Ehl-i Sünnet Akâidi Muhtasar Tahâvî Akîdesi Şerhi - Alparslan Aydar

Ehl-i Sünnet Akâidi Muhtasar Tahâvî Akîdesi Şerhi

Bu sayımızda tanıtımını yapacağımız kitap, ‘El-Akidetü’t-Tahavîyye (Asıl adı Beyanü Akaidi Ehli ’s-Sünne ve ’l Cemaâ’ isimli eserdir). Bu eser İmam-ı Azâm Ebû Hanife, İmam Muhammed ve İmam Yusuf’a ait itikadi görüşleri derleyen bir risaledir. Bilindiği gibi İslâmi ilimler içerisinde akaid, itikadi hükümlerin temelini teşkil etmesi bakımından ‘ilimlerin reisi’ olarak nitelendirilmiştir. Ehl-i Sünnet kelamı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, ashâbının ve onlara tâbi olan âlimlerin akîdesidir. Hicrî dördüncü asrın ilk çeyreği, bu ilmi sahiplenip sistemleştiren ve onu korumaya gayret eden ilim adamlarının mücâdelelerine sahne olmuştur. Bunlardan en meşhurları Irak-Şam civarında Hasan el-Eş’arî, aynı dönemde Türkistan dolaylarında yaşayan Ebu Mansur el- Maturîdî’dir. Mısır’da bu misyonu üstlenen ise Ebu Cafer et-Tahâvî olmuştur.

Ehl-i Sünnet Akâidi Muhtasar Tahâvî Akîdesi Şerhi
İmam Ebu Ca’fer et-Tahâvî (Şerheden : Ebubekir Sifil)
Rıhle Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 297 / Ağustos 2015

İçinde yaşadığımız âlemin bir imtihan vesilesi olduğu hepimizin malumudur. Akaid ilmi neye nasıl inanmamız gerektiğini ele alır. Yaşadığımız dönemde fıkhî ihtilaflar ile akaide taalluk eden konularda yaşanan ihtilafların birbirine karıştırılması ise tam bir felakettir.

Bu temel esasa bir noktayı daha ilave etmekte fayda vardır: İki asırdır sürekli kan kaybeden Anadolu geçen yüzyılın başında yaşadığı hezimetin yaralarını henüz sarabilmiş değildir. Bir tarafta takiyeyi inanç esası yaptığından aslında söylediği hiçbir sözün değeri (inandırıcılığı) olmayan Şia, diğer taraftan Ehl-i Sünnet inancını esas almış Selçuklu çizgisinin devamı olan Osmanlı’ya ihanet eden Vehhabi çevrelerin kendilerini Selefî diye takdim ederken ortaya koydukları takiye.

Yaşadığımız dönem gerek Şiî gerek Selefî çevrelerin bu topraklarda yoğun bir lobi faaliyeti içinde olduğunu ortaya koymuştur. Toplumların da hafızası olduğu gerçeği ve geçmişte yaşanan ihanetler söz konusu çevrelerin Anadolu insanın karşısına kendi kimlikleri ile çıkmamalarının en önemli sebeplerindendir. Mü’mine yakışan hem ahiretini hem de dünyasını ihya edecek olan firasettir.

“Abbasîler devrinin ilk zamanları İslâm kültür ve medeniyetine damgasını vuran çok önemli bir zaman dilimidir. Avrupa Medeniyetinin doğmasında, bu dönem İslâm âleminde kurulan çeşitli müesseseler ve gelişen ilimler çok önemli rol oynamıştır. İslâm dünyasındaki dil ve tercüme faaliyetleri; dinî, sosyal ve tabii ilimler sahasındaki çalışmaların bir kısmı Emevîler devrinde başlamış olmakla birlikte, bu çalışmaların sistemli bir şekilde ele alınarak müstakil birer ilim dalı haline gelmesi Abbasîler devrinde gerçekleşmiştir.” (Tevfik AYDIN, Ebu-Cafer Et-Tahavi’nin El-Akidetu’t Tahaviyye’deki Bazı Kelami Meselelerin Değerlendirilmesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman Şerafettin Gölcük, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Ana Bilim Dalı Kelâm Bilim Dalı, S. 24)

“Bu dönemde, Kelam ilminin müstakil bir ilim dalı haline geldiği görülür. Yunan felsefesi ve İskenderiye felsefi ekolü gibi felsefî doktrinlere ve bozuk fikirlere verilen cevaplarla birlikte ilm-i kelam ve kelam usulü oluşturulmuştur. Kelam ilminin sistemleştiği bu devirde, birçok itikadi mezhep kurulmuş, gelişmiş, bazıları ise kaybolup gitmiştir. Emevîler devrinde ortaya çıkan Mu’tezile Mezhebi, Halife Me’mûn, Mu’tasım ve Vâsik dönemlerinde en parlak devrini yaşamış ve Abbasî coğrafyasında taraftarlarını çoğaltmıştır.” (Tevfik AYDIN, Age. S. 25)

“Bağdat Mu’tezilesi, halifeler nezdinde itibar kazanmaya çalışarak kendi görüşlerini devletin resmî mezhebi haline getirmişdir. Bilhassa Halku’l-Kur’ân meselesinde Sümâme b. Eşres ile İbn Ebû Düâd, Halife Me’mûn ve ayrıca Mu’tasım’ın huzurunda Ahmed b. Hanbel ile yaptıkları münazaralar sonunda ‘mihne devri’nin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Bu olay sebebiyle müslüman halkın nefretini üzerine çeken Mu’tezile’nin, Mütevekkil’in halife olmasıyla nüfuzu daha da azalmış, Abbâsîler’in son devirlerinde ise gücü ve tesiri büyük ölçüde kaybolmuştur.” (Tevfik AYDIN, Age. S. 25)

