Bu sayımızda tanıtımını yapacağımız kitap, ‘El-Akidetü’t-Tahavîyye (Asıl adı Beyanü Akaidi Ehli ’s-Sünne ve ’l Cemaâ’ isimli eserdir). Bu eser İmam-ı Azâm Ebû Hanife, İmam Muhammed ve İmam Yusuf’a ait itikadi görüşleri derleyen bir risaledir. Bilindiği gibi İslâmi ilimler içerisinde akaid, itikadi hükümlerin temelini teşkil etmesi bakımından ‘ilimlerin reisi’ olarak nitelendirilmiştir. Ehl-i Sünnet kelamı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, ashâbının ve onlara tâbi olan âlimlerin akîdesidir. Hicrî dördüncü asrın ilk çeyreği, bu ilmi sahiplenip sistemleştiren ve onu korumaya gayret eden ilim adamlarının mücâdelelerine sahne olmuştur. Bunlardan en meşhurları Irak-Şam civarında Hasan el-Eş’arî, aynı dönemde Türkistan dolaylarında yaşayan Ebu Mansur el- Maturîdî’dir. Mısır’da bu misyonu üstlenen ise Ebu Cafer et-Tahâvî olmuştur.
Ehl-i Sünnet Akâidi
Muhtasar Tahâvî Akîdesi Şerhi
|
İçinde yaşadığımız âlemin bir imtihan
vesilesi olduğu hepimizin malumudur. Akaid ilmi neye nasıl inanmamız
gerektiğini ele alır. Yaşadığımız dönemde fıkhî ihtilaflar ile akaide taalluk
eden konularda yaşanan ihtilafların birbirine karıştırılması ise tam bir
felakettir.
Bu temel esasa bir noktayı daha ilave
etmekte fayda vardır: İki asırdır sürekli kan kaybeden Anadolu geçen yüzyılın
başında yaşadığı hezimetin yaralarını henüz sarabilmiş değildir. Bir tarafta
takiyeyi inanç esası yaptığından aslında söylediği hiçbir sözün değeri
(inandırıcılığı) olmayan Şia, diğer taraftan Ehl-i Sünnet inancını esas almış
Selçuklu çizgisinin devamı olan Osmanlı’ya ihanet eden Vehhabi çevrelerin
kendilerini Selefî diye takdim ederken ortaya koydukları takiye.
Yaşadığımız dönem gerek Şiî gerek Selefî
çevrelerin bu topraklarda yoğun bir lobi faaliyeti içinde olduğunu ortaya
koymuştur. Toplumların da hafızası olduğu gerçeği ve geçmişte yaşanan ihanetler
söz konusu çevrelerin Anadolu insanın karşısına kendi kimlikleri ile
çıkmamalarının en önemli sebeplerindendir. Mü’mine yakışan hem ahiretini hem de
dünyasını ihya edecek olan firasettir.
“Abbasîler devrinin ilk zamanları İslâm
kültür ve medeniyetine damgasını vuran çok önemli bir zaman dilimidir. Avrupa
Medeniyetinin doğmasında, bu dönem İslâm âleminde kurulan çeşitli müesseseler
ve gelişen ilimler çok önemli rol oynamıştır. İslâm dünyasındaki dil ve tercüme
faaliyetleri; dinî, sosyal ve tabii ilimler sahasındaki çalışmaların bir kısmı
Emevîler devrinde başlamış olmakla birlikte, bu çalışmaların sistemli bir
şekilde ele alınarak müstakil birer ilim dalı haline gelmesi Abbasîler devrinde
gerçekleşmiştir.” (Tevfik AYDIN, Ebu-Cafer Et-Tahavi’nin El-Akidetu’t
Tahaviyye’deki Bazı Kelami Meselelerin Değerlendirilmesi, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Danışman Şerafettin Gölcük, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Ana Bilim Dalı Kelâm Bilim Dalı, S. 24)
“Bu dönemde, Kelam ilminin müstakil bir
ilim dalı haline geldiği görülür. Yunan felsefesi ve İskenderiye felsefi ekolü
gibi felsefî doktrinlere ve bozuk fikirlere verilen cevaplarla birlikte ilm-i
kelam ve kelam usulü oluşturulmuştur. Kelam ilminin sistemleştiği bu devirde,
birçok itikadi mezhep kurulmuş, gelişmiş, bazıları ise kaybolup gitmiştir.
Emevîler devrinde ortaya çıkan Mu’tezile Mezhebi, Halife Me’mûn, Mu’tasım ve
Vâsik dönemlerinde en parlak devrini yaşamış ve Abbasî coğrafyasında
taraftarlarını çoğaltmıştır.” (Tevfik AYDIN, Age. S. 25)
“Bağdat Mu’tezilesi, halifeler nezdinde
itibar kazanmaya çalışarak kendi görüşlerini devletin resmî mezhebi haline
getirmişdir. Bilhassa Halku’l-Kur’ân meselesinde Sümâme b. Eşres ile İbn Ebû
Düâd, Halife Me’mûn ve ayrıca Mu’tasım’ın huzurunda Ahmed b. Hanbel ile
yaptıkları münazaralar sonunda ‘mihne devri’nin ortaya çıkmasına
yol açmışlardır. Bu olay sebebiyle müslüman halkın nefretini üzerine çeken
Mu’tezile’nin, Mütevekkil’in halife olmasıyla nüfuzu daha da azalmış, Abbâsîler’in
son devirlerinde ise gücü ve tesiri büyük ölçüde kaybolmuştur.” (Tevfik AYDIN,
Age. S. 25)
“İslâmi ilimler içerisinde akaid, bütün
dini hükümlerin temelini teşkil etmesi bakımından ‘ilimlerin reisi’ olarak
nitelendirilmiştir. Ehl-i Sünnet kelamı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, ashâbının ve
onlara tâbi olan âlimlerin akîdesidir. Hicrî dördüncü asrın ilk çeyreği, bu
ilmi sahiplenip sistemleştiren ve onu korumaya gayret eden ilim adamlarının
mücâdelelerine sahne olmuştur. Bunlardan en meşhurları Irak-Şam civarında Hasan
el-Eş’arî, aynı dönemde Türkistan dolaylarında yaşayan Ebu Mansur el-
Maturîdî’dir. Mısır’da bu misyonu üstlenen ise Ebu Cafer et-Tahâvî olmuştur.
