İslâmî ilimler alanında yazmış olduğu eserleri yaşadığı yıl sayısından daha fazla olan ender simalardan birisi, şüphesiz İmam el-Leknevî’dir. Yaklaşık otuz dokuz yıllık ömrüne yüz on beş eser sığdıran İmam El Leknevî’nin, önemli eserlerinden birisi ‘Tuhfetü’l Ahyâr’ ismindeki kitabının tercümesi yayınlanmıştır. Müellif, Tuhfetü’l-ahyâr’ı kaleme aldıktan yaklaşık dört sene sonra buna, ‘Nuhbetü’t Enzâr’ isminde bir hâşiye yazmış, bu ikisi Abdülfettah Ebû Gudde tarafından tahkik edilerek birlikte neşredilmiştir. Sünnetin anlamını, hükmünü ve Allah Rasûlü’nün(sav) sünnetine uymanın ve onu ihya etmenin önemini ele alan bir çalışmadır. Müellif ‘Tuhfetü’l Ahyâr’ kitabını üç asıl ve bir hâtime/sonuç üzerine bina etmiştir. Bu eseri tanıtmaya gayret edeceğiz.
Sünneti İhyâ Etmek
|
Tarihimizde İslâmî ilimler alanında
yazmış olduğu eserleri yaşadığı yıl sayısından çok daha fazla olan ender
simalardan biri de şüphesiz İmam el-Leknevî’dir. Yaklaşık otuz dokuz yıllık
ömrüne yüz on beş eser sığdıran İmam el-Leknevî, tahkik ve tetkikleriyle ve
ortaya koymuş olduğu araştırma ve eserleriyle bütün İslâm dünyasında herkes
tarafından hüsn-ü kabul görmüş müseccel âlimlerimizdendir. Onun en önemli
eserlerinden biri olan ve kendisinin de, “herhalde bu araştırma, daha önce hiç
kimseden duymadığın/ görmediğin bir araştırmadır” sözleriyle ifade ettiği, hiç
şüphesiz sahasında belki de tek eser olan “İkâmetü’l-hucce alâ enne’l-iksâra
fi’t-taabbüdi leyse bi-bid’a” (Çok İbadet Etmenin Bid’at Olmadığına Dair
Deliller, İlkadım Yay. 2015) isimli eseri daha önce tarafımızdan tercüme
edilmiş ve yayınlanmıştır.
Şimdi de müellif Leknevî’nin, diğer önemli
bir eseri olan Tuh- fetü’l-ahyâr bi-ihyâi sünneti Seyyid’il-ebrâr ismindeki
kitabının tercümesini yayınlanmıştır. Müellif, Tuhfetü’l-ahyâr’ı kaleme
aldıktan yaklaşık dört sene sonra buna, Nuhbetüt-enzâr isminde bir hâşiye
yazmış, bu ikisi Abdülfettah Ebû Gudde tarafından tahkik edilerek birlikte
neşredilmiştir. Ayrıca muhakkik Ebû Gudde tarafından yazılan ve değerli
bilgiler ifade eden bazı incelemeler kitabın başına ve sonuna eklenmiştir.
Tuhfetü’l-ahyâr, isminden de anlaşılacağı
üzere sünnetin anlamını, hükmünü ve Allah Rasûlü’nün(sav) sünnetine uymanın ve
onu ihya etmenin önemini ele alan bir çalışmadır. Müellifin özellikle üzerinde
durduğu bir mesele de, genelde sahabenin özelde dört halifenin ortaya koymuş
olduğu hüküm ve davranışların da sünnet kapsamında olduğu ve bunlara uymanın
gerekliliğidir. Kitap bu özelliğiyle, daha önce tercümesini sunduğumuz
İkâmetü’l-hucce kitabıyla bir bütünlük oluşturmaktadır. Müellif, sahasında
önemli konuları farklı bir yaklaşımla ele almakta ve önemli bir boşluğu
doldurmaktadır.
Müellif, Tuhfetü’l-ahyâr kitabını üç asıl
ve bir hâtime/sonuç üzerine bina etmiştir:
Birinci asılda, sünnetin tarifi ve
hulefâ-i râşidinin ve sahabenin sünnetlerinin de buna dâhil olduğuna dairdir.
Burada bu konuda varid olan hadislerden büyük bir bölüm nakletmekte, muhaddis
ve fakihlerin sözlerinden detaylı bir şekilde kıymetli birçok nakilde
bulunmaktadır.