“İslâmi ilimler içerisinde akaid, bütün dini hükümlerin temelini teşkil etmesi bakımından ‘ilimlerin reisi’ olarak nitelendirilmiştir. Ehl-i Sünnet kelamı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, ashâbının ve onlara tâbi olan âlimlerin akîdesidir. Hicrî dördüncü asrın ilk çeyreği, bu ilmi sahiplenip sistemleştiren ve onu korumaya gayret eden ilim adamlarının mücâdelelerine sahne olmuştur. Bunlardan en meşhurları Irak-Şam civarında Hasan el-Eş’arî, aynı dönemde Türkistan dolaylarında yaşayan Ebu Mansur el- Maturîdî’dir. Mısır’da bu misyonu üstlenen ise Ebu Cafer et-Tahâvî olmuştur. (Tevfik AYDIN, Age. S. VI-önsöz)

“Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selâme el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî et-Tahâvî. Doğum tarihi konusunda ihtilaflar bulunmakla beraber en makul tarih, talebesi İbn Yunus’un hocası Tahavî’den aktarımla naklettiği 10 Rebiülevvel h. 239/m. 853 senesidir. Mısır’ın güneyinde Aşağı Said bölgesinde Nil nehrinin batısındaki Eş-mûnin’e bağlı Tahâ köyünde doğdu. Doğduğu yere nispetle Tahâvi olarak bazen de Mısır’a nispetle Mısrî olarak anılmıştır. Annesi İmam Şafii’nin bayan talebeleri arasında yer almıştır. Dayısı Mûzeni (h. 264/m. 877) ise İmam Şafii’nin kıymetli talebelerindendir. Hocalarının pek çoğu Tahavî’yi medh-ü senâ etmiştir. Mısırlılardan İbn Yûnus: ‘sikadır, fakihdir, âlimdir; O’nun gibi bir ilim adamı daha gelmedi’ demiştir.

İlmî kültürü bulunan bir ailede dünyaya gelmiş olmanın nasibinden fazlasıyla istifade eden Tahavî hadis, tefsir, fıkıh ve akaid alanlarında derinleşmiştir. Nitekim İmam Zehebi ve İbn-i Kesir ondan bahsederken ‘fakihtir, muhaddistir, hafızdır, büyük İslâm âlimlerinden biridir’ ifadeleri ile bu durumu ortaya koymuşlardır. İlk dönemlerinde Şafi mezhebine mensup olduğu fakat daha sonra Hanefi mezhebine geçtiği bilinmekte bu değişimi de hocası ve dayısı olan Mûzeni’nin Hanefi kaynaklarından istifade ettiğini gözlemesiyle irtibatlandırılmaktadır.

İlmini pratiktede işleten bir âlim olarak Tahavî kadılara kâtiplik ve yardımcılık görevleri yapmıştır. Kendisine de kadılık mevkiî teklif edildiyse de o bu makamı kabul etmemiş ve hayatına telif ve talebe yetiştirmekle devam etmiştir. Fıkıh ilminde tabakat kitaplarındaki tasnifte ikinci kademede ‘mezhepte müctehid’ olarak anılmıştır. Hadis bilgini olmasından dolayı çok fazla sayıda hadisten istifade ettiği bilinmektedir. Hatta Abdulkadir el-Kuraşi, el-Aynî, Kandehlevî ve Zâhid el-Kevserî Tahavî’nin hocaları ile ilgili müstakil eser yazanlardandır. Birçok alanda hâkimiyeti bulunan Tahavî’nin bu sahalara dair otuz civarında eseri bulunduğu nakledilmektedir. ” (Melikşah SEZEN, İmam Tahavi’nin Hayatı, Gülistan Dergisi, Sayı. 172)

“Bilindiği gibi ilk devirdeki selef âlimleri akaid sahasında teslimiyeti kendilerine şiar edinmişler, Kur’an’ı-Kerim ile sahih sünnette mevcut olan müteşabih naslara, Allah ve Resûlünün muradı üzerine iman edip onların keyfiyet ve nasıllığını araştırmamayı amaçlamışlardır. Bunların meydana getirdikleri eserler küçük akide risaleleri halinde olmuştur. Genellikle bu risalelerde Ehl-i Sünnet akidesi gayet veciz ifadelerle özetlenir, aykırı görüşlere, itiraz ve tartışmalara yer verilmezdi. Ebû Hanife (ö. 150/767)’nin el-Fıkhu’l-Ekber’i bu sahanın elde mevcut ilk eseri olarak kabul edilmektedir. Ebu’l-Cafer et-Tahâvî (ö. 321/933)’nin Akîdetu’t-Tahâviyye’si ve Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953)’nin es-Sevâdü’l-A’zam’ı akaid sahasının bilenen daha sonraki eserlerindendir. ” (Selim Özarslan, Es-Sevâdü’l-A’zam ile El-Akidetu’t-Tahâviyye’nin İçerik Açısından Karşılaştırmalı Bir Tahlili, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 12, Sayı: 2, Sayfa: 439-458, ELAZIĞ-2002, S. 440)

