Kur’ân-ı Kerîm Müdâfaası - Alparslan Aydar

Kur’ân-ı Kerîm Müdâfaası

Kendi kendine tıp kitapları okuyanların insan tedavi ettiği bir memlekette doktor, avamın meal okuyup hüküm verdiği bir yerde de âlim yetişmez. Bir takvim yaprağında okuduğu bilgiye dayanarak, doktorlarla tedavi usulü üzerine tartışan bir hasta ne kadar ahmaksa, ulemâ ile cedelleşen mealciler de o kadar ahmaktır. Peygamberimiz Efendimiz’e (sav) Arapça olarak indirilen, mütevâtiren bize ulaştırılan, karşıtlarını benzerini getirmekten âciz bırakan ve tilavetiyle ibadet edilen Kur’an-ı Kerim, hak ile batılı birbirinden ayıran (furkan) bir hidayet rehberidir. Müfessirler, hak kelâmın sapık yorumlarının önüne geçebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’in inişi, toplanışı, tertibi, tedvini, Mekkî-Medenî ayetleri, nâsihi-mensûhu, muhkemi-müteşâbihi ve bunlar dışındaki meselelerini ‘Ulûm-u Kur’ân/ Kur’ân İlimleri’ kapsamında bir araya getirmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm Müdâfaası
İhsan Şenocak
Hüküm Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 310 / Eylül 2016

Ümmet, Kur’ân-ı Kerîm’e hem bugünün hem de yarının sorunlarını çözen bir kitap olarak baktı. Her şeyin cevabını önce O’nda aradı. O’nu abdestsiz tutmak şöyle dursun okunduğu mekânlarda da abdestsiz dolaşmadı. Bir hafız bir meclise girdiğinde yaşına bakmadan Kur’ân-ı Kerîm’e ihtiramdan hâzirûn ayağa kalkardı. Dedeler, hafız torunları önünde yürümekten hayâ ederdi. Namaz sonlarında, hafızlar müezzinlikte Kur’ân-ı Kerîm okurken, sırtımız Allah’ın ayetlerini okuyana doğru olmasın diye yaşlılar bir yönlerini kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza karşı duracak şekilde otururdu. Onu okumaya muhatap olanları tebrik, okuyacakları da teşvik etmek için yapılan “hatim merasimlerine köyden, kasabadan, kentten insanlar akın eder, ihtifâl-i Kur’ân’lar şehrayine dönerdi.” (S.270)

 

Takdim

“Kendi kendine tıp kitapları okuyanların insan tedavi ettiği bir memlekette doktor, avamın meal okuyup hüküm verdiği bir yerde de âlim yetişmez. Bir takvim yaprağında okuduğu bilgiye dayanarak, doktorlarla tedavi usulü üzerine tartışan bir hasta ne kadar normalse, ulemâ ile cedelleşen mealciler de o kadar normaldir. Ne var ki, insan hayatının yalnız bir yönüne bakan tıpla alakalı bir hususta mutlaka mütahassıs arayan ehl-i dünya, hayatın bütün şubelerine müdahil olan Kur’ân-ı Kerîm’i anlama noktasında kendini yeterli görür.

Hz. Muhammed(sav)’e Arapça olarak indirilen, rivayet ve yazı yoluyla mütevâtiren bize ulaştırılan, karşıtlarını benzerini getirmekten âciz bırakan, tilavetiyle ibadet edilen, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nas Sûresi ile sona eren, hakkında âlimlerin derin bir dikkatle, cahillerin ise cesaretle konuştuğu Allah Kelâmını Peygamber-i Ekber(sav)’e şu ifadelerle tanımladı: ‘Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü O’ndadır. O, hak ile bâtılı ayırt eden kesin bir doğrudur. Komedi değildir. Kim bir zorbadan korkarak O’nu terk ederse Allah o’na öldürücü darbe indirir. Kim O’ndan başka yol gösterici ararsa Allah Teâlâ o’nu saptırır. O, Cenâb-ı Hakk’ın sağlam ipidir. O, zikr-i hâkim, sırat-ı müstakimdir. İstekler O’nunla masrufunda kalır. Diller O’nunla rekâketten kurtulur. Âlimler O’ndan usanmaz. Çokça tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı hayrete düşüren yönleri bitip tükenmez. O, öyle bir kitaptır ki cinler O’nu işittiklerinde şöyle demekten kendilerini alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur’ân dinledik de O’na inandık.’ Kim O’nunla bir görüşü desteklerse doğru söyler. Kim O’nunla amel ederse mükâfatlandırılır. Kim O’nunla hükmederse adil olur. Kim O’na çağırırsa doğru yola ulaştırılmış kabul edilir.’

Müfessirler, hak kelâmın sapık yorumlarının önüne geçebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’in inişi, toplanışı, tertibi, tedvini, Mekkî-Medenî ayetleri, nâsihi-mensûhu, muhkemi-müteşâbihi ve bunlar dışındaki meselelerini ‘Ulûm-u Kur’ân/ Kur’ân ilimleri’ kapsamında bir araya getirdiler. ‘Kur’ân İlimleri’ tefsire sabit ölçüler kazandırdı. Birden çok anlama gelen ayetlerin murâd-ı İlâhî çerçevesinde anlaşılmasını temin etti. ‘Rivâyet’, ‘işâret’ ve ‘dirâyet’ tarzında telif edilen tefsirler ‘Kur’ân İlimleri’ni içselleştiren müfessirlerin kaleminden çıktı. ‘Kur’ân İlimleri’, anlama delâleti açık olmayan ayetlerin ideolojik bakış açısıyla tefsir edilmelerine de engel oldu. Bu yüzden yakın dönem modernist tefsir hareketleri, düşüncelerinin İslâmîliğini iptal eden ‘Kur’ân İlimleri’ ve müdevvinlerini tenkit etmeyi öncelikli vazife telakki etti. Mevcut haliyle ‘Kur’ân İlimleri’nin çağın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına mani olduğunu iddia eden modernistler, köklü bir değişimle oluşacak yeni usul ve yöntemlere ihtiyaç olduğu hissini uyandırdılar.