(Tevfik AYDIN, Age. S. VI-önsöz)
“Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdî el-Hacrî
el-Mısrî et-Tahâvî. Doğum
tarihi konusunda ihtilaflar bulunmakla beraber en makul tarih, talebesi İbn
Yunus’un hocası Tahavî’den aktarımla naklettiği 10 Rebiülevvel h. 239/m. 853
senesidir. Mısır’ın güneyinde Aşağı Said bölgesinde Nil nehrinin batısındaki
Eş-mûnin’e bağlı Tahâ köyünde doğdu. Doğduğu yere nispetle Tahâvi olarak bazen
de Mısır’a nispetle Mısrî olarak anılmıştır. Annesi İmam Şafii’nin bayan
talebeleri arasında yer almıştır. Dayısı Mûzeni (h. 264/m. 877) ise İmam
Şafii’nin kıymetli talebelerindendir. Hocalarının pek çoğu Tahavî’yi medh-ü
senâ etmiştir. Mısırlılardan İbn Yûnus: ‘sikadır, fakihdir, âlimdir;
O’nun gibi bir ilim adamı daha gelmedi’ demiştir.
İlmî kültürü bulunan bir ailede dünyaya
gelmiş olmanın nasibinden fazlasıyla istifade eden Tahavî hadis, tefsir, fıkıh
ve akaid alanlarında derinleşmiştir. Nitekim İmam Zehebi ve İbn-i Kesir ondan
bahsederken ‘fakihtir, muhaddistir, hafızdır, büyük İslâm âlimlerinden
biridir’ ifadeleri ile bu durumu ortaya koymuşlardır. İlk dönemlerinde Şafi
mezhebine mensup olduğu fakat daha sonra Hanefi mezhebine geçtiği bilinmekte bu
değişimi de hocası ve dayısı olan Mûzeni’nin Hanefi kaynaklarından istifade
ettiğini gözlemesiyle irtibatlandırılmaktadır.
İlmini pratiktede işleten bir âlim olarak
Tahavî kadılara kâtiplik ve yardımcılık görevleri yapmıştır. Kendisine de
kadılık mevkiî teklif edildiyse de o bu makamı kabul etmemiş ve hayatına telif
ve talebe yetiştirmekle devam etmiştir. Fıkıh ilminde tabakat kitaplarındaki
tasnifte ikinci kademede ‘mezhepte müctehid’ olarak
anılmıştır. Hadis bilgini olmasından dolayı çok fazla sayıda hadisten istifade
ettiği bilinmektedir. Hatta Abdulkadir el-Kuraşi, el-Aynî, Kandehlevî ve Zâhid
el-Kevserî Tahavî’nin hocaları ile ilgili müstakil eser yazanlardandır. Birçok
alanda hâkimiyeti bulunan Tahavî’nin bu sahalara dair otuz civarında eseri
bulunduğu nakledilmektedir. ” (Melikşah SEZEN, İmam Tahavi’nin Hayatı, Gülistan
Dergisi, Sayı. 172)
“Bilindiği gibi ilk devirdeki selef
âlimleri akaid sahasında teslimiyeti kendilerine şiar edinmişler,
Kur’an’ı-Kerim ile sahih sünnette mevcut olan müteşabih naslara, Allah ve
Resûlünün muradı üzerine iman edip onların keyfiyet ve nasıllığını
araştırmamayı amaçlamışlardır. Bunların meydana getirdikleri eserler küçük
akide risaleleri halinde olmuştur. Genellikle bu risalelerde Ehl-i Sünnet
akidesi gayet veciz ifadelerle özetlenir, aykırı görüşlere, itiraz ve
tartışmalara yer verilmezdi. Ebû Hanife (ö. 150/767)’nin el-Fıkhu’l-Ekber’i bu
sahanın elde mevcut ilk eseri olarak kabul edilmektedir. Ebu’l-Cafer et-Tahâvî
(ö. 321/933)’nin Akîdetu’t-Tahâviyye’si ve Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953)’nin
es-Sevâdü’l-A’zam’ı akaid sahasının bilenen daha sonraki eserlerindendir. ”
(Selim Özarslan, Es-Sevâdü’l-A’zam ile El-Akidetu’t-Tahâviyye’nin İçerik
Açısından Karşılaştırmalı Bir Tahlili, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt: 12, Sayı: 2, Sayfa: 439-458, ELAZIĞ-2002, S. 440)
“El-Akîdetü ’t-Tahâviyye diğer adıyla Beyanu’s-Sünne ve
’l-Cemaa, içeriği ve anlatım tarzıyla henüz kelâm üslubuna bürünmemiş,
Ehl-i sünnet selef akîdesini özetlemektedir. Ebu Cafer et-Tahâvî de eserinde,
Ehl-i sünnetçe inanılması zaruri görülen esasları oldukça veciz ifadelerle
tartışmaya yer vermeksizin ortaya koymaktadır. O’nu bu eserinde, diğer
âlimlerden ayıran en belirgin özellik, ehl-i bid’at olarak nitelendirilen
fırkaları hedef almamış ve isimlerini zikretmemiş olmasıdır. Yalnızca risalenin
sonunda, bu mezheplerin görüşlerinden korunmak için Allah’a niyazda
bulunmuştur. ” (Tevfik AYDIN, Age. S. 80)
“Te’vilden, teşbihten, tecsimden uzak,
