Oryantalizm kısaca ‘Doğuya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için’ Batı’nın kurduğu tuzakları ifade eder.Misyonerlerin önünü açmak ve İslâm topraklarını ele geçirmek için faaliyet gösteren oryantalistler, önemli mesafeler kaydetmişlerdir. Oryantalizmin öncülerinden kabul edilen Ignaz Goldziher’den yakın dönemde Wansbrough, Micheal Cook ve Patricia Crone’a kadar pek çok Oryantalistin ana hedefi, Kur’an-ı Kerim’in ‘İncil ve Tevrat esas alınarak Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından yazıldığını’ ve Kur’ân’ın ilahi bir kitap olmadığını ispat etmektir. Benzer bir şekilde, hadislerin hiç birinin sahih olmadığı, sonraki nesiller tarafından uydurularak Hz.Muhammed’e (s.a.v) atfedildiği fikri de, yine Oryantalistler tarafından piyasaya sürülen bir yalandır. Ne yazık ki, hadis ve İslâm fıkhı konusunda Oryantalistlerin; ikna edici hiç bir tarihi delile dayanmadan ileri sürdüğü bu görüşler, bugün modernizmi savunan Müslümanlar arasında yaygınlık kazanmış durumdadır.
Oryantalizmin Kısa
Tarihi
|
Fransa’nın
başkenti Paris’te yayın yapan haftalık mizah dergisi Charlie Hebdo’nun ofisine
yapılan saldırıda (7 Ocak 20159 ) dergi çalışanları ve iki
polis memuru olmak üzere on iki kişinin hayatını kaybetmesiyle başlayan süreç,
ülkemiz ve İslâm dünyasının geleceğini etkileyecek önemli olaylardan birisidir.
Kendilerini yeryüzünün efendileri kabul edenlerin İslâm dünyasında gerçekleşen
onca katliamı organize ederken, söz konusu derginin yayınlarının Müslümanlar
tarafından hakaret olarak algılanmasını da dikkate almamışlardır. Zira hakikat
barbar doğululara teslim edilemeyecek kadar kıymetlidir.! Batı uygarlığının
ortaya koyduğu ‘Medeni Vahşet’in, yeryüzünün kendi dışında kalan kısmının kan
ve gözyaşları üzerine yükseldiğini hatırlatmanın en çok da Batı’yı kıble
edinmiş Doğu’luları rahatsız etmesi manidardır. Yaşanan olaylar vesilesiyle
Doğu’daki Batılıların, özgürlük(!) adına içinde yaşadıkları toplum ve o
toplumun değerleri karşısında ortaya koydukları tavır ise ibretliktir.
Oryantalizm Nedir, Oryantalist Kimdir?
Oryantalizm, kültürel ve ideolojik açıdan,
arkasında müesseseler, kelimeler ve kavramlar oluştaran bir muhakeme biçimini
ifade ve temsil eder.
Edward Said, oryantalizmi, ‘hepsi birbirine
dayalı birçok şey’ olarak anlamakta ve genel kabul gören anlamlarını
en kolay kabul gören akademik manasından başlayarak sıralamaktadır:
Antropolog, sosyolog, tarihçi yahut dil
bilimci olsun, özel yahut genel bir
açıdan Şark’ı öğreten, yazıya döken yahut araştıran kimse Şarkiyatçıdır
(Oryantalist) ve yaptığı şey Şarkiyattır (Oryantalizm). (...)Oryantalizm ‘Doğu’
ile ‘Batı’ arasında ontolojik ve epistemolojik ayırıma dayalı bir düşünüş
biçimidir. (...) On sekizinci yüzyıl sonlarını kabaca belirlenmiş bir başlangıç
noktası kabul edersek, Oryantalizm Şark ile uğraşan toplu müessesedir; yani Şark hakkında hükümlerde bulunur, Şark
hakkındaki kanaatleri onayından geçirir, Şark’ı tasvir eder, tedris eder, iskân
eder, yönetir; kısacası ‘Doğuya hâkim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri
olmak için’ Batı’nın bulduğu bir yoldur. S.166
Oryantalist terimi, artık resmî olarak kullanılmamaktadır. Bu terk
edişin resmî ilanı, aynı zamanda, ilk Oryantalistler Kongresinin yapılışının
yüzüncü yılı da olan 1973 yazında ve yine ilk kongrenin yapıldığı şehir olan
Paris’te düzenlenen ‘29. Uluslararası Oryantalistler Kongresi’nde
yapıldı. S.1
Oryantalist ve oryantalizm terimlerinin
tedavülden kalkmasının sebebi olarak iki temel olaydan söz edilebilir:
Birincisi, Birinci
ve İkinci Savaş arası dönemden itibaren başlayan, fakat asıl ortaya çıkışını
İkinci Savaş sonrası koşullarının belirlediği ve zorunlu kıldığı oryantalist
araştırmalar sahasındaki değişimlerdir. Bu dönemde, Doğu dünyası modern Batılı
sosyal bilimlerin teknik, yöntem ve araçlarından yararlanılarak araştırılmaya
başlandı ve Doğu, incelenmek üzere uzmanlık alanlarına ayrıldı. Bunlara bir de,
Doğulu akademisyenlerin de Batılı oryantalistlerin çalışma halkalarına
katılması ve çalışma sahalarını, uzmanlık alanlarını daha belirgin bir biçimde
ifade edecek isimlerle anma istekleri eklenince, oryantalist teriminin
kullanılması tartışılır hale geldi.
