Türkçe’de, Vehhâbiliğin doğuşu ve yayılışı, Osmanlı Devleti ile olan ilişkileri üzerine yapılmış önemli sayıda akademik çalışma olmasına rağmen; Suûdi Arabistan Devleti’nin 20. yüzyılın başında temellerinin atılmasından bugüne uzanan süreçte Vehhâbiliğin din-devlet ilişkilerini nasıl yapılandırdığı ile ilgili sorulara cevap teşkil edecek akademik bir araştırma bulunmamaktadır. Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara’nın kaleme aldığı ‘Suudi Arabistan ve Vehhabilik’ isimli eser, bu sahada kaleme alınmış olan ilk ilmi eserdir. 1920’li yılların sonunda Suudi Arabistan’da, 90’lı yıllarda Cezayir’de yaşananlar, bugün Suriye ve Irak’ta yaşanmaktadır. Tanıtmaya gayret ettiğimiz kitap, bu günlere nasıl gelindiğini, dolayısıyla meselenin tarihi ve sosyolojik temellerini anlama imkânını sağlayan nadir eserlerdendir.
Suûdi Arabistan ve
Vehhâbilik
|
11
Eylül 2001 olayları sonrasında başta ABD’li stratejistler olmak üzere birçok
batılı siyaset ve güvenlik uzmanı, tehdit algılamalarına dair hazırladıkları
raporlarında, İslâm dünyasından gelecek olası terörist tehlikenin kaynağının
İran himayesindeki Şiî orijinli oluşumlar değil, Sünni orijinli Vehhâbi
yapılanmalar olduğunu belirtiyorlardı. ABD’nin Arap dünyasındaki kadîm
müttefiki Suûdi Arabistan Krallığı, Vehhâbiliğin anavatanı olarak, bu yeni
konjonktürde Amerikalı siyasilerin işaret ettikleri hedeflerden birisi haline
geliverdi. İlkönce İran’daki Humeyni, daha sonra da Irak’daki Saddam
rejimlerine karşı ABD’nin Ortadoğu’daki yüksek menfaatlerini korumak için kendi
iç istikrarını ve ekonomik refahını tehlikeye sokma pahasına elinden gelen her
türlü yardım ve desteği sağlamış olan Suûdi Arabistan nasıl böyle bir pozisyona
düşmüştü? Bu duruma kralların, prenslerin ve üst düzey yöneticilerin izlemiş
oldukları bilinçli bir politika ile mi gelinmişti? Yoksa yönetime rağmen Suûdi
Arabistan halkının ya da halk içindeki belli bir sosyo-dini damarın siyasi
yönelimleri mi bu sonucu doğurmuştu?
Daha da çoğaltılabilecek bu popüler
soruların merak edilen cevaplarını bulabilmek için öncelikle Suûdi ailesinin
kurmuş olduğu son devlet olan Suûdi Arabistan Krallığı ile Vehhâbilik
ideolojisinin ilişki alanını bütünüyle ortaya çıkarmak gerekecektir. Türkçe’de,
Vehhâbiliğin doğuşu ve yayılışı veya Suûdilerin 19. yüzyılda Osmanlı Devleti
ile olan ilişkileri üzerine yapılmış önemli sayıda akademik çalışma olmasına
rağmen; Suûdi Arabistan Devleti’nin 20. yüzyılın başında temellerinin
atılmasından bugüne uzanan süreçte Vehhâbiliğin devlet ve ülke için ne anlama
geldiği, değişim geçirip geçirmediği, devleti, yönetimi ve sosyal hayatı
etkileme gücünün hangi boyutlarda olduğu, din-devlet ilişkilerinin nasıl
yapılandırıldığı ile ilgili sorulara yanıt verecek akademik bir araştırma
bulunmamaktadır. Bu çalışma, incelemeye alınacak dönemin başını ve sonunu
tespit için ülke tarihindeki iki önemli olayı esas almak ve bu olaylar
arasındaki tarihi süreci de analiz etmek suretiyle söz konusu soruların
cevaplarını aramayı amaçlamaktadır. Bu olaylardan ilki Necd İhvanı’nın 1912’de
kuruluşudur. Bu teşkilat sayesinde İbn Suud egemenliğini bugünkü ülke
toprakları üzerinde sağlamıştır. Diğer olay ise Cuheymân el-Uteybî ve
cemaatinin 1979’da gerçekleştirdikleri Mescid-i Haram baskınıdır. Yaklaşık
yetmiş yıl araları olan bu iki olayı birbirleriyle ilgili yapan ise, İhvan’ın
(Mısır kökenli İhvan-ı Müslimin ile karıştırılmamalıdır) ve Cuheymân’ın
hareketinin ikisinin de Vehhâbilik orijinli tipik örgütsel örnekler olmaları ve
yine ikisinin de Suûdi devletine karşı başkaldırı teşebbüsünde bulunmalarıdır.
Çalışmamızın giriş bölümünde,
Suûdi ülkesi, halkları ve tarihi ile ilgili özet malumat verilmektedir.
Okuyucu, Arap yarımadasındaki Vehhâbi davetin 20. yüzyılın başına kadarki
evrelerini bu bölümde bulabilecektir. Bölüm, araştırmada başvurulan başlıca
kaynakları tanıtan bir kısmı da içermektedir. 1. Bölüm ise
tümüyle İhvan hareketine ayrılmıştır. Hareketin kuruluşu, mensuplarının dini
zihniyetleri, etnik, sosyal ve psikolojik özellikleri, askeri faaliyetleri, bu
bölümde ele alınan belli başlı konulardır. İhvan hareketinin sonunu getiren
olayların analizi ile başlayan II. Bölüm, teşkilatın tasviye
edildiği 1930 yılı ile Harem baskınının vuku bulduğu 1979 yılı arasında Suûdi
Arabistan’daki din-millet ve din-devlet ilişkilerinin temel dinamiklerini, dini
ve sosyal alanda yaşanan değişimleri ve çalkantıları konu edinmektedir. Tarihi
hadiselerden örnekler verilerek yer yer sosyolojik değerlendirmelere gidilmektedir.
