Kendi kendine tıp kitapları okuyanların insan tedavi ettiği bir memlekette doktor, avamın meal okuyup hüküm verdiği bir yerde de âlim yetişmez. Bir takvim yaprağında okuduğu bilgiye dayanarak, doktorlarla tedavi usulü üzerine tartışan bir hasta ne kadar ahmaksa, ulemâ ile cedelleşen mealciler de o kadar ahmaktır. Peygamberimiz Efendimiz’e (sav) Arapça olarak indirilen, mütevâtiren bize ulaştırılan, karşıtlarını benzerini getirmekten âciz bırakan ve tilavetiyle ibadet edilen Kur’an-ı Kerim, hak ile batılı birbirinden ayıran (furkan) bir hidayet rehberidir. Müfessirler, hak kelâmın sapık yorumlarının önüne geçebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’in inişi, toplanışı, tertibi, tedvini, Mekkî-Medenî ayetleri, nâsihi-mensûhu, muhkemi-müteşâbihi ve bunlar dışındaki meselelerini ‘Ulûm-u Kur’ân/ Kur’ân İlimleri’ kapsamında bir araya getirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm Müdâfaası
|
Ümmet, Kur’ân-ı Kerîm’e hem bugünün hem de
yarının sorunlarını çözen bir kitap olarak baktı. Her şeyin cevabını önce O’nda
aradı. O’nu abdestsiz tutmak şöyle dursun okunduğu mekânlarda da abdestsiz
dolaşmadı. Bir hafız bir meclise girdiğinde yaşına bakmadan Kur’ân-ı Kerîm’e
ihtiramdan hâzirûn ayağa kalkardı. Dedeler, hafız torunları önünde yürümekten
hayâ ederdi. Namaz sonlarında, hafızlar müezzinlikte Kur’ân-ı Kerîm okurken,
sırtımız Allah’ın ayetlerini okuyana doğru olmasın diye yaşlılar bir yönlerini
kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza karşı duracak şekilde otururdu. Onu okumaya
muhatap olanları tebrik, okuyacakları da teşvik etmek için yapılan “hatim
merasimlerine köyden, kasabadan, kentten insanlar akın eder, ihtifâl-i
Kur’ân’lar şehrayine dönerdi.” (S.270)
Takdim
“Kendi kendine tıp kitapları okuyanların
insan tedavi ettiği bir memlekette doktor, avamın meal okuyup hüküm verdiği bir
yerde de âlim yetişmez. Bir takvim yaprağında okuduğu bilgiye dayanarak,
doktorlarla tedavi usulü üzerine tartışan bir hasta ne kadar normalse, ulemâ
ile cedelleşen mealciler de o kadar normaldir. Ne var ki, insan hayatının
yalnız bir yönüne bakan tıpla alakalı bir hususta mutlaka mütahassıs arayan
ehl-i dünya, hayatın bütün şubelerine müdahil olan Kur’ân-ı Kerîm’i anlama
noktasında kendini yeterli görür.
Hz. Muhammed(sav)’e Arapça olarak
indirilen, rivayet ve yazı yoluyla mütevâtiren bize ulaştırılan, karşıtlarını
benzerini getirmekten âciz bırakan, tilavetiyle ibadet edilen, Fatiha Sûresi
ile başlayıp Nas Sûresi ile sona eren, hakkında âlimlerin derin bir dikkatle,
cahillerin ise cesaretle konuştuğu Allah Kelâmını Peygamber-i Ekber(sav)’e şu
ifadelerle tanımladı: ‘Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki
meselelerin çözümü O’ndadır. O, hak ile bâtılı ayırt eden kesin bir doğrudur.
Komedi değildir. Kim bir zorbadan korkarak O’nu terk ederse Allah o’na öldürücü
darbe indirir. Kim O’ndan başka yol gösterici ararsa Allah Teâlâ o’nu saptırır.
O, Cenâb-ı Hakk’ın sağlam ipidir. O, zikr-i hâkim, sırat-ı müstakimdir.
İstekler O’nunla masrufunda kalır. Diller O’nunla rekâketten kurtulur. Âlimler
O’ndan usanmaz. Çokça tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı hayrete düşüren
yönleri bitip tükenmez. O, öyle bir kitaptır ki cinler O’nu işittiklerinde
şöyle demekten kendilerini alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya ileten
hayranlık verici bir Kur’ân dinledik de O’na inandık.’ Kim O’nunla bir görüşü
desteklerse doğru söyler. Kim O’nunla amel ederse mükâfatlandırılır. Kim
O’nunla hükmederse adil olur. Kim O’na çağırırsa doğru yola ulaştırılmış kabul
edilir.’
Müfessirler, hak kelâmın sapık
yorumlarının önüne geçebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’in inişi, toplanışı, tertibi,
tedvini, Mekkî-Medenî ayetleri, nâsihi-mensûhu, muhkemi-müteşâbihi ve bunlar
dışındaki meselelerini ‘Ulûm-u Kur’ân/ Kur’ân ilimleri’ kapsamında bir araya
getirdiler. ‘Kur’ân İlimleri’ tefsire sabit ölçüler kazandırdı. Birden çok
anlama gelen ayetlerin murâd-ı İlâhî çerçevesinde anlaşılmasını temin etti.
‘Rivâyet’, ‘işâret’ ve ‘dirâyet’ tarzında telif edilen tefsirler ‘Kur’ân
İlimleri’ni içselleştiren müfessirlerin kaleminden çıktı. ‘Kur’ân İlimleri’,
anlama delâleti açık olmayan ayetlerin ideolojik bakış açısıyla tefsir
edilmelerine de engel oldu. Bu yüzden yakın dönem modernist tefsir hareketleri,
düşüncelerinin İslâmîliğini iptal eden ‘Kur’ân İlimleri’ ve müdevvinlerini
tenkit etmeyi öncelikli vazife telakki etti. Mevcut haliyle ‘Kur’ân
İlimleri’nin çağın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in
anlaşılmasına mani olduğunu iddia eden modernistler, köklü bir değişimle
oluşacak yeni usul ve yöntemlere ihtiyaç olduğu hissini uyandırdılar.
Onlara göre, kudemâdan müfessir ve
müctehidler ictihadda bulunmuş, düşüncelerini inşa etmiş ve bir kültür
oluşturmuş fakat bunun ötesine geçememişlerdir.