yalın bir dille yazılan eser, Hanefî ekolünün itikadî görüşlerini aktaran ilk
kaynaklardan olması hasebiyle önemlidir. Eserin diğer bir özelliği de hicrî
üçüncü ve dördüncü asırdaki itikadî ayrılıkların ivme kazandığı bir devirde,
mu’tedil ve müspet bir anlayışla yazılan risalenin kıymetini, ümmetin sika
âlimlerinin ve müctehidlerinin tescil etmiş olmasıdır. Tahâvî akîdesinin
üzerine yapılan çok sayıda şerh çalışması da bunun bir işareti olarak
anlaşılmalıdır. ” (Tevfik AYDIN, Age, S. VI-önsöz)
“Tahâvî’nin muasırları tarafından
dillendirilen diğer özelliği ise O’nun iyi bir fakih olmasıdır. Muhaddis olarak
her ne kadar hacimli kitaplar yazsa da bunları hukukî maksatla eserlerine
aldığı ifade edilir. Tarihçilere göre de O, âlim, fakih ve bütün mezhepleri
bilen bir müctehiddir. Bıraktığı eserler kadar, yaşadığı asırda ders
halkalarına katılıp, Tahâvî’den ilim tahsil etmek isteyen yüzlerce talebenin
varlığı ve isimlerinin dahi müstakil bir kitap oluşturacak seviyede olması da
müellifimizin ilmî gücünü ortaya koymaktadır. İmam Tahâvî bıraktığı eserlerle,
yaşadığı asırdan günümüze dek İslâmiyete, İslâm düşünürlerine ve insanlığa
büyük hizmetlerde bulunmuştur. ” (Tevfik AYDIN, Age. S. 18)
“Hanefî mezhebinin teşekkül döneminde
Tahâvî fıkhın çeşitli alanlarında kaleme aldığı eserlerle mezhebin oluşumuna ve
yayılmasına, farklı türlerde literatürün ortaya çıkışına öncülük etmiştir.
Hocaları arasında Ebû Yûsuf ile Muhammed’in önde gelen öğrencilerinin yer
alması kendisine imamların görüşlerini, mezhebin inceliklerini ve bu görüşlere
ilişkin rivayet farklılıklarını sağlam kaynaklardan öğrenme imkânı vermiştir.
Hanefî imamlarının fikirlerine dair ilk özet eser olan el-Muhtasar’ı, İmam
Muhammed’in el-Câmi’u’s-Sağîr ve el-Câmi’u’l-Kebîr’ine yazdığı şerhleri, mezhep
görüşlerinin hadisle temellendirilmesine yönelik hacimli kitapları ve mahkeme
sicili düzenleme usulünü konu edinen “Şürût” ilmine dair eserleriyle Hanefî
fıkıh literatürüne önemli katkılar sağlamıştır. Özellikle İhtilâfü’l-Ulemâ adlı
hilâfiyat eseriyle Hanefî imamları yanında diğer mezhep imamlarının ve erken
dönem müctehidlerinin görüşlerini sonraki nesillere aktarmıştır. Mâlikî
âlimlerinden İbn Abdülber en-Nemerî, Tahâvî’nin fukahanın görüşlerinin tamamını
bildiğini, ayrıca Hanefî imamların sîret ve haberlerine en çok vâkıf olan
kişilerden sayıldığını ifade ederek eserlerinde görüş ve değerlendirmelerine
yer verir, Kâsânî de Tahâvî’yi Selef’in görüşlerini en iyi bilen kimse olarak
niteler. ” (Davut İltaş, İslâm An. Tahavî Madesi)
“Abdülazîz ed-Dihlevî, Leknevî ve Kevserî
gibi âlimler ise onun mutlak müctehid mertebesinde veya en azından Ebû Yûsuf ve
Muhammed ile aynı tabakada bulunduğu görüşündedir. Nitekim Ebû Hanîfe’nin her
fikrini kabul etmediğini, taassup sahibinden başkasının mukallit olamayacağını
belirten Tahâvî, Şerhu Meani’l-Âsar’ın mukaddimesinde birçok konuda âlimlerin
te’vilini ve delillerini zikrederken kendisine göre bunlardan sahih olanı
kitap, sünnet, icmâ, sahâbe ve tâbiînin mütevâtir olan sözleriyle
delillendirdiğini ifade edip kendisini mezhep imamlarının görüşleriyle bağımlı
kabul etmez, onlara muhalif görüşler ileri sürmekten çekinmez ve adı geçen
eserinde zaman zaman benimsediği görüşün Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed’in
görüşlerine aykırı olduğunu açıkça söyler. ” (Davut İltaş, İslâm An. Tahavî
Madesi)
“Tahâvî’nin önde geldiği alanlardan biri
de hadis ilmidir. Hadislerin ve hadis ilimlerinin tedvin edildiği bir dönemde
yaşayan Tahâvî’nin eserleri incelendiğinde nâsih-mensuh, ilelü’l-hadîs,
garîbü’l-hadîs, te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, cerh ve ta‘dîl gibi konularda söz
sahibi olduğu görülür. Talebesi hadis hâfızı Ebû Saîd İbn Yûnus’un hocası