Çalışmanın III. Bölümünde Cuheymân ve hareketi detaylı bir şekilde
incelemeye alınmaktadır. Bölüm, Suûdi vatandaşı olan Şiîleri ve onların
1979’daki ayaklanma girişimlerini Vehhâbilik ve Cuheymân ile irtibatlı olarak
tahlil eden bir kısım ile sona ermektedir. Kitabın Ek’inde sunulan
kronoloji, Vehhâbiliğin doğuşundan bugüne kadarki belli başlı olayları
tarihleyerek okuyucuya düzenli bir perspektif sağlamayı hedeflemektedir.
Ayrıca, Vehhâbiliğin dışlamacı karakterini yansıtan farklı tarihlerde kaleme
alınmış dört kısa metnin çevirisi, bu zihniyetin söz konusu özgün karakterini
ortaya koymaktan başka, başlangıcından günümüze Vehhâbilik’de neyin değiştiği
ya da değişmediği hususunda okuyucuya fikir verecektir.” (Önsöz)
“Halef kelimesinin zıddı olan selef,
önceden yaşayan ve ahirete intikal eden büyükler anlamına gelmektedir. Buna
göre her yaşayan insanın bir selefî vardır. Halef olan kimse, belirli bir zaman
sonra mutlaka selef haline gelecektir. İslâmî literatürde selef kelimesinin,
belli bir dönemle sınırlı tutulduğunu söylemek mümkündür. Sahih-i Buhari ve
Sahih-i Müslim’de yer alan Hadis-i Şerifte, Peygamberimiz Efendimizin (sav)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ‘İnsanların en hayırlısı benim
asrımda yaşayan insanlardır. (Ashabımdır) Sonra, onlara yakın
olanlardır. (Tabiûn) Sonra da onlara yakın olanlardır. (Etba-ı
Tabiûn) Sonra bir takım kavimler gelir ki, onlardan birinin
şehadeti (ihtirasla) yemininin, yemini de şehadetinin önüne
geçer.’ İlk üç neslin faziletini ifade eden bu Hadis-i Şerifin delalet
ettiği anlama göre selef kelimesi; sahabe, tabiûn ve etbaû tabiûnu ifade eden
bir kavramdır.
Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) selef
için tesbit ettiği, insanların en hayırlıları olma özelliği, İslâm’a bağlılık
ve dini yaşama noktasındaki farklılıklarına rağmen, bütün fertleri içine alan
bir keyfiyete haizdir. Hicri sekizinci asırda yaşayan İbn Teymiyye’nin (v.
728/1328) Ehl-i Sünnet Kelamı’nda yer alan bazı hükümleri eleştirmesi ve Selef
Akidesi başlığı altında yeni iddiaları ön plana çıkarması Selefîyye olarak
isimlendirilen hareketin doğmasına vesile olmuştur.” (Yusuf Kerimoğlu, Fıkhî
Meseleler 2, Ank 2013, S,337-344)
1703 yılında bugünkü Riyad’ın yetmiş
kilometre kuzey batısındaki Uyeyne kasabasında dünyaya gelen Muhammed b.
Abdülvehhab b. Süleyman b. Ali et-Temîmî en-Necdî’nin başlattığı
‘Vahhabi-Selefi Fırkası’na mensup olan kimseler kaleme aldıkları eserlerde,
itikâdi tercihlerini şöyle ifade etmektedirler: ‘İman; kalben tasdik, dille
ikrar ve azalarla ameldir. Artar ve eksilir. Allah’ın zâtına ve bütün
sıfatlarına Kur’an ve hadislerde haber verildiği üzere inanmak gerekir.
Müteşabih ayetleri ve haberî sıfatları te’vil etmek caiz değildir. Tevhidi
rububiyetin, uluhhiyet ve amelle ilgili boyutları da vardır. Allah’ın birliğini
tasdikte tüm bu boyutların hep beraber eksiksiz bulunması gerekir. Bu hususta
fikrî ve amelî eksikliği olan kişi şirk koşmuş olur. Dolayısıyla küfre girer ve
tekfir edilir. Büyük günahları işleyen kişi de kâfir olur. Ama bu küfür onu
dinden çıkarmaz. ‘El-Velâ’ yani müminleri dost edinmek, ‘Ve’l berâ’ yani İslâm
düşmanlarından uzaklaşmak inanılması zaruri hükümlerin en mühimlerindendir.
Siyasi, fıkhi ve kelâmi mezhepler ile tasavvufi tarikatler, bid’atların
yayılmasına sebeb olmuşlardır. Onların yaydığı fitne ve fesatlarından uzak
durmak gerekir. Onları uyarmanın yanında, onlarla her sahada mücadele etmek de
tevhidi müslümanların asli görevlerindendir. Dini deliller; kitap, sünnet,
sahabenin sözü ve amelidir. Bu delilleri bir kenara bırakmak ve mezhep
imamlarının ictihadi tercihlerine tabi olmak, şen’i (kötü) bid’atlerden
birisidir. Şer’i delilleri idrak edemeyecek durumda olan kimselerin mezhebi
yoktur. Onlar âlimlerin fetvalarıyla amel etmelidirler. Dinde inanılması zaruri
olan hususları inkâr etmedikleri müddetçe yöneticilere itaat etmek vaciptir.
Fâsık kimseler olsalar bile onların arkasında namaz kılmayı terketmek caiz
değildir.’ Dikkat edilirse Vahhabilik hareketi; Harici, Mücessime, Haşviyye ve
Mutezile gibi fırkalara mensup olan âlimlerin itikâdi tezlerini birleştiren ve
bu sebeble Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaatten ayrılan bir harekettir. Dolayısıyla
Vahhabiliği, Selefilik adına pazarlayan kimselerin ‘takıyye’ yaptıklarını
söylemek mümkündür.” (Yusuf Kerimoğlu, Age, S,337-344)
“Riyad’ı 1902’de Reşid Oğulları’ndan geri
alarak, tarihteki ilk iki devletlerinden sonra yeni bir Suûdi devleti kurmayı
başaran Abdülaziz İbn Suud, ailesinin egemenliğini eskiden olduğu
gibi anayurtları Necd’de sağlamlaştırmak ve hâkimiyet alanını yarımadanın diğer
bölgelerini de içine alacak şekilde genişletmek için, ilk defa Muhammed
b. Suud ile Muhammed b. Abdülvehhab tarafından
temeli atılan mülk-din ittifakını yeniden işlevsel kılacak bir projeyi
yürürlüğe koydu. İbn Suud’un direktifleri ve ulemanın koordinasyonuyla hicre (1) adı
verilen yeni inşa edilmiş köy ve kasabalarda 1912’den itibaren yerleştirilen
Necd’deki çeşitli kabilelerin mensupları, kendilerine İhvan (din kardeşleri)
denilen bir teşkilatı oluşturmuş oluyorlardı.