Müslümanları, Kur’ân-ı Kerîm’i aydınlanma
döneminin ürünü olan bilimsel zihniyet(!) ile yorumlamaya çağıran modernistler,
beşeri metinleri anlamada esas alınan yöntemlerle ya da İncil’i tashih amacıyla
kullanılan Tarihselcilikle Kur’ân’ın anlaşılmasını önererek, beşerî olanın
etken, ilahi olanın ise edilgen olduğunu ilan etmektedirler.
Her biri müstakil makalelerden oluşan bu
kitap, Allah Azze ve Celle’nin koruyacağını ilan ettiği Ki- tab’ını müdafaa
etmenin yanında, asıl olarak pek çok cepheden yapılan taarruzlara karşı
müslümanların imanlarını muhafaza amacı gütmektedir.” (S.10-13)
İhsan Şenocak, Şubat 2016
Tarihçi Tek Başına Bir Cemiyettir
Tarihin, bünyesindeki ilim kodlarını
bozmadan işlevini sürdürebilmesi için bir takım usuller tespit edilmiştir.
Bunlar içinde en dikkate değer olanı, Sprenger gibi oryantalistleri hayrette
bırakan, tarihî hâdiselerin tedvin ameliyesine kaynaklık eden ravilerin -özel
hayatları dâhil- bütün yaşamlarının istisnâî fıkhî bir hükümle
araştırılmasıdır. (Gerçekte ise özel hayatı teftiş ve tecessüs ayetle
yasaklanmıştır.)Çünkü tarihe tanıklık eden ya da Allah Rasûlü(sav)’nün hadis-i
şeriflerini sahâbeden aktaran kişi, kendisi olmaktan çıkmış, bir ilim dalının
sıhhatinin rüknü haline gelmiş ve onun şahsında geçmiş ümmetlerin hakkı-hukuku
söz konusu olmuştur. Bu yüzden râviye ehliyet ve liyâkat yoklaması yapılır.
Tarihî olaylar, tarihi yaşayanlar ve yazanlarla bir bütün halinde
değerlendirilir.” S.(20-21)
Zafer ve Hezimet Yanyana
“Müslüman tarihçiler, zaferi ve hezimeti
aynı ayrıntı zenginliği ile anlatmışlardır. Müslümanların hem nesnel, hem de
evrensel bir tarih anlayışına sahip olduklarının İslâm kütüphanesinden en canlı
şahidi, büyük tarihçi İbn-i Esîr’in (v.630/1233) Moğol hezimetini anlatırken
takındığı objektif tavırdır: “Bu felaket (Moğol istilası) o kadar korkunç ve
çirkin ki, birkaç sene bunları yazayım mı diye düşündüm. Yine de şimdi bunları
hayli tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir bakıma İslâm ve Müslümanların ölümünü
duyurmak gibidir; ki bu kime kolay gelir? Kimde dayanacak ciğer var ki
Müslümanların içine düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında rezil ve rüsva
olmanın trajedisini anlatsın? Keşke yaratılmasaydım. Keşke bu olaydan önce
ölmüş olsaydım. Keşke unutup da bu elemli olayların hatırası kafamdan silinip
gitseydi. Fakat bazı dostlarım bu felaket olaylarını yazmaya beni razı ettiler.
Yine de tereddüt içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiç fayda yok. Bu öyle
büyük bir bela, öyle müthiş bir felaket ki dünya tarihinde bir benzeri yoktur.
Bu olaylar umumi planda bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle
Müslümanlarla ilgili olmakla birlikte özellikle de eğer bir adam çıksa da ‘Hz.
Adem (as)’den beri böyle bir bela insanoğlunun başına gelmemiştir’ diye iddia
etse, bu yanlış bir iddia olmaz. Çünkü tarihte böyle bir olayın en küçük
benzeri bile görülmemiş, belki de kıyâmete kadar Ye’cûc ve Me’cûc un dışında-
asla böyle bir olay görülmeyecektir. Bu vahşi insanlar hiç kimseye acımadılar.
Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn,
ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm.” S. (23)
Akıl Dini
Hristiyanlığın önünü kapayan, buna mukabil
akla sınırsız hâkimiyet alanı açan Aydınlanma Felsefesi her türlü dış formdan,
gelenekten, tarihîlikten mücerret yeni bir din icat etti. Bu dinin mûcidi
akıldı. Dolayısıyla adı da ‘akıl dini’ oldu. Yeni dinin (akıl dini) kökleri
Antik çağa, Stoa Felsefesine uzanıyordu. ‘Din, tanrının vahyinin değil
aklın ürünüdür’ diyen Stoacı bakış açısı yüzyıllar sonra yeniden sahne
almıştı. Buna göre, ‘akıl’ ile ‘doğa’ aynı manayı mündemiçtir. Doğa içerisinde,
evrensel akıl egemendir. İnsan da doğanın bir parçası olduğundan onun doğasının
yapısı da akıldır. Dolayısıyla Stoalılar ve onların yollarında yürüyenler
‘doğa’ ya da ‘doğal ışık’ deyince hep aklı anladılar. Buna göre ‘akıl dini’
demek ‘doğal din’ de demektir.Doğal din taraftarlarına göre, gerek müşrik
toplumlarda şekillenen dinler ve gerekse tarihî/semâvî dinler, aslında insanda
doğal olarak yaşayan dinin yansımalarıdır. Dolayısıyla insan vahye ihtiyaç
olmadan da bir din icat edebilir. Tarihî/semâvî dinler insanın içindeki doğal
dini zedelediler. Bu yüzden tarihi dinler fıtrattaki dini değiştiren
hurafelerle doludurlar. Hristiyanlığı, tarihi din terkibi çerçevesinde
değerlendiren Aydınlanma aklı, onu ‘yapma, bozulmuş ve akla aykırı’ kabul etti.
Bu bakış açısına sahip filozofların çoğunun bir sonraki adımları ateizm oldu.