Onlara göre, kudemâdan müfessir ve müctehidler ictihadda bulunmuş, düşüncelerini inşa etmiş ve bir kültür oluşturmuş fakat bunun ötesine geçememişlerdir.

Müslümanları, Kur’ân-ı Kerîm’i aydınlanma döneminin ürünü olan bilimsel zihniyet(!) ile yorumlamaya çağıran modernistler, beşeri metinleri anlamada esas alınan yöntemlerle ya da İncil’i tashih amacıyla kullanılan Tarihselcilikle Kur’ân’ın anlaşılmasını önererek, beşerî olanın etken, ilahi olanın ise edilgen olduğunu ilan etmektedirler.

Her biri müstakil makalelerden oluşan bu kitap, Allah Azze ve Celle’nin koruyacağını ilan ettiği Ki- tab’ını müdafaa etmenin yanında, asıl olarak pek çok cepheden yapılan taarruzlara karşı müslümanların imanlarını muhafaza amacı gütmektedir.” (S.10-13)

İhsan Şenocak, Şubat 2016

 

Tarihçi Tek Başına Bir Cemiyettir

Tarihin, bünyesindeki ilim kodlarını bozmadan işlevini sürdürebilmesi için bir takım usuller tespit edilmiştir. Bunlar içinde en dikkate değer olanı, Sprenger gibi oryantalistleri hayrette bırakan, tarihî hâdiselerin tedvin ameliyesine kaynaklık eden ravilerin -özel hayatları dâhil- bütün yaşamlarının istisnâî fıkhî bir hükümle araştırılmasıdır. (Gerçekte ise özel hayatı teftiş ve tecessüs ayetle yasaklanmıştır.)Çünkü tarihe tanıklık eden ya da Allah Rasûlü(sav)’nün hadis-i şeriflerini sahâbeden aktaran kişi, kendisi olmaktan çıkmış, bir ilim dalının sıhhatinin rüknü haline gelmiş ve onun şahsında geçmiş ümmetlerin hakkı-hukuku söz konusu olmuştur. Bu yüzden râviye ehliyet ve liyâkat yoklaması yapılır. Tarihî olaylar, tarihi yaşayanlar ve yazanlarla bir bütün halinde değerlendirilir.” S.(20-21)

 

Zafer ve Hezimet Yanyana

“Müslüman tarihçiler, zaferi ve hezimeti aynı ayrıntı zenginliği ile anlatmışlardır. Müslümanların hem nesnel, hem de evrensel bir tarih anlayışına sahip olduklarının İslâm kütüphanesinden en canlı şahidi, büyük tarihçi İbn-i Esîr’in (v.630/1233) Moğol hezimetini anlatırken takındığı objektif tavırdır: “Bu felaket (Moğol istilası) o kadar korkunç ve çirkin ki, birkaç sene bunları yazayım mı diye düşündüm. Yine de şimdi bunları hayli tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir bakıma İslâm ve Müslümanların ölümünü duyurmak gibidir; ki bu kime kolay gelir? Kimde dayanacak ciğer var ki Müslümanların içine düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında rezil ve rüsva olmanın trajedisini anlatsın? Keşke yaratılmasaydım. Keşke bu olaydan önce ölmüş olsaydım. Keşke unutup da bu elemli olayların hatırası kafamdan silinip gitseydi. Fakat bazı dostlarım bu felaket olaylarını yazmaya beni razı ettiler. Yine de tereddüt içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiç fayda yok. Bu öyle büyük bir bela, öyle müthiş bir felaket ki dünya tarihinde bir benzeri yoktur. Bu olaylar umumi planda bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle Müslümanlarla ilgili olmakla birlikte özellikle de eğer bir adam çıksa da ‘Hz. Adem (as)’den beri böyle bir bela insanoğlunun başına gelmemiştir’ diye iddia etse, bu yanlış bir iddia olmaz. Çünkü tarihte böyle bir olayın en küçük benzeri bile görülmemiş, belki de kıyâmete kadar Ye’cûc ve Me’cûc un dışında- asla böyle bir olay görülmeyecektir. Bu vahşi insanlar hiç kimseye acımadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm.” S. (23)


Akıl Dini

Hristiyanlığın önünü kapayan, buna mukabil akla sınırsız hâkimiyet alanı açan Aydınlanma Felsefesi her türlü dış formdan, gelenekten, tarihîlikten mücerret yeni bir din icat etti. Bu dinin mûcidi akıldı. Dolayısıyla adı da ‘akıl dini’ oldu. Yeni dinin (akıl dini) kökleri Antik çağa, Stoa Felsefesine uzanıyordu. ‘Din, tanrının vahyinin değil aklın ürünüdür’ diyen Stoacı bakış açısı yüzyıllar sonra yeniden sahne almıştı. Buna göre, ‘akıl’ ile ‘doğa’ aynı manayı mündemiçtir. Doğa içerisinde, evrensel akıl egemendir. İnsan da doğanın bir parçası olduğundan onun doğasının yapısı da akıldır. Dolayısıyla Stoalılar ve onların yollarında yürüyenler ‘doğa’ ya da ‘doğal ışık’ deyince hep aklı anladılar. Buna göre ‘akıl dini’ demek ‘doğal din’ de demektir.Doğal din taraftarlarına göre, gerek müşrik toplumlarda şekillenen dinler ve gerekse tarihî/semâvî dinler, aslında insanda doğal olarak yaşayan dinin yansımalarıdır. Dolayısıyla insan vahye ihtiyaç olmadan da bir din icat edebilir. Tarihî/semâvî dinler insanın içindeki doğal dini zedelediler. Bu yüzden tarihi dinler fıtrattaki dini değiştiren hurafelerle doludurlar. Hristiyanlığı, tarihi din terkibi çerçevesinde değerlendiren Aydınlanma aklı, onu ‘yapma, bozulmuş ve akla aykırı’ kabul etti. Bu bakış açısına sahip filozofların çoğunun bir sonraki adımları ateizm oldu. Batı, merhale merhale dinden uzaklaştı. Kilise taraftarlarının, uzlaşmacı yaklaşımları dinden kaçışa mani olamadı. Kilisenin taassubundan kurtulan akıl, kendi kilisesini kurdu, orada mabûd kendisi oldu. Batı, bir yanlıştan kurtulayım derken bir başka yanlışın içine düştü. Artık iki farklı din vardı: ‘Akıl Dini/Doğal Din’ ve ‘Tarihî Din/Hristiyanlık’. Akıl Dinine göre, Tarihî Din yanlışların atlasıydı. İnsan doğasını tahrif etmişti. Akıl Dini ise Tarihî Dinle hesaplaşarak mazinin intikamını alacaktı.” S.(28-29)

 

Lessing

“Batıda, ‘Doğal Din’le ‘Tarihî Din’i uzlaştırmak, yeni terkiplerle probleme çözüm getirebilmek için bazı filozoflar bir takım çalışmalar içerisinde olmuşlardır. Bunlar içinde kayda değer en mühim çalışma, Gotthold Ephraim Lessing’e (ö. 1781) aittir.