Biçimine önceki Suûdi devletlerinde
rastlamadığımız söz konusu teşkilatlanma, herşeyden önce göçebe kabilelerin
önemli bir bölümünü daimi iskâna tabi tutmayı amaçladı. Kabileler arası ganimet
amaçlı yağmalama, kavga ve savaşları önlemek isteyen ve bu yolla iç barışı
sağlamayı hedefleyen İbn Suud, ziraatı öğretmek ve bunun için gerekli imkânları
sağlamak suretiyle İhvan’ı toprağa bağlamayı ve onlara düzenli bir maişet temin
etmeyi planlamıştı. Açlıktan kurtuluş ve düzenli bir gelir umudu kabileleri
yerleşime motive etti. Ancak ziraat hiç bir zaman istenen verimde yapılamadı. Hicrelerin
tamamına yakını, cihat gelirlerine ek olarak İbn Suud’un maddi yardımlarıyla
ayakta kalmayı başarabildiler.
Kabilelerin iskâna geçmesi, projedeki
diğer bir hedefi imkânlı kıldı. Riyad’dan gönderilen da’vetçiler, bedevilere
unutmuş oldukları Vehhâbiliği hicrelerin camilerinde öğrettiler. Şirkin ortadan
kaldırılması ve dinin yüceltilmesi için güçlü bir siyasi otoriteye ihtiyaç
vardı. Vehhâbi ulema İbn Suud’a imam olarak bu otoriteyi tevdi etmişti. Bu
mesajı alan kabileler Vehhâbi imama Allah için itaat ettiler. Yine,
birleştirici unsur olarak din bağının kabilevi bağların önüne geçirilmesi,
merkezin iç güvenlik kaygılarını asgariye indirdi. Kazandırılan tek tip din
anlayışı, bölgesel ve kabilevi geleneklerden kaynaklanan sosyokültürel
farklılıkları zaman içinde küçülttü. Böylelikle, özellikle yasama ve yargıda
birlik sağlanarak merkezi otorite güçlendirildi, farklı uygulamaların neden
olduğu yürütmedeki aksaklıklar önlenmeye çalışıldı.
İyiliği emretme, kötülüğü yasaklama
prensibi temelindeki dini davet, şimdiye kadar kendi kabilelerinin sancağı
altında çapul için savaşmış olan bedevileri, bundan sonra kelime-i tevhid
sancağı altında ‘din kardeşleriyle’ beraber ‘Allah’ın
ismi yüce olsun diye’ cihat etmeye yöneltecekti. Bu durum, başka bir
yolla sağlayamayacağı büyüklükte bir askeri gücü İbn Suud için hazır hale
getirdi. Vehhâbiliği taassup derecesinde benimsemeleri ve pratiğe dökmeleri,
kendilerinden olmayan müslümanları gayri müslimlere gösterdikleri şiddet
düzeyinde dışlamaları, ilk defa karşılaştıkları modern araç ve gereçlere dini
gerekçelerle tepki göstermeleri, kendilerine özgü kostüm ve kıyafetleri,
İhvan’ı karakteristik bir teşkilat yapan belli başlı özellikler oldular.
Fanatizm derecesindeki dini coşkuları, çılgınlık reddesindeki savaşma
arzuları, rakiplerine gösterdikleri şiddet ve acımasızlıkları, İhvan
için karşı koyulamaz bir kuvvet imajı yarattı. Gerçek güçleri bu imaj
ile bütünleşince Osmanlı birlikleri, Reşid Oğulları, Hicaz’daki Şerif sülalesi
gibi önemli askeri güçler İhvan karşısında eğilmek zorunda kaldılar. I.
Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında İbn Suud’un İngilizlerin müttefiki olarak
Osmanlı Devleti karşısında yer alması, İhvan ile beraber kazanılmış olan
topraklar üzerindeki egemenliğin kalıcı olmasını ve bu topraklarda uluslararası
meşruiyet kazanmış bir devletin doğmasını fazlasıyla kolaylaştırdı.
Her başarılı siyasetçi gibi İbn Suud da
eklektik, fırsatçı ve pragmatikti. Vehhâbilerin imamı olması, bu gerçeği
değiştirmemiştir. Osmanlılar, Reşid Oğulları ve Şerif kuvvetleri üzerine
sevkedilmiş olan İhvan, cihadını aynı gayeler ile İngiliz himayesindeki Kuveyt,
Irak ve Ürdün’e karşı sürdürmek isteyince İbn Suud’un engeliyle karşılaştı.
İngiltere ile ilişkilerini bozmak istemeyen İbn Suud, bu hareketleri meşru
bulmadı. Yine İbn Suud, İhvan ve liderlerini diplomatik ve ekonomik nedenlerle
Hicaz’dan ve yeni yönetiminden dışladı. Hicaz ile ilgili siyasi kararlara ve
dini uygulamalara İhvan’ın müdahalesi en asgari düzeyde tutuldu. Hicaz’dan
dışlanmalarına ek olarak, İngiltere himayesindeki topraklara yapmak istedikleri
cihat operasyonlarına izin verilmemesi, İhvan’ın İbn Suud’a muhalefetinin ilk
gerekçeleri olarak görünmektedir. Cihat ganimetlerinden mahrum kalmalarından
dolayı bozulan ekonomik durumları, fetihlerle kuvvet kazanan merkezi devlet otoritesi
karşısında kabilelerin yönetimdeki ortaklık güçlerinin zayıflaması, bir imamdan
artık bir sultana dönüşmüş olan İbn Suud yanında söz haklarını büyük ölçüde
yitiren İhvan liderlerinin geleceğe dönük endişeleri, teşkilatı tedricen isyan
atmosferine sokmuştur.