Batı, merhale merhale dinden uzaklaştı. Kilise taraftarlarının, uzlaşmacı
yaklaşımları dinden kaçışa mani olamadı. Kilisenin taassubundan kurtulan akıl,
kendi kilisesini kurdu, orada mabûd kendisi oldu. Batı, bir yanlıştan
kurtulayım derken bir başka yanlışın içine düştü. Artık iki farklı din vardı: ‘Akıl
Dini/Doğal Din’ ve ‘Tarihî Din/Hristiyanlık’. Akıl Dinine göre,
Tarihî Din yanlışların atlasıydı. İnsan doğasını tahrif etmişti. Akıl Dini ise
Tarihî Dinle hesaplaşarak mazinin intikamını alacaktı.” S.(28-29)
Lessing
“Batıda, ‘Doğal Din’le ‘Tarihî
Din’i uzlaştırmak, yeni terkiplerle probleme çözüm getirebilmek için bazı
filozoflar bir takım çalışmalar içerisinde olmuşlardır. Bunlar içinde kayda
değer en mühim çalışma, Gotthold Ephraim Lessing’e (ö. 1781) aittir.
Lessing, büyük bir filozof olmaktan öte
daha çok münekkit kimliğiyle tanınır. Akıl Dini bağlılarınca akla aykırı
tezlerin yığını olarak görülen Tarihi Dine, tarihsel perspektiften bakmayı
önermiştir. Bu açıdan Lessing’in yaklaşımı konumuzla direkt alakalıdır. Ona
göre, dine sıkı sıkıya bağlananlar da, dinin aklı tahrif ettiğini söyleyenler
de yanılmaktadır. Vahye sıkı sıkıya bağlı kalınamaz. Çünkü vahyin kutsal
kitaptaki şekli belli bir dönemin şartlarını dile getirmektedir. Bu döneme de
artık dönülemez. Deistlerin yanıldığı nokta da, dini kitaptan ibaret
saymalarıdır. Oysa İncil, Hristiyanlığın gelişiminde belli bir evredir.
Öz adıyla ilk defa Lessing’le tedavüle
çıkan tarihselciliğin amacı, Aydınlanmanın karanlık ve dogmatik gördüğü Tarihi
Dini kurtarmaktı. Aslında tarihselcilik samimi Hristiyanların projesiydi.
Gayeleri dini hem yok olmaktan hem de hurafelerden kurtarmaktı.” (S.30)
“Batının çarpık tarih telakkisi, onu
dogmaların esaretine teslim etti. Kilise, bu esareti bilimin bütün alanlarına
hâkim kıldı. Batı’da, düşünceye gümrük uygulamayan bölgeler yok gibiydi. Efsane
mecmuasına dönüşen din, İsa’sı ve Meryem’iyle yeryüzünden tecrit edildi. Bir
şey haddini aşınca zıddına inkılap eder kaidesi çerçevesinde, Batının efsanevi
ve müstebit din anlayışı da Aydınlanma silüetinde zuhûr eden dinsiz bir yapıya
dönüştü. Yeni yapı, eskiyi bir bir tekzip etti. Laikleşen bilim, kendince
doğrular üretti. Hakikatin iki farklı adı, iki farklı tasavvuru oluştu:
Kilisenin ve bilimin hakikati. Yeni devir, efsanevi müktesebatın hamallarını
‘din adamı’; bilimin işçilerini ise ‘aydın’ olarak niteledi.
Tanrı merkezli bir Dünya görüşünden, insan
merkezli bir Dünya görüşüne geçiş sürecinde tarihselcilik, dindar filozofların
‘urve-i vuska’sı oldu. Onunla, imanlarını güvence altına aldılar. Bilimin
karşısında çöken dini tasavvuru, İsa’yı, Meryem’i, kiliseyi tarihselleştirmeyi
görev kabul etti. Hedefleri ise, kitaplarının hayattan kopmasını engellemekti.
Ez cümle tarihselcilik, hurafe atlasına
dönüşen İncil’i, kurtarma ameliyesidir. Bununla, Batılı adam İncil’in
bozulduğunu ve kurtarılmaya muhtaç olduğunu da itiraf etmiş oldu. Modernistler,
Allah’ın Rasûlü’ne vahyettiği şekliyle bugüne ulaşan ve bütün
insanları kurtarmaya talip olan Kur’ân’ın neresinde hurafe ya da beşeri bir katkı
gördüler ki, onun da tarihsel olduğunu iddia ediyorlar?” S.(42)
Tarihselcilik ya da
Katolisizmi Olmayan Kur’ân-ı Mübin’in Protestanca Okunuşu
“İslâmî bir asıldan mahrum olan, Kur’ân’ın
ne söylediğini anlamaktan ziyade, söylediğini tarihsel ve yerel kabul edip,
O’na ‘Senin devrin kapandı’ demeyi amaçlayan bu yönüyle de murâd-ı İlâhîyi
doğru kavrayamayan anlayış usulleri içinde -bugün itibariyle- en yıkıcı olanı
tarihselciliktir.” S.(46)
Zorlama referanslarla Kur’ân-ı Kerîm’de
ilişkilendirilen tarihselcilik; İslâmî cephede Fazlurrahman (v. 1988), Hasan
Hanefî (d.1935), Muhammed Arkoun (v.2010), Nasr Hamid Ebû Zeyd (v.2010), Emin
el-Hulî (v. 1966) gibi modernist kimlikli araştırmacılarla temsil imkânı
bulmuştur. (S.47)
18. yüzyıl itibariyle Batı düşüncesine
hâkim olan İlerlemeci Tarih Tasavvuruna göre; mükemmel hayat ya bugündür ya
yarındır ya da ondan sonraki gün ve günlerdir. Hayatın terakkisi bilimin
terakkisine bağlıdır. Dünyanın yarınları dününden daha iyi olacaktır. Çünkü
bilim sürekli gelişmektedir.” (S.82)
“İslâm, İlerlemeci Tarih anlayışının
karşısında, ‘sahv’ halinin usulü ‘Dairesel Tarih Tasavvurunu’ ikame etmiştir.