İkincisi ise, oryantalizme yönelik eleştiriler özellikle de Edward Said’in Oryantalizm başlıklı
çalışması nedeniyle oryantalizmin açığa çıkarılan yeni anlam(lar)ıdır. Said,
M. Foucault’yu takip ederek oryantalist bilgi ile emperyalist ekonomik ve
politik güçler arasında bir bağlantı kurar. Onun çözümlemesinde Oryantalizm,
Batı sömürgeciliğinin suç ortağıdır. Said’in ‘iktidar’ ile ‘akademik disiplin
olarak oryantalizm’ arasında kurduğu bu ilişki, ‘bilimsel nesnellik’
iddiasındaki oryantalistlerin yoğun tepkisini çekti. Ancak zamanla Said’in
tespitleri, hayli taraftar buldu. S.2
Önsöz
Bir yanıyla oryantalizm Doğu’nun Batı
tarafından incelenmesi anlamına gelirken, öte yanıyla da Batı’nın kendi
bilincine varmasının en önemli aracı olarak gözükmektedir. Doğu yoksa Batı da
yoktur ve Doğu, Batı’nın en mükemmel ötekisidir. İste oryantalizm de, Batı’nın
bu en mükemmel ötekisini, Doğu’yu kendine konu edinmiştir.
Bugün oryantalizm, ideolojik olduğu
gerekçesi ile ya da sömürgecilikle ilişkili görülüp eleştirilirken,
oryantalizmdeki hâkim şablonlar sosyal bilimlerde rahatlıkla ve yaygın bir
biçimde kullanılabilmektedir. Oryantalizme
hâkim olan temel zihniyet ve düşünce biçimi, günümüz sosyal bilimlerinde
tartışılmakta olan modernleşme, azgelişmişlik, bağımlılık gibi pek çok kuramda
da varlığını sürdürmektedir. Sosyal bilimler alanında ‘bilimsellik’ zırhı ile
gizlenen bu kuramlar, Batı-dışı toplumlara, sorunlarının tek geçerli çözümü
olarak sunuluyor. Oryantalizmi araştırmayı, bize göre, önemli kılan bir husus
da, Batı-merkezci bu yaklaşımların sürekliliğini tespit etme imkânı vermesidir.
Oryantalistlerin sayısınca Doğu’nun
olduğundan ya da belli tarihsel şartlara uygun olarak geliştirilen farklı
Doğuların varlığından söz edilmiştir. Ancak, tüm farklılıklarına rağmen, bu
geleneklerin hepsini ortak bir çatı altında toplayabilmemize izin verecek,
oryantalizmin hiç değişmeyen bir çizgisi vardır: Doğu, Batı için her
zaman bir tehdittir. Batı, bu tehlikeden kurtulmalı ve Doğu’ya hükmetmelidir.
Oryantalizmin bir disiplin haline gelişi
ve kurumlaşması, her ne kadar, 18. yüzyılın son çeyreği ve tüm 19. yüzyılda
gerçekleşmişse de, oryantalistlerin ya da daha geniş bir ifadeyle Batılıların,
zorda kaldıkça başvurdukları oryantalist arşivin tarihi çok daha eskilere
gitmektedir.
İlkçağlarda Doğu-Batı
Ayrımı
Oryantalist söylemde Doğu, her zaman
Batı’dan farklı bir şeyle, Batı’nın sahip olduğu varsayılan bilim, demokrasi,
rasyonalite, ilerleme fikri, sivil toplum vb. özelliklerle kıyaslanarak
tanımlanır. Doğu durağandır. Doğu’nun her bölgesi oryantalist söylem için
aynıdır. Lord Cromer’in
şahsında Batı için, Doğulu duygusaldır, bünyesi ‘mantık’ı kaldırmaz. Bu
Doğu konuşamaz, kendisini anlatamaz; Batı kendisi için konuştuğu gibi Doğu
adına da konuşur. Başka bir deyişle, eğer Doğu kendi kendisini temsil
edemiyorsa, temsil edilmesi gerekir. S.13
Asya, Asur dilinde ‘Doğu ülkesi’ anlamına
gelmektedir. Asya ve Avrupa kelimeleri Babil
şehrinin her iki kısmını ifade eden asu [doğu], ereb [batı]
sözlerinden türemiştir. Sonraları Ege denizinin iki tarafını birbirinden
ayırmak için kullanıldı. Büyük İskender bu sınırı Hindistan’a kadar götürmüştü.
