İslâm kültür tarihinde Alevî terimi Hz. Ali soyundan gelenleri ifade için kullanılmıştır. Emevîler’in son dönemlerinden itibaren Hz. Ali’nin soyundan gelenler, özellikle Hasan ve Hüseyin’in neslinden olanlar için Şerif, Seyyid, Emîr gibi lakaplar yanında Alevî terimi kullanılmaya başlamış ve bu husus daha sonraki devirlerde devam etmiştir. Günümüzde de aynı nesle bağlı olanlar bu nisbeyi kullanmaktadır. Alevî terimi tasavvufta bazı tarikatların ortak adı olarak da kullanılmıştır. Tasavvufun XI. yüzyıldan itibaren tarikatlar şeklinde teşkilâtlanmasından sonra bunlardan bazıları silsilelerini çeşitli maksatlarla Hz. Ali’ye dayandırdıkları için ‘Alevî tarikatlar’ diye tanınmışlardır. Kādiriyye ve Rifâiyye bunlardandır. Bazıları da -Nakşibendiyye gibi- silsilesini Hz. Ebû Bekir’e dayandırdıklarından ‘Bekrî’ diye anılmışlardır. Tanıtacağımız eser ‘Türk Aleviliğini’ konu alan makalelerin biraraya getirilmesiyle ortaya çıkmış olan bir eserdir.
Prof. Dr. Yusuf Küçükdağ
|
Alevî, Hz. Ali’ye bağlılık noktasında
birleşen çeşitli dinî ve siyasî gruplar için kullanılan bir terim.
Sözlükte ‘Ali’ye mensup’ anlamına gelen kelimenin çoğul şekli
Alevîyye ve Alevîyyûn’dur. Alevî terimi İslâm kültür tarihinde Hz. Ali soyundan
gelenler mânasında, ayrıca siyasî, tasavvufî ve itikadî anlamda
kullanılagelmiştir. Hz. Ali soyundan, oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b.
Hanefiyye, Ömer ve Abbas vasıtasıyla gelenlere Alevî denilmiştir. Emevîler’in
son dönemlerinden itibaren Hz. Ali’nin soyundan gelenler, özellikle Hasan ve
Hüseyin’in neslinden olanlar için Şerif, Seyyid, Emîr gibi lakaplar yanında
Alevî nisbesi de kullanılmaya başlamış ve bu husus daha sonraki devirlerde
devam etmiştir. Günümüzde de aynı nesle bağlı olanlar bu nisbeyi
kullanmaktadır.
Alevî terimi tasavvufta bazı tarikatların
ortak adı olarak da kullanılmıştır. Tasavvufun XI. yüzyıldan itibaren
tarikatlar şeklinde teşkilâtlanmasından sonra bunlardan bazıları silsilelerini
çeşitli maksatlarla Hz. Ali’ye dayandırdıkları için ‘Alevî tarikatlar’ diye
tanınmışlardır. Kādiriyye ve Rifâiyye bunlardandır. Bazıları da -Nakşibendiyye
gibi- silsilesini Hz. Ebû Bekir’e dayandırdıklarından ‘Bekrî’ diye
anılmışlardır.
Bununla birlikte Alevî teriminin asıl
anlamını kazandığı ve yaygın olarak kullanıldığı saha, Hz. Ali hakkında
beslenen inançlara dairdir. Genellikle Şiîler ve Şîa içinde yer aldıkları kabul
edilen bazı mezhepler Alevî nisbesini alırlar. Nitekim Zeydiyye, İŝnâ Aşeriyye
gibi mutedil Şiîler’in yanında Beyâniyye, İsmâiliyye ve Bâtıniyye mensupları
Alevî diye bilinirler. Fakat çağımızda asıl Alevîler olarak tanınan iki itikadî
mezhep vardır. Bunlardan biri, bugün genellikle Lübnan, Suriye, Hatay
yörelerinde varlığını sürdüren Nusayrîlik, diğeri ise XIII.
yüzyılda Anadolu’daki etnik ve sosyal-dinî kaynaşmaların bir sonucu olarak
ortaya çıkan ve XVI. yüzyılda Safevîler’in propagandası ile gelişen Kızılbaşlık’tır.