Bu tasavvura göre, hayat bütün teferruatıyla olmasa da birçok yönüyle tekrar
etmektedir.” (S.83)
“Zamanı, bir daire içinde dört mevsim
olarak düşündüğümüzde görürüz ki, mevsimler büyük benzerliklerle tekrar
etmektedirler. Daire döndükçe mevsimler görünür, fakat yeniden görünen her
mevsim aynı mevsim değildir. Zira hiç bir şey bütün renkleriyle aynen tekrar
etmemektedir. Fakat yeni dairedeki her bir mevsim eski dairede onun adını
taşıyan her bir mevsime yapısal açıdan karşılık gelmektedir. Yani zaman,
benzerliklerin esası üzerine kurulan tarihi daire içinde yürümektedir. Onun
için pozitivizmin iddia ettiği gibi ideal anlar yalnız bugünler ve yarınlar
değildir. Belki de yarınlar tarihin kışına tekabül edecektir. Bu yüzden İslâmî
ilimlerin teşekkül ve devam sürecinde benimsenen tarih tasavvuru ne
Aydınlanmada olduğu gibi tarihi karanlık, yarını aydınlık gören ilerlemeci
tarih anlayışı, ne de kadîm Yunan ve Romalılarda hâkim olan; yalnız maziyi
güzel, yarınları kötü gören tarih anlayışı ile örtüşmektedir.” S.84
Tarihselcilik
“Fazlurrahman’ın, İslâm ümmeti için yegâne
kurtuluş yolu olarak gösterdiği tarihselcilik gerçekte kilisenin skolastik
müktesebâtını akla uygun hale getirmek için doğan bir anlayış tarzıdır.
Aydınlanma devrinde öz adıyla tedavüle çıkan tarihselcilik, Hristiyanlık kültürü
içinde oluşum sürecini tamamlayınca, oryantalistler tarafından İslâm Dünyasına
taşındı ve Kur’ân’a tatbik edildi. Kur’ân’ın vahiy olduğunu kabul etmeyen
Oryantalizm, tarihselci anlayış çerçevesinde ayetlerin evrensel duruşlarını
reddetti. Onlara göre, Kur’ân-ı Kerîm belli bir tarihiliğe sahipti ve yalnız o
bağlamda ele alınmalıydı.
Oryantalizmin, vahiy gerçeğini inkâr
edebilmek için Kur’ân-ı Kerîme uyguladığı tarihselciliği Fazlurrahman’ın İslâm
ümmetinin sekülarizme esir olmaktan kurtulmasının tek çaresi olarak göstermesi
sadece İslâm düşmanlarını inandırabilir. Zira böyle bir anlayış zehiri ilaç
kabının içine koyup şifa niyetine hastaya içirmekten başka bir şey değildir.
Gerçekten Müslüman modernistler İslâm
Dünyasını kuşatan sosyokültürel krizi aşmak istiyorlarsa, işe öncelikle, modern
değerlerin ve de Batıda olduğu hali ile iktibas ettikleri tarihselciliğin
tarihselliğini ilan ederek başlamalıdırlar. Çünkü İslâm coğrafyasının fikri
rekâketi içi doldurulmadan ithal edilen modern değerlerin tahribatıyla
oluşmuştur. Bu yüzden tedavinin gerçekleşmesi, teşhisin doğruluğuna bağlıdır.
Tarihselciliğin İslâm coğrafyasındaki
versiyonunun öncelikle müstemleke muamelesi gören insanların ülkelerinde neşv-ü
nema bulması, onu kabul eden Müslüman modernistlerin zihnen tükendiklerinin,
terkib ve tahlil ameliyelerini yitirdiklerinin ve bu yüzden de kendileri
olabilmeyi düşünemediklerinin izharıdır. Bu nedenle tarihselcilik, zihnen
mağlubiyetin getirdiği reaksiyoner bir anlayış sistemidir. Bu anlayış, İslâmî
ilimlere kısmen vâkıf olan modernistleri bütünü ile İslâm geleneğinden
koparmıştır. Ortaya, İslâm’a göre şekillenen bir hayat yerine, hayata göre
şekillenen bir İslâm çıkmıştır. Çünkü yaşanan krizi, cemiyete müdahale eden
müceddit akılla aşan ulemânın yerini, her türlü müdahaleye açık tarihselci
müteceddit akıl almıştır.” S.104
Tahrifin Sidre-i
Müntehası: Nasr Hamid Ebû Zeyd
“Modern zamanda oluşan tefsîr tarzları
içerisinde İslâm’ın genel kabullerine en muhalif olan 1895 yılında Mısır’da
doğan Emin el-Hulî(v.1966)’nin geliştirdiği ‘Edebî Tefsîr’ anlayışıdır.
Aişe Abdurrahman (v.1998), eşi el-Hulî’nin geliştirme ve örneklendirme imkânı
bulamadığı ‘Edebî Tefsîr’ anlayışını, telif ettiği eserleriyle pratize etmeye
çalıştı. Edebî tefsir anlayışından hareketle Kur’ân’ı tanımaya çalışan bir
diğer yazar Muhammed Ahmed Halefullah’ın (v.1997) ‘el-Kasusu’l-Fenniyyu
fi’l-Kur’âni’l-Kerîm’ adlı teziyle Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssaları Edebî
Tefsir usulü çerçevesinde tenkit ve tahlil etmesi, onların gerçekte vuku
bulmadığını iddia etmesi gerek Halefullah’a gerekse ekolun bağlılarına karşı
oluşan tepkinin dozunu artırdı. Neticede Muhammed Ahmed Halefullah ve tezle
dolaylı yoldan alakası bulunan Abdulkadir el-Mağribî (v.1956), Muhammed
el-Mubarek, Şevki Dayf (v.2005), Tâhir b. Âşûr (v.1973) gibi akademisyenlerin
üniversitedeki görevlerine son verildi.” (S.134)
Nasr Hamid Ebû Zeyd(v.2010), başta
el-Hulî’nin sistematize ettiği Edebî Tefsir anlayışı olmak üzere bünyesinde
modernizmin kodlarını barındıran bilcümle tefsir tarzlarına meşruiyet kazandırabilmek
için Sünnet ve Cemaat mezhebinin Ulûm-u Kur’ân literatürüne mesnetsiz ve
insafsız tenkitlerde bulunmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı ‘Mefhumu’n-Nass:
Dirâseten fi Ulûmi’l-Kur’ân’ adlı çalışması ilmi ve tarihî hakikatlere
muhalif, ümmetin genel kabulleriyle çelişen görüşlerle doludur.
İşte bu makale(S.128-179), söz konusu
eserin ihtiva ettiği görüşlerin bir kısmının tahlil ve tenkidi amacıyla kaleme
alınmıştır.” S.(135)
“İslâm’ın esası vahiydir. Akıl referans
kabul edilerek onun yenilenmesi yapılamaz. Böyle bir ameliye insan bilgisine
ilâhî bilgi üzerinde bir otorite tayin etmek anlamına gelir. Bu ise, Allah
Teâla’nın bilgisinin kuşatıcılığı ve her an faal oluşu ile çelişir.