Roma İmparatorluğu zamanında Roma şehri, meskûn dünyanın merkezi sayılmış, doğu
tarafı için Oriens [Doğu], batı tarafı için de Occiden [Batı]
tabiri kullanılmıştır. Roma İmparatorluğu devrinde Doğu, Batıya kıyasla ‘medenî
ülke’ manasında kullanılmaktaydı. Yedinci yüzyılın ortalarından
itibaren Doğunun büyük bir kısmı Müslümanların eline geçti, böylece kavramın
kapsamı da genişledi ve yeni bir şekil aldı. Haçlı seferleri zamanında Doğu denince
daha ziyade İslâm dünyası anlaşılıyordu. Türkler Anadolu ve Balkanlar üzerinde
hâkimiyet kurduktan sonra Osmanlı İmparatorluğu da Doğu kavramının
kapsamına girdi. S.24
Orta Çağ’dan
Aydınlanmaya İslâm İmajı
İslâm fetihleri Avrupa’nın daha önce
karşılaştığı düşman saldırılarından hızı, kapsamı ve kalıcılığı itibariyle çok
farklıydı, İslâm fütuhatı hem Avrupa’da, hem de Asya’da hızlı bir şekilde
ilerlemekteydi. Roma ve Bizans imparatorluklarına ait pek çok ülke
fethedilmişti. Daha sonra İslâm orduları Avrupa içlerinde de
ilerleyecekti. Üstelik bunlar, Avrupa ülkelerini yakıp yıkıp geçmiyor
ve fethedilen ülkelerde ticarî, ekonomik ve kültürel bir düzen kuruyor ya da
var olan düzeni devam ettiriyordu. Hatta getirdiği huzur ve
barış ortamı nedeniyle, bölge halklarının teveccühünü ve bağlılıklarını
kazanıyordu.
Roma İmparatorluğu yüzyıllardır barbar
akınlarıyla boğuşmaklaydı, fakat onlara çok az toprak kaptırmıştı. Üstelik
‘Germen Romania’ya girer girmez Romalılaşmakta’ idi. Şimdi olan
ise, Romalının ‘İslâmiyet tarafından fethedilir edilmez Araplaşması’ idi. S.27
Batılıların gözlerini kamaştıran zengin,
adil ve huzurlu devletler kurduğu bu yüzyıllar Batılı tarih yazımında Orta Çağ
olarak adlandırılır. Orta Çağ, karanlıkla eş anlamlıdır Avrupa için. Orta
Çağ’ın bir diğer özelliği de, Avrupa birliğini tesis eden Kilise’nin her
alandaki baskın otoritesidir. Başka bir deyişle, Orta Çağ, -varlığını ve
birliğini sürdürmek için-Avrupa’nın Hıristiyanlık aracılığıyla bulduğu çözümün
hâkim olduğu bir dönemdir. S.28
Haçlı Seferleri Batı’nın Doğu ülkelerinde
ilk koloni kurma çabasıdır. Haçlı Seferleriyle bölgenin tamamen işgaline
girişilmemesi ve daha ziyade ticarî ilişkileri denetleyebilecek -Antakya, Urfa,
Kudüs, Kıbrıs, Trablus gibi- noktalarda devletler kurmuş olmaları da Avrupa’nın
bu yeni siyasetinin göstergeleridir. S.33
Haçlılar İslâm dünyasının bilimde, tıpta,
edebiyatta, felsefede gösterdiği gelişmişlik düzeyi karşısında hayran kaldılar.
Haçlı Seferleri aynı zamanda iki uygarlık arasında belli bir düzeyde ilişki
kurulmasına, toplumların birbirlerini tanımasına da vesile olmuştur. Fakat bu
iki toplum arasında daha eskiye dayanan ilişkiler vardı. İspanya’da ve
Sicilya’daki Müslüman hâkimiyeti sırasındaki etkileşimler de, bu aktarımın
ikinci bir yolunu ve biçimini oluşturmuştur. S.36
Bu dönemde, malum olduğu üzere, Batı dünyasının
varlığını ve birliğini sağlayan yegâne güç Kilise’dir. Kilise, kendisi için en
tehlikeli rakip olarak da, göçebe paganları değil, Müslümanları
görmüştür. Gerek idaresindeki halkın Müslümanların manevî üstünlüğünden
etkilenmesini engellemek ve gerekse de kendi otoritesini bir dış düşman
karşısında tüm Avrupa’ya benimsetmek amacıyla Müslümanlara karşı bir kampanya
gerçekleştirmiştir. Bu dönem için Müslümanlar ve Doğu hakkındaki
olumsuz imajların üretilmesinin arkasında söz konusu iki sebep belirleyici
olmuştur. S.45
Aydınlanma Çağının
Doğuşu
17. ve 18. yüzyıllar boyunca Doğu
konusunda üretilenleri bir önceki yüzyılla kıyaslarsak, daha zengin ve verimli