Lessing, büyük bir filozof olmaktan öte daha çok münekkit kimliğiyle tanınır. Akıl Dini bağlılarınca akla aykırı tezlerin yığını olarak görülen Tarihi Dine, tarihsel perspektiften bakmayı önermiştir. Bu açıdan Lessing’in yaklaşımı konumuzla direkt alakalıdır. Ona göre, dine sıkı sıkıya bağlananlar da, dinin aklı tahrif ettiğini söyleyenler de yanılmaktadır. Vahye sıkı sıkıya bağlı kalınamaz. Çünkü vahyin kutsal kitaptaki şekli belli bir dönemin şartlarını dile getirmektedir. Bu döneme de artık dönülemez. Deistlerin yanıldığı nokta da, dini kitaptan ibaret saymalarıdır. Oysa İncil, Hristiyanlığın gelişiminde belli bir evredir.

Öz adıyla ilk defa Lessing’le tedavüle çıkan tarihselciliğin amacı, Aydınlanmanın karanlık ve dogmatik gördüğü Tarihi Dini kurtarmaktı. Aslında tarihselcilik samimi Hristiyanların projesiydi. Gayeleri dini hem yok olmaktan hem de hurafelerden kurtarmaktı.” (S.30)

“Batının çarpık tarih telakkisi, onu dogmaların esaretine teslim etti. Kilise, bu esareti bilimin bütün alanlarına hâkim kıldı. Batı’da, düşünceye gümrük uygulamayan bölgeler yok gibiydi. Efsane mecmuasına dönüşen din, İsa’sı ve Meryem’iyle yeryüzünden tecrit edildi. Bir şey haddini aşınca zıddına inkılap eder kaidesi çerçevesinde, Batının efsanevi ve müstebit din anlayışı da Aydınlanma silüetinde zuhûr eden dinsiz bir yapıya dönüştü. Yeni yapı, eskiyi bir bir tekzip etti. Laikleşen bilim, kendince doğrular üretti. Hakikatin iki farklı adı, iki farklı tasavvuru oluştu: Kilisenin ve bilimin hakikati. Yeni devir, efsanevi müktesebatın hamallarını ‘din adamı’; bilimin işçilerini ise ‘aydın’ olarak niteledi.

Tanrı merkezli bir Dünya görüşünden, insan merkezli bir Dünya görüşüne geçiş sürecinde tarihselcilik, dindar filozofların ‘urve-i vuska’sı oldu. Onunla, imanlarını güvence altına aldılar. Bilimin karşısında çöken dini tasavvuru, İsa’yı, Meryem’i, kiliseyi tarihselleştirmeyi görev kabul etti. Hedefleri ise, kitaplarının hayattan kopmasını engellemekti.

Ez cümle tarihselcilik, hurafe atlasına dönüşen İncil’i, kurtarma ameliyesidir. Bununla, Batılı adam İncil’in bozulduğunu ve kurtarılmaya muhtaç olduğunu da itiraf etmiş oldu. Modernistler, Allah’ın Rasûlü’ne  vahyettiği şekliyle bugüne ulaşan ve bütün insanları kurtarmaya talip olan Kur’ân’ın neresinde hurafe ya da beşeri bir katkı gördüler ki, onun da tarihsel olduğunu iddia ediyorlar?” S.(42)

 

Tarihselcilik ya da Katolisizmi Olmayan Kur’ân-ı Mübin’in Protestanca Okunuşu

“İslâmî bir asıldan mahrum olan, Kur’ân’ın ne söylediğini anlamaktan ziyade, söylediğini tarihsel ve yerel kabul edip, O’na ‘Senin devrin kapandı’ demeyi amaçlayan bu yönüyle de murâd-ı İlâhîyi doğru kavrayamayan anlayış usulleri içinde -bugün itibariyle- en yıkıcı olanı tarihselciliktir.” S.(46)

Zorlama referanslarla Kur’ân-ı Kerîm’de ilişkilendirilen tarihselcilik; İslâmî cephede Fazlurrahman (v. 1988), Hasan Hanefî (d.1935), Muhammed Arkoun (v.2010), Nasr Hamid Ebû Zeyd (v.2010), Emin el-Hulî (v. 1966) gibi modernist kimlikli araştırmacılarla temsil imkânı bulmuştur. (S.47)

18. yüzyıl itibariyle Batı düşüncesine hâkim olan İlerlemeci Tarih Tasavvuruna göre; mükemmel hayat ya bugündür ya yarındır ya da ondan sonraki gün ve günlerdir. Hayatın terakkisi bilimin terakkisine bağlıdır. Dünyanın yarınları dününden daha iyi olacaktır. Çünkü bilim sürekli gelişmektedir.” (S.82)

“İslâm, İlerlemeci Tarih anlayışının karşısında, ‘sahv’ halinin usulü ‘Dairesel Tarih Tasavvurunu’ ikame etmiştir. Bu tasavvura göre, hayat bütün teferruatıyla olmasa da birçok yönüyle tekrar etmektedir.” (S.83)