Askeri metotlarla İhvan’ın tamamen tasviye
edildiği 1930 yılından sonraki dönem, Suûdi Arabistan için yepyeni bir dönem
oldu. Bu dönem, militer özelliğiyle Suûdi Arabistan’ın kurulmasına büyük katkı
sağlamış olan Vehhâbiliğin, bu karakterinin üstünü örterek resmileşmesine tanık
oldu. Militerlik ehlileşti. Vehhâbi ulemanın temsil kabiliyeti ise tümüyle
resmi dini kurumlar bünyesine alındı.
1938’de ülkede petrolün bulunması, hızlı
bir sosyal değişime kapı açtı. Yeni oluşan sosyo-ekonomik şartlar, halkı etkisi
altına alan yabancı düşünceler ve yeni hayat tarzları, devlet idaresinde ve
hukuk sisteminde gerçekleşen modernleşme atılımları, Vehhâbi ulemanın ve dini
kurumların devlet ve halk ile olan geleneksel ilişkilerinde ciddi değişimlere
neden oldular. Genel olarak Suûdi Arabistan’da değişim rüzgârı, batıda
Hicaz’dan ve doğuda Ahsa’dan merkeze, yani Necd’e doğru esti. Hicaz’ın hac ve
ticaret merkezi olarak heterojen ve kozmopolit nüfus yapısı, Osmanlı’dan miras
kalan ordu, bürokrasi, adalet ve eğitim sistemi, Hicaz’ın kontrollerine
girmesiyle birlikte başka faktörlerin de etkisiyle başta Suud ailesini sonra da
Necdlileri ister istemez değişime zorladı. Petrol eyaleti Ahsa’daki ARAMCO
gerçeği, yabancı müslüman veya gayri müslim iş gücü yine sosyo-kültürel değişimin
diğer tetikleyicileri oldular. Petrol ile birlikte devlet gelirlerinin ve genel
refahın yükselmesi herkes için ve daha çağdaş koşullarda eğitim imkânlarını
artırdı. Bu da ülkede ilk defa ‘orta sınıflaşma’yı doğurdu.
İstihdama bağlı olarak nüfus hareketliliği göçebelikten yerleşime doğru bir
seyir izledi. Tüm bu faktörler ve sosyal sonuçları ulemanın hayata müdahale
alanını daralttı. Bunun karşılığında seküler alanlar genişledi. Başta idare,
çalışma ve ticaret sahalarında olmak üzere hukuk sisteminin değişen şartlara
göre seküler yönde geliştirilmesi sürecinde, Hanbelî mezhebinin maslahat
ve siyasetü’ş-şer’iyye ilkeleri ulemanın sürece itirazını asgari
düzeylerde tuttu, hatta onların da bu sürece katılmalarına olanak verdi. Yine
bu dönemde, sadece iş hayatında ve bürokraside değil, dini kurumlarda da
Necdlilerin hâkimiyetinin Hicazlıların lehine zayıflamaya başladığını
görebilmekteyiz.
Suud b. Abdülaziz, dengesiz sosyal değişim paralelinde ekonomide
israfın korkunç boyutlara ulaştığı, kültürel, ahlaki ve dini yozlaşmanın
belirginleştiği bir dönemin kralı olmuştur. 1930’dan sonraki süreçte Vehhâbi
ulemanın siyasi ve toplumsal hayattaki güç kaybı en çok bu dönemde kendisini
hissettirmiştir. Her ne kadar Kral Suud’un azlinde ulemanın fetvası
kullanıldıysa da, bu fetva, kraliyet ailesi içinde zaten belirlenmiş olan fiili
durumun ulemaca onaylanması şeklinde yorumlanmalıdır. Sonraki kral Faysal
b. Abdülaziz ise uyguladığı rasyonel politikalarla kötü gidişe önemli
ölçüde son vermiştir. Faysal, Suûdi devletinin ideolojik rotasını
Vehhâbilikten İslâmcılığa doğru çevirmiştir. İslâmcı politikayı
Vehhâbi davetin yeni görüntüsü olarak algılamak yanlış olacaktır. Babası ve
ağabeyi benzeri Necdli bir emir olmaktan daha çok entellektüel bir Hicazlı
devlet adamı portresi çizen Kral Faysal’ın dönemi reformlar dönemi olarak
bilinir. Faysal, ulema ve onların etkisi altındaki bir kısım halk kesiminin
tepkilerine rağmen başta eğitim olmak üzere hukuk ve telekominikasyon
alanlarında birçok reform planını hayata geçirmeyi başarmıştır. Filistin
sorunu nedeniyle Siyonizme ve 1950’li yıllarda etkili olan Nasırcı ve Baas tipi
Arap Sosyalizmine karşı bir İslâm paktı oluşturmak Faysal’ın politik hedefi
olmuştur ve gündeme gelen İslâmcı söylem ve projeleri bu açıdan değerlendirmek
gerekecektir. İşlevsel hale getirilen ve yurtdışından gelen müslüman
öğrencilere açılan şeriat fakülteleri ve İslâm Üniversitesi, İdâretü’l Buhûs
gibi ulusal, Rabıta gibi uluslararası kuruluşlar, kurulmasında öncülük yaptığı
İslâm Konferansı Örgütü, bunların faaliyetleri ve yürürlüğe koyduğu meşhur
petrol ambargosu sayesinde Kral Faysal birden İslâmcı çevrelerin şampiyonu
haline geldi. Söz konusu politika, Vehhâbiliğin sivri yanlarını törpüleyici bir
işlev görerek Suûdi tipi din anlayışına ve Suûdilerin izlediği iç ve dış
siyasete soğuk bakan İslâmcı çevrelerin endişelerini zaman içinde giderici rol
oynadı. Bu süreç aynı zamanda Vehhâbilik ile kendileri arasında sınır
çizen İslâm dünyasındaki selefî eğilimli akımlara ve yapılanmalara güç
kazandırdı.