İkinci asılda, önde gelen Hanefî
fakihlerin ıstılahındaki sünnet-i müekkedenin ve mutlak sünnetin tarifinden
bahsetmekte, sünnetin tarifiyle ilgili yirmi iki fakihin görüşlerini
nakletmekte, bunların tek tek münakaşasını yapıp, bu çerçevede Hanefîlerin ve
diğerlerinin kitaplarından nakiller yapmaktadır.
Üçüncü asılda, sünnet-i müekkedenin ve onu
terk etmenin hükmü konusunu ele almakta, bu konuda âlimlerin görüşlerini
nakledip, sonra her zamanki âdeti üzere büyük bir dikkatle bunların
münakaşasını yapmaktadır.
Hâtime/Sonuç bölümü ise, Teravih namazıyla
alakalı olup, bu sonuç bölümü kitabın omurgasını oluşturmakta ve bu kitabın
telif sebebini teşkil etmektedir. Öyle ki kitabın yarısından fazlasını bu bölüm
teşkil etmektedir. Bu bölümde Teravih namazıyla ilgili varid olan haberleri
zikretmekte, mümkün olduğu kadarıyla konuyu araştırıp incelemekte, konuyla
ilgili dört mezhep âlimlerinin görüşlerini nakletmektedir. ” S. 9
Abdülfettah Ebû Gudde kitaba yazdığı
takdimde ise şu tespitlerde bulunmuştur:
“Bu kitap, Muhakkik, müdakkik, fakih,
muhaddis, bâri’, mutkin, menkûl ve ma’kûl ilimlerin allâmesi, usûl ve furû
ilimlerinde uzman, İmam Muhammed Abdülhay el-Leknevî el-Hindî’nin kitaplarından
çok önemli bir kitaptır. İmam Leknevî, kısa bir hayat yaşamıştır ama geriye çok
ilim/eser bırakmıştır. Otuz dokuz sene dört ay yaşamış, birkaç sayfalık
risalelerden pek çok ciltten oluşan büyük kitaplara kadar, yüz on beşten fazla
eser bırakmıştır. Onun ilmi eserlerinden her biri, genişlik, sağlamlık, tahkik
ve hakkı gözetme bakımından temayüz etmiştir. Bundan dolayı onun eserleri,
okuyup tanıyanlar tarafından hüsn-ü kabul görmüştür.
Bu, Tuhfetü’l-ahyâr bi-ihyâi sünneti
Seyyidi’l-ebrâr isimli kitabı, en kıymetli kitaplarındandır. Çünkü bu kitabını,
tertemiz nebevi sünnetin tarifi ve onunla alakalı bazı önemli konuların yer
aldığı yüce ve şerefli bir konuya tahsis etmiştir. ” S. 11
“Onu anmak için, Hasretü’l-fuhûl bi-vefâti
nâibi’r-Rasûl isminde müstakil bir risale kaleme aldım. Orada onun risalelerini
inceleyerek özetini zikrettim. Onun tercüme-i halini Hayru’l-amel tekmilesinde
genişçe ele aldım. Orada onun ibarelerini, hallerini ve rayalarını anlatmayı
ilk ele alan ben oldum. Kim geniş bilgi isterse bu iki çalışmaya maracaat
etsin.
Burada ise onun tercüme-i halini özet
olarak zikredeceğiz. Çünkü onun dünyaya yayılan şöhreti bizi, ayrıntılı bilgi
vermekten müstağni kılmaktadır.
O, Banda’da (Hindistan) 26 Zilkade 1264
tarihinde dünyaya gelmiştir. O zamanlar babası, en-Nüvvâb zü’l-fikâri’d-devle
medresesinde müderris idi. Pûrb sakinlerinden Hafız İbrahim’in yanında Kur’ân
hıfzını tamamlamıştır. O, ezberleme gücüyle rızıklandırılmış biridir. O, on
yaşında iken hıfzını tamamlamıştır. Mevlevi Hadim Hüseyin Âzîmâbâdî
el-Muzafferpûrî’nin yanında hesap ilmini tahsil etmiştir.