bir üretimin olduğunu görürüz. Bir önceki yüzyıl, Doğu ile ilgili fazla bir şey
ortaya koyamadı, çünkü 16. yüzyıl Avrupası, yeryüzünün fizikî keşfi ve kendi
kimliğinin olumlanması ve yüceltilmesi ile çok fazla meşguldü. 16. yüzyıldaki
sömürgeci yayılmanın varisi Avrupa, kendini tehdit altında hissetmeyen birinin
güven dolu sükûnetiyle artık rahat rahat inceleyebileceği ve farklılık olarak
tanımlayabileceği bu Doğu’ya, entelektüel açıdan daha geniş imkânlarla geri
dönmüştür. Batı böylece ekonomik üstünlüğünün temellerini atmakla kalmadı,
artık dünyaya başka gözlerle bakmaya da başladı. Hıristiyanlık ideolojisinden
bağımsız hatta onunla rekabet eden yepyeni bir dünya görüşü varlık kazanıyordu:
Aydınlanma çağının ‘ilahî müeyyidesi olmayan bir siyasî sistem,
esrarsız bir din, dogmasız bir ahlâk kurmak’ peşindeki akılcı, ilerici
ve laik ideolojisi. Avrupa, kazandığı üstünlüğün bilincinde olarak, ‘bilim’ine
inanmaktadır. Gerektiğinde kendisiyle ilgili dile getirdiği kuşkular bile, onun
başka uygarlıklara entelektüel üstünlüğünü ifade etmektedir. S.71
Her ne kadar egemenliği ve etkileyiciliği
hâlâ sürüyorsa da Doğu keşfedilmekten ve şeyleştirilmekten kurtulamaz.
Doğu, Avrupa’nın çeşitli amaçlar için kullanacağı bir kavramsallaştırmaya ve
dolayısıyla da şeyleştirmeye maruz kalacaktır: Tecessüs, bilgi, egzotizm ve
ayıplama nesnesi ve daha sonra da bir mukayese malzemesi. Artık, uygulanan
baskı yapısal ve entelektüel niteliklidir: Avrupa’nın Doğu’da çoktandır liman
acentelikleri, tüccarları, elçileri, seyyahları, casusları vardır ve çok
geçmeden bilginleri de olur.
Aydınlanma Çağında Doğu’ya bakış, Orta
Çağlar kadar düşmanca değildi, ancak kardeşçe olduğunu söylemek de mümkün
değildir. Eski klişeler hâlâ kullanımdaydı, ancak yaklaşımlarda belli bir
değişmenin varlığı da gözlenmektedir: İslâm artık peşinen yargılanmamaktadır;
ama dinlerin tarihsel kökenlerini ve antropolojik temellerini sorgulayan
eleştirel yaklaşımlardan da kendini kurtaramayacaktır. S.73
19. Yüzyılda Doğu
Araştırmaları
19. yüzyılda (1789-1914) oryantalist
geleneğin oluşumu açısından da önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Bu
dönemin oryantalist çalışmalarında görülen bir diğer husus da, Batı’nın
üstünlüğünü vurgulayıcı Doğu imajının Doğululara da kabul ettirilebilmiş
olmasıdır. Batı dünyası, siyasal ve ekonomik olarak dünya egemenliğini
ele geçirmesine paralel ve yeni konumunun bir sonucu olarak, kendisini, dünya
tarihinin doğal gelişiminin nihaî halkası ve tarihin amacı olarak
tanıtmış ve bu yeni Batılı bilinç Batı-dışı halklara dayatılmıştır. S.86
Fransız İhtilali ve Napolyon
İhtilal, dünyanın emperyalist paylaşımında
İngiltere ile rekabet edemeyen, Hindistan’da ve Kanada’da İngiltere’ye yenilen
Fransız kraliyet ailesine Fransız burjuvazisinin bir tepkisidir aslında. Bu
nedenle ihtilal, Avrupa’daki monarşileri zor durumda bırakmakla birlikte, asıl
etkisini İngiltere ile hesaplaşmak arzusu ile girişilen sömürgecilik
faaliyetlerinde gösterecektir. Girişilen faaliyetlerin ve çatışmaların sahnesi
ise, uğruna savaşılan Doğu toprakları olacaktır. Bu girişimlerin en önemlisi,
elbette, 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgal girişimidir. S.89
Hegel: Tarihin Doğulu Bilinçsizlikten
Germen Bilinçliliğine İlerleyişi
Tarihin bir evresi olarak Doğu’ya, George Wilhelm
Friedrich Hegel (1770-1831) tarafından
biçilen konum, bugün bile, Batı muhayyilesinde geçerliliğini korumaktadır.
