Kâinata hâkim olan ebedî ve ilâhî kanunun icâbı olarak daima müşahede edilegelmiş olan ‘Hak-Bâtıl Mücadelesi’, biri ‘siyasî ve askerî’ olmak üzere hâriçten; diğeri ise ‘fitne ve fesat’ çıkartmak şeklinde dâhilden icra edilmiş olduğu çok bilinen bir gerçektir. Ancak unutmamak gerekir ki, İslâm’ın vahdetini bozarak O’nun kuvvet ve kudretini zaafa uğratmak yönünden iç bünyede zuhûr eden bir takım dâhilî fitne veya tahrif hareketleri, askerî ve siyasî karşı koymalar ve bunun îcabı olan harp ve darplerden daha müessir olmuştur.
![]() |
Tarihten
Günümüze Tahrif Hareketleri-1
|
Tarihçi-Yazar Kadir Mısıroğlu’nun kaleme
aldığı ‘Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri’ isimli eser, İslâm’ın sâfiyetine
karşı gerçek bir ihanet hareketi olan dâhilî fitneleri teşhir etmektedir.
Önsöz
Kâinata hâkim olan ebedî ve ilâhî kanunun
icâbı olarak daima müşahede edilegelmiş olan ‘Hak-Bâtıl Mücadelesi’, biri
‘siyasî ve ‘askerî’ olmak üzere hâriçten; diğeri ise ‘fitne’ ve ‘fesat’
çıkartmak şeklinde dâhilden icra edilmiş olduğu çok bilinen bir gerçektir.
Ancak unutmamak gerekir ki, İslâm’ın vahdetini bozarak O’nun kuvvet ve
kudretini zaafa uğratmak yönünden iç bünyede zuhûr eden bir takım dâhilî fitne
veya tahrif hareketleri, askerî ve siyasî karşı koymalar ve bunun îcabı olan
harp ve darplerden daha müessir olmuştur.
‘Tarihten Günümüze
Tahrif Hareketleri’adıyla
kaleme alınmış olan iş bu eser, zikredilen şu ehemmiyetine binâen İslâm’ın
sâfiyetine karşı gerçek bir ihanet hareketi olan dâhilî fitnelerin teşhiri
maksadıyla yazılmıştır. Böylelerinin, İslâm’ın bu önlenemez yükselişi
karşısında kapıldıkları dehşet ve paniği setrederek hâriçten ve dâhilden
mesailerini tevhidle, İslâm Tarihinin en kesif fitnesini tezgâhladıkları
görülmektedir.
Gerçekten bütün Dünya’da ‘Soğuk Savaş’ın
sona ermesiyle ortaya atılan İslâm karşıtlığı fikri, önce ‘Yeşil
Tehlike’adıyla anılmışken, son zamanlarda ‘Dinlerarası Diyalog’olarak
isimlendirilmiş bulunmaktadır. Böylece bu düşmanlığın (daha ilan olunan
ismiyle) doğurması muhtemel olan aksülamellerin (reaksiyonların) azaltılmasına
çalışılmak istendiği anlaşılmaktadır.
Bu menhus (uğursuz) hareketin dâhil ve
hâriçteki aktörleri başlangıçta ‘Abant Toplantıları’ile ‘Kemalist
inkılâpların İslâm’ın özüne zarar vermemiş olduğu’ gibi kararlarla
sırf mahallî bir tavır sergilemekte iken, şimdi ‘Kahire Toplantısı’ve benzeri
içtimâlarla faaliyet sahalarını şumullendirmiş bulunmaktadırlar. Hıristiyan
ve hatta Yahudi destekli bu yeni tahrif hareketi, tarih boyunca karşı karşıya
kalınan benzerleri arasında (hiç şüphesiz) en tehlikeli olanıdır. Her
gün televizyon ve gazetelerde şâhid olageldiğimiz ‘İslâm’ın özüne’vâkî
tecavüzler karşısında dehşetli bir öfkeye kapılmamak, hiçbir gerçek müslüman
için mümkün değildir. Hz.Peygamber(sav)’in yüce risâletini tasdik keyfiyetini
bile hafife almaya kadar varan bu küstahlıklar, üstelik bir takım
ünvanlı-ünvansız hoca kılıklı insanlardan sâdır olunca, bu safsatalara
gerekli muknî cevaplar verilmeyerek bir kısım mü’minlerin idlâline seyirci
kalınması şüphesiz ağır bir vebali mûciptir. İşte bu eser, böyle bir
vebalden kurtulmak maksadıyla yazılmıştır.
Şunu da söyleyeyim ki, başlangıçta sırf
günümüzdeki tahrif hareketlerini ele alıp cevaplandırmayı düşündüğümüz hâlde
daha sonra bunun tarihçe kısmını (evveliyetle) nakletmenin daha doğru olacağını
düşünerek eserin tanzimi yoluna gittik. Zira bu eser, baştan sona okunduğunda
ibretle görülecektir ki, bugünkü safsataların her biri, tarih boyunca birçok
kereler ortaya atılmış benzer sapıklıkların bir başka biçimde bazen de aynen
tekrarından ibarettir.
Bu eserin gayesi İslâm’ı değil Ehl-i
Sünnet itikadını müdafaadan ibarettir. Diğer taraftan bu birinci cildi 1950’li
yıllara kadar olan vukuât ile tahdid edildiğini de belirtmeliyiz.” (S, 13-18)
Birinci Bölüm
İlk Fitne ve Bunun Tarih
Boyunca Tezâhür Şekilleri
1-İlk Fitne
“Hz.Peygamber (sav)’in vahiy katiplerinden
Abdullah b.Sa’d b. Ebû Serh’in irtidat ederek Medine’den Mekke’ye kaçması,
Mekke fethi sonrasında Hz. Osman(ra) Efendimizin’(sav)in memnuniyetsizliğini
belli etmesine rağmen araya girip affedilmesine vesile olması, nihayetinde bu
zatın ileride mü’minler arasında ortaya çıkacak fitnede aldığı rol ele
alınmıştır.”