O, ders kitaplarını, tıb ve hadisi
babasında okumuştur. Matematik ilimlerini babasının dayısı ve Matematik’in
imamı Molla Nimetullah’ın yanında tamamladı. Ne zaman bir kitap okusa onu ders
olarak verirdi. Öyle ki bütün ilimlerde tam bir kabiliyeti oluştu. el-Kanun,
Şerhu’l-işârât, el-Ufuku’l-mübîn gibi aklî ilimlerin müşkil/zor eserlerini
okuttu. Onun anlattığı derslerden talebeleri memnun olmuştur. Bütün ilimlerde
mahir oldu ve bu ilimlerin imamı haline geldi. Onun yazdıkları temize çekilip
basılmıştır.
Onun kalbine mütalea, ders verme ve kitap
yazma sevgisi ilkâ edilmiştir. O, ders verir, kitap mütalea eder ve daha önce
yaşayan veya çağdaşı olan âlimlerden kimsenin yazamadığı eserler yazardı. O,
çağdaşlarının ve önceki âlimlerin önüne geçmiştir. Kendisine kâdılık görevi
teklif edilmiş fakat o bu görevi üstlenmekten kaçınmıştır. Sonra belli bir süre
Haydârâbâd’da kalmıştır.
Onun naklî ilimlerle meşguliyeti aklî
ilimlerle meşguliyetinden daha fazladır. Naklî ilimlerden de daha çok hadis
ilmine hizmet etmekle meşgul olmuştur. Taklidi bidat ve haram olarak kabul
etmezdi. İbn Teymiyye ve ona tabi olanların görüşlerine katılmaz, Rasûlullah
(sav)’in benzerinin varlığını söylemezdi.
Tabakât/rical ilmi kitaplarında, onun,
aklî ilimlerin imamı Mevlevi Abdülhak b. Mevlevi Fadl Hakku’l-Hayrâbâdî,
Mevlevi Muhammed Beşîr es-Sehsevânî ve Nevvâb Sıddîk Hasen Hân ile tartışmaları
vardır. Galibiyet ise hep ondadır.
Sabah namazını kılıp sonra da güneş
doğuncaya kadar vazifeleriyle meşgul olması onun âdetlerindendi. Daha sonra
büyük ve orta büyüklükteki kitaplardan kuşluk zamanına kadar altı bölümlük ders
verir, daha önce yapılmamış tahkikler/araştırmalar yapardı. Sonra kaylûle
uykusuna yatar, sonra öğle namazını kılar ve ikindi namazına kadar eser telif ederdi.
Sonra ihvanı ziyaret eder, sonra akşam namazını kılar ve gece yarılarına kadar
eser mütalea ve tasnifinde bulunurdu.
Onun pek çok ilim dalında doyurucu ve
üstün tahkikleri içeren telif ettiği eserleri vardır.” S. 47-48
İbrahim Hatipoğlu’nun DİA Leknevî
maddesindeki tespitlerini de paylaşalım.
“Kaleme aldığı biyografisinde kendisinde
sâdık rüya görme özelliğinin bulunduğunu, meydana gelecek olaylar hakkında rüya
yoluyla açıkça veya işaretle bilgi sahibi kılındığını, bu yolla sahâbe ve ileri
gelen âlimlerle görüşerek kendilerinden faydalandığını ileri sürmüştür.
Usul ve fürû ilimlerinde söz sahibi olan
Leknevî delillerden hüküm çıkarmada oldukça mâhirdi. Hanefî olmasına rağmen
mezhebin görüşüne muhalif açık bir delil bulduğunda mezhebin görüşünü kabul
etmezdi. Hadis ilimleri ve fıkıh yanında tefsir, tarih, ensâb, edebiyat,
felsefe ve mantıkla da meşgul olan Leknevî, İngiliz idaresinin Hint alt
kıtasını işgalinin en yoğun yaşandığı dönemde dinin temel kaynaklarına dönüş
hareketine önem vermiş, bu durum halkın kendisine olan güvenini arttırmış,
Seyyid Ahmed Han öncülüğünde devam eden İngiliz yanlısı çabaların halk
nazarındaki etkisinin azalmasında önemli rol oynamıştır.
