Misak Dergisi yazarlarından muhterem N. Mehmed Solmaz Hocaefendi’nin kaleme aldığı ‘Dua İbadeti ve Kur’an’da Dua’ isimli eser, yıllarca süren bir çalışmanın mahsulü olarak ortaya çıkmıştır. Kitap on bölümden oluşmuştur. İlk bölümde ibadet ve dua kavramları incelenmiş, (S. 11-28) ikinci bölümde Kur’an’ı Kerim’e göre peygamberlerin tevhid mücadelesi özetlenerek bu mücadele içinde duanın yeri, peygamberlerin dualarından alınan örneklerle izah edilmiştir. (S.29-151) Üçüncü bölümde Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz (sav)’e tavsiye edilen dualar (S.152-184), dördüncü bölümde Meleklerin Duaları (S.185-190), beşinci bölümde Salihlerin Duaları (S.191-329), altıncı bölümde Azgınların Düşkünlük Duaları (S.330-341), yedinci bölümde Ahirette Kâfirlerin Duaları, sekizinci bölümde Cehennemliklerin Münakaşaları (S.365-373), dokuzuncu bölümde Cennetliklerin ve Cehennemliklerin Konuşmaları (S.374-380) incelenmiştir. Son bölümde ise Fatiha Sûresi izah edilmiştir (S.381-402). Bu eserin dikkatle okunması ve mucibince amel edilmesini tavsiye ederiz.
Duâ İbâdeti ve Kur’ân’da
Duâ
|
Tanıtımını yapacağımız “Duâ İbâdeti ve
Kur’ân’da Duâ” isimli eserin Yazarı N.Mehmet Solmaz 1934 yılında KAYSERİ,
Talaş ilçesi Vengicek Köyü’nde doğdu. Kayseri Mustafa Taşcıoğlu Kur’an Kursunda
hıfzını tamamladıktan sonra, özel olarak Arapça okudu. İlkokul diplomasını
dışarıdan aldı. Tahsilini Kayseri İmam- Hatip Okulu ve Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı. Mahalle imamlığı ile dini vazifeye başladı.
Kayseri Şeker ve Tolbaşı camileriyle, Ankara-Altındağ Yeşilöz Camii’nde imamlık
yaptı. Amasya Bölge Vaizliği ve Ankara Vaizliği vazifelerinde bulundu. Cemiyet
çalışmalarına 1961 yılında Kayseri’de başladı. Ankara’da devam etti. Çeşitli
meslekî ve kültürel cemiyet ve federasyonlarda görev aldı. Türkiye Din
Görevlileri Yardımlaşma Dernekleri Federasyonunda Genel Sekreterlik ve Genel
Başkanlık görevlerini yürüttü. Hakses Mecmuası’nın sahip ve neşriyat
müdürlüğünü yaptı. 1984 yılında Ankara Vaizliğinden emekli oldu. Almanya ve
İsviçre’de din görevlisi olarak hizmet etti. Evli ve dört çocuk babasıdır.
Yayınlanmış Eserleri:
Kur’an-ı Kerime Göre Peygamberler ve
Tevhid Mücâdelesi (Prof. Dr. İsmail Lütfü Çakan’la birlikte), Seçme Dualar,
Mehmed Akif’ten Seçmeler, Dört Büyük İmam, Gerçeğin Özü, Peygamber Sözü: 301
Hadis, Âlim ve Mücahid Bediüzzaman Said-i Nursî (1998) Üçlü Tanrı İnancı:
Teslis (2005), Geçmişten Geleceğe Vengicek Yazılı (Necati Solmaz ile Birlikte
2008), İki Ömer (2009), İncillerin Hikâyesi (2014), Yol Gösterenler (2014), Dua
İbâdeti ve Kur’anda Dua (2014)
Takdim
“Hamd; Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve
din gününün sahibi olan Allahu Teâlâ’ya (cc), salât ve selâm, Âlemlere rahmet
olarak gönderilen Peygamberimiz Efendimiz’e (sav), temiz ehl-i beytine ve
ashabına olsun! Allah’ın (cc) rızasını kazanabilmek için bütün imkânlarını
seferber eden mü’minlere de hayır dualar ederiz!