Daha sonra, annesi yemenli siyahi bir
yahudi olan Abdullah İbn-i Sebe’nin Hz.Osman’ın (ra) şehid edilmesiyle
neticelenecek hadiselerdeki rolü ayrıntılarıyla ele alır. (S,25-38) Ardından ‘Diğer
Bazı Sebepler’ başlığı altında hadisenin farklı boyutlarını altı madde
halinde inceler. (S,38-41) Kûfe, Basra ve Mısır’ın o dönemde ortaya çıkan üç
ayrı fitne merkezi olarak tanımladıktan sonra Hz.Osman’ın (ra) şehid edilmesi
hadisesini ele alır.
Hz. Ali’(ra)nin hilafeti ve fitnenin
devamı, Hz. Ali’(ra)nin nasıl halife seçildiğini izah ettikten sonra Hz.
Ali(ra) ile Hz. Muaviye(ra) arasında bir‘şahsiyetler mukayesesi’ yapmanın
yanlış olacağı tespiti üzerinde durur. Hz.Ali’ (ra)nin hali herkesçe malum
olmakla beraber Hz. Muaviye (ra)’nin tarih boyunca eksik olmayan alevî
propagandasının tesirinden kurtulamadığını belirttikten sonra Hz.Muaviye
(ra)’nin şahsiyeti hakkında malumat verir.
Mısıroğlu, ‘Hz. Ali (Ra) İle Hz.
Muaviye (Ra) Arasındaki İhtilafa Kısa Bir Bakış’başlığı altında şu
tespitlerde bulunur:
“Öteden beri üzerinde çok şey yazılmış,
söylenmiş olan Hz.Ali (ra) ile Hz.Muaviye(ra) ihtilâfının tazelemenin
müslümanlara hiçbir faydası yoktur. Hz. Ali (ra) nefsinde ‘Aşere-i
Mübeşşere’, ‘Cihar-ı Yâr-ı Güzin’, ‘Vahiy Kâtipliği’ gibi en şerefli
zümrelere dâhil olmak, sevgili Peygamber (sav)’imizin amcazadesi ve damadı
bulunmak kabilinden emsalsiz şerefleri cem’etmiştir. Bu yüzdendir ki, O’nunla
Hz.Muaviye (ra) arasındaki ihtilâf-ı edebe mugayir olarak bir ‘şahsiyetler
mukayesesi’şeklinde dökmeyip, bir ‘içtihad meselesi’ telâkki
etmek ve Allah (cc)’a havale eylemek en doğru yoldur.
Hikmeti tam olarak ancak Cenâb-ı Hak
tarafından bilinen bu ihtilâfları‘tasavvufî cereyanlar’la ‘ilmi
çalışmalar’ın başlamasına âmil olmak gibi umulmadık neticeler tevlid etmiş
olduğu da tarihi bir vâkıadır. Bununla beraber başta Şia olmak üzere, Ehl-i
Sünnet’e aykırı bir takım mesleklerin zuhûru da bu ihtilâfların eseridir ki,
bunlar ileride tafsîlatı ile ele alınacaktır.”
Fitnecilerin kışkırtmasıyla patlamak üzere
olan Cemel Vak’ası’nın hemen öncesinde tarafların andlaşmaya
vardığı, bu barışın kendi durumunu ortaya çıkaracağından korkan İbn-i Sebe ve
adamlarının bir gece baskını ile savaşı başlattığı üzerinde durur.
“Hz.Ali (ra) ile Hz.Muaviye (ra) arasında
meydana gelen ihtilâf / içtihat farklılığı zamanla derinleşmiş, araya girmeye
çalışan Ashab-ı Kirâmın gayretleri netice vermemiş ve nihayetinde Sıffin
Savaşı başlamış, Şam ordusunda bozgun alametleri belirince Amr bin
Âs’ın tavsiyesi üzerine Hz.Muaviye (ra) tarafındaki askerler mızraklarının
ucuna Kuran-ı Kerim’in sayfalarını takarak,‘niçin birbirimizi öldürüyoruz
Kuran-ı Kerim’i aramızda hakem yapalım’diye bağrışmaya başlayınca savaş
durmuştur. Hz.Ali(ra) bunun bir hîle olduğunu bildiği hâlde kendi askerlerine
söz anlatamamış, buna rağmen de o âna kadar tarihlerin kaydına nazaran iki
taraftan on bin kişi telef olmuştur ki bunlar arasında birçok seçkin sahabi
vardır.” (S.19-80)
2- Bu İlk Fitnenin Tarih
Boyunca Tezâhür Şekilleri
‘Hz. Hasan (ra)’ın Kısa Süren Hilafeti’
Hz.Ali (ra)’nin vefatı üzerine onun
hilafetine inananlar bu sefer de oğlu Hz.Hasan (ra)’a biat ettiler. Bu sırada
Hz.Muaviye (ra) ise Şam’da tam mânâsıyla hâkim bir duruma gelmişti.Neticede bir
takım şartlar ile Hz. Hasan (ra) hilafeti Hz.Muaviye (ra)’ye bıraktı.Hz.
Hasan’(ra)ın hilafeti Hz.Muaviye (ra)’ye bırakmasıyla yatışmış olan fitne onun
vefatı üzerine yerine oğlu Yezid’in geçmesiyle (M,680) yeniden alevlendi.