“El-Akîdetü ’t-Tahâviyye diğer adıyla Beyanu’s-Sünne ve ’l-Cemaa, içeriği ve anlatım tarzıyla henüz kelâm üslubuna bürünmemiş, Ehl-i sünnet selef akîdesini özetlemektedir. Ebu Cafer et-Tahâvî de eserinde, Ehl-i sünnetçe inanılması zaruri görülen esasları oldukça veciz ifadelerle tartışmaya yer vermeksizin ortaya koymaktadır. O’nu bu eserinde, diğer âlimlerden ayıran en belirgin özellik, ehl-i bid’at olarak nitelendirilen fırkaları hedef almamış ve isimlerini zikretmemiş olmasıdır. Yalnızca risalenin sonunda, bu mezheplerin görüşlerinden korunmak için Allah’a niyazda bulunmuştur. ” (Tevfik AYDIN, Age. S. 80)

“Te’vilden, teşbihten, tecsimden uzak, yalın bir dille yazılan eser, Hanefî ekolünün itikadî görüşlerini aktaran ilk kaynaklardan olması hasebiyle önemlidir. Eserin diğer bir özelliği de hicrî üçüncü ve dördüncü asırdaki itikadî ayrılıkların ivme kazandığı bir devirde, mu’tedil ve müspet bir anlayışla yazılan risalenin kıymetini, ümmetin sika âlimlerinin ve müctehidlerinin tescil etmiş olmasıdır. Tahâvî akîdesinin üzerine yapılan çok sayıda şerh çalışması da bunun bir işareti olarak anlaşılmalıdır. ” (Tevfik AYDIN, Age, S. VI-önsöz)

“Tahâvî’nin muasırları tarafından dillendirilen diğer özelliği ise O’nun iyi bir fakih olmasıdır. Muhaddis olarak her ne kadar hacimli kitaplar yazsa da bunları hukukî maksatla eserlerine aldığı ifade edilir. Tarihçilere göre de O, âlim, fakih ve bütün mezhepleri bilen bir müctehiddir. Bıraktığı eserler kadar, yaşadığı asırda ders halkalarına katılıp, Tahâvî’den ilim tahsil etmek isteyen yüzlerce talebenin varlığı ve isimlerinin dahi müstakil bir kitap oluşturacak seviyede olması da müellifimizin ilmî gücünü ortaya koymaktadır. İmam Tahâvî bıraktığı eserlerle, yaşadığı asırdan günümüze dek İslâmiyete, İslâm düşünürlerine ve insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuştur. ” (Tevfik AYDIN, Age. S. 18)

“Hanefî mezhebinin teşekkül döneminde Tahâvî fıkhın çeşitli alanlarında kaleme aldığı eserlerle mezhebin oluşumuna ve yayılmasına, farklı türlerde literatürün ortaya çıkışına öncülük etmiştir. Hocaları arasında Ebû Yûsuf ile Muhammed’in önde gelen öğrencilerinin yer alması kendisine imamların görüşlerini, mezhebin inceliklerini ve bu görüşlere ilişkin rivayet farklılıklarını sağlam kaynaklardan öğrenme imkânı vermiştir. Hanefî imamlarının fikirlerine dair ilk özet eser olan el-Muhtasar’ı, İmam Muhammed’in el-Câmi’u’s-Sağîr ve el-Câmi’u’l-Kebîr’ine yazdığı şerhleri, mezhep görüşlerinin hadisle temellendirilmesine yönelik hacimli kitapları ve mahkeme sicili düzenleme usulünü konu edinen “Şürût” ilmine dair eserleriyle Hanefî fıkıh literatürüne önemli katkılar sağlamıştır. Özellikle İhtilâfü’l-Ulemâ adlı hilâfiyat eseriyle Hanefî imamları yanında diğer mezhep imamlarının ve erken dönem müctehidlerinin görüşlerini sonraki nesillere aktarmıştır. Mâlikî âlimlerinden İbn Abdülber en-Nemerî, Tahâvî’nin fukahanın görüşlerinin tamamını bildiğini, ayrıca Hanefî imamların sîret ve haberlerine en çok vâkıf olan kişilerden sayıldığını ifade ederek eserlerinde görüş ve değerlendirmelerine yer verir, Kâsânî de Tahâvî’yi Selef’in görüşlerini en iyi bilen kimse olarak niteler. ” (Davut İltaş, İslâm An. Tahavî Madesi)

“Abdülazîz ed-Dihlevî, Leknevî ve Kevserî gibi âlimler ise onun mutlak müctehid mertebesinde veya en azından Ebû Yûsuf ve Muhammed ile aynı tabakada bulunduğu görüşündedir. Nitekim Ebû Hanîfe’nin her fikrini kabul etmediğini, taassup sahibinden başkasının mukallit olamayacağını belirten Tahâvî, Şerhu Meani’l-Âsar’ın mukaddimesinde birçok konuda âlimlerin te’vilini ve delillerini zikrederken kendisine göre bunlardan sahih olanı kitap, sünnet, icmâ, sahâbe ve tâbiînin mütevâtir olan sözleriyle delillendirdiğini ifade edip kendisini mezhep imamlarının görüşleriyle bağımlı kabul etmez, onlara muhalif görüşler ileri sürmekten çekinmez ve adı geçen eserinde zaman zaman benimsediği görüşün Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed’in görüşlerine aykırı olduğunu açıkça söyler. ” (Davut İltaş, İslâm An. Tahavî Madesi)