hakkındaki ‘sika ve sebt’ nitelemesi sonraki hadisçilerin
çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Hadis ricâli ve ilelü’l-hadîste geniş
bilgiye sahip olan hadis hâfızlarından Ebû Ya‘lâ el-Halîlî, Tahâvî’nin hadis
bilgisine dikkat çekmiş, Nevevî onu ‘Hanefîler’in hadisteki imamı’,
Zehebî ‘Mısır diyarının muhaddisi, fakihi ve büyük hâfız’ olarak
anmıştır. ” (Davut İltaş, İslâm An. Tahavî Madesi)
El-Akidetü’t-Tahavîyye (Asıl adı Beyanü Akaidi Ehli ’s-Sünne ve ’l
Cemaâ’dır. Selef metoduna bağlı kalarak Hanefi ekolün üç büyük imamı
Ebu Hanife, İmam Muhammed ve İmam Yusuf’a ait itikadi görüşleri derleyen bir
risaledir. Reddiye usulüyle bir anlatımdan ziyade ehli sünnet’in ortak itikad
maddelerini sade ve tartışmasız bir şekilde aktarmaktadır. Cehmiye, Kaderiyye
ve Mutezileden muhafaza nasihatimde sonunda bulundurmaktadır. Eserin Türkiyede
ve Türkiye dışında pek çok yazma nüshası bulunmaktadır. Pek çok şerhi bulunan
risalenin şarihlerinin de birçoğu Türktür. Bu eser ile ilgili tez çalışmaları
da mevcuttur.)
Meani’l-Âsar (Hanefi mezhebinin fıkhi dayanak olarak aldığı
hadislerin incelemesini içeren hacimli bir çalışmadır. Muhtevasında 7000 civarı
hadis bulundurması ile adeta müstakil bir hadis kitabı hüviyetindedir. Herhangi
bir fıkhi meseleye dair hadisi bu eserde görmek mümkündür. Beşir Eryarsoy
tarafından ‘Hadislerle İslâm Fıkhı’ ismiyle tercümesi dilimize
kazandırılmıştır. Tahavî’nin ilk eseridir ve bazı tarihçiler onu bu vasfından
ötürü “Sahibu Meani’l-Âsar” olarak kaydetmişlerdir. Hakkında “Ebu
Cafer Et-Tahavi hayatı-eserleri ve Meani’l-Asar ile Müşkilu’l-Asarındaki
hadisciliği” ismiyle tez çalışması bulunmaktadır.)
Müşküli’l-Âsar, (Hadis alanında müşkül görünen nakilleri ele aldığı
eseridir. İsnad, metin ve nakd bakımından benzerlerinden daha kapsamlıdır.
‘Te’vilu muhtelifi’l-hadis’e dair bu eser sahasında önemli bir kıymete
maliktir. Bu eser Tahavî’nin son eseri olma özelliğine de sahiptir.)
Muhtasar fi’l fıkıh alâ
furû el-Hanefiye, (Hanefi
fakihleri içerisinde muhtasar yazan ilk kişi olma vasfını Tahavî’ye kazandıran
eserdir. Üzerine yapılmış bir çok tez çalışması mevcuttur. ) Ahkâmu’l-Kur’ân (Eserin
günümüze yalnız yarısı ulaşabilmiştir. En eski fıkıh tefsirlerinden kabul
edilebilir. Eserin hem eldeki metni hem de Türkçe çevirisi
neşredilmiştir.) Sünenu’ş-Şafiî, Nevâdiru’l-Kur’ân, (Ahkamu’l
Kur’an ile aynı eser olma ihtimali vardır.) Sahîhu’l-Âsar, er-Reddü
alâ Kitabi’l-Müdellesîn, el-Mişkât, Şerhu’l-Âsar, İhtilâfu’l-Fukaha, (İsminden
anlaşıldığı üzere alimler arasında ihtilaflı olan meseleleri ele alan bir
eserdir. Cassas, Tahavî’nin bu eserine muhtasar yazmıştır.) Eş-Şuturu’l-Kebir,
Eş-Şuturu’l-Evsat, Eş-Şuturu’l-Sağir, Şerhu’l-Câmiu’l-Kebîr li’l-İmam Muhammed,
Şerhu’l-Câmiu’s-Sağir li’l-İmam Muhammed, En-Nevâdirü’l-Fıkhiyye, Hükmü Ardı
Mekke, El-Fey’u ve’l-Ganâim, Kitabu’l-Eşribe, Er-Reddu alâ İsâ b. Ebân,
El-Vesâya ve’l-Ferâid, Et-Tesviye beyne Haddesenâ ve Ahberenâ, (Hadis
ıstılahlarına dair küçük hacimde bir eserdir. Dönemindeki hadis ıstılahlarının
sınırını belirlemek için yazıldığı nakledilmektedir.) Kitâbunfi’r-R’aziyye,
El-Hitâbâtfi’l-Furû, Menâkıbu Ebî Hanîfe, En-Nevâdir ve’l-Hiyâkât, Er-Reddu alâ
Ebî Ubeydfîmâ Ahtaefîhi Fî Kitâbi’l-Ensâb
Tahavî uzun ve bereketli bir ömrün
ardından ardında pek çok talebe ve eser bırakarak, 82 yaşında h. 321/m. 982
tarihinde Mısır’da Kahirede vefat etmiştir. Mezarı Karâfe
kabristanındadır. Cenabı Hak kendisinden râzı olsun” (Melikşah SEZEN,
Age)
“El-Akîdetu’t-Tahâviyye, hanefî mezhebinin büyük Hadis, Fıkıh ve Akaid âlimi
Ebû Cafer et- Tahâvî’nin mezhebin üç imamı: İmam Ebû Hanife, İmam Ebû Yusuf ve
İmam Muhammed(rh. a. )’in ortaklaşa benimsediği Ehl-i Sünnet akaid ilkelerini
ihtiva eden temel metinlerden biridir.