Hz.Hüseyin (ra)’in 57 yaşında yürek sızlatan şahadetiyle (10 Muharrem 61)
neticelenen ‘Kerbela Faciası’ hakkında bilgi verir.
‘Kerbela Faciası’İslâm devletinin her tarafında derin aksülameller
husûle getirmiş ve bunlar çeşitli isyanlar suretinde V. Emevi Halifesi
Abdülmelik (M.685) zamanına kadar sürüp gitmiştir. Fakat bunların ilk ve en
dehşetlisi Medine ve Mekke’de zuhûr etmiştir. Medine-Mekke İsyanları ve
Harre Olayı’nın bilançosu, hem maddi hem de manevi bakımdan ‘Kerbela
Faciası’ndan çok ağırdır. (S. 80-115)
3- Bu Fitneden Doğan
Bâtıl Mezhepler veya Tahrif Hareketleri
A-Tahrif Hareketleri veya
Bâtıl Mezheplerin Zuhur Sebepleri
‘ha-re-fe’ kökünden türetilmiş bir kelime
olan tahrif:‘bir şey bozmak ve asli istikametten saptırmak’ demektir. Istılah
(terim) olaraksa, mukaddes kitapların Allah’ (cc)tan nazil olduğu şekilde
bırakılmayıp değiştirilmesi ve bazı âyetleri murad-ı ilâhîye aykırı bir sûrette
telâkki edilmesi tarzındaki kasdî veya gayr-i kasdî görüşleri ifade eder.
Yahudiler hakkında nazil olan âyet-i
kerimelerden anlaşıldığına göre tahrif, ilâhî nassları ya lafız itibariyle
değiştirmek veyahut da onları zahiren ihtimali olmayan bir mânâya hamd etmek
sûretiyle vâkî olmaktadır. Hiç şüphesiz, bu her iki taraftaki tahrif ve onların
dayandığı bâtıl mezhebî görüşlerin ortaya çıkışları birkaç sebepledir. Bunlar:
kader, cehâlet, taklit, bazı nassların müteşabih oluşu, kötü niyet ve siyâsî
sebepler olarak ifade olunabilir.”
B-Hilafet Meselesinden
Doğan Batıl Mezhepler veya Tahrif Hareketleri
Hariciler:“Bunlara itaatten ayrılıp isyan etmek
mânâsındaki ‘huruç’ kelimesinden türetilerek‘Harici’ denildiği
gibi, bunun çoğunluğu olarak ‘Havârici Fırkası’adıda verilmiştir.
Kendileri, bu isimlendirilişi ‘kâfirlerin arasından çıkarak Allah’(cc)a
ve başlangıçta Hz.Ali (ra)’ye son derece bağlı olan haricilerin çoğu
Benî Temîm Kabilesi’ne mensuptu.‘Hüküm yalnız Allah (cc)’a aittir’ diyerek
ondan ayrılıp Kûfe yakınlarındaki ‘Harûra Köyü’ne çekildiler.
“Haricilik, başlangıçta hakem meselesi
gibi siyâsî bir sebeple zuhur etmiş olsa da onun gelişme ve varlığını
sürdürmesinde asıl âmilin cehalet olduğu muhakkaktır. Fikirlerindeki sertlik ve
basitlik bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.”
Şia: “Şia
üzerindeki İran, Hind, Yahudi ve bedevîlik etkilerini kısaca izah eder.
Hz.Ali’ (ra)yi hâşâ ilah kabul eden Şiî
kolları ve Peygamber kabul eden Şiî kolları hakkında bilgi verir.
İmâmiye: “İmam’
kelimesi lügat mânâsı itibariyle kendisine uyulan, yönlendirici bir kimse
demektir. İmam’ın yönlendirip idare ettiği topluluğa da ‘ümmet’ denilir.
Fıkhî mânâda ise, namaz kıldıran kimse nâm durum ile anıldığı ve O’nun yaptığı
işe ‘imâmet’denildiği gibi şer’î hükümlerin tatbikini temin etmek
üzere, ümmetin siyasetini deruhte eden şahsa da ‘imâmü’l-müslimîn’ veya
sadece ‘imâm’denilir. Bu devlet başkanlığı mânâsındaki imameti,
namaz kıldıran kimse demek olan imamdan ayırmak için ona ‘imâmet-i
kübrâ’ veya ‘imâmet-i uzmâ’(büyük imamlık) denilmiştir.
Onlara göre, imamlar birer siyâsî ve dini lider olarak büyük ve küçük
günahlardan beridirler yani ‘masum’durlar. Hz.Peygamber, hem‘nebi’ ve
hem ‘veli’ olduğuna nazaran, O’nun vefatıyla nübüvvet ve sona ermiş, velayet
ise imamlara intikal etmiş ve sadece onlarda devam etmektedir.”
Kadir Mısıroğlu, ‘Bir İbret Vesikası’adı
altında şu tesbitlerde bulunur: “Şiî’ler için Kur’an’dan sonra en kuvvetli
kaynak olan el-Kâfî’den Nisa Sûresi 130. Âyet-i Kerîme’sini tahrif ederek başta
üç halifeyi ve cumhur-ı ashabı kâfir saymakta, hiçbir akıl insaf ve takva
ölçüsü tanımamaktadırlar. Bu hezeyanları ihtivâ eden el-Kâfî’yi bütün şiîler
gibi Humeynî de kaynak kitap olarak kabul etmektedir.”