“Tahâvî’nin önde geldiği alanlardan biri de hadis ilmidir. Hadislerin ve hadis ilimlerinin tedvin edildiği bir dönemde yaşayan Tahâvî’nin eserleri incelendiğinde nâsih-mensuh, ilelü’l-hadîs, garîbü’l-hadîs, te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, cerh ve ta‘dîl gibi konularda söz sahibi olduğu görülür. Talebesi hadis hâfızı Ebû Saîd İbn Yûnus’un hocası hakkındaki ‘sika ve sebt’ nitelemesi sonraki hadisçilerin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Hadis ricâli ve ilelü’l-hadîste geniş bilgiye sahip olan hadis hâfızlarından Ebû Ya‘lâ el-Halîlî, Tahâvî’nin hadis bilgisine dikkat çekmiş, Nevevî onu ‘Hanefîler’in hadisteki imamı’, Zehebî ‘Mısır diyarının muhaddisi, fakihi ve büyük hâfız’ olarak anmıştır. ” (Davut İltaş, İslâm An. Tahavî Madesi)

El-Akidetü’t-Tahavîyye (Asıl adı Beyanü Akaidi Ehli ’s-Sünne ve ’l Cemaâ’dır. Selef metoduna bağlı kalarak Hanefi ekolün üç büyük imamı Ebu Hanife, İmam Muhammed ve İmam Yusuf’a ait itikadi görüşleri derleyen bir risaledir. Reddiye usulüyle bir anlatımdan ziyade ehli sünnet’in ortak itikad maddelerini sade ve tartışmasız bir şekilde aktarmaktadır. Cehmiye, Kaderiyye ve Mutezileden muhafaza nasihatimde sonunda bulundurmaktadır. Eserin Türkiyede ve Türkiye dışında pek çok yazma nüshası bulunmaktadır. Pek çok şerhi bulunan risalenin şarihlerinin de birçoğu Türktür. Bu eser ile ilgili tez çalışmaları da mevcuttur.)

Meani’l-Âsar (Hanefi mezhebinin fıkhi dayanak olarak aldığı hadislerin incelemesini içeren hacimli bir çalışmadır. Muhtevasında 7000 civarı hadis bulundurması ile adeta müstakil bir hadis kitabı hüviyetindedir. Herhangi bir fıkhi meseleye dair hadisi bu eserde görmek mümkündür. Beşir Eryarsoy tarafından ‘Hadislerle İslâm Fıkhı’ ismiyle tercümesi dilimize kazandırılmıştır. Tahavî’nin ilk eseridir ve bazı tarihçiler onu bu vasfından ötürü “Sahibu Meani’l-Âsar” olarak kaydetmişlerdir. Hakkında “Ebu Cafer Et-Tahavi hayatı-eserleri ve Meani’l-Asar ile Müşkilu’l-Asarındaki hadisciliği” ismiyle tez çalışması bulunmaktadır.)

Müşküli’l-Âsar, (Hadis alanında müşkül görünen nakilleri ele aldığı eseridir. İsnad, metin ve nakd bakımından benzerlerinden daha kapsamlıdır. ‘Te’vilu muhtelifi’l-hadis’e dair bu eser sahasında önemli bir kıymete maliktir. Bu eser Tahavî’nin son eseri olma özelliğine de sahiptir.)

Muhtasar fi’l fıkıh alâ furû el-Hanefiye, (Hanefi fakihleri içerisinde muhtasar yazan ilk kişi olma vasfını Tahavî’ye kazandıran eserdir. Üzerine yapılmış bir çok tez çalışması mevcuttur. ) Ahkâmu’l-Kur’ân (Eserin günümüze yalnız yarısı ulaşabilmiştir. En eski fıkıh tefsirlerinden kabul edilebilir. Eserin hem eldeki metni hem de Türkçe çevirisi neşredilmiştir.) Sünenu’ş-Şafiî, Nevâdiru’l-Kur’ân, (Ahkamu’l Kur’an ile aynı eser olma ihtimali vardır.) Sahîhu’l-Âsar, er-Reddü alâ Kitabi’l-Müdellesîn, el-Mişkât, Şerhu’l-Âsar, İhtilâfu’l-Fukaha, (İsminden anlaşıldığı üzere alimler arasında ihtilaflı olan meseleleri ele alan bir eserdir. Cassas, Tahavî’nin bu eserine muhtasar yazmıştır.) Eş-Şuturu’l-Kebir, Eş-Şuturu’l-Evsat, Eş-Şuturu’l-Sağir, Şerhu’l-Câmiu’l-Kebîr li’l-İmam Muhammed, Şerhu’l-Câmiu’s-Sağir li’l-İmam Muhammed, En-Nevâdirü’l-Fıkhiyye, Hükmü Ardı Mekke, El-Fey’u ve’l-Ganâim, Kitabu’l-Eşribe, Er-Reddu alâ İsâ b. Ebân, El-Vesâya ve’l-Ferâid, Et-Tesviye beyne Haddesenâ ve Ahberenâ, (Hadis ıstılahlarına dair küçük hacimde bir eserdir. Dönemindeki hadis ıstılahlarının sınırını belirlemek için yazıldığı nakledilmektedir.) Kitâbunfi’r-R’aziyye, El-Hitâbâtfi’l-Furû, Menâkıbu Ebî Hanîfe, En-Nevâdir ve’l-Hiyâkât, Er-Reddu alâ Ebî Ubeydfîmâ Ahtaefîhi Fî Kitâbi’l-Ensâb