İslâm’ın temel hedefi; Allahu Teâlâ ile
insanoğlu arasındaki en güzel bağı kurmak ve O’nun razı olacağı bir hayat
nizamını sağlamaktır. Kur’an-ı Kerim’de yer alan her hüküm, insanlar için
rahmet ve hüccettir. Bir Ayet-i Kerimede: ‘Bu kitap öyle bir kitaptır ki, bütün
insanları, iznimizle karanlıklardan nura, o yegâne gâlip, hamde lâyık olan
Allah’ın yoluna çıkarmak için, onu sana indirdik’ (İbrahim Sûresi: 1) hükmü
beyan buyurulmuştur. Hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân-ı Kerim, insanlar
için bir hidayet rehberidir.
Kur’ân-ı Kerim’de dua ve türevleri ‘Allah’a
(cc) yakarma, istek ve ihtiyaçlarını arzederek O’nun lütfunu dileme, ibâdet
etme, yardıma çağırma, bir durumu arzetme’ gibi anlamlarda
kullanılmıştır. Lügat âlimlerinden Ragıp El Isfahani, sözlük anlamıyla dua
kelimesinin ‘nida’ ile anlam yakınlığı olmakla birlikte ıstılâhi manadaki duada
daima tâzim ve tâzimle birlikte istikte bulunma anlamının mevcut olduğuna
dikkati çekmiş ve buna Müslümanların Hz. Peygamberi (sav) çağırırken saygılı
bir ifade kullanmalarını emreden âyeti (En Nûr Sûresi:63) delil olarak
zikretmiştir. Esasen duanın aynı zamanda zikir sayılması, hatta İslâmî
literatürde çoğu zaman ‘ezkâr ve ed’iye’ gibi ifadelerle bu
iki kavramın birlikte kullanılması, duanın içerdiği bu saygı (tâzim) unsurunun
bir neticesidir. Duanın bu muhtevasından dolayı Peygamberimiz Efendimiz (sav)
‘Dua ibâdetin özüdür’ buyurmuştur. Adetûllah, sünnetûllah ve fıtratûllah
terimlerinin keyfiyetini tefekkür eden her mükellefin; içinde bulunduğu zor ve
sıkıntılı durumlardan kurtulmak, bu arada aczini, güçsüzlüğünü ve yaptığı
hataları samimiyetle itiraf ederek AllahûTeâlâ’dan (cc) yardım istemesi (zikir,
istiâze, istiâne) gerekir.
Dua ibâdetinde; AllahuTeâlâ (cc) ile
kul/mükellef arasında bir vasıta yoktur ve bu sebeble dua, kulluk makamlarının
en önemlisidir. Bir Âyet-i Kerime’de ‘De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye
değer versin? (El Furkân Sûresi:77) denilmek suretiyle insanın ancak Allah’a
(cc) olan bu yönelişiyle değer kazandığı belirtilmiştir. Allah (cc) ile
mükellef/kul arasındaki münasebet konusunda Hz. Peygamber’e (sav) yöneltilen
soruya Kur’an-ı Kerim’de şu cevap verilmiştir: ‘Ben (kuluma) yakınım, kulum
benden bir şey istediğinde onun duasına karşılık veririm.’ (El Bakara
Sûresi:186) Başka bir Âyet-i Kerimede ‘başa gelen sıkıntılı durumlarda
hem sabır ve direnme göstermek, hem de namaz ve dua ile Allahu Teâlâ’dan (cc)
yardım istemek’ tavsiye edilmiştir. (El Bakara Sûresi:45,153) Zira dua
ve zikir/namaz, mükellefe güç ve moral verir. (Er Rad Sûresi;28) Bir Hadis-i
Şerifte tasvir edildiği üzere ‘Allah’ı (cc) ananları melekler kuşatır,
üzerlerine rahmet ve sekinet iner.’ (Sünen-i İbn-i Mace-K. Edeb:53)
Tabiatta meydana gelen hadiselerin
Allah’ın (cc) iradesi veya ezelde belirlediği kadere uygun olarak meydana
geldiği malûmdur. İnsanın fiillerinin de belli bir sebeb, vesile ve sonuç
ilişkisi içinde cereyan ettiğinde şüphe yoktur. Bu hakikatleri dikkate alan
bazı mübtediler, dua ibâdetinin faydasız olduğunu ileri sürmüşlerdir. İmam
Fahrüddin Er Razi’nin belirttiğine göre, bazı kimseler (mübtediler) duanın
faydasız olduğunu iddia etmişlerdir. Bunların iddiasına göre; ‘dua ile talep
edilen durumun vukû bulacağı Allah (cc) nezdinde biliniyorsa, bunun için dua
etmeye gerek yoktur, nasıl olsa vukû bulacaktır. Eğer vukû bulmayacağı Allah
(cc) tarafından biliniyorsa, bunun için de dua etmek faydasızdır, çünkü vukuu imkânsızdır.