“Sebep ne olursa olsun İran’ın İslâm tarihinde
çok meş’um(uğursuz) bir rol oynamış olduğu muhakkaktır. Orta Asya Türklüğü ile
Ön Asya (Anadolu) Türklüğü arasında bir kara kedi gibi girerek bu iki âlemin
tarih boyunca birleşmesini önleyen tarihi âmil İran’ın Şia’yı benimsemesinden
başka bir şey değildir.
Aslında Sünnî bir tarikat olan
‘Bektaşîlik’i alevîleştirerek bunu yeniçeriliğe bulaştıran da bunlardır.”
Şah İsmail:”Yavuz Sultan Selim 1514 yılında ‘Çaldıran Meydan
Muharebesi’ni kazanarak Şah İsmail’in taht şehri Tebriz’e girdi. Lâkin,
yeniçerilerin muhalefeti sebebiyle kaçan Şah İsmail’in ardına düşmedi. Bununla
beraber o zamânâ kadar taraftarlarınca sadece bir şah değil aynı zamanda ilahi
te’yide mazhar bir ‘mürşid-i kâmil’(veli) ve ‘yenilmez’ olduğuna inanılan Şah
İsmail hakkındaki efsane, büyük bir darbe yemiş ve sarsılmış oldu.”
Humeynî Hareketi:“Humeynî hareketin anlayabilmek için hadiseyi biraz
geriden, 1736’da yıkılan Safevî Hânedânı yerine geçen Afşar Hânedânından
itibaren ele alır. Ardından sonra ‘İran Devrimi’nden hemen sonra yaptığı
şu tesbiti hatırlatır: “Bir Bilardo oyuncusu, masadaki toplardan birine o
tarzda çubuğunu vurur ki, o top, gidip öteki toplardan birini çukura
düşürebilsin. Bence İran’daki Humeynî Hareketi buna benzer.
Orada bir Şia iktidarını gerçekleştirmek Amerikalılar’ın işidir. Bu ise, İslâm
Âlemi’nde yeniden bir Sünni-Şiî kavgası başlatmak içindir. Böyle bir durumda
İsrail muhalif olan komşuları kendi başlarının derdine düşeceğinden Yahudiler
rahat bir nefes alacaklardır.”
Mısıroğlu, ABD’nin ‘İran Devrimi’nin
önünü açtığı kanaatindedir.
Şia’nın Bâtınî Kolları
Gâliye veya gulat ‘haddi aşanlar’ demek
olup bunlar Hz.Ali’ (ra)nin hâşâ ilah olduğunu idda eden Ulûhiye’den başlayarak
çeşitli sapık görüş sahipleridirler. Gulât-ı Şia’nın çeşitli kolları vardır
bunların en meşhurları ‘İsmâiliye’, ‘Karmatîler’ ve‘Haşhaşîler’dir.
Karmatîler: “Bâtınîlikle eş anlamda kullanılan ‘Karmatîlik’ veya ‘Karâmita’nın
kurucusu Meymun el-Kaddah’tır. Aslen İran’lı bir mecûsî veya yahudi olan Kaddah
güya müslüman olmuş ve İmam Cafer-i Sadık’ın hizmetine girmiştir. 792 yılında
Kûfe’de ortaya çıkarak âyet ve hadislerin gerçekte bir bâtınî mânâsı olduğunu,
zâhirî mânâların ise sembolik olduğunu iddia etmeye başlamıştır. Namaz, oruç,
hac ve zekât gibi ibâdetlerin gereksizliğini iddia ederek ibâhacı bir yol
tutmuştur. Kaddah’ın oğlu Abdullah ve torunu Ahmed tarafından şiîlik ve
Hz.Ali(ra) taraftarlığı perdesi altında gitgide yaygınlaşan bu bâtıl görüş
bilâhare bu harekete katılan Karmat adında bir şahsın
faaliyetleri sebebiyle ‘Karmatîlik’ veya ‘Karâmita’ olarak
adlandırılmıştır.” (S, 225) Muhammed Hammâdî’nin eserinden naklettiği Karmatî’in
dokuz kademeli probaganda usûlü dikkat çekmektedir.”
Sabbâhîler
“Tarihte ‘Şeyhu’l-Cebel’ (Dağ Şeyhi)
ünvanıyla meşhur olmuş bulunan Hasan Sabbah tarafından kurulmuş olan bir Şiî
fırkasıdır. Hasan Sabbah’ın miladı on birinci asrın ortalarında İran’daki Kum
veya Rey Şehri’nde doğduğu rivayet edilmektedir. Ailesi Yemen asıllı olup
buradan önce Kûfe’ye hicret etmiş daha sonra Kum’a yerleşmiştir. Bir Şiî âlimi
olan babası, oğlunun tahsil ve terbiyesine itina etmiş ve O’nun dini
bilgilerden maada o zamanın modası olan başta felsefe olmak üzere ladini
ilimleri de öğrenmesini sağlamıştı. Tahsiline Kum’da başlayan Hasan Sabbah,
daha sonra Rey Şehri’ne giderek burada o devrin en seçkin âlimlerinin
derslerine devam etmiştir. On yedi yaşına kadar ailesinin mensup olduğu
İmamiyye Şiası’na bağlı kalan Hasan Sabbah, karşılaştığı Emire Zarrab adındaki
bir İsmailiyye dâîsinin propagandaları tesiriyle mezhep değiştirip İsmailî
olmuştur.
O’nun faaliyetini haber alan Selçuklu
Veziri Nizâmülmülk yakalanıp cezalandırılmasını emretti. Bundan haberdar olan
Hasan Sabbah, kaçıp izini kaybettirdi. Bir müddet sonra ‘Beldetü’1-İkbal’
dediği Alamut Kalesi ‘ne yerleşti. Burası kuş uçmaz, kervan geçmez bir kartal
yuvası gibi bir yerdi. Burada Eylül 1090 tarihinde ‘Nizarî İsmailî Devleti’ni
kurduğunu ilan etti. Burasını adamakıllı tahkim etti. Yiyecek ve silah
depoladı. Uzun bir muhasaraya mukavemet edebilecek surette gerekli bütün
tedbirleri aldıktan sonra tedhiş (terör) hareketlerine başladı.