Tahavî uzun ve bereketli bir ömrün ardından ardında pek çok talebe ve eser bırakarak, 82 yaşında h. 321/m. 982 tarihinde Mısır’da Kahirede vefat etmiştir. Mezarı Karâfe kabristanındadır. Cenabı Hak kendisinden râzı olsun” (Melikşah SEZEN, Age)

“El-Akîdetu’t-Tahâviyye, hanefî mezhebinin büyük Hadis, Fıkıh ve Akaid âlimi Ebû Cafer et- Tahâvî’nin mezhebin üç imamı: İmam Ebû Hanife, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed(rh. a. )’in ortaklaşa benimsediği Ehl-i Sünnet akaid ilkelerini ihtiva eden temel metinlerden biridir.

Üzerine tarih boyunca muhtelif dönemlerde şerhler yazılmış olan bu kurucu metin, yazık ki son dönemlerde ülkemizde neredeyse unutulmaya terk edilmiş bulunmaktadır. Bilhassa Selefî/Vehhabî akidesi müntesiplerince son dönemlerde üzerinde 20’ye yakın çalışma yapılmış, bunlar arasında Türkçe’ye tercüme edilenler de olmuştur. (Mesela:İbn Ebi’l-İzz, El-Akîdetu’t-Tahâviyye ve Şerhi, Çev: M. Beşir Eryarsoy Guraba İst ya da Muhammed b. Abdurrahman el-Humeyis Gençler İçin Akaid Dersleri Tahâvî Şerhi Çev:M. Emin Akın Guraba, İst) Bu çalışmalar, metnin itibarından istifadeyle ‘Ehl-i Sünnet akidesi’ adı altında yayılmakta ve büyük tahribat yapmaktadır.

Metnin ruh ve maksadına uygun kısa notlarla yapılan bir çeviriyi (İslâm Akaid Metinleri, Notlarla Çeviren:Ali Pekcan, Rağbet, İst 2009) dışarıda tutarsak bu metin hâlâ Ehl-i Sünnet çizgisi istikametinde yapılacak şerhleri beklemektedir.

Elinizdeki çalışma, RUZEM (RIHLE Uzaktan Eğitim Merkezi)’deki Akaid dersinde takip ettiğimiz el-Akîdetu’t-Tahâviyye metni üzerine yaptığımız kısa açıklamalardan oluşmaktadır. Mevcut boşluğu bir nebze de olsa doldurmak amacıyla neşrettiğimiz bu çalışmada fazla detaya girilmemiş, ağırlıklı olarak orta seviye okuyucu hedeflenmiştir.

Güncel mesele ve tartışmaları kapsamasına dikkat ettiğimiz bu çalışmayı -Yüce Allah nasip ederse- daha kapsamlı ve müdellel bir şerh takip edecektir. ” S. 7-8

Ebubekir Sifil, ‘Şüphesiz Allah tekdir ve O’nun hiçbir ortağı yoktur. Onun hiçbir misli yoktur. Hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur ’ ibaresini izah ederken (S. 13-53) öncelikle tevhidin beş mertebesi daha sonra Tevhid-i Uluhiyet ve Tevhid-i Rububiyet kavramları üzerinde durur. Allah Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır’ hadisi üzerine selefi çevrelerin yaptığı yorumları değerlendirir, daha sonra hadisin sahih olan naklini ve nasıl anlaşılması gerektiğini izah eder.

“Acaba İbn Teymiyye bu üç kuşakta         hadisin iddia ettiği şekliyle sahih olduğunu ifade eden bir tek isim gösterebiliyor mu bize? Bu mümkün değil. Zaten kendisi de isim vermeden genelleme yapıp geçiyor. Çoğu yerde yaptığı gibi böyle geçiştiriyor ve bizden de bunu böyle kabul etmemizi, inanmamızı istiyor. Sonra ne oluyor? Bakın şimdi Akaid metni ne diyor bize. ‘Onun hiçbir benzeri yoktur’ diyor. Biz Ehl-i Sünnet olarak neye iman ediyoruz? Cenab-ı Hakk’ın benzeri hiçbir varlık yoktur. Peki, Allah (c. c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır dediğinizde ve bunu akidenin temeline koyduğumuzda siz bir varlığı Allah’a benzetmiş oluyor musunuz olmuyor musunuz? Oluyorsunuz Allah korusun. Yani teşbih yapmış oluyorsunuz, yani Müşebbihe’den olduğunuzu itiraf etmiş oluyorsunuz.

Şimdi bazı kardeşlerimiz ‘İbn Teymiyye Müşebbihe’dendir’ dediğimizde hop oturup hop kalkıyor. Hâlbuki kendi ifadesi ortadadır. ” (S. 50)

“İbn Teymiyye, Müşebbihe midir, Ehl-i Sünnet midir? Sırası gelmişken kendi dilinden bir iki nakille daha bu konuyu netleştirelim. Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye’nin 6/498. sayfasında İbn Teymiyye aynen şöyle diyor:

‘Allah Teâlâ’nın kitabında, Râsûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’in sünnetinde, sahabeden, tabiinden ya da tebe-i tabiinin büyüklerinden herhangi birinin sözlerinde ne Müşebbihe ne de Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmek zemmedilmiştir. ’ Devam ediyor: ‘Yahut teşbih mezhebini reddeden bir ifade yoktur. ’ Buna benzer hiçbir ifade yoktur. Nerede yoktur? Kur’an’da, Sünnet’te, sahabede, tabiinde, tebe-i tabiinin büyüklerinde yoktur. Devam ediyor: ‘Bu teşbih ve Müşebbiheyi kötüleme, bunu söyleme tavrı sadece Cehmiyye’den gelmiştir. ’ Bunu yapan Cehmiyyedir. Yahu insan Allah’tan korkmaz mı, bizim imamlarımız bu Akaid metinlerinde bize ne anlatıyorlar? Kur’an’da Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur derken ne anlatıyor bize? Bu ayet Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmeyin teşbihe düşmeyin demiyor mu bize? Diyor! Selefimizin Akaid metnini okuyoruz, ‘Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur’ diyorlar. Hiçbir şeyi Allah’a benzetmeyin demek değil midir bu? Ta kendisi! İbn Teymiyye ne diyor? Açık ve net adını koyalım: Kur’an’a da iftira ediyor, Sünnete de, sahabeye de, tabiine de, tebe-i tabiine de iftira ediyor. Onların hiçbirinin sözünde teşbihi ve Müşebbihe’yi kötüleme yoktur diyor. Allah’tan kork! Sen Müşebbihe değilsin de nesin peki? Bu ifadeler Müşebbihe’den başka birinin ağzından çıkar mı? Sen Müşebbihe değilsen, teşbihi savunmak sana mı düştü?

Dolayısıyla aklımızı başımıza alalım, ortada Ehl-i Sünnet propagandası altında dünyamıza, akaidimize sokulan bir ifsat var.

Bu ifsadın üstüne Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat perdesi örtüyorlar. Benim genç delikanlım İbn Teymiyye’yi sadece tercüme edilmiş kitaplardan tanıdığı için -ki aynı şey Şia için de böyledir- sütten çıkmış ak kaşık gibi bir İbn Teymiyye fotoğrafı çıkıyor karşımıza: bütün günahı Kur’an’a, Sünnet’e, selefe teslim olmak! Böyle bembeyaz, arı duru bir İbn Teymiyye fotoğrafı var karşımızda. ” S. 51-52

“Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’nın sözüdür. Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ’dan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuştur. Bu ne demektir? Sözün Cenab-ı Hakk’tan sadır olması nedir? Bu söz insanların ağzından çıkan söz gibi bir söz müdür? Harf ve sesler söz konusu mudur? Hayır değildir!

Tarih içerisinde böyle diyenler olmuştur. Biz bunlara Müşebbihe diyoruz. Bunların uzantıları da var. Bugün bile artık Suudi Arabistan kaynaklı dezenformasyon çalışmaları içerisinde bunların çalışmaları Selef Akidesi (!) adı altında neşrediliyor. İbn Teymiye de böyle söylüyor: ‘Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’tan söz olarak, kelam olarak sadır olmuştur’ diyor. ‘Evet, harf ve sesle sadır olmuştur. Çünkü bir yerde söz varsa orada harf vardır, ses vardır. Başka türlüsü mümkün değil. Biz bu harf ve sesin mahiyetini bilemiyoruz’ diyor. Bir kere Kur’an ve Sünnet’te vahyin Kur’an’ın Allah Teâlâ’dan harf ve sesle sadır olduğuna delalet eden hiçbir nass yoktur. Seleften, bunu açıkça ifade eden hiç kimse de yoktur.

Bu gerçekten çok önemli bir husus. İbn Teymiyye’nin, Selef adına konuşan daha doğrusu Selef adına konuşma edasıyla konuşan biri olarak Selefe attığı iftiralardan birisi de budur. Birçok iftira atmış, biri de budur. ‘Selefin söylediğini söyleriz, nasslarda geldiği gibi inanırız, ondan ötesini söylemeyiz, konuşmayız’ gibi tırnak içi bir ‘Selefî’ tavrı görürüz, hissederiz. Fakat bu tavrın altında müthiş bir bid’at vardır. Onlardan biri de budur.

Seleften hiç kimse ‘Kur’an-ı Kerim (vahiy) Allah Teâlâ’dan harf ve sesle sadır olmuştur’ dememiştir. Kalbe ilka ses ile olmaz. Adı üstünde ‘kalbe ilka’. Ses ile olduğu zaman biz bunu duyarız. Cebrail (a. s)’ın sesini duymuş mudur efendimiz? Duyduğu zaman o Cebrail (a. s)’ın sesidir. Cebrail (a. s) Kur’an’ı nereden alıyor? Beyt-i Mamur’dan alıyor. Levh-i Mahfuz’da yazılı Kur’an ve diğer bütün kitaplar... Mübarek semavi kitapların tamamının aslı Levh-i Mahfuz’dadır. Oradan indirilecek olan ayetleri görevli melekler Cebrail (a. s)’a veriyor. Cebrail (a. s) da alıp Efendimiz (s.a.v)’e getiriyor. Yani, İbn Teymiyye’nin bir yerde iddia ettiği; Cenab-ı Hakk bir şey söylediğinde iki insanın -haşa- karşılıklı konuşması gibi veya bir padişahın karşısındaki görevliye emretmesi gibi, ondan ses ve harfle sadır olur, o da onu kulaklarıyla duyar sonra alır duyduğunu... böyle bir şey olmaz. Teşbih işte budur. ‘Kur’an (vahiy), Cenab-ı Hakk’tan harf ve sesle sadır olur’ dedikten sonra biz bunun keyfiyetini bilemeyiz demenin hiçbir anlamı yok. ” S. 119-121