Allah’ın (cc) meydana geleceğini ezelde takdir ettiği şeyin vukûunu önlemek,
takdir etmediğinin meydana gelmesini sağlamak mümkün değildir. Şu halde dua
takdiri değiştirmez. Allah (cc) nezdinde her şey malûm olduğuna göre dua ile
bir bakıma ihtiyaçlarımızı O’na hatırlatmak kulluğa yakışmaz. Nitekim dini
bakımdan en yüksek makamda olan kişiler (sıddıklar) bu makama, İlâhi takdire
rıza ile ulaşmışlardır. Ayrıca dua, nefsin muradını Allah’ın (cc) muradına
tercih etmek anlamına geldiğinden edebe mugayirdir! İslâm âlimleri, doğru gibi
görünen, fakat dua ibâdetinin hakikatine uygun olmayan bu iddialara gereken
cevabı vermişlerdir. Onlara göre kadere dayanarak duayı reddetmek
yerine, duayı da takdirin bir parçası saymak daha mâkuldür. Ezelde
duaya bağlı olarak takdir edilmiş şeyler, yine dua ile hâsıl olacaktır. Kaderin
olaylara göre önceliği varsa, Allah’ın (cc) da kaza ve kadere önceliği vardır.
Bunun aksini düşünmek, Allah’ı (cc) da kaza ve kadere mahkûm farzetmek sonucuna
götürür. Ayrıca duadan maksad, Allah’ın (cc) bilmediği bir şeyi O’na
hatırlatmak değil, kişinin kulluğunu göstermesi, aczini ve ihtiyacını Allah’a
(cc) arzetmesidir. Bunun içindir ki dua (kabul edilsin veya edilmesin) başlı-başına
bir ibâdettir. Bütün bu akli delillerin yanında, dua ibâdetinin
ihlâsla edâ edilmesini emreden muhkem nassların varlığı da malûmdur.
İmam-ı Gazali ‘Allah’ın takdiri
değişmeyeceğine göre duanın ne faydası vardır?’ sorusuna cevap
verirken, bazı inceliklere işaret etmiştir: Hadiseler önceden sebeb, vesile ve
sonuç ilişkisiyle birbirine bağlanmıştır. Sebeplerin sonuçları ortaya
çıkarması, zaman içerisinde meydana gelir. İyilik veya kötülüğü takdir eden,
bunlar için bir sebeb de takdir etmiştir. Dua iyiliklerin elde edilmesi ve
kötülüklerin önlenmesi için bir sebebtir. Duanın bir faydası da Allah’a
(cc) teslimiyetin tahkiken kalbe yerleşmesidir ki, bu bütün ibâdetlerin hedefi
ve özüdür! Bazı irfan ehli, dua ibâdetinin önemini izah ederken
‘Allah’a (cc) duyulan iştiyak, ihtiyaç ve O’nunla vasıtasız olarak haberleşme hadisesi,
İlâhi murakabenin kalbe sirayet etmesine vesiledir. Hamd, tesbih, zikir ve
tehlil gibi ‘Allah’ın (cc) her şeyden münezzeh olduğunu’ ifade eden dualar,
sadece O’nun rızasını elde etmeyi arzu eden mükellefin sevgisini ve saygısını
(tazimini) sunmasına vesiledir. Dua ibâdetini ihmal eden kul/mükellef; zaman
içerisinde şeytanın telkinleriyle, kendisinin İlâhi tekliflerden müstağni
görür, imanı zayıflar ve nefs-i emmâresinin esiri haline gelebilir. Dua
ibâdetinin gönülden ve gizlice yapılması, Allah (cc) ile kul/ mükellef
arasındaki manevi münasebetin sürekli hale gelmesi; aynı zamanda diğer bütün
ibâdetlerin vaktinde edâ edilmesine vesile olabilir. Kur’ân-ı Kerim’de, dua
ibâdetini edâ eden müslümanlara riayet etmeleri gereken en önemli unsur haber
verilmiş ve şöyle buyurulmuştur: “Rabbinize yalvararak gizlice dua edin. Çünkü
Allah haddi aşanları sevmez.” (A’râf Sûresi: 7/55) Dua ibâdetini edâ ederken,
ümit ile korku arasında bulunmanın önemine işaret edilmiştir: “Allah’a hem
korku hem de ümit ile dua edin. Şüphesiz Allah’ın rahmeti iyilik edenlere
yakındır.” (A’râf Sûresi: 7/56) İnsan dua ederken kendini duaya vermeli, tam
bir zihin uyanıklığı içinde, duasının kabul olunacağı inancı ile dua etmelidir.