Kör kütük sarhoş edilen cahil fedailer
vasıtasıyla her gün beş-on müslüman katledilir oldu. Öldürülen kimseler, batını
görüşlere muhalif mevki sahibi kimselerdi ki, bunlardan biri de meşhur Selçuklu
veziri Nizâmülmülk’tür. Selçuklular, uzun müddet mülhid veya melâhide
(dinsizler) olarak adlandırdıkları bu eli kanlı gürûh ile mücadele etmek
mecburiyetinde kaldılar. Öyle ki, devlet adamları elbiselerinin altına zırh
giymeden sokağa çıkamaz oldular.
Müridlerin devamlı bir surette haşhaş
kullanmalarından dolayı, bu zümre ‘Haşhaşîler’ olarak
bilinirler. Tevâlî eden (sürüp giden) cinayetlerinden dolayı bu kelime batı
dillerine ‘sûikastçi’ veya ‘gizli katil’ manasına ‘assassin’ olarak geçmiştir.
İslam Alemi ‘ni takriben iki yüz yıl kanlı
cinayetleri ile tehdit etmiş olan Haşhaşin tedhiş (terör) belası, tâ Moğol
istilalarına kadar devam etmiş ve ancak onlar tarafından tamamen ortadan
kaldırılabilmiştir.”
Tasavuf-Şia ve Masonluk
Münasebetleri
“Hicri
645 yılında Nişabur’da doğmuş olan Hacı Bektaş-ı Velî’ye izafeten ortaya çıkmış
olan Bektaşîlik Osmanlı tarihinde istisnai olarak itibar
görmüş yegâne Şiî, Bâtınî bir fırkadır. Meşur Ahmed Yesevî’nin tavsiyesi
üzerine h.680 yılında Anadolu’ya geçerek Kırşehir yakınlarında Suluca
Karahöyük’te (bugünkü Hacıbektaş) yerleşmiş ve hicretin 738.senesinde burada
vefat etmiştir.
Bugün sayıları yarım milyon olduğu
düşünülen ‘Yezidiîer’halen Tiflis, Erivan, Helep’in köylerinde
Musul ve Bağdat civarında Türkiye’de ise Midyat, Viranşehir Kurtalan, Batman ve
Hakkari’de yaşamaktadırlar.
“Arapça ayıplama veya kınama mânâsındaki
levent kelimesinden türetilmiş olan Melâmîlik insanların alâka
ve itibarları yerine kınanmalarını temin etmenin nefsânî terbiye için daha
doğru olduğu inancı ile hareket edenlerin davranış biçimini ifade eder.
Topluluk içinde teferrüd etmeyi yani üstün meziyetli görünmeyi istemezler. Farz
ve hatta nafile ibâdetlere riayet ettikleri hâlde bunu halktan gizlemeye
çalışırlar her yerde sıradan bir kimse olarak görünmeye gayret ederler.”
(S.116-338)
İkinci Bölüm
İslâm Alemi ve
Türkiye’de Sair Siyasi Sebeplerle Ortaya Çıkmış Olan Tahrif Hareketleri
1-İslâm Âleminde
Bugünkü Diyalogcuların Ağababası Ekber Şah
ve Din-i İlâhî
“Hindistan’da 300 senedenden fazla
(1256-1858) hüküm sürmüş olan Bâburlular Devleti’nin 3. Hükümdarı olan Ekber
Şah babası Hümâyun’un 1556 yılında vefatı üzerine ‘Ebu’l Feth
Celâleddin-i Ekber’ünvanı ile tahta çıktı.
Ekber Şah birçok meziyetine rağmen
İslâmiyet hakkındaki kulaktan dolma bilgiler sebebi ile cahilane bir teşebbüsle
bütün dinleri ‘Din-i İlâhî’adı altında birleştirmeye kalkışmak cahilliğinden
kurtulamamıştır.
Aslında mükemmel bir asker ve teşkilatçı
büyük bir lider olan, harplerde mağluplara zulmetmeyen Ekber Şah, tarihte bu vasıflarından
ziyade ülkesinde dini bir birlik kurmak gayesiyle tesisine cüret etti ‘Din-i
İlâhî’macerası ile hatırlanmaktadır. O ‘Din-i İlâhî’nin de
saman alevî gibi parlamasıyla sönmesi bir oldu. Ekber Şah’ın ölümüyle birlikte
tarihin mezarlığına gömüldü.”
“Kadıyânîlik veya Ahmediyye ondokuzuncu asır
sonlarında Hindistan’da ortaya çıkmış bir mezhebin adıdır. Kurucusu Mirza Gulam
Ahmed’in peygamber olduğunu idda edenlere Kadınyan Grubu peygamber
değilde sadece mehdî ve mesih olduğuna inananlara Lahor Grubu denir.”
Daha sonra sapık bir beşerî din olan
Bahâîlik ve onun ilk başlangıç sayfası olan Bâbilîk ele alınmıştır.
Vehhâbîlik, Harran’da 1263 yılında doğmuş bulunan İbn-i
Teymiye’nin fikirlerini esas ittihaz eden Muhammed b. Abdülvehhâb (1703- 1787)
tarafından başlatılmış olan bir ‘yarı dinî, yarı siyasî’ harekettir.