Faysal’dan sonra kral olan Halid
b. Abdülaziz’in döneminde karar mekanizması ve idaredeki ipler veliahd Fahd
b. Abdülaziz’in elinde bulunmaktaydı. Faysal’ın korumakta itina gösterdiği
muhafazakârlık-modernizm dengesi muhafazakârlar aleyhine bozuldu. İzlediği ABD
yanlısı dış politika ve ABD’nin bölgedeki menfaatlerine uygun olarak alınan
siyasi ve ekonomik kararlar ülke içinde ve dışında yoğun eleştirilere hedef
oldular. İran’daki monarşinin İslâmcı ulema ile solcu siyasal güçlerin
işbirliğiyle devrilmesi, Ortadoğu’da en fazla Suûdi otoriteleri endişelendirdi.
Nitekim İran İslâm Devrimi’nin üzerinden henüz yıl geçmeden nüfusunun önemli
bir bölümünü Şiîlerin oluşturduğu Doğu Eyaleti’nde çıkan ve Şiî bir örgüt
tarafından organize edilen ayaklanma girişimi, doğrudan yeni İran rejiminin
devrim ihracı politikasının bir ürünüydü. Fakat asıl itibarıyla bu olayı,
Şiîlere karşı uygulanmakta olan ayrımcılığın, gelir dağılımındaki
adaletsizliğin ve onlarca yıldır birikmiş sosyal ve ekonomik sıkıntıların bir
dışa vurumu olarak değerlendirmek gerekecektir.
Aynı günlere rastlayan Cuheymân el-Uteybî
ve cemaatinin Mescid-i Haram baskınının ise, İran rejimi ile ya da Doğu
Eyaletindeki Şiî ayaklanması ile gerek organik gerekse ideolojik bir bağlantısı
ve yakınlığı bulunmamaktadır. Cuheymân katışıksız bir Vehhâbidir ve bu durum
zaten söz konusu ilişki üzerindeki ihtimalleri geçersiz kılmaktadır. 1920’li
yılların Necd İhvanı ile aynı fikri zeminde buluştuğu görülen ve zaten
kendisini de o çizginin devamı olarak gören Cuheymân’ın hareketinin, başta
Mısır olmak üzere diğer müslüman ülkelerde ortaya çıkmış İhvan-ı Müslimin türü
sivil İslâmcı hareketlere de zihniyet kodları bakımından yakın olmadığı
farkedilmektedir. Cemaatin fikir dünyasını kuşatan mesianik/mesihçi beklentiler
ve bunun üzerine gelişen tutumlar, bu farklılaşmanın en belirgin
göstergeleridir. Mescid-i Haram baskını, Suûdi devletine karşı silahlı bir
isyan girişimi veya bir devrim hareketinin ilk adımı değildir. Eylem,
Vehhâbi-Selefî zeminde kendisini ifade eden bir beraat (uzaklaşma ve ayrılma)
ilanı olarak kurgulanmıştır ve bu kurguya mesianik beklentiler eşlik etmiştir.
Ancak, eylemin beslendiği ideolojik zemin
ele alınırken Medine İslâm Üniversitesi faktörü gözden kaçmamalıdır. Bu
üniversite, klasik Suûdi-Vehhâbi din söylemi ile çağdaş İslâmcı retoriğin
kesiştiği, uzlaştığı ve senteze girdiği bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Cuheymân’ın ve arkadaşlarının bir kısmının bu kurumda öğrenci oldukları ve
hareketin düşünce temelinin Medine’de atıldığı bilinmektedir. Hocaları ve
üniversite rektörü Şeyh İbn Bâz’ın en üst düzeyde temsil
ettiği ‘devlete itaatkar’ bir Vehhâbi çerçeveden, yer yer
modern siyasi retoriğe ait kavramların kullanıldığı selefî bir söylemin,
radikal bir yöntemin ve sansasyonel bir eylemin çıkmasında söz konusu faktörün oynadığı
rol göz ardı edilemez. 1980 sonrasındaki dönemde Vehhâbiliğin bu yeni
söylemdeki ağırlığı azalacak, çağdaş İslâmcı tonlar ise fazlalaşacaktır. İbn
Bâz veya Muhammed el-Useymîn tipi geleneksel ulemadan
farklı yeni bir Vehhâbi-Selefî ulema jenerasyonunun ortaya çıkması bu süreci
belirgin kılmaktadır. Bu süreç aynı zamanda İslâm âleminde ‘Cihatçı Selefîyye’
ile ‘Suudçu Selefîyye’ ayrımının belirginleşmesine de tanık olmuştur.”
(S,247-253)
“Suudçu Selefîlerin söylemlerinde
öncelik dini aksiyonda değil akidededir. Daha çok bid’atlar hakkında, namaz,
hac, nikâh, peçe, sakal, kabir gibi konular üzerine yazar ve konuşurlar. Namaz
kıldığı müddetçe devlet başkanına itaati vacip addederler. Ulemanın en önemli
görevlerinden birisi yanlış yoldaki yöneticileri uyarmaktır. Diğer bir görevi
ise siyasî ve toplumsal istikrarı bozacak yani fitneye sebep olacak alternatif
siyasî oluşum ve taleplerin önüne geçmektir. Meşru bir liderin emriyle
yürütülmediği gerekçesiyle Filistin, Keşmir, Çeçenistan gibi alanlardaki sıcak mücadelelere
soğuk dururlar. Onlara göre ümmet silahlı cihada henüz hazır değildir. O halde
yapılacak iş, şirkten uzaklaşıp tevhide sarılmaya müslümanları davet etmek ve
İslâm âleminin Selef akidesi üzerinde buluşmasını sağlamaktır. Monarşik ve
oligarşik eğilimlere yakın, sivil demokratik insiyatiflere uzaktırlar. Bu
yüzden, basın üzerinden hak arama, toplu bildirilere imza atma, protesto
gösterilerine katılma gibi demokratik haklar gayri-meşru sayılmaktadır.”