Üzerine tarih boyunca muhtelif dönemlerde
şerhler yazılmış olan bu kurucu metin, yazık ki son dönemlerde ülkemizde
neredeyse unutulmaya terk edilmiş bulunmaktadır. Bilhassa Selefî/Vehhabî
akidesi müntesiplerince son dönemlerde üzerinde 20’ye yakın çalışma yapılmış,
bunlar arasında Türkçe’ye tercüme edilenler de olmuştur. (Mesela:İbn
Ebi’l-İzz, El-Akîdetu’t-Tahâviyye ve Şerhi, Çev: M. Beşir Eryarsoy Guraba İst
ya da Muhammed b. Abdurrahman el-Humeyis Gençler İçin Akaid Dersleri Tahâvî
Şerhi Çev:M. Emin Akın Guraba, İst) Bu çalışmalar, metnin
itibarından istifadeyle ‘Ehl-i Sünnet akidesi’ adı altında yayılmakta ve büyük
tahribat yapmaktadır.
Metnin ruh ve maksadına uygun kısa
notlarla yapılan bir çeviriyi (İslâm Akaid Metinleri, Notlarla Çeviren:Ali
Pekcan, Rağbet, İst 2009) dışarıda tutarsak bu metin hâlâ Ehl-i Sünnet çizgisi
istikametinde yapılacak şerhleri beklemektedir.
Elinizdeki çalışma, RUZEM (RIHLE Uzaktan
Eğitim Merkezi)’deki Akaid dersinde takip ettiğimiz el-Akîdetu’t-Tahâviyye metni
üzerine yaptığımız kısa açıklamalardan oluşmaktadır. Mevcut boşluğu bir nebze
de olsa doldurmak amacıyla neşrettiğimiz bu çalışmada fazla detaya girilmemiş,
ağırlıklı olarak orta seviye okuyucu hedeflenmiştir.
Güncel mesele ve tartışmaları kapsamasına
dikkat ettiğimiz bu çalışmayı -Yüce Allah nasip ederse- daha kapsamlı ve
müdellel bir şerh takip edecektir. ” S. 7-8
Ebubekir Sifil, ‘Şüphesiz Allah
tekdir ve O’nun hiçbir ortağı yoktur. Onun hiçbir misli yoktur. Hiçbir şey O’nu
aciz bırakamaz. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur ’ ibaresini izah
ederken (S. 13-53) öncelikle tevhidin beş mertebesi daha sonra Tevhid-i
Uluhiyet ve Tevhid-i Rububiyet kavramları üzerinde durur. ‘Allah
Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır’ hadisi üzerine selefi
çevrelerin yaptığı yorumları değerlendirir, daha sonra hadisin sahih olan
naklini ve nasıl anlaşılması gerektiğini izah eder.
“Acaba İbn Teymiyye bu üç
kuşakta hadisin iddia
ettiği şekliyle sahih olduğunu ifade eden bir tek isim gösterebiliyor mu bize?
Bu mümkün değil. Zaten kendisi de isim vermeden genelleme yapıp geçiyor. Çoğu
yerde yaptığı gibi böyle geçiştiriyor ve bizden de bunu böyle kabul etmemizi,
inanmamızı istiyor. Sonra ne oluyor? Bakın şimdi Akaid metni ne diyor bize.
‘Onun hiçbir benzeri yoktur’ diyor. Biz Ehl-i Sünnet olarak neye iman ediyoruz?
Cenab-ı Hakk’ın benzeri hiçbir varlık yoktur. Peki, Allah (c. c), Hz. Âdem’i
kendi ilahi biçiminde yaratmıştır dediğinizde ve bunu akidenin temeline
koyduğumuzda siz bir varlığı Allah’a benzetmiş oluyor musunuz olmuyor musunuz?
Oluyorsunuz Allah korusun. Yani teşbih yapmış oluyorsunuz, yani Müşebbihe’den
olduğunuzu itiraf etmiş oluyorsunuz.