‘Yarı dinî, yarı siyasî’ dememizin sebebi Suud Âilesi’nin vehhâbîliği
benimseyerek onu Osmanlı’dan kopmak için fikri bir bahane olarak kullanmış
bulunmasıdır.
2-Türkiye’de
a-Efganî, Abduh ve Reşid Rıza
Hareketi: Birbirlerinin tilmîzi
(talebesi) olan bu üç şahıstan, Efganî’nin (1838-1897) İran, Abduh ve Reşid
Rıza’nın Mısır asıllı olmalarına rağmen her üçünün de kendi memleketlerinden
ziyade Türkiye’de müessir oldukları tarihi bir gerçektir.
Cemâlettin Efganî:“Gittiği yerlerde milliyetçi hisleri körüklemiş, kan
bağını din bağından daha sağlam ve daha uzun ömürlü görmüştür. Osmanlı
Hilafeti’ne karşı Arap Hilafeti dâvâsı gütmüş ve bu dâvânın önde gelen
destekçilerinden İngiliz ajanı ve seyyahı Wilfrid Scawen Blunt ile
yakın dostluk ilişkileri kurmuştur. 2.Abdülhamid Han onun bu tür ilişkiler
içinde olduğunu anlamış ve İstanbul’a çağırarak göz hapsinde tutmuş, bir daha
İstanbul’dan ayrılmasına müsaade etmemiştir.Efganî bu göz hapsi sırasında Abdülhamid
‘in kendisine sağladığı onca imkânlarara rağmen İstanbul’dan ayrılabilmek için
gûyâ amansız düşmanı olduğu(!) İngiltere’ye nağmeler dizerek, onların
tebaasından olduğunu iddia ederek ilticâ etmek istemiştir.”
Muhammed Abduh da (1849-1905) bu çizgide olan bir kimsedir.
İngilizler Mısır’da Abduh’u ciddî anlamda desteklemiş ve bir ‘din ıslahatçısı’
olarak öne çıkarmışlardır. İslâm Dünyası’nı bütünüyle ifsad etmesi için Abduh’u
Mısır Müftülüğü makamına atamışlardır. Çünkü Mısır, Ezher’e ev sahipliği sebebiyle
tüm İslâm Dünyası’nın ilim kıblesiydi. İngilizler’e göre Muhammed Abduh’u aktör
yaptıkları bu ifsad projesi Mısır’da tutarsa İslâm dünyasının diğer ülkelerinde
de tutacaktı. Bu yüzden Muhammed Abduh aleyhine konuşanlara baskı
uygulamışlardı.
Abduh ve benzeri şahısların telkin ettiği
‘Arap kavmiyetçiliği’ fikrinin fiilî bir tezâhürü olarak 1882 yılında Arabî(Urabî)
Paşa isyan ve ihtilâl hareketi başgösterdi. Abduh bu yüzden Mısır’da
üç ay hapis cezası ve Beyrut’ta üç yıl sürgün olarak yaşamak mecburiyetinde
kaldı. Bu bâdireyi böylece ucuz atlatmasının sebebi İngiliz gizli servisi
Mısır’daki en müessir elemanı Wilfred Scawen Blunt’un yardımları idi. O sırada
Efganî ise bu İngiliz istihbaratçısının evinde misafir edilmekteydi.
İngilizler, Sultan 2. Abdülhamid merhumun
emperyalizme karşı dirâyetle yürüttüğü Hilafet Siyaseti’nden
rahatsızdırlar. Bu sebeple ortaya bir ‘Büyük Mısır Dâvâsı’ fikri çıkarmışlardı.
Güyâ Mısır’ı, İslâm Dünyasası’nın lideri yapacaklardı. Bu husustaki en müessir
iddaaları, Osmanlı Hilafeti’nin gayrimeşruluğu(!) idi. Bunun için kullandıkları
mesnet de ‘İmamlar (halifeler) Kureyş’tendir.’ hadis-i şerifi
idi.”
Reşid Rıza (1865-1935):“Efganî ile başlayan yenilikçi
(ıslahatçı) veya reformist üçlüsünün sonuncusudur. Reşid Rıza’nın çeşitli dini
ve siyâsî fikir ve iddiaları arasında en dikkat çekicisi,O’nun mezheplere
ilân-ı harb etmesidir. Bu maksadla eser değerli âlim Ahmet Hamdi Akseki
tarafından 1914 yılında ‘Mezâhibin Telfîki ve İslâm’ın Bir Noktaya
Cem’i’adıyla türkçe tercüme edilmiş önce Sebilürreşad Dergisi’nde tefrika
edilmiş sonra da kitap halinde basılmıştır.
1974 yılında da bu tercüme Hayrettin
Karaman tarafından sadeleştirilip yeni harflerle Diyanet Yayınları arasında
tekrar umûmî efkâra arz edilmiştir. Hayrettin Karaman bu kitabı, daha sonra baş
tarafına Efganî, Abduh ve Reşid Rıza’nın biyografilerini de ekleyerek İslam’da
Birlik adı ile tekrar neşretmiştir.”