“O, sınırlardan, gayelerden, erkân ve azalardan, araç-gereçler(e ihtiyaç duymak)dan yücedir. Sonradan var olan diğerleri (ni kuşattığı) gibi, altı yön O’nu kuşatamaz. ” İbaresini açıklarken şu tesbitlerde bulunur:

Cenab-ı Hakk’ın bir sınır noktası, varlığının bir sonu vardır’ diyor İbn Teymiyye. (Beyânü Telbisi’l-Cehmiyye) Şimdi imamlarımız ‘Cenab-ı Hakk hadlerden, varlığı bakımından son noktalardan, azası, edevatı, organları bulunmaktan münezzehtir’ diyor. İbn Teymiyye’de diyor ki ‘Cenab-ı Hakk’ın bir son noktası vardır. ’

Burada calib-i dikkat bir nokta daha var. İbn Ebi’l-İzz, et-Tahâvî şerhinde şöyle diyor: ‘İmam et-Tahâvî (rh. a) buradaki ifadeleri ile, (Cenab-ı Hakk’ı yarattıklarına benzeten) Müşebbihe’nin görüşlerini reddetmek istemiştir. Onlar, Allah bir cisimdir, O’nun cüssesi ve organları vardır diyen ve buna benzer kanaatler ile süren Davud el-Cevâribî ve benzerlerinin görüşlerini reddetmektedir. Yüce Allah böylelerinin söylediklerinden çok yücedir. ’

Eğer Cenab-ı Hakk’ın varlığının bir son sınırı, haddi bir nihayeti varsa ki İbn Teymiyye az önce alıntıladığımız yerde böyle söyledi. Böyle olunca acaba İbn Teymiyye de Müşebbihe, Mücessime’den midir? Dolayısıyla İbn Ebi’l-İzz’e göre de İbn Teymiyye’nin bu görüşü merduttur, merdud olmalıdır. İmam et-Tahâvî’nin ortaya koyduğu metin de bize bunu açık bir şekilde söylüyor.

İbn Ebi’l-İzz devam ediyor: ‘Böylelikle Şeyh et-Tahâvî’nin maksadının şu olduğu anlaşılmaktadır: Yüce Allah herhangi bir kimse tarafından sınırları ile kuşatılmaktan yüce ve münezzehtir. 

Bakın şimdi İmam et-Tahâvî ‘Cenab-ı Hakk sınırları olmaktan, hadleri olmaktan, sınır noktaları olmaktan Münezzehtir’ dedi. İbn Ebi’l-İzz ise ‘Allah herhangi bir kimse tarafından sınırları ile kuşatılmaktan müzehhtir’ diyor. Bu ifade Cenab-ı Hakk’ın bir sınırı vardır fakat o sınırlar, son noktalar mahlûkat tarafından kuşatılamaz, idrak edilemez demek oluyor. Oysa İmam et-Tahâvî ‘Cenab-ı Hakk’ın son noktaları olmaktan münezzehtir, böyle bir şey söylenemez’, diyor. İbn Ebi’l-İzz ise ‘Sınır vardır ama mahlûkat tarafından kuşatılamaz’ diyor. Şimdi bu Selefi akidesi oluyor; İmam et-Tahâvî’nin akidesini bize açıklıyor bu metin! Oysa bunun İmam et-Tahâvî’nin söylediklerini cerh eden, yanlışlayan bir yorum olduğu açık. İmam et-Tahâvî ‘O sınırları ile kuşatılmaktan münezzehtir’ demiyor, ‘sınırları bulunmaktan münezzehtir’ diyor. Demek ki Cenab-ı Hakk’ın varlığının son noktaları, sınırları vardır diyemeyiz. Nitekim İbn Teymiyye başka eserlerinde de; Cenab-ı Hakk Arş’a istiva ettiği için ve bu istiva ona göre somut bir yer kaplama, mekân tutma olduğu için Cenab-ı Hakk’ın bize göre üst taraftan, kendisine göre Arş’a gelen kısmından, varlığının Arş’ın üzerine gelen kısmından bir son noktasının olduğunu söylüyor. İstiva fiilini, Arş’ın üzerinde fiilen yerleşip mekân tutmak olarak anladığımız zaman kaçınılmaz olarak söyleyeceğiniz şeydir bu: ‘İstiva yerleşmektir, mekân tutmaktır. Dolayısıyla yerleştiği zaman Cenab-ı Hakk’ın varlığının, vücudunun Arş’a gelen kısmında bir son sınırı, çizgisi vardır’ demiş olacaksınız kaçınılmaz olarak. İmamlarımız ‘Cenab-ı Hakk’ın varlığının haddi, sınırı yoktur’ diyor; bunlar da diyor ki: ‘vardır’. Bu da güya Selef’in akidesi oluyor!