Ebû Zeyd’in Ulûm-u Kur’ân’a karşı
geliştirdiği yenilenme anlayışı ise, bir öze dönüşten öte İslâm’ı aşarak oluşan
bir çağdaşlaşmadır. Çünkü onun yenilenme anlayışında ne Kur’ân, ne Sünnet, ne
Ulûm-u Kur’ân, ne de klasik ictihad anlayışının hâkimiyeti vardır. Bilakis onun
hedefinde Kur’ân’ın bağlayıcılığını, sahih sünnetin otoritesini ve Ulûm-u
Kur’ân yaklaşımını kaldırıp onların yokluğu ile oluşacak boşluğa tarihselciliği
ikame etmek vardır. Bu yüzden Ebû Zeyd’in Kur’ân’ı yeniden yorumlaması
bütünüyle oryantalizme özgüdür.
Ebû Zeyd, oryantalizmin ‘İslâm,
Müslüman toplumların terakkisine mani olmuştur’ iddiasına tepki olarak
müslümanların terakkisine mani olan İslâm değil, müslümanların İslâm
anlayışıdır diye cevap veren ve bu cevabın gereği olarak İslâm’ın değişmez
esaslarını dahi değişime tabi tutarak köklü bir yenilenmeden yana tavır koyan
Afganî-Abduh-Reşid Rıza çizgisinin çağdaşlaşma adına yaptığı tahrifatı yetersiz
görerek onları geleneğe hizmet etmekle suçlamaktadır. Çünkü yazar, ilk
yenilikçilerden farklı olarak hareketinin esasını oryantalizmle
aynileştirmektedir. Tek bir farkla ki oryantalizme aidiyeti olanlar Müslüman
etiketini taşımamaktadırlar. Bu da göstermektedir ki onun yenileşme anlayışı
modernizmin en uç noktasıdır. Uç noktada duruşun bir gereği olarak hiç
yüksünmeden Kur’ân’ın kültür içinde teşekkül ettiğini söyleyebilmektedir.”
(S.176-179)
Yerli Oryantalizm
“Oryantalizm, Kur’ân’la olan mücadelesinde
köklü bir değişikliğe gidip müslüman kimlikli kişiler vasıtasıyla hedefine
ulaşmayı denemiş, bu çerçevede birçok akademisyen, yazar ve sanatçı
yetiştirmiştir. Bunlardan bir kısmı ıslahla inkâr arasında medcezir yaşarken,
diğerleri müslüman kimliklerine vurguda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Sekülarist bir anlayışa sahip olan birinci
grup, tıpkı münafıklar gibi gayelerinin dini ıslah etmek olduğunu
savunmuştur: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman ‘biz
ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta
kendileridir.”
Müslüman anne babadan Dünyaya gelen ve
onlarla aynı din, tarih, dil birlikteliği olan bu gürûh oryantalistlerin bile
söylemeye cüret edemediği iddiaları gündeme getirmiştir. Sorbon’da yetişen Taha
Hüseyin (v.1973) ‘elif, lâm mîm’ gibi mukattaa’ harflerinin farklı nüshaları
birbirinden ayırt etmek için Kur’ân-ı Kerîm’e sonradan ilave edildiğini iddia
etti. Ahmet Halefullah, Kur’ân’da anlatılan bir çok kıssanın tarihen hiç sabit
olmadığını söyledi. Nasr Hamid Ebû Zeyd de, ‘Kur’ân-ı Kerîm’in; bazı
ayetlerin silinmesi, bazılarının da O’na eklenmesi ameliyesinden beri
olmadığını’ iddia etti.
Müslüman kimliklerine vurgu yapan ikinci
grup ise yaptıkları bâtıl tevillerle Kur’ân’ın anlamını tahrif etti. Farklı
isimler altında kendilerini tanımlayan bu oluşumlar, aklı naklin önünde
değerlendirme noktasında Mutezilenin birer şubeleri gibi faaliyet gösterdi.
Hatta Hz. İsa’nın inmesini Yecüc-Mecüc, Dâbbe- tü’l-Arz gibi büyük kıyâmet
alametlerini, melek ve cinler gibi varlıkları ayetle sabit olan gaybî
yaratıkları inkâr etmeleri, hüküm ayetlerinin tarihin belli bir dönemi ile
alakalı olduklarını söylemeleri cihetiyle Mutezile’den çok daha ileri bir
noktaya gittiler.
Ülkemizde birçok tefsîrci tarafından da
benimsenen bu görüşler, Oryantalizmin kendi elemanlarıyla başaramadığını
müslüman kimliklerine vurgu yapan kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini tescil
etti.
Müşrikler, Kur’ânı susturmak için bütün
imkânlarını kullanmıştı. İngilizler, Mısır’ı O’nu ortadan kaldırmak için işgal
etmişti. Oryantalistler, O’nun doğru bir şekilde anlaşılmasının önüne
geçebilmek için çok sayıda kitap ve dergi neşretti. Konferans, seminerler
verdi, üniversiteler kurdu. Kur’ân muarızı ideolojik hareketler yeniden
canlandırıldı, revize edilip ilim dünyasına servis edildi.
Islah, tecdid, yenilik, reform, ihya
derken nice fırtınalar koparıldı. Ulemâ gereksiz tartışmalarla meşgul edildi.
İslâm eğitim kurumlan lağv edildi; Ezher’in içi boşaltıldı. Mucâz ve mucîz
hocaların kürsüsü ancak mübtedi derecesinde İslâmî kültüre sahip olan kişilere
verildi. Kürsüde, mecmuada, kitapta oryantalizme ait görüşler hararetle
savunuldu. Kur’ân karşıtları bütün bunlara rağmen küçücük marjinal/akademik
gruplar oluşturmanın ve birkaç yayım sahibi olmanın dışında hiçbir başarı
gösteremediler. Kur’ân’ın azametini gölgeleyemediler.” (S.212-215)
Sünnet’e ‘Uydurulan Din’
Diyen ‘Kur’ân Müslümanlığı’ Kimin Projesi?
Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılabilmesinin Sünnete
olan ihtiyacını yakın planda müşahede eden Sahâbe, Kitab’ın Sünnet tarafından
açıklanan hiç bir yönünün kapalı kalmaması için, Allah Rasûlü’nün yemeden
içmeye, uyanıklık halinden uykuya, oturmadan kalkmaya kadar hayatın bütün
detaylarını rivayet etti. Nitekim hadis mecmuaları Sahâbenin hiçbir detayı
atlamadan Allah Rasûlü(sav)’nden sadır olan her şeyi rivayet ettiği hadislerle
doludur.
Kur’ân’ın ravileri olan Sahâbe aynı
zamanda Sünnet’in de ravisi olma vazifesini üstlenmiş, birbirlerini de
sorgulayarak, Sahâbenin adaletiyle alakalı bütün şüpheleri izale etmişlerdir.
Zira başta Hz. Ömer olmak üzere Sahâbenin hadis sorgulaması hep beraatle
sonuçlanmış, böylece de sonraki dönemlerde yapılacak ithamlar iftira kapsamında
değerlendirilmiştir.
Allah Rasûlü(sav)’nün hadislerine hiç
bakmadan Sünnete rağmen hüküm verenler, ‘Niçin böyle yapıyorsunuz?’ sorusuna
muhatap olduklarında hevalarına uymayan hadisler mütevatir derecesinde de olsa
mevzu olduklarını iddia edebiliyorlar. Bu durumda akla şöyle bir soru
gelmektedir: Kur’ân Müslümanları “Neden Sahâbenin rivayet ettiği Sünnet’i inkar
ediyor da, onların naklettiği Kur’ânı alıyor.? Onlar Kur’ân-ı Kerîm’i rivayet
ederken güvenilir de, hadisleri naklederken mi -haşa- ihanet içerisindedirler?!
Onların her bir nassı muhafaza yöntemi aynı değil mi? Kur’ân-ı muhafaza ederken
başarılı olanlar niçin Onun mübeyyini olan ve korunması kendisinin muhafazasına
bağlı olan Sünnet’i hıfzetme noktasında aciz kalsınlar? (S.233)
Kur’ân’ın Bir Kısmı
‘Masaldır’ Diyen Bir Mustağrib
“Allah’ın kitabında, ‘bâtılın zıddı ya da
vakıaya uygun hüküm’ anlamına gelen ‘hak’ kelimesi kıssalar bağlamında, onların
vakıaya uygun, yaşanmış olaylar olduğunu bildirmek için kullanılır. Ne var ki
Cahiliyye Araplarından sonra Yahudi asıllı Oryantalist Josef Horevitz (v.1931)
‘Mebâhisu Kur’ânîyye’ adlı eserinde Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar için ‘ustûre/masal/mitoloji’ ifadesini
kullanarak, cahili iddiayı iftira mahşerinden şarkiyat enstitülerine taşıdı.
Ardından da -sistem gereği- yerli oryantalizm ‘mitoloji’ yakıştırmasına kendi
icadıymış gibi akademik çalışmalarda yer verdi. Bu bağlamda Sorbonneda Emile
Durkheim’in (v.1917) danışmalığında İbn Haldûn (v.808/1406) üzerinde tez
hazırlayan bir ara Mısırda Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Taha Hüseyin ‘Fi’ş-
Şi’ri’l-Câhilî’ adlı eserinde Kur’ân’ın ve İslâm’ın temel esasları
için tecavüzkâr ifadeler kullandı. Kıssalarla alakalı olarak da, Tevrat
ve Kur’ân’ın Hz. İbrahim ve İsmail’den bahsetmesi, bu iki ismin birer tarihî
şahsiyet olduklarını isbat için yeterli değildir, dedi. Daha sonra
ise Muhammed Ahmed Halefullah, hocası Emin el-Hulî’nin nezaretinde
1947 yılında hazırladığı, ‘el-Fennu’l-Kasasî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm’ başlıklı
tezinde Kur’ân’daki kıssaların bir kısmının ustûre/masal olduğunu,
Kur’ânda tarihte hiç yaşanmadık hayalî olayların geçtiğini iddia etti. Bu
iddialar üzerine Mısır karıştı, ulemâ, bu anlayışa sahip olanları tekfir etti,
tepkiler üzerine şimdiki adı Kahire olan Fuad Üniversitesi tezin reddine,
öğrencinin de okuldan uzaklaştırılmasına karar verdi. O tarihe kadar sesi
çıkmayan Emim el-Huli Kur’ân’daki kıssaların uydurma olduğunu,
Halefullah’ın tezindeki her mevzunun gerçeği yansıttığını, ateşe atılsa da bu
hususu savunacağını söyledi.” (S.552)
“Ahmed Halefullah, Kur’ân’ı
itibarsızlaştırma projesinin yerli oryantalizm şubesinde çalışan bir Mustağrib
olarak vazifesini yaptı ve önemli bir bölümünün uydurma olduğu bizzat
müntesipleri tarafından itiraf edilen İncil’i esas alarak, Kur’ân kıssalarına
ustûre/ masal dedi. Bu ameliyesiyle Kur’ân-ı Kerîm etrafında şüpheler
oluşturmak için cüretkâr bir adım atmaya kalkıştı. Fakat ileriye gidemedi.
Ulemânın reddiyeleri karşısında sükûta büründü.” (S.258)
Müseccel Yobazlardan
Öztürk’e :’Masal Saldırıları’
“Oryantalizmin masasından Mısır’a taşınan,
müellifi Halefullah tarafından da savunulamayınca arşive kaldırılan ‘kıssaların
uydurma olduğu hezeyanı’ eski bir televizyon programcısı vasıtasıyla
ilâhîyat kürsülerinde seslendiriliyor.
Küfür cephesinin müseccel yobazlarından şu
kadar yıl sonra bir ilâhîyat hocası Allah’ın, Kitabında defaatle hakikat
olduklarını beyân ettiği, en güzel dediği, müminleri ibret almaya çağırdığı,
uydurma olmadığını tasrih ettiği Kur’ân kıssalarına ‘masal’ isnadında
bulunuyor. Evet, Öztürk aynen şunları söylüyor: ‘Bizce bu noktada
yapılacak en büyük yanlış, Kur’ân kıssalarının tümünü birer tarihi hakikat
olarak... mütalaa etmektir.’ Ne gariptir ki bu hezeyanları Mekke
müşrikleri ya da oryantalistler değil bir ilâhîyat hocası söylüyor. Bu
ilâhiyatçıya göre Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssaların gerçekte yaşanmış olaylar
olduğuna inanmak, yani Mekke müşriklerinin ‘öncekilerin masalları’ şeklindeki
hezeyanını reddetmek, ‘Dogmatiklik, eğer değilse safdilliktir.’