b-Münferid Birkaç
Tahrifçi:
Hüseyin Kâzım Kadri, (1870-1934) Sultân 2.Abdülhamid devri ricalinden
Trabzon valiliği ile meşhur olmuş bulunan Kadri Bey’in oğludur. 1870 yılında
Beylerbeyi’nde doğmuş, burada ‘Sıbyan Mektebi’nde sonra da Soğukçeşme Askerî
Rüştiyesi ve İzmir’deki İngiliz Ticâret Mektebi’nde okumuş, yüksek tahsil
yapmamıştır. İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça, İtalyanca hatta Latince ile
eski Yunanca’yı da öğrenmiş olan gerçek bir lisâniyat âlimidir. Fakat sadece
lisan sahasında değil, aynı zamanda din, tarih, siyaset ve hatta ziraat
sahasında pek çok telif ortaya koymuştur. Bunlar arasında bir Kur’an-ı Kerîm
tefsir ve tercümesi bile vardır. İşte bizi asıl alâkadar eden husus bu dînî
te’liflerdir. Bunlarda ileri sürülen yanlışlar hakkıyla cevaplandırılsa
müstakil bir eser teşkil edebilir”
Ömer Fevzi Mardin (1878-1953) Sultân 2.Abdülhamid dönemi
kazaskerlerinden Yusuf Sıtkı Efendi’nin torunudur. Asker menşeli olup
binbaşılar kadar bu meslekte kalmıştır. Genç yaşta ‘İttihad Ve Terakki
Cemiyeti’ne intisab etmiş ve 1911 tarihindeki Trablusgarp Harbi’ne gönüllü
olarak katılan subaylar arasında bulunmuştur. İttihatçıların meşur istihbarat
teşkilatı olan ‘Teşkilât-ı Mahsûsa’da çalışmış, Birinci
Cihan Harbi esasında Tahran’da ateşemiliter olarak vazife görmüş ve
İran’ın tarafsız kalmasını temine çalışmıştır.
Kürtçülük Hareketi’ni başlatan ‘Bedirhanzâdeler’ ailesine
mensup olan Ömer Fevzi Mardin bir müddet Harbiye’de muallimlik de yapmıştır.
Ömer Fevzi, Harb-i Umûmî nihayetlerindeki tasfiye hareketi ile ordudan
ayrılmış, sonraki yıllarda tamamen tasavvufla meşgul olmuştur. 1930 yılında
vefat eden Nakşî Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi diye meşhur olmuş
bulunan Hüseyin Hüsnü Efendi’nin sohbetleri ne katılmış ve
1940 yıllarında kendisini ‘Arusî Şeyhi’ olarak ilan etmiştir. Güyâ
bu vazifeyi meşhur müellif Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’den
devralmış imiş. Hâlbuki bu iddia asılsızdır.
Ömer Fevzi Mardin diyor ki: ‘Musevilere ve
hristiyanlara gelince, onlar delâlette değiller ki haklarında hidâyet
dileyelim. Herbiri kendilerine Allah’(cc)ın nasib ettiği ve bulundurduğu
dindediler.”
Besim Atalay (1882-1965), Uşak’ta doğmuştur. Uşak Rüşdiyesi’ni bitirdikten
sonra önce Uşak’ta daha sonra istanbul’da medrese eğitimi almıştır. 1912
yılında ayrıca Darü’l Muallimîn-i Âliye’yi (Yüksek Muallim Mektebi)
bitirdiğinden Trabzon, Ankara, Konya, Maraş, İçel(Mersin) ve Niğde gibi
şehirlerde mektep müdürlükleri ve Milli Eğitim müdürlükleri yapmıştır. 1920
yılında Birinci Büyük Milet Meclisi’ne Kütahya milletvekili olarak dâhil olmuş
ve bu vazifeyi tam yedi dönem devam ettirmiştir. Şehid bir İslâm düşmanlığının
cârî ve hâkim olduğu bir zamanda siyasette bu kadar uzun müddet mevkiini
korumuş bulunması, O’nun şahsiyet ve fikirlerini anlamaya kafî gelse gerektir.
O devrin dini (İslâm’ı) kaldırıp yerine milliyet’i ikame etme gayretleri devam
ederken hiçbir kere itirazda bulunmamış olan bu adam, zikri geçen eserinde kendisini
müslümanların geri kalmış olmalarından samimi bir sûrette rahatsız olup,
gerçekten çareler arayan biri olarak göstermeye çalışmaktadır.
Yazar, Besim Atalay’ın ortaya attığı
fikirleri: ‘Lisan Meselesi, Mezheb ve Tarikat Düşmanlığı, Arap İhaneti İddaası
ve Kur’an Tercümesi ile İbadet Meselesi’ olmak üzere dört başlık altında
incelenmiştir.”
c-Kemalist Tahrif
Hareketleri
Bizim yakın tarihimizde inkılâp adıyla
anılan bütün hareketlerin umumi ve nihai gayesi, devlet ve hatta fertleri,
İslâm dışı bir hüviyete büründürmek yani ‘lâdinîleştirmek’tir. Bu
tavrın Tanzimat sonrası Osmanlı tarihindeki adlandırılışı ‘ıslâhat’, Cumhuriyet
Dönemi’nde ise ‘inkılâp’ ve onun ruhu mesabesinde ‘lâiklik’tir. Hâlbuki
lâiklik, sadece devlet idâresini herhangi bir dine bağımlı olmaktan çıkarmak
demek olduğu cihetle bizdeki tatbikatı (doğru olarak) ifade etmemektedir.
Kadir Mısıroğlu, söz konusu dönemin daha
iyi anlaşılabilmesi için iki mesele üzerinde durmuştur. Bunlardan ilki, 1928
yılında ortaya atılan ‘İslâmiyet’i Islah Projesi’ dir.”
“Yeni Türkiye siyâsî rejiminde lâikliğin
resmen telaffuz ve anayasaya girmesi 1937’de olmakla beraber baştan itibaren
bir iman umdesi sadakatiyle benimsenmiştir. Hal böyleyken devlet dine bugüne
kadar hep müdahale edegelmiştir. Fakat bunların en çirkini ibâdete müdahaledir.