İsteğinin kısa sürede yerine getirilmediğini düşünmesi ve “Dua ettim de dua
kabul olunmadı” gibi duygulara kapılması doğru değildir. Zira Peygamberimiz
Efendimiz (sav): “Herhangi biriniz acele etmedikçe duası kabul edilir’ buyurmuş
ve kabul edilmeyen meşrû duaların sevabının da ahirette verileceğini beyan etmiştir.
Misak Dergisi yazarlarından muhterem N.
Mehmed Solmaz Hocaefendi’nin kaleme aldığı ‘Dua İbâdeti ve Kur’an’da Dua’
isimli eser, yıllarca süren bir çalışmanın mahsulü olarak ortaya çıkmıştır.
Hayırlara vesile olmasını dileriz.”
Kitap on bölümden oluşmuştur. İlk bölümde
ibâdet ve dua kavramları incelenmiş, (S. 11-28) ikinci bölümde Kur’an’ı Kerim’e
göre peygamberlerin tevhid mücadelesini özetlenerek bu mücadele içinde duanın
yeri, peygamberlerin dualarından alınan örneklerle izah edilmiştir. (S.29-151)
Üçüncü bölümde Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimiz’(sav)e tavsiye edilen dualar (S.
152-184), dördüncü bölümde Meleklerin Duaları (S.185-190), beşinci bölümde
Salihlerin Duaları (S.191-329), altıncı bölümde Azgınların Düşkünlük Duaları
(S.330-341), yedinci bölümde Ahirette Kâfirlerin Duaları, sekizinci bölümde
Cehennemliklerin Münakaşaları (S.365-373), dokuzuncu bölümde Cennetliklerin ve
Cehennemliklerin Konuşmaları (S.374-380) incelenmiştir. Son bölümde ise Fatiha
Sûresi izah edilmiştir. (S.381-402)
“İnsan; Allah’ın gönderdiği peygambere ve
ona indirdiği İlâhî kitaba uymakla; sağlam inancı, ibâdeti, duası, güzel
ahlakı, iyilikleri, helal rızkı, kul hakkına riayeti, nefsine hâkim olması,
haramlardan ve kötülüklerden kaçınması, insanî ve İslâmî kimlik ve değerini
korumakla kalmaz, sahip olduğu bütün değerleri, faziletleri daha da geliştirir
ve yükseltir ve melekleşir, hatta meleklerden de üstün hale gelir.
İnsan; Allah’ın gönderdiği peygamberi ve
ona indirdiği İlâhî kitabı tanımaz, hakkı kabul etmez, vicdanını köreltir,
aklını kötülüklere kullanır, ibâdet ve duadan uzak yaşar, kötü huyların, kötü
işlerin sahibi olur, nefsine esir düşer, insanların haklarına tecavüz eder,
zalim olur, azgınlaşırsa; hayvanlaşır, hatta hayvanlardan daha aşağı derekelere
düşer.” (S.12)
“İrade, istemek demektir. Allah, insanları
bir şeyi isteme ve onu yapmak için güç kullanma yetkisine sahip olarak
yaratmıştır:
“Gerçekten biz ona doğru yolu gösterdik.