Bu mezhebe bağlı olanlar Osmanlı arşiv belgeleri ve vekayinâmelerinde Kızılbaş veya Râfizîler diye
geçmesine rağmen bunlar kendilerine Alevî nisbesini
vermişlerdir.”(1)
Bu sayımızda tanıtmaya çalıştığımız Prof.
Dr. Yusuf Küçükdağ(2) tarafından kaleme alınan ‘Türk
Aleviliği Araştırmaları’ isimli eser yazarın farklı zamanlarda
yayınladığı makalelerden oluşmaktadır.
Kitapta öncelikle ‘Safevîler’in
Nesebi Ve Hanedan Olarak Ortaya Çıkmaları’(2009) değerlendirilmiş, “Şah
İsmail’in Anadolu’yu Şiîleştirme Çalışmaları ve Osmanlı Devleti’nin Aldığı
Önlemler” (1999) üzerinde ayrıntılarıyla durulmuştur. Bu makalenin
İngilizce çevirisi de kitaba eklenmiştir. Daha sonra “Osmanlı
Devlet’inin Şah İsmail’in Şiî Propagandacılarına Halvetiye ile Karşı Koyma
Politikası” (1999) ve “Mevleviliği Örgütlemesi” (2006)
incelenmiş, “Alevilik Türkiye’de Safevî Tarikatı’dır” (2008)
tespiti hatırlatıldıktan sonra “Safevîliğin Diğer Deyişle Aleviliğin Osmanlı
Eğitimine Etkisi ve Sonuçlarının Toplum Yapısına Yansıması” (2008) ele
alınmıştır.
Safevî Devleti’nin
Kurulmasından Önce Genel Durum
XVI. yüzyıl başlarında, Şah İsmail (Ö.
930/1524)’in önderliğinde İran’da ortaya çıkan Safevî Devleti bu adı, altıncı
batında dedesi olan Şeyh Safiyüddin (1252-1334)’in kurduğu Safevîye
Tarikatı’ndan almıştır.
Safevî Devleti’nin, tarikattan devlete
kadar uzanan ilginç bir yapılanması vardır. Safevî Tarikatı’nın kurucusu Şeyh
Safiyüddin, Sünni olarak bilinen bir mutasavvıftır. Safevîliğin Şiîliğe
dönüşmesi Şeyh Safiyüddin’in torunu Sultan Hoca Ali zamanında gündeme gelmiş;
Şeyh Safiyüddin’in kızı tarafından torunu olan Şeyh Cüneyd (Ö. 1460) ile de tarikatın
bu yüzü, onun 1448’de Şiîliğini ilan etmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Şeyh
Cüneyd’in 1460 yılında Akkoyunlu Sultanı Halil ile yaptığı savaşta öldürülmesi
üzerine, oğlu Şeyh Haydar, Erdebil sofilerinin başına geçmiş; 1488’de
Şirvanşahlar’dan Ferruh Yesâr ile yaptığı savaşta katledilmiştir. Onun yerine
geçen Sultan Hoca Ali de 1494’te öldürülünce, Safevîye Tarikatı’nın şeyhliğine
henüz yedi yaşında olan Şah İsmail getirilmiştir.
Safevî Hanedanı’nda
Devlet Kurma Fikrinin Ortaya Çıkması
Safevîye Tarikatı’nın kurucusu Şeyh
Safiyüddin’in devlet kurma fikrine sahip olduğuna dair
kaynaklarda açık bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak, daha sağlığında Anadolu’daki
Heterodoks inanca sahip Türkler’den çok sayıda müridin Erdebil’e onu ziyarete
gitmesi ve Safevî hanedanının, Şah İsmail’e kadar Safevî Devleti’ni kurma
hususunda bu çevreden büyük destek görmesi, devlet kurma düşüncesinin Şeyh
Safiyüddin’e kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğuna işaret etmektedir.