“Zamanı, bir daire içinde dört mevsim olarak düşündüğümüzde görürüz ki, mevsimler büyük benzerliklerle tekrar etmektedirler. Daire döndükçe mevsimler görünür, fakat yeniden görünen her mevsim aynı mevsim değildir. Zira hiç bir şey bütün renkleriyle aynen tekrar etmemektedir. Fakat yeni dairedeki her bir mevsim eski dairede onun adını taşıyan her bir mevsime yapısal açıdan karşılık gelmektedir. Yani zaman, benzerliklerin esası üzerine kurulan tarihi daire içinde yürümektedir. Onun için pozitivizmin iddia ettiği gibi ideal anlar yalnız bugünler ve yarınlar değildir. Belki de yarınlar tarihin kışına tekabül edecektir. Bu yüzden İslâmî ilimlerin teşekkül ve devam sürecinde benimsenen tarih tasavvuru ne Aydınlanmada olduğu gibi tarihi karanlık, yarını aydınlık gören ilerlemeci tarih anlayışı, ne de kadîm Yunan ve Romalılarda hâkim olan; yalnız maziyi güzel, yarınları kötü gören tarih anlayışı ile örtüşmektedir.” S.84

 

Tarihselcilik

“Fazlurrahman’ın, İslâm ümmeti için yegâne kurtuluş yolu olarak gösterdiği tarihselcilik gerçekte kilisenin skolastik müktesebâtını akla uygun hale getirmek için doğan bir anlayış tarzıdır. Aydınlanma devrinde öz adıyla tedavüle çıkan tarihselcilik, Hristiyanlık kültürü içinde oluşum sürecini tamamlayınca, oryantalistler tarafından İslâm Dünyasına taşındı ve Kur’ân’a tatbik edildi. Kur’ân’ın vahiy olduğunu kabul etmeyen Oryantalizm, tarihselci anlayış çerçevesinde ayetlerin evrensel duruşlarını reddetti. Onlara göre, Kur’ân-ı Kerîm belli bir tarihiliğe sahipti ve yalnız o bağlamda ele alınmalıydı.

Oryantalizmin, vahiy gerçeğini inkâr edebilmek için Kur’ân-ı Kerîme uyguladığı tarihselciliği Fazlurrahman’ın İslâm ümmetinin sekülarizme esir olmaktan kurtulmasının tek çaresi olarak göstermesi sadece İslâm düşmanlarını inandırabilir. Zira böyle bir anlayış zehiri ilaç kabının içine koyup şifa niyetine hastaya içirmekten başka bir şey değildir.

Gerçekten Müslüman modernistler İslâm Dünyasını kuşatan sosyokültürel krizi aşmak istiyorlarsa, işe öncelikle, modern değerlerin ve de Batıda olduğu hali ile iktibas ettikleri tarihselciliğin tarihselliğini ilan ederek başlamalıdırlar. Çünkü İslâm coğrafyasının fikri rekâketi içi doldurulmadan ithal edilen modern değerlerin tahribatıyla oluşmuştur. Bu yüzden tedavinin gerçekleşmesi, teşhisin doğruluğuna bağlıdır.

Tarihselciliğin İslâm coğrafyasındaki versiyonunun öncelikle müstemleke muamelesi gören insanların ülkelerinde neşv-ü nema bulması, onu kabul eden Müslüman modernistlerin zihnen tükendiklerinin, terkib ve tahlil ameliyelerini yitirdiklerinin ve bu yüzden de kendileri olabilmeyi düşünemediklerinin izharıdır. Bu nedenle tarihselcilik, zihnen mağlubiyetin getirdiği reaksiyoner bir anlayış sistemidir. Bu anlayış, İslâmî ilimlere kısmen vâkıf olan modernistleri bütünü ile İslâm geleneğinden koparmıştır. Ortaya, İslâm’a göre şekillenen bir hayat yerine, hayata göre şekillenen bir İslâm çıkmıştır. Çünkü yaşanan krizi, cemiyete müdahale eden müceddit akılla aşan ulemânın yerini, her türlü müdahaleye açık tarihselci müteceddit akıl almıştır.” S.104

 

Tahrifin Sidre-i Müntehası: Nasr Hamid Ebû Zeyd

“Modern zamanda oluşan tefsîr tarzları içerisinde İslâm’ın genel kabullerine en muhalif olan 1895 yılında Mısır’da doğan Emin el-Hulî(v.1966)’nin geliştirdiği ‘Edebî Tefsîr’ anlayışıdır. Aişe Abdurrahman (v.1998), eşi el-Hulî’nin geliştirme ve örneklendirme imkânı bulamadığı ‘Edebî Tefsîr’ anlayışını, telif ettiği eserleriyle pratize etmeye çalıştı. Edebî tefsir anlayışından hareketle Kur’ân’ı tanımaya çalışan bir diğer yazar Muhammed Ahmed Halefullah’ın (v.1997) ‘el-Kasusu’l-Fenniyyu fi’l-Kur’âni’l-Kerîm’ adlı teziyle Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssaları Edebî Tefsir usulü çerçevesinde tenkit ve tahlil etmesi, onların gerçekte vuku bulmadığını iddia etmesi gerek Halefullah’a gerekse ekolun bağlılarına karşı oluşan tepkinin dozunu artırdı. Neticede Muhammed Ahmed Halefullah ve tezle dolaylı yoldan alakası bulunan Abdulkadir el-Mağribî (v.1956), Muhammed el-Mubarek, Şevki Dayf (v.2005), Tâhir b. Âşûr (v.1973) gibi akademisyenlerin üniversitedeki görevlerine son verildi.”  (S.134)

Nasr Hamid Ebû Zeyd(v.2010), başta el-Hulî’nin sistematize ettiği Edebî Tefsir anlayışı olmak üzere bünyesinde modernizmin kodlarını barındıran bilcümle tefsir tarzlarına meşruiyet kazandırabilmek için Sünnet ve Cemaat mezhebinin Ulûm-u Kur’ân literatürüne mesnetsiz ve insafsız tenkitlerde bulunmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı ‘Mefhumu’n-Nass: Dirâseten fi Ulûmi’l-Kur’ân’ adlı çalışması ilmi ve tarihî hakikatlere muhalif, ümmetin genel kabulleriyle çelişen görüşlerle doludur.