Hegel’in tarih felsefesinde Batı, tartışmasız bir biçimde, -henüz gelişmekte
olmasına rağmen- bir mükemmellik olarak ortaya konur. Hegel’e göre ‘dünya
tarihi, halkların ve imparatorlukların yaşadığı sıkıntılar içinden kendini
gerçekleştiren ve kendini tanıyan aklın tarihidir’. Yalnızca Batı düşüncesi
‘kendinde varlık’ı tüm eksiksizliği içinde tanımıştır. Doğulular, Hegel’e göre,
insan olarak insanın özgür olduğunu bilmiyorlardı, bunun için de, özgür
değildiler. Onların tek bildikleri, sadece Tek Biri’nin, despotun, özgür
olduğuydu. ‘Bu nedenle böyle bir özgürlük kapristen, barbarlıktan,
tutkunun hoyratlığından ya da tutkunun tatlılığından, yumuşaklığından başka bir
şey değildir. O halde bu Tek Biri, özgür bir insan değil, sadece bir
despottur.’ S.100
Bir Akademik Disiplin Olarak Oryantalizmin Kurumlaşması
Tarihin, sömürgecilik faaliyetlerinin
yoğunlaştığı ve hızlandığı bu evresinde, Avrupa yeni toplumlarla, yeni
kültürlerle, yeni geleneklerle karşılaşmaktaydı. Avrupalı seyyahlar,
girişimciler Avrupa’nın egemenlik kurduğu bu yeni alanlara seyahatler
yapmaktaydılar. Buralardan doğal olarak da, pek çok yeni bilgi gelmekteydi. Bu
bilgilerin işlenmesi, tasniflenmesi, Avrupalının kullanımına sunulması
gerekliydi. İkinci bir ihtiyaç da, tanışılan bu yeni toplumlarla ilişkilerin
nasıl sürdürüleceğiydi. Bu toplumların gelenekleri, dinleri, tarihsel kökleri
onlarla nasıl ilişki kurulacağı konusunda da ipuçları vermekteydi. Zira artık
sadece yağmalamak, yakıp yıkmak Avrupa için bir çözüm değildi. Sömürünün
sürekliliğinin sağlanması gerekliydi. Oryantalist çalışmalar işte
bu arka planda hızlı bir artış gösterdi. Oryantalistler bu çalışmalarını daha
sistemli ve başka oryantalistlerin çalışmalarından haberdar olarak
sürdürebilsinler diye önce dernekler kuruldu. Ardından,
yapılan çalışmalardan kamuoyunu haberdar etmek, bir anlamda kamuoyu desteğinin
devamını sağlamak için uzmanlık alanlarına özel dergiler çıkardılar.
Sonraları ise üretilen oryantalist bilginin paylaşılması ve sağlamasının
yapılması, elde edilen yeni bulgularla mevcut oryantalist bilginin
geliştirilmesi gibi amaçlarla, çeşitli Avrupa devletlerinden gelen bu uzmanlar
arasında bir ortak çalışma zemininin oluşturulması ve iletişim ihtiyacının
karşılanması gibi nedenlerle kongreler tertip edildi.
S.105
Yüzyılın Dönüm
Noktasında Oryantalist Çalışmalar
Orta Çağ’da, cennetin efsanevî Doğu içinde
yer aldığı sanılıyordu. 19. yüzyılda Doğu merakı, romantizmle birlikte bir
zorunluluk halini almıştı. Bu dönemde, Doğu’ya gidenler (Romantikler), düşlerindeki
Doğu’yu bulamazlar. Büyük bir hayal kırıklığı içinde geri dönerler. S.121
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren yeni bir Doğu tahayyülü ile karşılaşırız. Bu, Batı’nın pek de istekli
olduğu bir görüntü değildir, ama kabul etmek zorundadır. Çok uzun bir zamandır
Doğu’ya elinde evirip çevireceği bir malzeme ve nesne gibi bakmaya alışmış olan
Batı, onu ilk kez, düşünen, incinmiş ve talepkâr bir özne olarak karşısında
bulmaktaydı. Bu durum, Batı’nın, sömürgeciliğin ters tepmesinin bir sonucu
olarak ‘öteki’ hakkındaki yeni bir bilinçlenmesidir. Birinci Savaştan,
özellikle de ikinci Savaştan sonra ise artık, İslâm uyanmakta, Batı sömürge
egemenliğine en ciddi ve kurumsal tehdit olarak gözükmektedir. S.122
İkinci Savaş Sonrasında Oryantalizm
19. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığında,
Avrupa güç merkezleri arasında dünya egemenlik ilişkilerinde ‘liderlik’
konusunda artan bir rekabetin varlığı dikkat çekmekteydi. Bu rekabet, bilindiği
üzere, 1914-1918 yılları arasında milyonlarca insanın ölümü ve bir o kadarının
da sakat kalması ile neticelenen, 20. yüzyılın iki büyük savaşından ilkine
sebebiyet vermişti.