Şimdi bazı kardeşlerimiz ‘İbn Teymiyye
Müşebbihe’dendir’ dediğimizde hop oturup hop kalkıyor. Hâlbuki kendi ifadesi
ortadadır. ” (S. 50)
“İbn Teymiyye, Müşebbihe midir, Ehl-i
Sünnet midir? Sırası gelmişken kendi dilinden bir iki nakille daha bu konuyu
netleştirelim. Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye’nin 6/498. sayfasında
İbn Teymiyye aynen şöyle diyor:
‘Allah Teâlâ’nın kitabında, Râsûl-i Ekrem
Efendimiz (s.a.v)’in sünnetinde, sahabeden, tabiinden ya da tebe-i tabiinin
büyüklerinden herhangi birinin sözlerinde ne Müşebbihe ne de Allah Teâlâ’yı
mahlûkata benzetmek zemmedilmiştir. ’
Devam ediyor: ‘Yahut teşbih mezhebini reddeden bir ifade yoktur. ’ Buna
benzer hiçbir ifade yoktur. Nerede yoktur? Kur’an’da, Sünnet’te, sahabede,
tabiinde, tebe-i tabiinin büyüklerinde yoktur. Devam ediyor: ‘Bu teşbih
ve Müşebbiheyi kötüleme, bunu söyleme tavrı sadece Cehmiyye’den gelmiştir. ’ Bunu
yapan Cehmiyyedir. Yahu insan Allah’tan korkmaz mı, bizim imamlarımız bu Akaid
metinlerinde bize ne anlatıyorlar? Kur’an’da Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur
derken ne anlatıyor bize? Bu ayet Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmeyin teşbihe
düşmeyin demiyor mu bize? Diyor! Selefimizin Akaid metnini okuyoruz, ‘Allah’ın
benzeri hiçbir şey yoktur’ diyorlar. Hiçbir şeyi Allah’a benzetmeyin
demek değil midir bu? Ta kendisi! İbn Teymiyye ne diyor? Açık ve net adını
koyalım: Kur’an’a da iftira ediyor, Sünnete de, sahabeye de, tabiine de, tebe-i
tabiine de iftira ediyor. Onların hiçbirinin sözünde teşbihi ve Müşebbihe’yi
kötüleme yoktur diyor. Allah’tan kork! Sen Müşebbihe değilsin de nesin peki? Bu
ifadeler Müşebbihe’den başka birinin ağzından çıkar mı? Sen Müşebbihe değilsen,
teşbihi savunmak sana mı düştü?
Dolayısıyla aklımızı başımıza alalım,
ortada Ehl-i Sünnet propagandası altında dünyamıza, akaidimize sokulan bir
ifsat var.
Bu ifsadın üstüne Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
perdesi örtüyorlar. Benim genç delikanlım İbn Teymiyye’yi sadece
tercüme edilmiş kitaplardan tanıdığı için -ki aynı şey Şia için
de böyledir- sütten çıkmış ak kaşık gibi bir İbn Teymiyye fotoğrafı
çıkıyor karşımıza: bütün günahı Kur’an’a, Sünnet’e, selefe teslim olmak! Böyle
bembeyaz, arı duru bir İbn Teymiyye fotoğrafı var karşımızda. ” S. 51-52
“Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’nın sözüdür.
Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’dan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuştur. Bu ne
demektir? Sözün Cenab-ı Hakk’tan sadır olması nedir? Bu söz insanların ağzından
çıkan söz gibi bir söz müdür? Harf ve sesler söz konusu mudur? Hayır değildir!
Tarih içerisinde böyle diyenler olmuştur.
Biz bunlara Müşebbihe diyoruz. Bunların uzantıları da var. Bugün bile
artık Suudi Arabistan kaynaklı dezenformasyon çalışmaları içerisinde
bunların çalışmaları Selef Akidesi (!) adı altında neşrediliyor. İbn
Teymiye de böyle söylüyor: ‘Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’tan söz olarak,
kelam olarak sadır olmuştur’ diyor. ‘Evet, harf ve sesle sadır
olmuştur. Çünkü bir yerde söz varsa orada harf vardır, ses vardır. Başka
türlüsü mümkün değil. Biz bu harf ve sesin mahiyetini bilemiyoruz’ diyor.
Bir kere Kur’an ve Sünnet’te vahyin Kur’an’ın Allah Teâlâ’dan harf ve sesle
sadır olduğuna delalet eden hiçbir nass yoktur. Seleften, bunu açıkça ifade
eden hiç kimse de yoktur.
Bu gerçekten çok önemli bir husus. İbn
Teymiyye’nin, Selef adına konuşan daha doğrusu Selef adına konuşma edasıyla
konuşan biri olarak Selefe attığı iftiralardan birisi de budur. Birçok iftira
atmış, biri de budur. ‘Selefin söylediğini söyleriz, nasslarda geldiği
gibi inanırız, ondan ötesini söylemeyiz, konuşmayız’ gibi tırnak içi
bir ‘Selefî’ tavrı görürüz, hissederiz. Fakat bu tavrın
altında müthiş bir bid’at vardır. Onlardan biri de budur.
Seleften hiç kimse ‘Kur’an-ı Kerim
(vahiy) Allah Teâlâ’dan harf ve sesle sadır olmuştur’ dememiştir.
Kalbe ilka ses ile olmaz. Adı üstünde ‘kalbe ilka’. Ses ile olduğu
zaman biz bunu duyarız. Cebrail (a. s)’ın sesini duymuş mudur efendimiz?
Duyduğu zaman o Cebrail (a. s)’ın sesidir. Cebrail (a. s) Kur’an’ı nereden
alıyor? Beyt-i Mamur’dan alıyor. Levh-i Mahfuz’da yazılı Kur’an ve diğer bütün
kitaplar... Mübarek semavi kitapların tamamının aslı Levh-i Mahfuz’dadır.
Oradan indirilecek olan ayetleri görevli melekler Cebrail (a. s)’a veriyor.
Cebrail (a. s) da alıp Efendimiz (s.a.v)’e getiriyor. Yani, İbn Teymiyye’nin
bir yerde iddia ettiği; Cenab-ı Hakk bir şey söylediğinde iki insanın -haşa-
karşılıklı konuşması gibi veya bir padişahın karşısındaki görevliye emretmesi
gibi, ondan ses ve harfle sadır olur, o da onu kulaklarıyla duyar sonra alır
duyduğunu... böyle bir şey olmaz. Teşbih işte budur. ‘Kur’an (vahiy),
Cenab-ı Hakk’tan harf ve sesle sadır olur’ dedikten sonra biz bunun
keyfiyetini bilemeyiz demenin hiçbir anlamı yok. ” S. 119-121
“O, sınırlardan,
gayelerden, erkân ve azalardan, araç-gereçler(e ihtiyaç duymak)dan yücedir. Sonradan var olan
diğerleri (ni kuşattığı) gibi, altı yön O’nu kuşatamaz.