Aldığı maaş gereği Kur’ân-ı Kerîm’i
anlatmakla mükellef olan birinin, oryantalistlerin cephesinden Mekke
müşriklerinin ağzıyla Kur’ân’a saldırması bu yönüyle ilktir. Bu ilk olma şerefi
de Öztürk’e aittir.
Yerli oryantalistlere göre niçin Allah’ın
peygamberlerinden bahseden ayetleri ‘masal’ oluyor da, mesela tarihçilerin
kitaplarına aldığı haberler ‘masal’ sayılmıyor; tarih kitaplarına, masal
mecmuası denmiyor? Eğer bu duruma, insanların bir kısmının bu kıssaları tasdik
etmemeleri gerekçe gösterilecekse ya da bazılarının onları benimsemediği
söylenecekse, peki neden herkesin ittifakla kabul etmediği nazariyelere masal
değil de nazariye deniyor?!
Herhangi bir mesele, ilmi açıdan ne kadar
mantığa uymasa da insanlar ona yine de masal demezler. Çünkü bu mesele insanî
olduğu kadar ahlakî bir mevzudur da. Bu noktada Öztürk’ün, Allah Teâlâ’nın
Kur’ân’da bildirdiği kıssaları tasdik edip-etmeme muhayyerliği tabiki vardır
hatta vahye inanmayabilir de. Fakat ne onun, ne de onun gibilerin anlayamadıkları
ya da inanmadıkları ayetlere ‘masal’ deme hakkı yoktur.” (S.248-260)
“Tahrif edildiği zahir olan bir kitabı
esas alarak tek bir ayeti bile değişmeyen Kur’ân’ı tashih etmeye kalkışmak, bir
âlimi dinleyen cemaatin, ‘Bizim yanımızda tahrif edilen bir kitap var ya da
hurafe anlatan bir hocamız mevcut, bu söyledikleriniz onların beyânına aykırı’
deyip onu reddetmesine benziyor. Bir âlimi hurafeyi esas alıp reddetmek nasıl
akla ziyan bir ameliye ise, ‘Muharref kitaptaki bir mesele, niçin Kur’ân’da
yok?’ diye sormak ve bu soru üzerinden Hz. İsa’nın beşikte konuşmasını
sorgulamak da o derece yanlıştır. Tarihçilere ait eksik ve sığ verileri dikkate
alıp Allah’ın ayetlerine ‘masal’ demek de insanın sahip olduğu bütün kıymet
vasıtalarına ihanettir.
Felsefî metinlerini tercüme edenler, külli
manada bir tepkiye muhatap olmamak için kavramlar üzerinde oynama yapıp,
kelimeleri muhtevasından daha ziyade karşı tarafın bakışına göre
değerlendirmiş, bu yüzden felsefeyi, hikmet olarak tercüme etmişti. Öztürk de
‘Masal ve Kur’ân’ başlığına milletin büyük bir tepki vereceğini düşündüğünden,
protestan teolog Rudolf Bultmann tarafından Yeni Ahit’i kurtarmak için
kurgulanan mitolojiden arındırma ameliyesi ‘demitolojizasyon’ kelimesini
tercih etti ve yazısına ‘Demitolojizasyon ve Kur’ân’ başlığını
koydu.
Müslüman bir topluma hitap ettiğinden ya
da bir takım şeyleri açıktan söyleyecek zamanın henüz gelmediğini düşündüğünden
başlıkta ‘masal’ kelimesini kullanmaya cesaret edemeyen Öztürk, yazının
içerisinde hatta kitabın önemli bir bölümünde ‘Kur’ân’da masal var’ demekten
çekinmiyor fakat bunu demitoloji gibi avamın vehle-i ûlada anlayamayacağı
kelimelerle ya da, ‘bir gözün görmüyor’ demeye cesaret edemediği adama, ‘bir
gözünüz görüyor’ diyen kişi gibi, ‘Kıssaların tümünü
kurgusal-fiktif anlatı kapsamında mütalaa etmek yanlıştır’ gibi bir
ifadeyle bir kısmının uydurma olduğunu iddia ediyor. Bunu bazen sarahaten bazen
de delaleten yapıyor.
Esasında bütün mesele iki noktada temerküz
ediyor: Öztürk ya bir proje adamı olup oryantalizmden alınan memuriyeti gönüllü
veya ödüllü olarak îfa ediyor, ya da bir hocanın rahlesinde sıra kitaplarını
okumadığından yoldan uçuruma, bekadan fenaya savruluyor. En iyimser nazarla
Öztürk’ün ikinci maddeye ait olduğunu düşünüyor ve zaman zaman sebbiyelerinde,
‘Ben de Arapça bilirim, nesebim muhterem bir hocaya dayanır, benden
kuşkulanmayın’ amacıyla kullandığı, ‘Ben Emin Saraç Hoca’dan okurken...’ şeklindeki
ifadesinin gereğini yapmasını; zaman zaman katıldığı bu yüzden nasipdâr
olamadığı o derslere düzenli olarak katılıp, Hocamızdan icazet almasını tavsiye
ediyoruz. Böylece hem hatalarını düzeltir, hem Joseflere bağımlılıktan
kurtulur.
Kur’ân’a ‘masal’ isnadında bulunarak onu
itibarsızlaştırmaya çalışmak, içinde bulunduğunuz zamanın en büyük
münkerlerinden biridir. Allah’ın münkeri nehyetme görevi verdiği her Müslümanın
-eğer imam sorunlu değilse- bu zihniyetle mücadele etmesi zorunludur.” (S.
265-268)
Kur’ân Müdâfaası
“İşte buyrun noktasına, virgülüne
dokunmadan Öztürk’ün Allah tasavvuru: “Allah’ın Mekke döneminde diğer
tanrılarla didişmeye pek niyeti yoktu ve bu yüzden elçisine ‘Sizin
dininiz/inancınız size, benim dinim/inancım bana!’ demesini tembihliyor,
böylece konjoktüre uygun konuşuyordu.”
