvâsı başlığı altında incelemiştir. Bu mesele hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler, Dücane Cündioğlu’nun Türkçe Kur’an Ve Cumhuriyet İdeoloji’sini inceleyebilirler.”

Yine bu bölümde Kazım Karabekir’in hatıratı ve bu hatıratın başına gelenler, söz konusu eserden ‘Nasıl Hristiyan Olacaktık?’ isimli makale ve ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ üzerine düşünceler ile ‘1930-1940 yılları arası lise tarih kitapları ve eğitim felsefesi’ ele almıştır.” (S. 339-552)

 

Üçüncü Bölüm

Naslardan Hüküm Çıkarma Zarûretinden Doğan Mezhepler

1-Doğuş Sebepleri

Kuran-ı Kerim’deki âyetlerin bazıları kolay anlaşılır bir mahiyet arz eder. Bunlara ‘muhkem âyetler’ denilir. Fakat öyle âyeti kerimeler de vardır ki gerek ifade tarzı ve gerekse de temas ettikleri mes’eleler itibariyle mânâ ve maksatlarının kavranması güçtür. Bunlara da müteşabih âyetler denilir.

Aslî, hükümler (usûlât) inanç esaslarını ifade eder. Fer’î hükümler (füruât) ise, ibâdet ve muâmelâta aittir. Aslî hükümlerdeki ihtilâflardan doğan mezheplere ‘itikâdî mezhepler’ fer’î hükümlerdeki ihtilâflardan doğan mezheplere ise ‘fıkhî veya amelî mezhepler’ denir.

Asr-ı saâdetten uzaklaştıkça insanlardaki gönül ve fikir sâfiyeti azalmış, çeşitli kavimlerin İslâm’a dâhil olmasıyla onların eski inançlarının kalıntılarının buna eklenmesi ve eski Yunan felsefesinin müessiriyeti ile hâsıl olan bu fiili durum sebebiyle, fıkhi meseleler kadar itikadi esaslar da zamanla münakaşa mevzuu haline getirilmiştir. Bu kelam münakaşaları sonunda da ortaya ‘Mâturîdi’ ve ‘Eş’arî’ adını alan iki hak itikadi mezhep çıkmıştır. Bâtıl olanlar ise Cebriye Kaderiyye Mürcie Mûtezile ve Müşebbehe gibi pek çoktur.

Bu mezheplerin oluşmasında temel faktörler: Kader Meselesi, Mürtekib-i Kebire (Büyük Günah) Meselesi, Sıfat-ı İlahiye Meselesi ve Felsefenin Tesiri olarak ifade edilebilir.”

 

2- Bâtıl İtikâdi Mezhepler

a- Cebriyenin en fârik vasfı bir kulun bütün fiilleri hür olmayıp Allah’(cc)ın takdiri ile o filleri mecburen yapmakta olduğu iddiasıdır. Binâenaleyh kulun fiillerinde bir tercih ve ihtiyarı yoktur.

b-KaderiyyeBu mezhep mensupları Cebriye’nin tam aksi istikamette aşırı bir görüşle, bir kulun bütün fiillerinin sırf kendi iradesinden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Kul tamamen hür ve muhayyerdir, dilediğini bizzat yapar, hatta Allah’(cc)ın murad etmediği bir şeyi yapmaya bile muktedirdir.

c-Mürcieİman esaslarını ve günahları hafife alan bu topluluğun inanışına göre, inkârla birlikte salih amellerin hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, imanla birlikte günahların da hiçbir zararı dokunmayacaktır. Zira Allah’(cc)ın afvının her günahın ihâta ettiği yolundaki iddiaları sebebiyle bütün fâsıklar zamanla burada toplanmışlardır.

d-Mutezile: İslâm dünyasında takriben üç yüz sene müddetle fikri bir hâkimiyet elde ederek bilahare ortadan kalkmış olan Mûtezile Mezhebi nakli (nasları) kabul etmekle beraber akla da ehemmiyet veren ve bunlar arasında bir mübâyenet (zıtlık/aykırılık) halinde aklı esas alarak nakli te’vil eden bir görüştür.

3-Hak olan itikadi mezhepler başlığı altında Maturidi ve Eş’ârî âlimlerinin görüşlerine kısaca temas edilmiştir.” (S.553-598)

 

Son söz

Bütün bu söylediklerime ilâve edilecek daha pek çok söz mevcut olmakla beraber son olarak şunu da arz etmek isterim ki, asıl ehemmiyetli olan bir dâvânın içinde bulunulan zaman itibariyle mevcut durumdan ziyade onun gelişmesine ait istikamettir. Bu müspetse ve gelecekte olun garibesine, menfi ise mağlubiyetine şâhid olunacak demektir. Bu gerçeğin ışığında Türkiye ve İslâm Âlemi’nin son yüz yıllık tarihine baktığımızda ümitvâr olmak icabettiren sayısız müşahade ile karşılaşacağımız muhakkaktır. Azim ve irâdeleri donukluktan kurtararak hareketlendiren bu ümit varlık ise müminlerin asli bir vasfı olduğuna nazaran her ahval ve şerait altında onu muhafaza etmek imani bir borç demektir. Esasen ‘kâfirlerden başkasının Allah(cc)’ın rahmetinden ümit kesmeyeceği’ ( Yusuf Sûresi: 87) yolundaki ilahi beyan da bunu teyit etmektedir.” (S. 599-602)

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 279 / Şubat 2014