İşte bu makale(S.128-179), söz konusu eserin ihtiva ettiği görüşlerin bir kısmının tahlil ve tenkidi amacıyla kaleme alınmıştır.” S.(135)

“İslâm’ın esası vahiydir. Akıl referans kabul edilerek onun yenilenmesi yapılamaz. Böyle bir ameliye insan bilgisine ilâhî bilgi üzerinde bir otorite tayin etmek anlamına gelir. Bu ise, Allah Teâla’nın bilgisinin kuşatıcılığı ve her an faal oluşu ile çelişir.

Ebû Zeyd’in Ulûm-u Kur’ân’a karşı geliştirdiği yenilenme anlayışı ise, bir öze dönüşten öte İslâm’ı aşarak oluşan bir çağdaşlaşmadır. Çünkü onun yenilenme anlayışında ne Kur’ân, ne Sünnet, ne Ulûm-u Kur’ân, ne de klasik ictihad anlayışının hâkimiyeti vardır. Bilakis onun hedefinde Kur’ân’ın bağlayıcılığını, sahih sünnetin otoritesini ve Ulûm-u Kur’ân yaklaşımını kaldırıp onların yokluğu ile oluşacak boşluğa tarihselciliği ikame etmek vardır. Bu yüzden Ebû Zeyd’in Kur’ân’ı yeniden yorumlaması bütünüyle oryantalizme özgüdür.

Ebû Zeyd, oryantalizmin ‘İslâm, Müslüman toplumların terakkisine mani olmuştur’ iddiasına tepki olarak müslümanların terakkisine mani olan İslâm değil, müslümanların İslâm anlayışıdır diye cevap veren ve bu cevabın gereği olarak İslâm’ın değişmez esaslarını dahi değişime tabi tutarak köklü bir yenilenmeden yana tavır koyan Afganî-Abduh-Reşid Rıza çizgisinin çağdaşlaşma adına yaptığı tahrifatı yetersiz görerek onları geleneğe hizmet etmekle suçlamaktadır. Çünkü yazar, ilk yenilikçilerden farklı olarak hareketinin esasını oryantalizmle aynileştirmektedir. Tek bir farkla ki oryantalizme aidiyeti olanlar Müslüman etiketini taşımamaktadırlar. Bu da göstermektedir ki onun yenileşme anlayışı modernizmin en uç noktasıdır. Uç noktada duruşun bir gereği olarak hiç yüksünmeden Kur’ân’ın kültür içinde teşekkül ettiğini söyleyebilmektedir.” (S.176-179)

 

Yerli Oryantalizm

“Oryantalizm, Kur’ân’la olan mücadelesinde köklü bir değişikliğe gidip müslüman kimlikli kişiler vasıtasıyla hedefine ulaşmayı denemiş, bu çerçevede birçok akademisyen, yazar ve sanatçı yetiştirmiştir. Bunlardan bir kısmı ıslahla inkâr arasında medcezir yaşarken, diğerleri müslüman kimliklerine vurguda bulunmayı ihmal etmemiştir.

Sekülarist bir anlayışa sahip olan birinci grup, tıpkı münafıklar gibi gayelerinin dini ıslah etmek olduğunu savunmuştur: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir.”

Müslüman anne babadan Dünyaya gelen ve onlarla aynı din, tarih, dil birlikteliği olan bu gürûh oryantalistlerin bile söylemeye cüret edemediği iddiaları gündeme getirmiştir. Sorbon’da yetişen Taha Hüseyin (v.1973) ‘elif, lâm mîm’ gibi mukattaa’ harflerinin farklı nüshaları birbirinden ayırt etmek için Kur’ân-ı Kerîm’e sonradan ilave edildiğini iddia etti. Ahmet Halefullah, Kur’ân’da anlatılan bir çok kıssanın tarihen hiç sabit olmadığını söyledi. Nasr Hamid Ebû Zeyd de, ‘Kur’ân-ı Kerîm’in; bazı ayetlerin silinmesi, bazılarının da O’na eklenmesi ameliyesinden beri olmadığını’ iddia etti.

Müslüman kimliklerine vurgu yapan ikinci grup ise yaptıkları bâtıl tevillerle Kur’ân’ın anlamını tahrif etti. Farklı isimler altında kendilerini tanımlayan bu oluşumlar, aklı naklin önünde değerlendirme noktasında Mutezilenin birer şubeleri gibi faaliyet gösterdi. Hatta Hz. İsa’nın inmesini Yecüc-Mecüc, Dâbbe- tü’l-Arz gibi büyük kıyâmet alametlerini, melek ve cinler gibi varlıkları ayetle sabit olan gaybî yaratıkları inkâr etmeleri, hüküm ayetlerinin tarihin belli bir dönemi ile alakalı olduklarını söylemeleri cihetiyle Mutezile’den çok daha ileri bir noktaya gittiler.

Ülkemizde birçok tefsîrci tarafından da benimsenen bu görüşler, Oryantalizmin kendi elemanlarıyla başaramadığını müslüman kimliklerine vurgu yapan kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini tescil etti.

Müşrikler, Kur’ânı susturmak için bütün imkânlarını kullanmıştı. İngilizler, Mısır’ı O’nu ortadan kaldırmak için işgal etmişti. Oryantalistler, O’nun doğru bir şekilde anlaşılmasının önüne geçebilmek için çok sayıda kitap ve dergi neşretti. Konferans, seminerler verdi, üniversiteler kurdu. Kur’ân muarızı ideolojik hareketler yeniden canlandırıldı, revize edilip ilim dünyasına servis edildi.

Islah, tecdid, yenilik, reform, ihya derken nice fırtınalar koparıldı. Ulemâ gereksiz tartışmalarla meşgul edildi. İslâm eğitim kurumlan lağv edildi; Ezher’in içi boşaltıldı. Mucâz ve mucîz hocaların kürsüsü ancak mübtedi derecesinde İslâmî kültüre sahip olan kişilere verildi. Kürsüde, mecmuada, kitapta oryantalizme ait görüşler hararetle savunuldu. Kur’ân karşıtları bütün bunlara rağmen küçücük marjinal/akademik gruplar oluşturmanın ve birkaç yayım sahibi olmanın dışında hiçbir başarı gösteremediler. Kur’ân’ın azametini gölgeleyemediler.” (S.212-215)

 

Sünnet’e ‘Uydurulan Din’ Diyen ‘Kur’ân Müslümanlığı’ Kimin Projesi?

Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılabilmesinin Sünnete olan ihtiyacını yakın planda müşahede eden Sahâbe, Kitab’ın Sünnet tarafından açıklanan hiç bir yönünün kapalı kalmaması için, Allah Rasûlü’nün yemeden içmeye, uyanıklık halinden uykuya, oturmadan kalkmaya kadar hayatın bütün detaylarını rivayet etti. Nitekim hadis mecmuaları Sahâbenin hiçbir detayı atlamadan Allah Rasûlü(sav)’nden sadır olan her şeyi rivayet ettiği hadislerle doludur.

Kur’ân’ın ravileri olan Sahâbe aynı zamanda Sünnet’in de ravisi olma vazifesini üstlenmiş, birbirlerini de sorgulayarak, Sahâbenin adaletiyle alakalı bütün şüpheleri izale etmişlerdir. Zira başta Hz. Ömer olmak üzere Sahâbenin hadis sorgulaması hep beraatle sonuçlanmış, böylece de sonraki dönemlerde yapılacak ithamlar iftira kapsamında değerlendirilmiştir.

Allah Rasûlü(sav)’nün hadislerine hiç bakmadan Sünnete rağmen hüküm verenler, ‘Niçin böyle yapıyorsunuz?’ sorusuna muhatap olduklarında hevalarına uymayan hadisler mütevatir derecesinde de olsa mevzu olduklarını iddia edebiliyorlar. Bu durumda akla şöyle bir soru gelmektedir: Kur’ân Müslümanları “Neden Sahâbenin rivayet ettiği Sünnet’i inkar ediyor da, onların naklettiği Kur’ânı alıyor.? Onlar Kur’ân-ı Kerîm’i rivayet ederken güvenilir de, hadisleri naklederken mi -haşa- ihanet içerisindedirler?! Onların her bir nassı muhafaza yöntemi aynı değil mi? Kur’ân-ı muhafaza ederken başarılı olanlar niçin Onun mübeyyini olan ve korunması kendisinin muhafazasına bağlı olan Sünnet’i hıfzetme noktasında aciz kalsınlar? (S.233)

 

Kur’ân’ın Bir Kısmı ‘Masaldır’ Diyen Bir Mustağrib

“Allah’ın kitabında, ‘bâtılın zıddı ya da vakıaya uygun hüküm’ anlamına gelen ‘hak’ kelimesi kıssalar bağlamında, onların vakıaya uygun, yaşanmış olaylar olduğunu bildirmek için kullanılır. Ne var ki Cahiliyye Araplarından sonra Yahudi asıllı Oryantalist Josef Horevitz (v.1931) ‘Mebâhisu Kur’ânîyye’ adlı eserinde Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar için ‘ustûre/masal/mitoloji’ ifadesini kullanarak, cahili iddiayı iftira mahşerinden şarkiyat enstitülerine taşıdı. Ardından da -sistem gereği- yerli oryantalizm ‘mitoloji’ yakıştırmasına kendi icadıymış gibi akademik çalışmalarda yer verdi. Bu bağlamda Sorbonneda Emile Durkheim’in (v.1917) danışmalığında İbn Haldûn (v.808/1406) üzerinde tez hazırlayan bir ara Mısırda Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Taha Hüseyin ‘Fi’ş- Şi’ri’l-Câhilî’ adlı eserinde Kur’ân’ın ve İslâm’ın temel esasları için tecavüzkâr ifadeler kullandı. Kıssalarla alakalı olarak da, Tevrat ve Kur’ân’ın Hz. İbrahim ve İsmail’den bahsetmesi, bu iki ismin birer tarihî şahsiyet olduklarını isbat için yeterli değildir, dedi. Daha sonra ise Muhammed Ahmed Halefullah, hocası Emin el-Hulî’nin nezaretinde 1947 yılında hazırladığı, ‘el-Fennu’l-Kasasî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm’ başlıklı tezinde Kur’ân’daki kıssaların bir kısmının ustûre/masal olduğunu, Kur’ânda tarihte hiç yaşanmadık hayalî olayların geçtiğini iddia etti. Bu iddialar üzerine Mısır karıştı, ulemâ, bu anlayışa sahip olanları tekfir etti, tepkiler üzerine şimdiki adı Kahire olan Fuad Üniversitesi tezin reddine, öğrencinin de okuldan uzaklaştırılmasına karar verdi. O tarihe kadar sesi çıkmayan Emim el-Huli Kur’ân’daki kıssaların uydurma olduğunu, Halefullah’ın tezindeki her mevzunun gerçeği yansıttığını, ateşe atılsa da bu hususu savunacağını söyledi.” (S.552)

“Ahmed Halefullah, Kur’ân’ı itibarsızlaştırma projesinin yerli oryantalizm şubesinde çalışan bir Mustağrib olarak vazifesini yaptı ve önemli bir bölümünün uydurma olduğu bizzat müntesipleri tarafından itiraf edilen İncil’i esas alarak, Kur’ân kıssalarına ustûre/ masal dedi. Bu ameliyesiyle Kur’ân-ı Kerîm etrafında şüpheler oluşturmak için cüretkâr bir adım atmaya kalkıştı. Fakat ileriye gidemedi. Ulemânın reddiyeleri karşısında sükûta büründü.” (S.258)

 

Müseccel Yobazlardan Öztürk’e :’Masal Saldırıları’

“Oryantalizmin masasından Mısır’a taşınan, müellifi Halefullah tarafından da savunulamayınca arşive kaldırılan ‘kıssaların uydurma olduğu hezeyanı’ eski bir televizyon programcısı vasıtasıyla ilâhîyat kürsülerinde seslendiriliyor.

Küfür cephesinin müseccel yobazlarından şu kadar yıl sonra bir ilâhîyat hocası Allah’ın, Kitabında defaatle hakikat olduklarını beyân ettiği, en güzel dediği, müminleri ibret almaya çağırdığı, uydurma olmadığını tasrih ettiği Kur’ân kıssalarına ‘masal’ isnadında bulunuyor. Evet, Öztürk aynen şunları söylüyor: ‘Bizce bu noktada yapılacak en büyük yanlış, Kur’ân kıssalarının tümünü birer tarihi hakikat olarak... mütalaa etmektir.’ Ne gariptir ki bu hezeyanları Mekke müşrikleri ya da oryantalistler değil bir ilâhîyat hocası söylüyor. Bu ilâhiyatçıya göre Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssaların gerçekte yaşanmış olaylar olduğuna inanmak, yani Mekke müşriklerinin ‘öncekilerin masalları’ şeklindeki hezeyanını reddetmek, ‘Dogmatiklik, eğer değilse safdilliktir.’