Bu da Ezan, Kamet ve Kur’an’ın Türkçeleştirilerek aslının yerine ikame edilmek
istenmesinde tezâhür etmiştir. Bu meseleyi Kur’an-ı Kerim’in Türkçe
Tercümesi İle İbadet Dâvâsı başlığı altında incelemiştir. Bu
mesele hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler, Dücane Cündioğlu’nun Türkçe
Kur’an Ve Cumhuriyet İdeoloji’sini inceleyebilirler.”
Yine bu bölümde Kazım Karabekir’in
hatıratı ve bu hatıratın başına gelenler, söz konusu eserden ‘Nasıl Hristiyan
Olacaktık?’ isimli makale ve ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ üzerine düşünceler ile
‘1930-1940 yılları arası lise tarih kitapları ve eğitim felsefesi’ ele almıştır.”
(S. 339-552)
Üçüncü Bölüm
Naslardan Hüküm Çıkarma
Zarûretinden Doğan Mezhepler
1-Doğuş Sebepleri
Kuran-ı Kerim’deki âyetlerin bazıları
kolay anlaşılır bir mahiyet arz eder. Bunlara ‘muhkem âyetler’ denilir.
Fakat öyle âyeti kerimeler de vardır ki gerek ifade tarzı ve gerekse de temas
ettikleri mes’eleler itibariyle mânâ ve maksatlarının kavranması güçtür.
Bunlara da müteşabih âyetler denilir.
Aslî, hükümler (usûlât) inanç esaslarını
ifade eder. Fer’î hükümler (füruât) ise, ibâdet ve muâmelâta aittir. Aslî
hükümlerdeki ihtilâflardan doğan mezheplere ‘itikâdî mezhepler’ fer’î
hükümlerdeki ihtilâflardan doğan mezheplere ise ‘fıkhî veya amelî
mezhepler’ denir.
Asr-ı saâdetten uzaklaştıkça insanlardaki
gönül ve fikir sâfiyeti azalmış, çeşitli kavimlerin İslâm’a dâhil olmasıyla
onların eski inançlarının kalıntılarının buna eklenmesi ve eski Yunan
felsefesinin müessiriyeti ile hâsıl olan bu fiili durum sebebiyle, fıkhi
meseleler kadar itikadi esaslar da zamanla münakaşa mevzuu haline
getirilmiştir. Bu kelam münakaşaları sonunda da ortaya ‘Mâturîdi’ ve ‘Eş’arî’ adını
alan iki hak itikadi mezhep çıkmıştır. Bâtıl olanlar ise Cebriye Kaderiyye
Mürcie Mûtezile ve Müşebbehe gibi pek çoktur.
Bu mezheplerin oluşmasında temel
faktörler: Kader Meselesi, Mürtekib-i Kebire (Büyük Günah) Meselesi, Sıfat-ı
İlahiye Meselesi ve Felsefenin Tesiri olarak ifade edilebilir.”
2- Bâtıl İtikâdi
Mezhepler
“a- Cebriye’nin en
fârik vasfı bir kulun bütün fiilleri hür olmayıp Allah’(cc)ın takdiri ile o
filleri mecburen yapmakta olduğu iddiasıdır. Binâenaleyh kulun fiillerinde bir
tercih ve ihtiyarı yoktur.
b-Kaderiyye: Bu
mezhep mensupları Cebriye’nin tam aksi istikamette aşırı bir görüşle, bir kulun
bütün fiillerinin sırf kendi iradesinden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir.
Kul tamamen hür ve muhayyerdir, dilediğini bizzat yapar, hatta Allah’(cc)ın
murad etmediği bir şeyi yapmaya bile muktedirdir.
c-Mürcie: İman
esaslarını ve günahları hafife alan bu topluluğun inanışına göre, inkârla
birlikte salih amellerin hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, imanla birlikte
günahların da hiçbir zararı dokunmayacaktır. Zira Allah’(cc)ın afvının her
günahın ihâta ettiği yolundaki iddiaları sebebiyle bütün fâsıklar zamanla
burada toplanmışlardır.
d-Mutezile: İslâm dünyasında takriben üç yüz sene müddetle fikri
bir hâkimiyet elde ederek bilahare ortadan kalkmış olan Mûtezile Mezhebi nakli
(nasları) kabul etmekle beraber akla da ehemmiyet veren ve bunlar arasında bir
mübâyenet (zıtlık/aykırılık) halinde aklı esas alarak nakli te’vil eden bir
görüştür.
3-Hak olan itikadi mezhepler başlığı
altında Maturidi ve Eş’ârî âlimlerinin görüşlerine kısaca temas edilmiştir.”
(S.553-598)
Son söz
Bütün bu söylediklerime ilâve edilecek
daha pek çok söz mevcut olmakla beraber son olarak şunu da arz etmek isterim
ki, asıl ehemmiyetli olan bir dâvânın içinde bulunulan zaman itibariyle mevcut
durumdan ziyade onun gelişmesine ait istikamettir. Bu müspetse ve gelecekte
olun garibesine, menfi ise mağlubiyetine şâhid olunacak demektir. Bu gerçeğin
ışığında Türkiye ve İslâm Âlemi’nin son yüz yıllık tarihine baktığımızda
ümitvâr olmak icabettiren sayısız müşahade ile karşılaşacağımız muhakkaktır.
Azim ve irâdeleri donukluktan kurtararak hareketlendiren bu ümit varlık ise
müminlerin asli bir vasfı olduğuna nazaran her ahval ve şerait altında onu
muhafaza etmek imani bir borç demektir. Esasen ‘kâfirlerden başkasının
Allah(cc)’ın rahmetinden ümit kesmeyeceği’ ( Yusuf
Sûresi: 87) yolundaki ilahi beyan da bunu teyit etmektedir.” (S. 599-602)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 279 / Şubat 2014