“Ahiret inancına sıkça vurgu yapması,
sevgiyi çoğaltmaya çalışması hasebiyle bir ahlak ve adalet tanrısı gibi görünen
Allah, müminlerin Medine’ye göç etmeleri ve orada güçlenmeleri üzerine yine
konjonktüre uygun olarak savaştan söz etmeye başladı. (...)
‘Medine’ye hicretten sonra Tanrı Hicaz’da yalnız benim sözüm geçinceye dek
‘kâfirleri nerede bulursanız orada haklayın!’ fermanını saldı ve bu ferman
uyarınca müminler vaktiyle sürgün edildikleri Mekke’yi fethettiler.”
“Hulâsa kendini âlemlerin rabbi’ olarak
tanıtan Allah gerektiğinde sosyal çevreyi dönüştürme aracı olarak, gerektiğinde
de temel sosyal fikirlerin önemini gösterme aracı olarak şiddete
başvurmaktan kaçınmadı.”
Doğrusu bu Tanrı, Karen Armstrong’un (d.
1944) ifadesiyle, “son derece zalim, tarafgir ve katil bir tanrıdır.
Orduların tanrısı, Yahova Sabaoth olarak bilinecek olan bir savaş tanrısıdır
bu. Kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı
taşımayan, basit bir kabile tanrısıdır.”
Öztürk, sanki Allah Teâla’dan değil de
insanların uydurduğu tanrılardan bahsediyormuş gibi bir üslup kullanmakta,
Allah Teâlâ’nın, Yunan tanrılarının kendi aralarındaki mücadelesi gibi Mekke
tanrılarıyla ‘didişmesi’nden söz etmektedir. Öztürk, Allah Teâlâ
için ‘diğer tanrılarla pek didişmeye niyeti yoktu’ derken de
cesaret problemi yaşadığına, ‘konjoktüre’ göre davrandığına, şiddet
uyguladığına, Karen Armstrong’tan tenkit etmeden yaptığı nakille Rahman
ve Rahîm olan Allah’ın ‘son derece, zalim, katil olduğuna’ vurgu
yapmakta, daha başka tahkir edici ifadeler kullanarak hiçbir müslümanın cesaret
edemeyeceği bir üslupla Kur’ân-ı Kerim gibi, Allah Teâlayı da
itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Kur’ân’ın, kullarına asla zulmetmediğini
beyân ettiği Allah Teâlâ, Öztürk’ün literatüründe ‘zalim’dir.
Rudi Paret’i Tasdik Eden
Tefsîrci
Oryantalist olmanın zorunlu bir sonucu
olarak Kur’ân’a saldıran Rudi Paret, Kur’ân’ın Allah Rasûlü tarafından Ahd-i
Atik’ten alınıp uyarlanan bir kitap olduğunu iddia etmekte, Öztürk’de onun
aşağıdaki hezeyanlarına katıldığını belirtmekle yetinmeyip, Paret’in
iftiralarını ‘anılmaya değer tesbitler’ olarak görmektedir:
“Vakıa, Muhammed daha çok
Eski Ahit kıssalarına, özellikle Nuh ve Tufan kıssasına başvurmuş ve bunları
[Vahiy Tarihinin (Heilsgeschichte) erken döneminden diğer örneklerle insicam
içerisinde] nesilden nesle, kavimden kavime tekerrür eden bir ‘İlâhî
azap’ modeli geliştirmek amacıyla kullanmıştır. Bu esnada Eski Ahit
kahramanları aslî hüviyetlerinden epey bir bölümünü yitirmişlerdir. Nuh, Lut ve
Musa, Muhammed’in kendi şahsının birer numunesi haline gelmişlerdir. Onların
karşıtları, yani Nuh ve Lut’un kavimleri, Firavun ve Mısırlılar ise Muhammed’in
çağdaşı müşrik Mekkelilerin rolünü üstlenmişlerdir. Muhammed, Kitâb-ı
Mukaddesteki malzemeyi iktibas ederken, Eski-Ahit yazarlarının (Chronisten)
edebî hikâyeciliğiyle rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Onun için
birinci derecede söz konusu olan ‘içerikti’.”
Öztürk, Paret’in “Allah Rasûlü(sav)’nün
Kur’ân kıssalarını Eski Ahit’ten aldığı, sonra bunları ‘İlâhî azab’ modeline
dönüştürdüğü, ardından da kendi zamanına uyarladığı” yönündeki iftiraları
bağlamında bizzat şunları söylüyor:
“Kur’ân’daki kıssaların mahiyet ve işlevi
bağlamında katıldığımız bu görüşlere itiraz edildiği, dolayısıyla Kur’ân
kıssalarının tarihî gerçeklikle birebir örtüştüğü fikri benimsendiği takdirde,
Allah’ın iradesinin farklı zamanlar açısından “Niçin geçmişte öyleydi; şimdi
böyle?” şeklinde ifade edilebilecek tarzda yansıdığına makul bir izah bulmak
gerekecektir.”
Bu iddia karşısında İhsan Şenocak
Hocaefendi ‘Cevap Ver!’ başlığı altında sorular sorar:
“Evet, Kur’ân-ı Kerîm’i anlatmaya memur
bir zat, Ona uydurma diyen bir oryantaliste katıldığını belirtiyor. Eğer
Öztürk’te zerre kadar ilim ve fikir namusu olsaydı Kur’ân’ın uydurma olduğunu
iddia eden oryantaliste katılmadan önce şu hususlara cevap verecek, sonra da
bütün bu iddiaların ilmi ve tarihî hakikatlere ne kadar aykırı olduğunu
görecekti. Kur’ân’ın -haşa- uydurma olduğunu iddia eden Öztürk şunlara cevap
versin… (S.297-298)
Son olarak İhsan Şenocak ile Mustafa
Öztürk arasında yaşanan tartışmanın arka planına vakıf olmak isteyen
kardeşlerimizin www.musellem.net internet sitesindeki “Şenocak-Öztürk
Tartışması Nasıl Başladı Neler Oldu” (1) yazısını gözden geçirmelerini
tavsiye edebiliriz.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 310 / Eylül 2016
____________________
1-) http://www.musellem.net/senocak-ozturk-tartismasi-nasil-basladi-neler-oldu