Aldığı maaş gereği Kur’ân-ı Kerîm’i anlatmakla mükellef olan birinin, oryantalistlerin cephesinden Mekke müşriklerinin ağzıyla Kur’ân’a saldırması bu yönüyle ilktir. Bu ilk olma şerefi de Öztürk’e aittir.

Yerli oryantalistlere göre niçin Allah’ın peygamberlerinden bahseden ayetleri ‘masal’ oluyor da, mesela tarihçilerin kitaplarına aldığı haberler ‘masal’ sayılmıyor; tarih kitaplarına, masal mecmuası denmiyor? Eğer bu duruma, insanların bir kısmının bu kıssaları tasdik etmemeleri gerekçe gösterilecekse ya da bazılarının onları benimsemediği söylenecekse, peki neden herkesin ittifakla kabul etmediği nazariyelere masal değil de nazariye deniyor?!

Herhangi bir mesele, ilmi açıdan ne kadar mantığa uymasa da insanlar ona yine de masal demezler. Çünkü bu mesele insanî olduğu kadar ahlakî bir mevzudur da. Bu noktada Öztürk’ün, Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da bildirdiği kıssaları tasdik edip-etmeme muhayyerliği tabiki vardır hatta vahye inanmayabilir de. Fakat ne onun, ne de onun gibilerin anlayamadıkları ya da inanmadıkları ayetlere ‘masal’ deme hakkı yoktur.” (S.248-260)

“Tahrif edildiği zahir olan bir kitabı esas alarak tek bir ayeti bile değişmeyen Kur’ân’ı tashih etmeye kalkışmak, bir âlimi dinleyen cemaatin, ‘Bizim yanımızda tahrif edilen bir kitap var ya da hurafe anlatan bir hocamız mevcut, bu söyledikleriniz onların beyânına aykırı’ deyip onu reddetmesine benziyor. Bir âlimi hurafeyi esas alıp reddetmek nasıl akla ziyan bir ameliye ise, ‘Muharref kitaptaki bir mesele, niçin Kur’ân’da yok?’ diye sormak ve bu soru üzerinden Hz. İsa’nın beşikte konuşmasını sorgulamak da o derece yanlıştır. Tarihçilere ait eksik ve sığ verileri dikkate alıp Allah’ın ayetlerine ‘masal’ demek de insanın sahip olduğu bütün kıymet vasıtalarına ihanettir.

Felsefî metinlerini tercüme edenler, külli manada bir tepkiye muhatap olmamak için kavramlar üzerinde oynama yapıp, kelimeleri muhtevasından daha ziyade karşı tarafın bakışına göre değerlendirmiş, bu yüzden felsefeyi, hikmet olarak tercüme etmişti. Öztürk de ‘Masal ve Kur’ân’ başlığına milletin büyük bir tepki vereceğini düşündüğünden, protestan teolog Rudolf Bultmann tarafından Yeni Ahit’i kurtarmak için kurgulanan mitolojiden arındırma ameliyesi ‘demitolojizasyon’ kelimesini tercih etti ve yazısına ‘Demitolojizasyon ve Kur’ân’ başlığını koydu.

Müslüman bir topluma hitap ettiğinden ya da bir takım şeyleri açıktan söyleyecek zamanın henüz gelmediğini düşündüğünden başlıkta ‘masal’ kelimesini kullanmaya cesaret edemeyen Öztürk, yazının içerisinde hatta kitabın önemli bir bölümünde ‘Kur’ân’da masal var’ demekten çekinmiyor fakat bunu demitoloji gibi avamın vehle-i ûlada anlayamayacağı kelimelerle ya da, ‘bir gözün görmüyor’ demeye cesaret edemediği adama, ‘bir gözünüz görüyor’ diyen kişi gibi, ‘Kıssaların tümünü kurgusal-fiktif anlatı kapsamında mütalaa etmek yanlıştır’ gibi bir ifadeyle bir kısmının uydurma olduğunu iddia ediyor. Bunu bazen sarahaten bazen de delaleten yapıyor.

Esasında bütün mesele iki noktada temerküz ediyor: Öztürk ya bir proje adamı olup oryantalizmden alınan memuriyeti gönüllü veya ödüllü olarak îfa ediyor, ya da bir hocanın rahlesinde sıra kitaplarını okumadığından yoldan uçuruma, bekadan fenaya savruluyor. En iyimser nazarla Öztürk’ün ikinci maddeye ait olduğunu düşünüyor ve zaman zaman sebbiyelerinde, ‘Ben de Arapça bilirim, nesebim muhterem bir hocaya dayanır, benden kuşkulanmayın’ amacıyla kullandığı, ‘Ben Emin Saraç Hoca’dan okurken...’ şeklindeki ifadesinin gereğini yapmasını; zaman zaman katıldığı bu yüzden nasipdâr olamadığı o derslere düzenli olarak katılıp, Hocamızdan icazet almasını tavsiye ediyoruz. Böylece hem hatalarını düzeltir, hem Joseflere bağımlılıktan kurtulur.

Kur’ân’a ‘masal’ isnadında bulunarak onu itibarsızlaştırmaya çalışmak, içinde bulunduğunuz zamanın en büyük münkerlerinden biridir. Allah’ın münkeri nehyetme görevi verdiği her Müslümanın -eğer imam sorunlu değilse- bu zihniyetle mücadele etmesi zorunludur.” (S. 265-268)

 

Kur’ân Müdâfaası

“İşte buyrun noktasına, virgülüne dokunmadan Öztürk’ün Allah tasavvuru: “Allah’ın Mekke döneminde diğer tanrılarla didişmeye pek niyeti yoktu ve bu yüzden elçisine ‘Sizin dininiz/inancınız size, benim dinim/inancım bana!’ demesini tembihliyor, böylece konjoktüre uygun konuşuyordu.”