Birinci Savaş, Avrupalı devletler için çok
yüksek bir ekonomik maliyete ve insan kaybına yol açmıştı. Fakat bunun da
ötesinde, Avrupa medeniyetinin kendine olan güvenini, aynı çizgide sonsuz bir
gelişme olacağına dair inancını sarsmıştı. Oswald Spengler’in meşhur eserinin
başlığı, bu tedirginliğin en net ifadesidir: ‘Batı’nın Çöküşü’. S.132
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, ‘dekolonizasyon’ süreci
mutlak bir bağımsızlaşmayı değil, yeni koşullara uygun değişik türden bir
bağımlılaşmayı getirmiştir. Yeni düzenlemelerle birlikte kullanılan
ekonomik ve başka yöntemler, ‘gözle görünmez’ muazzam bir yeni-sömürge
imparatorluğunun kurulmasını mümkün kıldı. Bu şekilde Batılı
sömürgeci güçler, hem sömürgelerin denetim dışına çıkmasına izin vermemekte,
hem de önceki sistemin zorunlu kıldığı devasa bir ‘sömürge bürokrasisi’
yükünden kurtulmaktadırlar. Ayrıca Batı-dışı halkların tepkileri,
artık, sömürgeci Batı’ya değil, öncelikle toplumlarının idaresini ellerinde
bulunduran Batıcı seçkinlere yönelecekti. S.138
Oryantalizm Eleştirileri
Oryantalist çalışmalara yönelik kimi
eleştirileri veya karşı çıkışları, elbette sadece İkinci Savaş sonrasında dile
getirilenlerle sınırlamak mümkün değildir. Ayrıca bu tarz bir değerlendirme
doğru da olmaz. Oryantalistler İslâm’la ilgilenmeye ve bu konuya ilişkin
çalışmalarını yayınlamaya ya da yargılarını dillendirmeye başladıkları andan
itibaren, İslâm dünyasından pek çok âlim oryantalistlere reddiyeler ve cevaplar
yazdı. S.161
Fakat bu eserler içerisinde müstesna bir
yeri olup, Edward Said tarafından kaleme alınan (ilk baskısı 1978’de yapılan)
ve ‘paradigma kurucu bir eser’ olarak değerlendirilen ‘Oryantalizm’de,
Avrupa’nın Doğu ile bağlantılı kültürel, siyasî, iktisadî çıkarlarından
kaynaklanan, kökü çok eskilere uzanan bir yazı geleneğini incelemektedir. Eser,
ne oryantalizm konusunu irdeleyen, ne de oryantalizme eleştiri yönelten ilk
kitaptı. Konu yeni de değildi. Ancak Said, Foucault’nun kavramlarının
yardımı ile bilginin nesnel değil, siyasal niteliğini vurgulamaktaydı ve
İngiltere, Fransa ve daha sonra da ABD’de gelişen oryantalist çalışmalar ile bu
ülkelerin Orta Doğu’daki emperyalist çıkarları arasındaki bağlantıyı göstermeye
çalışıyordu. Bu geleneği, Said, Avrupa’nın çok daha kapsamlı iktidar
ve egemenlik yapılarının harekete geçirdiği ‘bir kültürel güç uygulaması
olarak’ değerlendirmektedir. Said’in eseri, aynı dönemde yayınlanan diğer pek
çok kitaptan daha derinlikli değildi; ancak etkisi onlardan çok daha yaygın ve
güçlü olmuştu. Belki bunun bir sebebi, Şarkiyatçılık’ın dehası
aslında hepimizin bildiği bir şeyi söylemesi, ama buna eğitim kurumunun
meşruiyetini katmasıydı. S.164
Eserinin Birinci Bölümünde
oryantalizmin nasıl işlediğini, Avrupalı emperyalist siyasetçilerin oryantalist
söylemden nasıl yararlandıklarını, kendilerini oryantalizmle nasıl tahkim
ettiklerini ve siyaset için oryantalizmin ne anlam ifade ettiğini göstermeye
çalışan Said, İkinci Bölümde, 18. yüzyılın ikinci yarısında
başlayan ve 19. yüzyılda da devam eden ‘Çağdaş Oryantalizm’ olarak
adlandırdığı şeyin ilk evrelerini ele alıyor. Fikrî, kültürel ve siyasî bir
tarih zemininde oryantalizmin 1880’lere kadar olan gelişimini ve kurumlarını
inceliyor. Bu bölümde gerçekleştirmek istediği bir diğer şey de, 19. yüzyılda,
Doğu hakkındaki söylemi egemenliği altında bulunduran ve oryantalist olsun
olmasın Doğu hakkında konuşmak isteyenleri denetleyen modern bir meslekî
terminolojinin nasıl üretildiğini göstermektir. 19. yüzyılın ortalarından
itibaren Batı dünyası, Doğu’ya yeni bir biçim verme, Doğu’yu değiştirme
faaliyetine girişti. Oryantalizm, yeni koşullara kendisini uyarlama becerisini
gösterebilmiş ve hizmetlerine bu noktada da devam etmiştir. Artık sahneye yeni
bir oryantalist tipi çıkacaktır: İmparatorluk ajanı oryantalistler. Edward
Said, 19. yüzyılın sonundan itibaren başlayan ve 20. yüzyıla aktarılan bu
oryantalist mirasın, oryantalist söylemin resmî kalıplar içinde kendisini
sürekli olarak üreten bir sistem haline nasıl geldiğini, eserinin son
bölümünde ele almaktadır. S.171
Said’in eseri, kültürel araştırmalar
alanında ve Batılı entelektüel camiada, birbirine karşıt iki kampın oluşmasına
ya da var olan kamplaşmanın yeni araçlarla ifade edilmesine vesile olmuştur.