(Tarihte ve Günümüzde Selefîlik, İSAV&Ensar, Tartışmalı İlmi Toplantılar
Dizisi, İst 2014, S, 491-493)
“1926’dan sonra Suudî kralı îbn Suûd’a
isyan eden cihad yanlısı Vehhâbî Necd İhvanı’nın tasviye edilmesine
dayanak olan fetvayı bir grup Selefî âlim vermiştir. 1930 sonrasına rastlayan
seküler kanunlaştırma girişimleri, yönetimde ve sosyal hayatta gözlemlenen
modernleşme hamleleri muhafazakâr çevrelerce tepki görmesine rağmen aynı
âlimler tarafından onaylanmış, devletin işi kolaylaştırılmıştır. Cüheymân
el-Uteybî ve arkadaşlarının 1979’daki isyanını sonlandırmak için Haremi Şerife
yapılan silahlı müdahale, Suudî Arabistan’ın en yüksek dini kurumu olan Hey’etü
Kibâri’l-Ulemâ (Büyük Âlimler Hey’eti)nin bir fetvasıyla meşrulaştırılmıştır.
Kısacası bu çeşit Selefîyye, Suudî Krallığı’nın dini meşruiyet kaynağıdır ve
icraatlarının onay makamıdır. Bu nizam özellikle 1990’dan sonraki tutumuyla,
kendisiyle Cihadîler arasındaki farklılığı belirginleştirmek istemiştir. Tıpkı
Cihadîler gibi onlar da, Selefîliğin dünya üzerindeki yegâne temsilcileri
olduklarını savunmaktadırlar.
Bu eğilimin en şöhretli isimleri
olan İbn Bâz, el-Elbânî, İbnü’l-Useymîn, Abdülaziz Âlü’ş-Şeyh, Salih
el-Fevzân, el-Medhalî, Mukbil el-Vâdı’î, Ubeyd el-Câbirî gibi
isimlerin fetvaları ve yazılı eserlerinden akımın Cihadîlerden farklılaşan belirgin
yönlerini saptayabilmek mümkündür.” (İSAV&Ensar, Age S, 491-493)
“Selefî
ulema arasında 1990’ların ilk yıllarında belirgin şekilde açığa çıkan siyasî ve
cihâdî farklılaşmanın nedenlerini bulmak için 1970’li yıllara geri dönmek
gerekecektir. Mısır, Suriye ve Irak’daki Nâsırist, Ba’asist rejimler
dolayısıyla ülkelerini terketmek zorunda kalan İslâmcı ideolog ve öğretim
üyelerine Suudî Arabistan’ın bu dönemde kapılarını açtığı görülmektedir. Bir
Vehhâbî imamdan çok İslâmcı bir lider kimliğine sahip Kral Faysal (Ö.1975),
birçoğu İhvân-ı Müslimîn üyesi ya da sempatizanı bu kişileri Medine İslâm
Üniversitesi’nde, şeriat fakültelerinde ya da Rabıta benzeri resmî dinî
kurumların bünyelerinde istihdam etmişti. İşte bu kurumlarda geleneksel
Vehhâbîlik ile çağdaş radikal siyasî İslâmcılığın izdivacı gerçekleşti.
Genellikle Selefî eğilimleri bulunan bu İslâmcı öğretim üyeleri, Vehhâbîliğin
içe kapanık ve dışlamacı ideolojisinin etkisiyle ve belki de diğer Arap
ülkeleri gibi sömürge altında kalmaması nedeniyle siyasî ve radikal dini
akımlar ile henüz tanışmamış olan Suudî Arabistan’a İslâmcılığın taşınmasında
aracı oldular.
Cüheymân el-Uteybî ve grubunun 1979’daki
kanlı Mescid-i Harem baskını, mehdici unsurların da eşlik ettiği Vehhâbî-Selefî
fikrî zeminde kendisini ifade eden bir beraat (uzaklaşma) tavrının ilanı olarak
kurgulanmıştı. Bu bakımdan, cihad kavramının öne çıkarıldığı, devrimi amaçlayan
siyasî bir eylem olarak gözükmemektedir. Ancak Cüheymân’ın fikirlerine,
gerçekleştirdiği eylemin biçimine ve taleplerine bakıldığında, resmî Suudî
Selefîyye’den farklı bir portre belirmektedir. 1744 tarihli din-siyaset
ittifakının ruhundan Suudî rejiminin uzaklaştığını düşünen Cüheymân,
yöneticileri, kâfirlerle dostluk kurmakla, ülkenin serveti olan petrolü onlara
çok ucuza satmakla, kutsal toprakları onların bürokrat ve askerlerine açmakla, Arabistan’da
müşrik ve kâfirlere karşı cihad hareketini durdurmakla suçlamaktaydı. Mezhebi
kimliğinden dolayı lanetledikleri İran İslâm Devrimi’nin (1979), üflemiş olduğu
ruh ile Selefîleri siyasete motive ettiği inkâr edilemez. Afganistan Cihadı
(1979-1988) ise kazanılan siyasî şuurun pratiğe dökülmesi için fiili ve
lojistik imkânlar hazırlamıştır. Gönüllü Selefî Arap mücahitler (Afgânî
Araplar) cihad ortamında radikalleşmişler, bu radikalizmin ve mücadele
pratiğinin İslâm âleminin diğer bölgelerine aktarılmasında başrolü
oynamışlardır.
Dolayısıyla 1980’li yıllar Selefîlik’te
derinden yaşanan bir gelişmeye tanık olmuştur. Bu süreçte beliren yeni dini
söylemde klasik Vehhâbî/Selefîliğin ağırlığı azalacak, çağdaş İslâmcı tonlar
ise fazlalaşacaktır. İbn Bâz ve İbnü’l-Useymîn tipi gelenekçi
âlimlerden farklı olarak, Selman el-Avde, Sefer el-Havâlî, Nasır
el-Ömer, Âiz el-Karnî, İbrahim ed-Devîş, Muhammed b. Said el-Kahtânî gibi
isimlerden oluşan ve kendilerine şuyûhü’s-sahve (uyanış
âlimleri) denilen yeni bir Selefî ulema neslinin ortaya çıkışı bu süreci
belirgin kılmaktadır.