Eserleri: 120’ye yakın çalışması bulunan
Leknevî’nin tahkik ederek neşrettiği kitaplara mukaddimeler yazmak, eserin
müellifi, şârihleri, o sahada yazılan diğer eserler hakkında bilgi vermek,
eserin muhtelif nüshalarına başvurarak güvenilir bir nüsha ortaya koymak ve
gerekli yerlere notlar düşmek suretiyle o zamana göre yeni bir tahkik usulü
geliştirdiği kabul edilmiştir.” S. 53-54
MütercimSırrı Fuat Ateş kitabı tahkik
ederek neşreden Abdülfettah Ebû Gudde (1917-1997)’nin Hayatı ve Eserleri
hakkında da bilgi vermiş:
“Soyunun Halid b. Velide dayandığı
söylenen Ebû Gudde, Halep’te doğdu. Babası Muhammed b. Beşir b. Haşan Ebû
Gudde, annesi Fatıma bint Salih’tir. İlk ve orta öğrenimini Halep’te
tamamladıktan sonra buradaki Hüsreviye Medresesi’ne girdi. Bu medresede kısa
sürede arkadaşları arasında öne çıkan Ebû Gudde, hocalarının olmadığı
zamanlarda onların yerine derslere girmeye başladı. Bir gün hocası Muhammed
es-Selkinî birkaç günlüğüne Ebû Gudde’yi yerine bırakır. Döndüğünde
talebelerinin ‘Ebû Gudde sizin talebeniz midir’ diye takdirle ondan söz
etmeleri üzerine ‘Evet, benim talebemdi; ama şimdi ben onun talebesiyim’ der.
Ebû Gudde Hüsreviye Medresesi’ndeki
tahsilini tamamladıktan sonra 1944 yılında Ezher Üniversitesi’nin
Külliyetü’ş-Şeri’a bölümüne kaydoldu. 1948 yılında mezun olunca aynı
üniversitenin Külliyetü’l-Adâb bölümünde iki yıl eğitim bilimi ihtisası gördü.
Mısır’da geçirdiği ilk aylarda aradığı ortamı
bulamayınca geri dönmeyi düşündü. Ancak bir arkadaşının tavsiyesiyle Fatih
müderrislerinden Şeyhülislam Vekili Muhammed Zahidü’l-Kevseri (Ö. 1952) ile
tanışarak Mısır’da kalıp ondan istifade etmeye karar verdi. Bu olayı hayatının
dönüm noktası sayan Ebû Gudde: ‘Kevseri’yi tanıyınca ‘derya gibi’ deyiminin ne
demek olduğunu anladım’ demiştir. Mısır’da diğer bir Osmanlı âlimi Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi’den de feyz aldı. Suriye, Mısır, Irak, Fas, Hindistan,
Pakistan, Yemen ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde yüzü aşkın hocadan ilim
tahsil etti. Onlardan ayrıldıktan sonra daha çok mektuplaşmak suretiyle ilmi
tekâmülünü sürdürdü. Ayrıca Halep ulemasından İsa el-Beyanûni, Muhammed Ragıb
et-Tabbâh ve Mustafa ez-Zerka; Mısır’dan Yusuf ed-Dicvi, Ahmed Muhammed
eş-Şakir, Muhammed el-Hıdır Hüseyn ve Hint alt kıtası âlimlerinden Zafer Ahmed
Tanevi’den de dersler aldı. İlerlemiş yaşlarına rağmen çalışma azminden hiçbir
şey kaybetmeyen hocalarını kendine örnek aldı. Onların araştırma ve inceleme
azimlerini görerek her yönüyle onlar gibi olmayı hedefledi. Ebû Gudde
‘Karşılaştığım bütün hocalarıma ulaşabileceğimi, onlar gibi olabileceğimi
düşündüm, ancak Zahid el-Kevserî’yi gördüğümde ‘Hayır bunun gibi olamam dedim’
ifadesiyle hayatta varmak istediği yeri açıklamıştır.