” İbaresini açıklarken şu tesbitlerde bulunur:
“Cenab-ı Hakk’ın bir sınır noktası,
varlığının bir sonu vardır’ diyor İbn Teymiyye. (Beyânü
Telbisi’l-Cehmiyye) Şimdi imamlarımız ‘Cenab-ı Hakk hadlerden, varlığı
bakımından son noktalardan, azası, edevatı, organları bulunmaktan münezzehtir’ diyor.
İbn Teymiyye’de diyor ki ‘Cenab-ı Hakk’ın bir son noktası vardır. ’
Burada calib-i dikkat bir nokta daha
var. İbn Ebi’l-İzz, et-Tahâvî şerhinde şöyle diyor: ‘İmam
et-Tahâvî (rh. a) buradaki ifadeleri ile, (Cenab-ı Hakk’ı yarattıklarına
benzeten) Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmek istemiştir. Onlar, Allah
bir cisimdir, O’nun cüssesi ve organları vardır diyen ve buna benzer
kanaatler ile süren Davud el-Cevâribî ve benzerlerinin
görüşlerini reddetmektedir. Yüce Allah böylelerinin söylediklerinden çok yücedir.
’
Eğer Cenab-ı Hakk’ın varlığının bir son
sınırı, haddi bir nihayeti varsa ki İbn Teymiyye az önce alıntıladığımız yerde
böyle söyledi. Böyle olunca acaba İbn Teymiyye de Müşebbihe, Mücessime’den
midir? Dolayısıyla İbn Ebi’l-İzz’e göre de İbn Teymiyye’nin bu görüşü
merduttur, merdud olmalıdır. İmam et-Tahâvî’nin ortaya koyduğu metin de bize
bunu açık bir şekilde söylüyor.
İbn Ebi’l-İzz devam ediyor: ‘Böylelikle
Şeyh et-Tahâvî’nin maksadının şu olduğu anlaşılmaktadır: Yüce Allah
herhangi bir kimse tarafından sınırları ile kuşatılmaktan yüce ve
münezzehtir. ’
Bakın şimdi İmam et-Tahâvî ‘Cenab-ı
Hakk sınırları olmaktan, hadleri olmaktan, sınır noktaları olmaktan
Münezzehtir’ dedi. İbn Ebi’l-İzz ise ‘Allah herhangi
bir kimse tarafından sınırları ile kuşatılmaktan müzehhtir’ diyor.
Bu ifade Cenab-ı Hakk’ın bir sınırı vardır fakat o sınırlar, son
noktalar mahlûkat tarafından kuşatılamaz, idrak edilemez demek
oluyor. Oysa İmam et-Tahâvî ‘Cenab-ı Hakk’ın son noktaları olmaktan
münezzehtir, böyle bir şey söylenemez’, diyor. İbn Ebi’l-İzz ise ‘Sınır
vardır ama mahlûkat tarafından kuşatılamaz’ diyor. Şimdi bu
Selefi akidesi oluyor; İmam et-Tahâvî’nin akidesini bize açıklıyor bu metin! Oysa
bunun İmam et-Tahâvî’nin söylediklerini cerh eden, yanlışlayan bir yorum olduğu
açık. İmam et-Tahâvî ‘O sınırları ile kuşatılmaktan münezzehtir’ demiyor, ‘sınırları
bulunmaktan münezzehtir’ diyor. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın varlığının son
noktaları, sınırları vardır diyemeyiz. Nitekim İbn Teymiyye başka eserlerinde
de; Cenab-ı Hakk Arş’a istiva ettiği için ve bu istiva ona göre somut bir yer
kaplama, mekân tutma olduğu için Cenab-ı Hakk’ın bize göre üst taraftan,
kendisine göre Arş’a gelen kısmından, varlığının Arş’ın üzerine gelen kısmından
bir son noktasının olduğunu söylüyor. İstiva fiilini, Arş’ın üzerinde fiilen
yerleşip mekân tutmak olarak anladığımız zaman kaçınılmaz olarak söyleyeceğiniz
şeydir bu: ‘İstiva yerleşmektir, mekân tutmaktır. Dolayısıyla
yerleştiği zaman Cenab-ı Hakk’ın varlığının, vücudunun Arş’a gelen kısmında bir
son sınırı, çizgisi vardır’ demiş olacaksınız kaçınılmaz olarak.
İmamlarımız ‘Cenab-ı Hakk’ın varlığının haddi, sınırı yoktur’ diyor;
bunlar da diyor ki: ‘vardır’. Bu da güya Selef’in akidesi oluyor!