İster şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan Sûresi: 76/3)
“Biz ona iki yol (iyi ve kötü) gösterdik.”
(Beled Sûresi: 90/10)
“Nefsini arındıran kişi muhakkak umduğuna
ermiş, onu alabildiğine günahla örten kişi de zarara uğramıştır.” (Şems Sûresi:
91/9, 10)
“Her nefis kazandığı şey karşılığında
sorumludur.” (Müddessir Sûresi: 74/38)
“Kim iyi amel işlerse lehine, kim de
kötülük ederse aleyhinedir.” (Fussilet Sûresi: 41/46)
“De ki: bu hak (kitap) Rabbinizdendir.
Artık dileyen iman etsin, dileyen Kâfir olsun” (Kehf Sûresi: 18/29)
“İnsan, yaratılmışların en şereflisidir.
Allah, yerleri, gökleri, denizleri, dağları, yer altında, yer üstünde olan
bütün canlı, cansız varlıkları insanlara hizmet için yaratmıştır. Allah,
insanları bunlardan faydalanması için de akıl, irade ve çeşitli kabiliyetlerle
donatmıştır. İnsan, aklını, iradesini ve kabiliyetlerini iyiye veya kötüye
kullanmak hürriyetine ve gücüne sahiptir. Aynı zamanda insan, aklı ile iyiyi
kötüyü, faydalıyı faydalı olmayanı birbirinden ayırma gücüne sahiptir. İnsanlar
ve cinler kendilerine verilen vazifeleri iradelerini kullanarak ya kabul
ederler veya kabul etmezler. İradeleri ile doğru yola veya yanlış yoldan birine
giderler. İnsanlar iradelerini iyiye kullanırlarsa yaratılışta kendisine
verilen ‘yaratılmışların en şereflisi olma’ özelliğini korur. Diğer
varlıkların tercih hakları ve hürriyetleri yoktur. Onlar yaratılışta
kendilerine verilen vazifeleri yaparlar. İradeleri olmadığı için tabii olarak
yükümlülükleri ve sorumlulukları da yoktur. Ebucehil, aklını ve iradesini kötüye
kullandı, en şedit kâfir oldu. Hazreti Ebubekir (ra) aklını ve iradesini iyiye
kullandı, iman etti, Müslüman oldu. Ümmetin en hayırlısı unvanına imanı ve
amel-i salih ile yükseldi.” (S.15)
“Şüphesiz inkâr eden kitap ehli ile
Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte
onlar yaratıkların en kötüsüdür. Şüphesiz iman edip, salih ameller işleyenler
var ya; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdır.” (Beyyine Sûresi: 98/6,7)
Merhum Mehmed Akif şiirinde şöyle der:
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm
ol.
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar
yol.
Sa’y çalışmak demektir. Allah çalışmayı
emreder:
“İnsan için ancak çalıştığı vardır.
Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra çalışmasının karşılığı
kendisine tastamam verilecektir.” (Necm Sûresi: 53/39-41)
İnsana düşen vazife; bilgili ve şuurlu bir
şekilde Allah’ın emrine uygun olarak çalışmaktır. Zalimlerin arasında olmamak
esastır. Peygamberimiz (sav) Mekke müşriklerine İslâm’ı tebliğ ediyordu.
Müşrikler Müslüman olmadıkları gibi Müslüman olanlara eziyet ve işkence
yapıyordu. Peygamberimiz (sav), müşriklerin Müslümanlara eziyetlerinden son
derece üzülüyordu. İnen âyetler müşriklerin şirki ve işkenceyi bırakıp Müslüman
olmazlarsa büyük azaba uğrayacaklarını bildiriyordu.
Allah’ın azabı kesindir, önlenemez.
Şiddetlidir, tahammül edilemez. İnsan Müslüman olmakla ve Müslüman olarak
yaşamakla, Allah’ın azabından kurtulduğu gibi, İlâhî rahmetine ve mükâfatına da
kavuşur, dünya ve ahiret bahtiyarlığına da erer. Bunun için Müslüman aynı
zamanda Allah’ın cezasından ve azabından korkmalı, cezayı ve azabı gerektiren
işler yapmamalıdır.