“Ahiret inancına sıkça vurgu yapması, sevgiyi çoğaltmaya çalışması hasebiyle bir ahlak ve adalet tanrısı gibi görünen Allah, müminlerin Medine’ye göç etmeleri ve orada güçlenmeleri üzerine yine konjonktüre uygun olarak savaştan söz etmeye başladı. (...) ‘Medine’ye hicretten sonra Tanrı Hicaz’da yalnız benim sözüm geçinceye dek ‘kâfirleri nerede bulursanız orada haklayın!’ fermanını saldı ve bu ferman uyarınca müminler vaktiyle sürgün edildikleri Mekke’yi fethettiler.”

“Hulâsa kendini âlemlerin rabbi’ olarak tanıtan Allah gerektiğinde sosyal çevreyi dönüştürme aracı olarak, gerektiğinde de temel sosyal fikirlerin önemini gösterme aracı olarak şiddete başvurmaktan kaçınmadı.

Doğrusu bu Tanrı, Karen Armstrong’un (d. 1944) ifadesiyle, “son derece zalim, tarafgir ve katil bir tanrıdır. Orduların tanrısı, Yahova Sabaoth olarak bilinecek olan bir savaş tanrısıdır bu. Kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan, basit bir kabile tanrısıdır.”

Öztürk, sanki Allah Teâla’dan değil de insanların uydurduğu tanrılardan bahsediyormuş gibi bir üslup kullanmakta, Allah Teâlâ’nın, Yunan tanrılarının kendi aralarındaki mücadelesi gibi Mekke tanrılarıyla ‘didişmesi’nden söz etmektedir. Öztürk, Allah Teâlâ için ‘diğer tanrılarla pek didişmeye niyeti yoktu’ derken de cesaret problemi yaşadığına, ‘konjoktüre’ göre davrandığına, şiddet uyguladığına, Karen Armstrong’tan tenkit etmeden yaptığı nakille Rahman ve Rahîm olan Allah’ın ‘son derece, zalim, katil olduğuna’ vurgu yapmakta, daha başka tahkir edici ifadeler kullanarak hiçbir müslümanın cesaret edemeyeceği bir üslupla Kur’ân-ı Kerim gibi, Allah Teâlayı da itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Kur’ân’ın, kullarına asla zulmetmediğini beyân ettiği Allah Teâlâ, Öztürk’ün literatüründe ‘zalim’dir.

 

Rudi Paret’i Tasdik Eden Tefsîrci

Oryantalist olmanın zorunlu bir sonucu olarak Kur’ân’a saldıran Rudi Paret, Kur’ân’ın Allah Rasûlü tarafından Ahd-i Atik’ten alınıp uyarlanan bir kitap olduğunu iddia etmekte, Öztürk’de onun aşağıdaki hezeyanlarına katıldığını belirtmekle yetinmeyip, Paret’in iftiralarını ‘anılmaya değer tesbitler’ olarak görmektedir:

“Vakıa, Muhammed daha çok Eski Ahit kıssalarına, özellikle Nuh ve Tufan kıssasına başvurmuş ve bunları [Vahiy Tarihinin (Heilsgeschichte) erken döneminden diğer örneklerle insicam içerisinde] nesilden nesle, kavimden kavime tekerrür eden bir ‘İlâhî azap’ modeli geliştirmek amacıyla kullanmıştır. Bu esnada Eski Ahit kahramanları aslî hüviyetlerinden epey bir bölümünü yitirmişlerdir. Nuh, Lut ve Musa, Muhammed’in kendi şahsının birer numunesi haline gelmişlerdir. Onların karşıtları, yani Nuh ve Lut’un kavimleri, Firavun ve Mısırlılar ise Muhammed’in çağdaşı müşrik Mekkelilerin rolünü üstlenmişlerdir. Muhammed, Kitâb-ı Mukaddesteki malzemeyi iktibas ederken, Eski-Ahit yazarlarının (Chronisten) edebî hikâyeciliğiyle rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Onun için birinci derecede söz konusu olan ‘içerikti’.”

Öztürk, Paret’in “Allah Rasûlü(sav)’nün Kur’ân kıssalarını Eski Ahit’ten aldığı, sonra bunları ‘İlâhî azab’ modeline dönüştürdüğü, ardından da kendi zamanına uyarladığı” yönündeki iftiraları bağlamında bizzat şunları söylüyor:

“Kur’ân’daki kıssaların mahiyet ve işlevi bağlamında katıldığımız bu görüşlere itiraz edildiği, dolayısıyla Kur’ân kıssalarının tarihî gerçeklikle birebir örtüştüğü fikri benimsendiği takdirde, Allah’ın iradesinin farklı zamanlar açısından “Niçin geçmişte öyleydi; şimdi böyle?” şeklinde ifade edilebilecek tarzda yansıdığına makul bir izah bulmak gerekecektir.”

Bu iddia karşısında İhsan Şenocak Hocaefendi ‘Cevap Ver!’ başlığı altında sorular sorar:

“Evet, Kur’ân-ı Kerîm’i anlatmaya memur bir zat, Ona uydurma diyen bir oryantaliste katıldığını belirtiyor. Eğer Öztürk’te zerre kadar ilim ve fikir namusu olsaydı Kur’ân’ın uydurma olduğunu iddia eden oryantaliste katılmadan önce şu hususlara cevap verecek, sonra da bütün bu iddiaların ilmi ve tarihî hakikatlere ne kadar aykırı olduğunu görecekti. Kur’ân’ın -haşa- uydurma olduğunu iddia eden Öztürk şunlara cevap versin… (S.297-298)

Son olarak İhsan Şenocak ile Mustafa Öztürk arasında yaşanan tartışmanın arka planına vakıf olmak isteyen kardeşlerimizin www.musellem.net internet sitesindeki “Şenocak-Öztürk Tartışması Nasıl Başladı Neler Oldu” (1) yazısını gözden geçirmelerini tavsiye edebiliriz.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 310 / Eylül 2016

____________________

1-)  http://www.musellem.net/senocak-ozturk-tartismasi-nasil-basladi-neler-oldu