S.172
Bunun dışında Said’in çalışması çoğu kişi
tarafından ‘Batı eleştirisi’ ya da ‘Doğu veya İslâm savunusu’ olarak da okunmuş
ve yaygınlaştırılmıştır. Bu durum yazarın bir Filistinli ve Filistin davasıyla
yakından alakalı oluşundan kaynaklanmış olabileceği gibi, Said’in
eleştirilerini tartışmak yerine onu ‘Batı karşıtı’ kampta göstererek mahkûm
etme çabalarının bir sonucu da olabilir. Ancak ‘Batı karşıtı’ olduğu iddiasını
ilk elde Said’in kendisinin reddetmesi dikkat çekicidir. Gerek eserde ve
gerekse de eserin yayınlanmasından sonraki tartışmalar esnasında verdiği
cevaplarda Said’in belirttiği amaçları, Said’in Batı karşıtı olduğu şeklindeki
iddiayı destekler mahiyetle değildir. S.179
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir: Mevcut
tartışma içerisinde birbirini anlamak ancak Müslümanların ve Doğuluların,
Müslüman ve Doğulu olarak konuşabildikleri ölçüde mümkün olabilecektir. Edward Said ise oryantalist söylemi eleştirirken, entelektüel
nesnellik adına, Doğulunun elinden de bu hakkını almaktadır. Said’in önerisini
kabul edecek olursak eğer, kendi kimliğimizden şüphe ettiğimizi tasdik etmiş ve
kendimizi tanımlama hakkını Batılılara vermiş oluruz. S.181
Said’in oryantalizm eleştirisi ve çözüm
önerisi, aynı zamanda, Said’in kişisel macerasını da ihtiva etmektedir. Kendisi
Hristiyan’dır ama Filistinlidir, Arap’tır ve neticede Doğuludur. Üniversite
öncesi eğitimini Mısır’daki İngiliz kurumlarında, lisans ve lisansüstü
eğitimini ise ABD’de almıştır. Akademi dünyasındaki kariyerini de orada
sağlamıştır. ABD’de bir Filistinli, bir Doğulu olarak yaşamak
istemektedir. Bir birey olarak bunu istemekte son derece özgürdür.
Aynı zamanda hakkıdır da. Ancak toplumlararası ilişkilerde de aynı
beklentilerin gerçekleşmesini istemek ve beklemek, en hafifinden gerçeklere
ters düşmektir. S.182
Edward Said, oryantalizmin temel
dogmalarına eleştiriler getirmektedir. Fakat bunu Doğu adına yapmamaktadır.
Belki ABD’de bir Arap olarak kabul edilmek arzusundandır. O nedenle de,
-Said’in birçok eleştirmenin ifade ettiklerinin aksine- kökten bir Batı karşıtlığı
söz konusu değildir. Yalnızca Batı’nın Doğu’yu eşit bir kültür dünyası olarak
kabullenmesini istemektedir, tıpkı Filistin halkının İsrail ile eşit konumda
kabul edilmesini önermesi gibi. O nedenle de, Batılı bir proje olan
oryantalizmi eleştirirken yine Batılı düşünürlere, Batı felsefelerine ve Batılı
edebiyatçılara atıflarda bulunmaktadır. S.183
Tanıtmaya gayret ettiğimiz eser Batı’nın
Doğu’ya bakış açısını ve tarihi gelişimini incelemekle beraber, bu müessesenin
İslâm ve Müslümanlar üzerine etkisi yeterince ele alınmamış gözükmektedir.
Bugün özellikle de İlahiyat çevrelerinde Oryantalist tezlerin kabul gördüğü
dikkate alınacak olursa konunun vahameti daha iyi anlaşılır.
“Macar Yahudisi olan ve Oryantalizmin
öncülerinden kabul edilen Ignaz Goldziher’den yakın dönemde Wansbrough, Micheal
Cook ve Patricia Crone’a kadar pek çok Oryantalistin ana kaygısı, Kur’an-ı
Kerim’in İncil ve Tevrat esas alınarak Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından
yazıldığını ve böylece Kur’ân’ın ilahi bir kitap olmadığını ispat etmekti.
Benzer bir şekilde, hadislerin hiç birinin sahih olmadığı, sonraki
nesiller tarafından uydurularak Hz.Peygamber (s.a.v) Efendimize atfedildiği
fikri de, yine Oryantalistlerin ortaya attığı bir iddiadır. Ne
yazık ki, hadis ve İslâm fıkhı konusunda Oryantalistlerin ikna edici hiç bir
tarihi delile dayanmadan ileri sürdüğü bu görüşler, bugün modernist eğilimli
Müslümanlar arasında yaygınlık kazanmış durumdadır.