Ebû Gudde hayranlıkla bahsettiği İhvan-ı
Müslimîn lideri Hasan el-Benna ile Mısır’da bulunduğu sırada tanıştı ve ümmet
fikrini oluşturmada ondan büyük ölçüde faydalandı. Mısır’da İhvan-ı Müslimîn
saflarında yer alan Ebû Gudde, 1950’de Suriye’ye döndükten bir müddet sonra
aynı teşkilatın Suriye koluna ‘el-Murakıbü’l-Am’ (genel koordinatör) olarak
tayin edildi. Ona göre müslümanlar siyasetten uzak kalmamalı, ama kardeşlik ve
dayanışma içerisinde yaşayıp diyalog yolunu herkese açık tutmalıdır. Ebû Gudde
Suriye Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullardaki hocalığı yanında Halep’te
Hüsreviyye ve Şabaniyye medreselerinde şer’i ilimler okuttu. Ortaokul ve
liselerde okutulmak üzere İslâmî eğitimle ilgili on civarında ders kitabının
hazırlanmasına iştirak etti. Aynı dönemde Halep âlimleri tarafından Halep
müftüsü seçildi. 1961 ‘de Suriye’nin Mısır’dan ayrılmasından sonra yapılan
seçimlerde Halep milletvekili olarak parlamentoya girdi. Parlamentonun birkaç
ay sonra feshedilmesiyle bu görevi sona erdi. Aynı yıl Şam Şeriat Fakültesinde
ders vermeye başladı ve bu görevi üç yıl sürdü. Bu arada fakültede fıkıh
ansiklopedisi müdürlüğünü ve fıkıh kitaplarını fihristleme çalışmalarını
sürdürdü. Mu’cem u fıkhı İbn Hazm fi’l-Muhalla (Dımaşk 1966) adlı kitabı
hazırlayan komisyonun çalışmalarına da katıldı. Bu sırada ilmi çalışmaları
içinde önemli bir yeri olan Pakistan ve Hindistan ziyaretlerini gerçekleştirdi.
Bunun sonucu başta Zafer Ahmed Ranevi olmak üzere Hindistanlı ve Pakistanlı
birçok âlimle tanıştı ve onlardan istifade etti. Hatta bu seyahati esnasında
tanıştığı Hint ulemasının yazdığı hadis eserlerinin İslâm âlemine tanıtılmasına
gayret etti. Bu seyahatlerine ilave olarak aralarında Türkiye, Suriye, Suudi
Arabistan, Fas, Cezayir, Irak ve Somali gibi birçok müslüman ülke yanında
Avrupa ve Amerika’da da ilmi faaliyetlere katılarak buralarda çeşitli tebliğler
sundu; misafir öğretim görevlisi olarak dersler verdi.
1965 yılında misafir öğretim üyesi olarak
Riyad Şeriat Fakültesi’ne davet edildi. Ailesi ile Suudi Arabistan’a giden Ebû
Gudde’ye orada profesörlük unvanı verildi, ancak bunu hiç kullanmadı. Bir yıl
sonra Halep’e döndüğünde Baas Partisi yandaşlarınca tutuklandı. Suriye’nin
birçok ileri gelen müslüman düşünürleriyle bir seneye yakın Tedmur Askeri
Hapishanesi’nde yattı. 1967 harbinde İsrail, Tedmur’u bombalayınca hapishane
tahliye edildi ve tekrar Suudi Arabistan’a döndü. Bir yıl kadar
el-Ma’hedü’l-Âlî li’l-Kadâ’da ders veren Ebû Gudde daha sonra Riyad Şeriat
Fakültesi’ne geçerek burada on yıl fıkıh usulü ve hadis okuttu. Ardından
Usûlü’d-din Fakültesi’ne geçerek emekliliğine kadar burada hadis dersleri
verdi.
Türkiye’ye karşı özel bir sevgisi bulunan
Ebû Gudde, bir ara Türkiye’de ikamet etmek için teşebbüste bulundu. İstanbul’a,
özellikle Fatih Sultan Mehmet Han’a olağanüstü bir hayranlığı vardı. Fatih
Camii’nde yetişmiş iki ulemadan ders almış olmayı büyük bir mutluluk vesilesi
sayan Ebû Gudde, ‘Ben buradan yetişmiş iki büyük âlimden okumakla Fatih’in
talebesi sayılırım’ sözleriyle bu mutluluğunu dile getirmiştir. Türkiye’nin
değişik yerlerini de çeşitli vesilelerle gezen Ebû Gudde, özellikle manevi
ikliminden dolayı Konya’ya ayrı bir muhabbet besliyordu.
Ebû Gudde görev aldığı üniversitelerin
eğitim kalitesini yükseltme çalışmalarına katkıda bulundu; çok sayıda yüksek
lisans ve doktora çalışmasına danışmanlık yaptı, binlerce talebe ilmi
görüşlerinden faydalandı. Üniversitedeki görevinden ayrılıp telif ve tahkik
çalışmalarına hız veren Ebû Gudde, 16 Şubat 1997’de vefat etti.” S. 63-66
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 309 / Ağustos 2016