Allah’ın cezası ve azabı geldiği zaman,
Müslüman’ın kâfirlerin ve müşriklerin içinde bulunmamaları ve Allah’a
sığınmaları için şöyle dua etmesini Peygamberimiz (sav)’e emrediyor:
“Rabbim, tehdid olundukları azap gelirse,
beni o zalimlerin arasında bulundurma.” (Müminûn Sûresi: 23/93-94)
Peygamberimiz (sav)’e emredilen bu duanın
muhatapları Müslümanlardır. Allah, hiçbir peygamberini zalimler cezaya uğradıkları
zaman onlarla beraber bulundurmamıştır. Dünyada zalimlerle beraber olmayan,
zalimlerin huyuna - suyuna göre hareket etmeyen, onlara yardımcı olmayanlar,
ahirette de onlarla beraber olmayacaklardır. Özellikle şerli ve kötü
toplumlarda yaşamak zorunda olan Müslümanlar, Müslümanlıklarına sahip çıkmalı,
kötülerle beraber olmamak için Allah’a sığınmalı ve O’na dua etmelidir. Çünkü
her kötü aynı zamanda bir zalimdir
Müslüman, kötü toplumlarda, kötülerle
beraber yaşarken, Müslümanlığına sahip çıkmazsa, Allah’a sığınıp O’na dua etmez
ve O’nun emirlerine uygun yaşamazsa kötülerle beraber olur, onlar gibi yaşar,
onlarla beraber dirilir, onlarla beraber Allah’ın azabına uğrar. İletişim
araçlarının korkunç derecede ilerlemesi, küfür, şirk, dinsizlik, batıl dinler yanlış
inançlar, hurafeler, hayvani bir yaşayışın televizyon, bilgisayar gibi
vasıtalarla evlerimize kadar girdiği çağımızda Müslüman olarak kendimizi İslâm
inancına ve ahlakına sahip olmakla, gerekli karşı tedbirleri almakla
koruyabiliriz. Allah’ın Peygamberimiz (sav)’e emrettiği ‘Beni o
zalimler arasında bulundurma’ duası diğer peygamberlere de
emredilmiştir. ‘Ben Muhammed ümmetiyim’ diyen herkes bu duayı
yapmalı ve duanın gereği olan gerekli çalışmaları ve hareketleri de yerine
getirmelidir. Küçük bir köy haline gelen dünyamızda her türlü kötülüklerden ve
şer hareketlerden ancak Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak kurtulabiliriz.
Adem atamızla Havva anamızın cennetten çıkarılmasına sebep olan şeytan, insanın
ebedi düşmanıdır. Adem atamızdan bu yana Hak yoldan ayrılan insanları şirke,
küfre düşüren şeylerin başında şeytanın aldatması, kandırması kötü şeyleri iyi
göstermesi vardır. İnsanoğlunun şeytandan kendisini koruması gereklidir. Şeytan
insana vesvese verir. Vesvese şüphe ve kuruntu demektir. Şeytan insana bilhassa
iman, ibâdet, ahlak, helal ve haram gibi konularda vesvese verir. İnsanı
imandan, ibâdetten, ahlaki bağlılıktan uzaklaştırır. Küfre, kötülüğe alıştırır.
Çünkü şeytan kıyamete kadar insanları yoldan çıkaracağına yemin etmiştir.
Şeytan gece gündüz akla hayale gelmedik hileler kullanarak iman edenleri yoldan
çıkarmak, günaha sokmak, kötülükleri sevimli göstermek için çalışmaktadır.
Ezelî ve ebedî düşmanımız şeytandan
korunmak için Allah bütün peygamberlerine ve onların ümmetlerine emir verdiği
gibi, Peygamberimiz(sav)’e de emirler vermiştir. Bu emirlerin ilki, şeytanın
kötülüklerinden Allah(cc)’a sığınmaktır. Allah(cc), Peygamberimiz (sav)’e şöyle
dua etmesini emretmektedir. (S.167)
“Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından
sana sığınırım.” (Mu’minûn Sûresi: 23/97)
“Rabbim! Onların bana yaklaşmasından da
sana sığınırım.” (Mu’minûn Sûresi: 23/98)
Kâfirlerin duaları, dünyada da, âhirette
de boşunadır. Kabul edilmez. Kâfirlerin dünya istekleri ister verilsin, isterse
verilmesin, âhirette onlar için hiçbir nasib yoktur.