Açıkladığımız bu yeni Selefî trendin davet
faaliyetlerindeki önceliği akide yanında aktivitedir. Hayat, iman ve cihaddan
ibarettir. İslâm ümmetinin içine düştüğü siyasî, sosyal ve ekonomik sıkıntılar,
emperyalist güçlerin müslümanlar üzerinde oynadıkları oyunlar en az akidevi
konular kadar önemlidir Suudî trendden farklı olarak daha çok hâkimiyet ve
devlet, Yahudiler, Haçlılar, Amerika ve Siyonist komplolar, sürdürülen
cihadlar, cihadlarda yaşanan mucizeler, şehadet ve şehitler, dünya ve İslâm
âlemindeki politik gelişmeler ve siyasî mücadeleler hakkında yazar ve
konuşurlar. Yöneticilerin kimliklerine ve dini yaşantılarına değil icraatlarına
bakarak onlar hakkında bir hükme varırlar. Cihad ertelenemez bir yükümlülük
olduğundan, müslümanlar kendi kurdukları organizasyonla bu ödevi güçleri,
nisbetinde yerine getirmelidirler. Küfrî odaklara karşı güçlü bir saf
oluşturabilmek adına, Tâlibân gibi Selefî olmayan İslâmî kesimlerle zorunlu
işbirliğine cevaz verirler.” (İSAV&Ensar, Age S, 500-502)
Devlet ya da kurulacak olan İslâm
Devletinin zamanlaması da Selefî çevrelerde tartışmalara yol açmıştır. “Tam
anlamıyla başarıyı elde etmeden önce bir devlet oluşturma konusu her ne kadar
iyi bir yansıma olarak gözükse de, aslında bu, direnişin kırılması anlamına
gelmektedir’ mesajını veren Üsame b. Ladin, sanki yaşanacak
gelişmeleri ilk başlarda görür gibidir. Küçük bir hâkimiyet alanı elde edince
hiç vakit geçirmeden o alanı bir İslâmî emirliğe dönüştürmek veya 2006’da Irak
el-Kâidesi’nin yaptığı gibi kabinesi bile olan bir devletin (Irak İslâm
Devleti) kurulduğunu ilan etmek, arkasından mahkemeler tesis edip şer’î hadleri
ve diğer cezaları uygulamaya kalkışmak, Bin Ladin gibi önde gelen birçok cihadı
lider tarafından doğru bir strateji olarak kabul görmemektedir.”
(İSAV&Ensar, Age S, 510)
“Bağımsızlık ilanı suretiyle iddia edilen
sözde otoritenin sağladığı meşruiyet sayesinde, güç sahibi kişi ve gruplar
bazen ‘şura meclisleri’nin onayıyla bazen de şahsi insiyatifleriyle
çok ciddi kararları alıp uygulamakta kendilerini serbest hissetmektedirler.
Irak’ta Ebû Mus’ab ez-Zerkavî’nin eylemleri bu bağlamda hatırlanabilir. Onun
Şiîlere ve onların cami ve türbelerine düzenlediği saldırılar, bunun doğru bir
strateji olmadığını düşünen el-Kâide lideri Zevahiri tarafından
eleştirilmiştir. Zevahiri, Şi’a’nın tarihten bugüne haçlıların
işbirlikçisi ve sapkın bir akidenin temsilcisi olduğu iddiasını tekrar etmekle
beraber, Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiîlere karşı yükseltilecek bir
mücadelenin asıl düşman olan Amerika’yı rahatlatacağını düşünmektedir.
Zevahiri’yi kaygılandıran diğer konu ise Iraklı mücahitlerin medyaya açık
şekilde tutsak ve rehinelerini boğazlayarak infaz etmeleridir. Harp şartlarında
belki tolere edilebilecek bu tür eylemler kamuoyuna olumsuz bir imajla
yansıdığından bu hareketlerden mümkün olduğunca kaçınmak gerekmektedir.”
(İSAV&Ensar, Age S, 511)
Sabah Gazetesi dış haberler editörü Taha
Kılınç şu tesbitlerde bulunur: “Genelde IŞİD gibi hareketler ya da coğrafyadaki
diğer birçok hareketle ilgili ‘Amerika, İsrail destekliyor’ gibi
birtakım genellemeler var. Her örgütü, her yapıyı dışarıdan birileri
destekliyor olabilir, bu ihtimali göz önünde tutmakla birlikte hangi toplumsal
tabana yaslanıyor sorusunu çok önemsiyorum. Sadece IŞİD’den değil, el-Kaide
gibi bölgede savaşan, eli silah tutan yapılanmalardan söz ediyorum. Sanki
onların hepsi bölgeyi karıştırmak için dışarıdan yönlendirilen hareketler gibi
anlatılıyor. IŞİD’in temellerine baktığımız zaman özellikle Irak’ın yakın
tarihindeki birtakım siyasal gelişmeler eşliğinde Şiî yönetimin, Irak’taki
Maliki yönetiminin özellikle Saddam’ın devrilme sürecinden sonra yapmış olduğu
şeyler, hapishanelerde işkenceler, ayrımcılık Şiîlerin sadece devletin belli
kademelerine getirilmesi, ordunun ciddi anlamda Sünnilerden temizlenmesi,
Sünnilerin siyaset dışı bırakılması vs etkilidir.” (DÜBAM-Dünya Bülteni
Araştırma Masası, Ekim 2014, 17. Yuvarlak Masa Toplantısı)
“Günümüz Cihadî Selefîliği 1991-2004
yılları arasında yaşanmış Cezayir İç Savaşı ve GIA aşırılığı tecrübesini hala
referans almaya, buradan çıkan derslerden dikkatle yararlanmaya devam
etmektedir. Öyle ki el-Kâide gibi örgütler dahi GIA’yı Sünnîlikten saparak
Haricî olmakla suçlamaktadır. El-Kâide’nin genç şeyhlerinden Ebû Cendel
el-Ezdî, GIA’nın 1996 yılında Anter Zûâbrî’nin liderliğiyle birlikte Haricîlik
dalaletinin içine düştüğünü, verdikleri sapkın fetvalarla halkı tekfir, kadın
ve çocukların kaçırılması ve öldürülmesini tecviz ettiklerini, böylece
Cezayir’deki mücadeleyi mürted yöneticilere karşı savaştan çıkartıp aslında
çoğunlukla mücahitlerin destekçisi olan Cezayir halkına karşı savaşa
dönüştürdüklerini ifade etmektedir.” (Tarihte ve Günümüzde Selefîlik,
İSAV&Ensar, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi, İst 2014, S, 508)
Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara (2) Cihadî
Selefîliğin bir süre sonra IŞİD ve benzeri yapılara dönüştüğünü, Bu noktada da
karşımıza ‘Haricilik’ anlayışının tekrar çıktığını hatırlatır:
“Gayri Müslimlerle hiç savaşmayıp Müslümanlarla savaşan bir yeni zihniyetten
bahsediyoruz. Hariciliğin tarihine baktığımızda Müslümanlarla
savaşmaktan başka bir şey yapmadıklarını görürüz. Yani hep Müslüman
kanı dökmüşlerdir. Kendileri de Müslümanlar tarafından anarşist oldukları için
tasfiye edilmişlerdir. Yani gayri Müslimlerle savaşma şeklinde bir tutumları
yoktur. Şimdi günümüze gelirsek bütün bu özellikleri bünyesinde barındıran
IŞİD, az çok siyasal bir aklı da temsil eden el Kaide tarafından Haricilikle
damgalanmıştır.” (DÜBAM, Age)
Selefî olduğu iddiasındaki Vehhabî
hareketin geldiği son durak Hariciliktir. EL KAİDE ile IŞİD arasındaki ilişkiyi
ayrıntıları ile ele alan Ali Kaçar, ‘gençBİRİKİM’ dergisinde
şu önemli tesbitlerde bulunmuş: “İşte bugün, hemen hemen herkes tarafından
eleştirilen IŞİD, ABD’den, İngiltere’den, Siyonist İsrail’den, Fransa’dan
Rusya’dan kısacası bütün emperyal güçlerden daha mı kötü, daha mı canidir?