Yeri gelmişken şunu da belirtelim: İmam et-Tahâvî’nin bu ifadelerinin nasıl çarpıtıldığını Tenzîhü’l-Hakki’l-Ma’bûd isimli eserinde, Abdulaziz el-Hadisi isimli bir zat çok güzel açıklamış. Sadece bu cümle üzerine, yani et-Tahâvîyye metnindeki ‘O, sınırlardan ve gayelerden yücedir/münezzehtir’ cümlesinin ne anlama geldiğini açıklayan bir kitap yazmış. Bu kitapta İbn Teymiyye’nin görüşlerini de ele almış, bazı çağdaş Selefi-Vehhabi kişilerin görüşlerini de ele almış. Onlar arasından ibretamiz olan bir şeyi burada aktarmak istiyorum. et-Tahâvî’ye de şerh yazmış olan el-Humeyyiz adındaki malûm, meşhur zat... Bu zat da aynı şeyi kendi şerhinde iddia ediyor ve diyor ki: ‘Cenab-ı Hakk’ın hissi, somut olarak varlığının son sınırları vardır. ’ Bu ifade bize Selef akidesi olarak anlatılıyor! Selef akidesini hâlbuki İmam et-Tahâvî bize burada verdi. Dolayısıyla meseleye gözünü açarak bakanlar için bu akidenin Selef ile hiçbir bağlantısının olmadığı görülüyor. Bu Vehhabi akidesidir, Tecsim, Teşbih akidesidir. Bunun Ehl-i Sünnet ile hiçbir ilişkisi yoktur. ” S. 146-152

 

Sual:

Bazı platformlarda konuştuğumuz, tartıştığımız bazı İbn Teymiyye müdafii kardeşler, ‘Biz cisim lafzını ya da bir kimseyi Mücessime ilan etmeyi Ehl-i Sünnet’in menhecinde bulamıyoruz. Bu yüzden sizin İbn Teymiyye’yi Mücessimîlikle isimlendirmenizi değil, onun Selef-i Salihin’e aykırı olup olmadığını ispat etmenizi önemseyeceğiz. Bizim için Akide, ilk dönem ulemanın sabitelerine aykırı düşünüldüğünde kişiyi sapıklığa düşürmeyen şeydir. Vel-hâsıl biz Mücessimîlik diye bir sınıflandırma tanımıyoruz’. Bunun doğruluğu nedir? Sahabe ve ilk dönem uleması geçen ıstılahları kullanmış mıdır?

Cevap:

“İbn Teymiyye’nin sık söylediği bir şeydir bu. Selef, Mücessime diye bir şeyi reddetmemiştir. ‘Selef Allah’a cisim denir mi, denmez mi?’ diye meseleyi ne reddetmiştir ne de kabul etmiştir. Dolayısıyla böyle bir meselenin üzerinde durmak, bunun akideden saptıran bir şey olduğunu söylemek, Selef’in yolundan saptıran bir şey olduğunu söylemek doğru değildir diyor.

Bu konuda kendi içinde çelişkileri de var. Birkaç yerde böyle diyor. Selef aşırı giden Müşebbiheyi tenkit etmiştir, ama Mücessime ıstılahı selefte yoktur. Dolayısıyla biz de bunu kullanmıyoruz bid’attir bu diyor. Daha sonra başka bir eserinde diyor ki, ‘Eğer Kur’an’da, Sünnet’te ve Selef ulemasının sözlerinde “Allah cisim değildir’ diye bir ifade yoksa Allah’ın cisim olmadığı ifade edilmiyorsa, ben Allah cisimdir demekle Kur’an, Sünnet ve Şeriat’ten dışarı çıkmam’ diyor. Daha önce de söylemiştik, ‘İbn Teymiyye Selef adına konuşur, her söylediğini Selef’e dayandırır ama Selef’in söylemediği şeyleri de yeri geldiğinde bal gibi söyler!’ Bu da onlardan birisidir: ‘Benim Allah’a cisim demem Kur’an’a, Sünnet’e, şeriata aykırı bir şey değildir’ diyor!

İbn Teymiyye’nin bu argümanına ne diyebiliriz? Bu anakronizmdir. Yani Selef-i Salihin döneminde ortaya çıkmış itikadî yanlışlar neyse meseleyi orada donduralım, onun dışında ortaya çıkmış itikadî yanlışlar hakkında ‘bunlar itikaden yanlış demeyelim çünkü selef böyle demedi’ diye düşünelim! Peki, ben şimdi size sorayım: Selef ‘tarihsellik’ diye bir şey bilmiyordu. Onların döneminde böyle bir iddia yoktu. ‘Kur’an nassları tarihseldir, o günü bağlar, bizi bağlamaz’ diyen insanlara bu kardeşlerimiz ne diyecek? ‘Selefin menhecince tarihsellik diye bir şey yoktur dolayısıyla biz bu konuda susuyoruz’ mu diyecek? İşte bu Usulu’d-Din ilmine kör bir inatla direnmenin oluşturduğu ironik bir durum. Kelam’ı orada donduracağız, ‘Ondan sonraki tarihler içinde kim ne demişse demiş bizi ilgilendirmez’ mi diyeceğiz?

İbn Teymiyye’nin kendisi Vahdet-i Vücut meselesine niye itiraz etti o zaman? Seleften kim demiş ‘Vahdet-i Vücut küfürdür, şirktir’ diye? Kendisi bizzat devam etmiş, kendi metodunca devam ettirmiş bunu. Şimdi kendisinin işine gelen konularda bunu devam ettirecek ama işine gelmeyen konularda ‘Selef demedi biz de demeyiz’ diyecek!. . Bu çifte standarttır. İbn Teymiyye’nin ne kadar çifte standartlı, ne kadar işine geldiği gibi davranan bir insan olduğunu, ne kadar usulden, tutarlılıktan yoksun hareket ettiğini gösteren önemli bir husustur bu. ” S.191-192

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 297 / Ağustos 2015