Muhtemelen Şeyh Safiyüddin, tarikatın ana prensiplerinden biri olarak devlet
kurmayı da koymuştur. Sadece aile fertlerinin bildiği bu amaç, bir sır gibi
tarikatın halifelerinden bile gizlenmiş olmalıdır. Nitekim Şeyh Safiyüddin’den
itibaren Safevîye Tarikatı halifeleri, şeyh ailesinin devlet kurma fikrinden
habersizlerdi. Bu durum ortaya çıkınca, hele bu ideallerini gerçekleştirmek
için Şiîliğe yönelince, halifelerden bazıları onlardan ayrıldılar.
Safevî Hanedanı’nda
Şiîliğin Benimsenmesi
Safevîye Tarikatı, Halvetiye gibi Şeyh
Zahid-i Gilani (Ö. 690/1291)’nin kurduğu Zahidiye’nin bir koluydu. Safevîye’nin
kurucusu Şeyh Safiyüddin, Şeyh Zahide-i Gilani’nin müridi olup, Hulvi’ye göre
Sünni bir şeyh idi. Bununla birlikte Hulvi’deki bir haber, Şeyh Safiyüddin’in
Sünniliğinin tartışılabilir mahiyyette olduğunu göstermektedir. Şiîlerce önemli
kabul edilen seyitliği kullanma yönüne giderek, önce kendisini Seyyid ilan
etmiş, daha sonra nedense bundan vazgeçmiştir. Hulvi, seyitlik konusunun Safevî
ailesinde Sultan Hoca Ali’den çok sonra gündeme geldiğini söylemekte ise de
yapılan araştırmalar, Safevî Tarikatının esas Sultan Hoca Ali zamanında Şiî bir
mahiyet aldığını göstermektedir. Şiîliği tam olarak benimseyen Şeyh Cüneyd’in
ise; tarikatın hânkah ve zaviyelerinde bunu geniş alanlara yaymaya çalıştığı
bilinmektedir. Faruk Sümer’e göre; Safevîler’de seyitliği ilk Şeyh Cüneyd
kullanmış; Anadolu Türkmenleri arasında bu vasıfla dolaşmıştır. Onun Şiîliği
savunması yüzünden amcası Cafer ile arası açılmış, bundan sonra Safevîye
Tarikatı, biri Sünni diğeri Şiî olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Şeyh Haydar
bu hususta daha ileri giderek, kendisine bağlı olanların kıyafetine yeni bir
düzenleme getirmiş; aynı tarikatın Sünni kolunca kabul edilen siyah giysiye
karşılık müritlerine ‘Haydârî Kızıltaç’ ve ‘kızıl
kisve’ giydirmiş, bu nedenle müntesiplerine ‘Kızılbaş’ denmeye
başlanmıştır.
Safevî Tarikatı’yla çoğunluğu Anadolu
Türkü olan müritlerinin Şiîleşmesi hususunda değişik görüşler ileri
sürülmüştür. Sümer’in dışındaki araştırmacılar, tarikatta Şeyh Cüneyd döneminde
Şiîleşmenin başladığı, Anadolulu müritlerin de onun propagandaları sonucu
Şiîleştiği kanaatindedir. Sümer ise Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya gelmesini takip
eden yıllarda tarikatın Şiîleştiği görüşündedir. Ona göre, Anadolulu Şiî veya
Şiîliğe mütemayil müritler, onu bu konuda etkilemişlerdir. Erdebil Tekkesi’ne
Anadolu’dan daha Şeyh Safiyüddin zamanında ziyaretçilerin geldiğine
değinilmişti. Bu Anadolulu Türkmen müritlerin en belirgin özelliği, henüz
medrese kültüründen etkilenmemiş, yüzeysel olarak İslâmiyet’i benimsemiş
köylüler olmasıdır. Bunlar, ehl-i beyt sevgisini inançlarının temeli olarak
kabul etmiş kitlelerdi. Medrese eğitimi almış insanlara göre; bunlar ehl-i beyt
konusunda daha heyecanlıydılar. İşte Şeyh Safiyüddin, onlardaki bu özelliği
farketmiş, bu hassasiyetten yararlanmayı düşünmüş olmalıdır. Nitekim onun
kendisini seyit ilan etmesinin temelinde bu düşüncenin yattığı söylenebilir.