Sadece Ebu Gureyb’de, Guantanamo’da Şibirgan’da, Cenin’de, Gazze’de,
Orta Afrika’da ve daha sayılamayacak kadar birçok yerde işlenen zulümler, diri
diri yakılan insanlar, tecavüze uğrayan kadınlar, bombalanan hastaneler,
ambulanslar, köyler, kentler değil IŞİD’i, terör örgütü olarak itham edilen
bütün örgütlerin işledikleri ile mukayese edilmeyecek kadar çok daha insanlık
dışıdır.” (EL KAİDE’den IŞİD’e Irak ve Suriye’deki Direniş 1-2-3,
Temmuz-Eylül 2014)
Görünen o ki tarih tekerrür etmektedir.
1920’li yılların sonunda Suudi Arabistan’da, 90’lı yıllarda Cezayir’de
yaşananlar, bugün Suriye ve Irak’ta yaşanmaktadır. Bir kısmı fiili, bir kısmı
da siyasi ve kültürel işgal altında kalan müslümanlar samimi duygularla bir
çıkış yolu aramakta fakat ulemanın rehberliğinden yoksun bu tip hareketlerin
nihayetinde geldikleri nokta içimizi sızlatmaktadır. Doksanlı yıllarda Taliban
hareketi aleyhine estirilen ve hemen herkesin katıldığı ‘Amerikancı’ imajı
gelinen noktada anlamını yitirmiştir. Popüler medyanın beslediği Enformatik
Cehalet, meseleleri sağlıklı değerlendirme imkânını elimizden almaktadır.
Tanıtmaya gayret ettiğimiz kitap, bu günlere nasıl gelindiğini, dolayısıyla
meselenin tarihi ve sosyolojik kökenlerini anlama imkânı sağlayan nadir
eserlerdendir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 289 / Aralık 2014
____________________
(1) “Göç
etmek anlamına gelen hicre kelimesi, İhvan mensuplarının iskân yerlerinin ismi
olarak kullanılmıştır. Kelimenin çoğulu, hucer seklindedir. Anlaşılacağı gibi
bu isim, dini bir kavram olan hicret kelimesiyle yakın alakalıdır. İhvan’ın,
kuruluşunun ilk yıllarında eğitim ve da’vet için kabilelere dağıttığı Muhammed
b. Abdülvehhab’a ait olan risalede hicret kavramının üzerinde önemle
durulmaktadır. Risalede, Müddessir Sûresi’nin ilk ayetleri bu bağlamda ele
alınarak tefsir edilmektedir. Bu tefsire göre “kalk ve uyar” ayeti, “şirke
düşmeme hususunda uyararak tevhide çağırmak” anlamına gelmekte, “elbiseni
temizle” ayeti ise “amelleri şirkten arındır” emrine delalet etmektedir.
‘Ve’r-rucze fehcur’ cümlesinin anlamı ise puta tapıcılığın her türlüsünü
terkedip, putlardan uzaklaşmaktır. Bu anlamda hicret, şirk diyarından İslâm
diyarına göç etmeyi gerektirmektedir. İbn Suud’un ve Vehhâbi ulemanın
direktifleriyle sürülerini satıp göçebeliği bırakarak hicrelere göç eden ve
oralarda yerleşen insanlara ihvan ismi verilmektedir. Bu insanlardan oluşan
teşkilata da bu nedenle İhvan denilmektedir. Kardeş, dost, arkadaş, müttefik
anlamına gelen eh kelimesinin çoğulu olan ihvan terimi, din kardeşleri anlamına
gelmektedir. Her Vehhâbi İhvan değildir. Bir kimsenin İhvana mensup sayılması
için göçebeliği bırakıp belli bir hicrede yerleşik hayata geçmesi gerekir. Bu
nedenle, İbn Suud’un da’vetçilerinin eğitiminden geçmiş olan, Hanbelî veya
Vehhâbi olarak kendilerini vasıflayan Necd şehir kasabalarında yerleşik halk
veya göçebeliğini hala devam ettiren bedeviler İhvan değildir. Bu anlamda her
İhvan Vehhâbi sayılabilir, ama her Vehhâbi İhvan olamaz.” (S.53-55)
(2) Prof.
Dr. Mehmet Ali Büyükkara, 1967 yılında İstanbul Fatih’de doğdu. 1990 yılında
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Çanakkale Onsekiz Mart
Ü. İlahiyat Fakültesinde 2000 yılında Doçent unvanı alan Büyükkara, aynı
fakültedeki öğretim üyeliği görevinin yanı sıra Temel İslâm Bilimleri Bölüm Başkanlığını
yürütmekte olup, yerli ve yabancı akademik dergilerde İslâm mezhepleri ve
çağdaş dini akımlar ile ilgili makaleleri ve yayınlanmış kitapları
bulunmaktadır.