Yeri gelmişken şunu da belirtelim: İmam
et-Tahâvî’nin bu ifadelerinin nasıl çarpıtıldığını Tenzîhü’l-Hakki’l-Ma’bûd isimli
eserinde, Abdulaziz el-Hadisi isimli bir zat çok güzel açıklamış. Sadece bu
cümle üzerine, yani et-Tahâvîyye metnindeki ‘O, sınırlardan ve
gayelerden yücedir/münezzehtir’ cümlesinin ne anlama geldiğini
açıklayan bir kitap yazmış. Bu kitapta İbn Teymiyye’nin görüşlerini de ele
almış, bazı çağdaş Selefi-Vehhabi kişilerin görüşlerini de ele almış. Onlar
arasından ibretamiz olan bir şeyi burada aktarmak istiyorum. et-Tahâvî’ye de
şerh yazmış olan el-Humeyyiz adındaki malûm, meşhur zat... Bu zat da aynı şeyi
kendi şerhinde iddia ediyor ve diyor ki: ‘Cenab-ı Hakk’ın hissi, somut
olarak varlığının son sınırları vardır. ’ Bu ifade bize Selef akidesi
olarak anlatılıyor! Selef akidesini hâlbuki İmam et-Tahâvî bize burada verdi.
Dolayısıyla meseleye gözünü açarak bakanlar için bu akidenin Selef
ile hiçbir bağlantısının olmadığı görülüyor. Bu Vehhabi akidesidir, Tecsim,
Teşbih akidesidir. Bunun Ehl-i Sünnet ile hiçbir ilişkisi yoktur. ” S.
146-152
Sual:
Bazı platformlarda konuştuğumuz,
tartıştığımız bazı İbn Teymiyye müdafii kardeşler, ‘Biz cisim lafzını ya da bir
kimseyi Mücessime ilan etmeyi Ehl-i Sünnet’in menhecinde bulamıyoruz. Bu yüzden
sizin İbn Teymiyye’yi Mücessimîlikle isimlendirmenizi değil, onun Selef-i
Salihin’e aykırı olup olmadığını ispat etmenizi önemseyeceğiz. Bizim için
Akide, ilk dönem ulemanın sabitelerine aykırı düşünüldüğünde kişiyi sapıklığa
düşürmeyen şeydir. Vel-hâsıl biz Mücessimîlik diye bir sınıflandırma tanımıyoruz’.
Bunun doğruluğu nedir? Sahabe ve ilk dönem uleması geçen ıstılahları kullanmış
mıdır?
Cevap:
“İbn Teymiyye’nin sık söylediği bir şeydir
bu. Selef, Mücessime diye bir şeyi reddetmemiştir. ‘Selef Allah’a cisim denir
mi, denmez mi?’ diye meseleyi ne reddetmiştir ne de kabul etmiştir. Dolayısıyla
böyle bir meselenin üzerinde durmak, bunun akideden saptıran bir şey olduğunu
söylemek, Selef’in yolundan saptıran bir şey olduğunu söylemek doğru değildir
diyor.
Bu konuda kendi içinde çelişkileri de var.
Birkaç yerde böyle diyor. Selef aşırı giden Müşebbiheyi tenkit etmiştir, ama
Mücessime ıstılahı selefte yoktur. Dolayısıyla biz de bunu kullanmıyoruz
bid’attir bu diyor. Daha sonra başka bir eserinde diyor ki, ‘Eğer
Kur’an’da, Sünnet’te ve Selef ulemasının sözlerinde “Allah cisim değildir’ diye
bir ifade yoksa Allah’ın cisim olmadığı ifade edilmiyorsa, ben Allah cisimdir
demekle Kur’an, Sünnet ve Şeriat’ten dışarı çıkmam’ diyor. Daha önce
de söylemiştik, ‘İbn Teymiyye Selef adına konuşur, her söylediğini
Selef’e dayandırır ama Selef’in söylemediği şeyleri de yeri geldiğinde bal gibi
söyler!’ Bu da onlardan birisidir: ‘Benim Allah’a cisim demem
Kur’an’a, Sünnet’e, şeriata aykırı bir şey değildir’ diyor!
İbn Teymiyye’nin bu argümanına ne
diyebiliriz? Bu anakronizmdir. Yani Selef-i Salihin
döneminde ortaya çıkmış itikadî yanlışlar neyse meseleyi orada donduralım, onun
dışında ortaya çıkmış itikadî yanlışlar hakkında ‘bunlar itikaden yanlış
demeyelim çünkü selef böyle demedi’ diye düşünelim! Peki, ben şimdi size
sorayım: Selef ‘tarihsellik’ diye bir şey bilmiyordu. Onların
döneminde böyle bir iddia yoktu. ‘Kur’an nassları tarihseldir, o günü
bağlar, bizi bağlamaz’ diyen insanlara bu kardeşlerimiz ne
diyecek? ‘Selefin menhecince tarihsellik diye bir şey yoktur
dolayısıyla biz bu konuda susuyoruz’ mu diyecek? İşte bu Usulu’d-Din
ilmine kör bir inatla direnmenin oluşturduğu ironik bir durum. Kelam’ı orada
donduracağız, ‘Ondan sonraki tarihler içinde kim ne demişse demiş bizi ilgilendirmez’
mi diyeceğiz?
İbn Teymiyye’nin kendisi Vahdet-i Vücut
meselesine niye itiraz etti o zaman? Seleften kim demiş ‘Vahdet-i Vücut
küfürdür, şirktir’ diye? Kendisi
bizzat devam etmiş, kendi metodunca devam ettirmiş bunu. Şimdi kendisinin işine
gelen konularda bunu devam ettirecek ama işine gelmeyen konularda ‘Selef demedi
biz de demeyiz’ diyecek!. . Bu çifte standarttır. İbn Teymiyye’nin ne
kadar çifte standartlı, ne kadar işine geldiği gibi davranan bir insan
olduğunu, ne kadar usulden, tutarlılıktan yoksun hareket ettiğini gösteren
önemli bir husustur bu. ” S.191-192
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 297 / Ağustos 2015