Müslüman dikkat etmelidir ki; yalnız
dünyayı isteyen kimse dünyanın kulu kölesi olur. Dünyaya ait her şeyi iyi
görür. Âhirete ait işleri ve amelleri ihmal eder. Dünya menfaatinden başka
hiçbir şey düşünmeyen, gece gündüz dünya uğrunda ömür çürütenler, âhirette
nasibi olmayanlar arasına katılırlar. Dünyada altının, gümüşün, elbisenin,
makamın, şöhretin, şehvetin kulu olanlar, âhiret hayatında cehennem ateşinin
yakıtı olurlar. Âhiret hayatını unutarak yalnız dünyalık istemek, Müslümanın
yapabileceği bir şey değildir.
Müslümana yakışan dünya için de, âhiret
için de iyilik istemektir. Çünkü Müslüman inanır ki; hayat, dünya hayatından
ibaret değildir. Dünya hayatından sonra sonsuz olarak devam edecek âhiret
hayatı vardır. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Bu dünya hayatı, âhiret hayatı
için bir hazırlık ve hazırlanma yeridir. Dünya hayatına da Allah’ın koyduğu
ölçüler içerisinde değer verilmeli, ihmal edilmemelidir. Dünya hayatının iyilik
içinde geçmesi, âhiret hayatının da iyilik içinde geçmesinin işareti ve
alâmetidir. Bunun için Müslüman dünyada iyi bir Müslüman olmak için durmadan
çalışmalıdır. Dünyası için de, âhireti için de Allah’tan iyilik istemelidir.
Müslümanı kâfirden ayıran bir özellik de budur. Allah, Müslümanların nasıl dua
edeceğini şöyle bildiriyor;
“Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver,
âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.” (Bakara Sûresi: 2/201)
S.193
İnsanlar hür yaratılmıştır. Neyi
isterlerse onu yapabilirler. Neye kavuşmak isterlerse ona kavuşabilirler.
Dünyayı isteyenler için, yalnız dünya nasibi olduğu gibi, dünya ve âhiret
iyiliğini isteyenler için de hem dünya ve hem âhiret nasibi vardır. Biri bir
taraflı, diğeri iki taraflı nasiblerini almaktadırlar. (S.194)
Allah şöyle buyurur: “Her kim ahiret
sevabı isterse, onun sevabını arttırırız ve her kim dünya menfaatini isterse,
ona da dünyalık veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur.” (Şûrâ Sûresi:
42/20)
Kur an-ı Kerim’de Ashab-ı Kehf kıssası,
özellikle iman-küfür mücadelesinin hep var olduğunu, inananların zulme uğramalarına
rağmen her zaman hakkın galip geldiğini ve ölümden sonra yeniden dirilişin
Allah’ın kudretiyle mümkün olduğunu bildirmek amacı ile anlatılmıştır.
Cuma günü Kehf Sûresi okunur. Cuma günü
Kehf Sûresi’ni okuma konusunda Peygamber (sav)’in müteaddid Hadis-i Şerif’leri
vardır. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
“Kim Cuma günü Kehf Sûresi’ni okursa,
ayaklarının altından göklerin tepesine kadar onun için bir nur yükselir ve bu
nur kıyamet günü önünü aydınlatır ve iki Cuma arası (günahları) mağfiret
olunur.” (S.281)
İnsanın Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten
sonra varlıklar içinde öncelikle itaat edeceği ve iyilik yapacağı anası ve
babasıdır. Çünkü insanın dünyaya gelişine sebep olan anası ve babasıdır. İnsanı
sevgi ile şefkat ve merhametle büyüten, yetiştiren, evladının yetişmesi için
her türlü fedakârlığı yapan, zorluklara göğüs geren anası ve babasıdır. Kul
haklarının başında ana baba hakları gelir, Allah, ayetlerinde kendine ibâdetten
hemen sonra ana ve babaya iyiliği emreder. Ana baba hakkı ödenemez. Ana baba kendisinden
razı olursa evlat kurtulur. Bir adam annesini sırtına almış, Kâbe’yi tavaf
ediyordu. Bu adam peygamber (sav)’e: “Nasıl, annemin hakkım ödeyebildim mi?”
diye sordu. Peygamber (sav): “Hayır, seni karnında taşırken bir nefes alma
anındaki zahmetinin dahi hakkını ödeyemedin” buyurdu.