Son Dönem Oryantalistik Çalışmalar ve Snouck Hurgronje Örneği
Ünlü Hollandalı oryantalist Snouck
Hurgronje, 1884-85 yıllarında kıyafet ve isim değiştirip (Abdülgaffar adını
alarak) bir yıl süreyle Hicaz’da bulunmayı başarmış bir isim. Burada özellikle
hac mevsiminde ümmet coğrafyasının dört bir yanından gelen Müslümanlar üzerinde
son derece hassas gözlemlerde bulunmuştur. Gözlemlerini gerek Batı’daki
meslektaşlarına yazdığı mektuplarda, gerekse 19. Yüzyılın İkinci Yarısında
Mekke isimli iki ciltlik kitabında bir araya getirmiştir. O döneme kadar
ağırlıklı olarak Kur’an merkezli yürüyen Oryantalist çalışmalar, Hurgronje’nin
uyarılarından sonra Sünnet-i Seniyye alanına kaymıştır. (Snouck, İslâm
coğrafyasının farklı beldelerinden gelen Müslümanların davranışlarındaki
birlikteliği Sünnet-i Seniyye ile açıklamıştır.)
İşte o tarihten sonra Oryantalist saldırı
Sünnet-i Seniyye üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu noktada en işe yarar alan
hadislerdir. Çünkü Sünnet’i bir bütün olarak reddetmek ümmetin
tepkisini çekecektir. Onun yerine, Kur’an’a aykırılık, akla
aykırılık, bilimsel verilere aykırılık gibi sloganlar üzerinden, hadis-i
şeriflerin güvenilmez olduğu, elimizdeki hadis kaynaklarının yeniden gözden
geçirilmesi gerektiği ileri sürüldü.”(1)
Mehmet Görmez’in Klasik Oryantalizmi Hadis
araştırmalarına sevk eden temel faktörler üzerine yaptığı tespitler de önemlidir:
“Oryantalizmin İslâm’a dair
araştırmalarının çok uzun bir tarihi olmakla birlikte, bu tarih içinde hadis
malzemesiyle ilgili araştırmaların ortaya çıkması pek eski değildir. Bu tür
araştırmaların, oryantalizm içinde misyonerlik ruhunun egemen olduğu, dini
gayelerin öne çıktığı zamanlarda görülmezken, siyasi ve ticari gayelerin
sömürge hareketlerine dönüştüğü yıllarda yoğunluk kazandığı müşahede
edilmektedir.
Oryantalistleri bu dönemde hadis
araştırmalarına sevk eden temel faktörleri iki ana başlık altında
toplayabiliriz.
1. Hadisin Tarihi
Değeri: Hadisin, İslâm’ın sürekliliğini sağlayan geleneği
oluşturması ve bu geleneği korumak için her türlü değişime karşı mukavemet
vazifesi görmesi, İslâm’ın yayılmasına etkide bulunması, farklı kültür ve
coğrafyada yaşadıkları halde İslâm toplumlarını birbirine yakınlaştıracak
homojen bir kültürün oluşmasında etkin bir rol üstlenmesi, tarih üstü bir
karaktere bürünerek Asr-ı Saadet’i sürekli bugüne taşıması, onun tarihi
değerini gösterir.
2. Fiili Durum: Gücünü
tarihi değerinden alan hadis, 18. asırda `militan’, `aktivist’ ve
‘fundamentalist’ ihya hareketlerine vücut vermiş ve bu hareketler, toplumların
dönüştürülmesi projesi önünde en büyük engeli teşkil etmiştir. Wensinck’in
ifadesiyle, hadis, Müslümanın elinde bir silah olmaya devam
etmiştir. Toplumları bilimsel metodlarla tahlil edecek (sosyal ve kültürel)
antropolojik araştırmalar arttıkça, hadise olan ihtiyaç artmış; başka bir ifade
ile toplumsal yapı ile fikir-düşünce ilişkilerini ele alan sosyo-kültürel antropoloji
için hadisin İslâm toplumlarını tahlil etmede vazgeçilmez bir kaynak olduğu
tespit edilmiştir.
Binaenaleyh, 1850-1950 yılları arasında
yazılan oryantalistik hadis çalışmaları gözden geçirildiğinde, salt
akademik oryantalizmin ürünü olarak hüsn-ü kabul gören bu araştırmaların,
siyasi oryantalizme nasıl malzeme olarak takdim edildiği görülecektir.” (2)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 291 / Şubat 2015
____________________
(1) Abdullah
Orhan, Oryantalistlerin Hadis Usulüne Etkileri, Rıhle Dergisi,
http://sahniseman.org/oryantalistlerin-hadis-usulune-etkileri-cibril-hadisi-ornegi/
(2) Mehmet
Görmez, Klasik Oryantalizmi Hadis Araştırmalarına Sevk Eden Temel Faktörler
Üzerine, İslâmiyât III (2000), sayı I, s. 11-31