Makbul dualardan biri de ana babanın
duasıdır. Peygamber şöyle buyurur: “Üç dua vardır ki, kabul olunmalarında şüphe
yoktur. Mazlumun duası, misafirin duası, ana ve babanın evladına duasıdır.”
Allah, Kur’an-ı Kerim’de Kendisine
ibâdetten sonra ana babaya iyiliği emreder. (S.285)
Bu ayetlerden birinde şöyle buyurur:
“Allah’a ibâdet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Bir de anaya babaya
iyilik edin. Akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya,
yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizdeki kölelere de iyilik edin. Çünkü Allah,
büyüklenen ve övünen kimseyi sevmez.” (Nisâ Sûresi: 4/36)
Allah Lokman Sûresi’nde de şöyle buyurur:
“Biz insana ana ve babasına karşı (iyilik yapmasını) tavsiye ettik. Anası onu
zayıflık üstüne zayıflıkla taşımıştır. Onun sütten ayrılması iki sene olmuştur.
Bana ve ana babana şükret. Dönüş banadır. Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi
olmadığın bir şeyi, bana ortak koşman için anan ve baban seni zorlarsa, sakın
onlara itaat etme. Bu dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelenin yoluna uy.
Sonra dönüşünüz banadır. Yaptıklarınızı size haber veririm” (Lokman Sûresi:
31/14,15) (S.292)
Kitabın son bölümünde ise Fatiha Sûresi
vesilesiyle müminlerin nasıl dua etmesi gerektiği bildirilir: “Bizi doğru yola,
kendilerine nimet verdiğini kimselerin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve
sapıklarınkine değil.” (Fatiha Sûresi: 1/6, 7)
Mü’min, ölümüne kadar ibâdet etmek,
doğruluk üzerine yaşamak, sapık ve kötü yollardan korunmak için Allah’a böyle
dua edecektir. Hayatın her safhasında bizi doğruluğa iletecek yolu bize göster,
bizi hatalardan, kötü akıbetlerden koru ve sonunda bizi başarıya ulaştır. Ey
Rabbimiz! Bulunduğumuz iman ve İslâm olan doğru yola ulaştıracak sensin. Senden
başka hidayeti verecek yoktur. Sen bizi hidayete ulaştır. Bizim istediğimiz
“doğru yol” senin nimet verdiğin ve desteklediğin kimselerin takip ettikleri
yoldur. Doğru bir şekilde yaşamanın ve Allah’ın rızasını kazanmanın sonucu
olarak bahşedilen hakiki ve sürekli nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet.
Fatiha Sûresi’nde “Sıratı müstakim” de ifade buyurulan doğru yol, Allah’ın
bildirdiği, Peygamber (sav)’in gösterdiği yoldur.
Bu yol, peygamberler, sıddîklar, şehîtler
ve sâlihlerin yoludur. Merhum şehîd Seyyid Kutub, “Bizleri doğru yola ilet”
duasını şöyle açıklar: “Gayeye ulaştıran doğru yolu bilmeye bizi muvaffak
kıl... Bu yolu bulduktan sonra o yolda sebat edenlerden eyle... O yolu bilmek
ve onda sebat etmek, Allah’ın rahmet, hidâyet ve himayesinin bir mükâfatıdır.
Bu da, Allah’a yönelmek, O’nun yardımcı olduğuna inanmanın neticesidir. Bu ise,
mü’minin Allah’tan yardım olarak dilediği ilk ve en büyük arzusudur. Zira doğru
yolu bulmak dünya ve ahiret saadetine ermenin kesin teminatıdır.” (S.400)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 296 / Temmuz 2015