Bununla birlikte kendisinde seyitlik vasfı olmamasına rağmen onun böyle bir
iddia ile ortaya çıkması, belki de çevresince yadırganmış, bu yüzden seyitlik
iddiasından vazgeçmiştir. Ancak soyundan gelenler, seyitliği amaçlarını
gerçekleştirmek için kullanarak bunun meyvelerini dermişlerdir. Onların, seyit
olduklarına dair haberleri yaymalarından kısa bir süre sonra, çok sayıda
Anadolulu Türk, Erdebilli şeyhlerin çevresinde toplanmış; Safevî Devleti’nin
kurulması için canla başla mücadele etmişlerdir. Öyle ise Safevîye Tarikatı,
Anadolulu müntesiplerinin etkisiyle, daha Şeyh Safiyüddin zamanında Şiîleşmeye
başlamış; devlet kurma idealinin bu yolla gerçekleşeceğini farkeden diğer
Erdebilli şeyhler de tüm güçlerini bu yönde sarfetmişlerdir.
Beylikler Dönemi’nde Anadolu’da yaşayan
Müslümanlar arasında Şiî-Sünni ayırımının bulunmadığı bilinmektedir. O devir
Anadolu’sunda yaşayan Bektaşîler dâhil Müslümanlar’ın hepsi, Hz. Ali ve Ehl-i
Beyt’i sevme konusunda aynı görüşte olmalarına rağmen, içlerinde Rafızi
bulunmuyordu. Hatta Rafızilik’e karşı idiler.
Safevî Devleti’nin
Kuruluşu Sırasında Şah İsmail ile Anadolulu Kızılbaş Türkmenler Arasındaki
İlişkiler
Safevî Devleti, Şeyh Safiyüddin başta
olmak üzere, Safevî Tarikatı’nın şeyhliğinde bulunmuş kişilerin tümünün
gayretleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, Şah İsmail (1487—
1524)’in çalışmaları sonucunda siyasi bir heyet halini aldığı gerçeği de göz
ardı edilemez. Bunun için o, İran’da hüküm sürmüş olan Safevî hanedanının ilk
hükümdarı olarak kabul edilir.
Şah İsmail, kardeşi Sultan Ali Akkoyunlu
Hükümdarı Rüstem Bey’le yaptığı savaşta ölünce, Erdebil ve çevresinde,
babasının sadık müritlerince gizlendi. Rüstem Bey’in 1497’de katli ile
Akkoyunlu Devleti’nden karşısına çıkacak ciddi bir kuvvetin kalmadığını gördü.
Kendisinden önceki Safevî şeyhleri gibi Hz. Ali sevgisini kullanarak, çevresine
insan toplamak ve bu uygun pozisyonu değerlendirerek Azerbaycan’ı ele geçirmek
istiyordu. Bunun için, güçlü bir orduya ihtiyaç vardı. Gönlünden geçenleri,
tarikatın imkânlarıyla gerçekleştirmenin mümkün olup olmadığını araştırdı.
Yanındaki sadık müritleri, genç yaştaki şeyhlerine, Teke-İli’ndeki (Antalya
bölgesi) müritlerle İran’da devlet kurabileceğini söylediler.
Şah İsmail, bunun üzerine Teke-İli’ne
mektuplar gönderip, müritlerinin yanına gelmelerini istedi. Onlar da kalabalık
gruplar halinde, Erzincan’da kendilerini bekleyen Şah İsmail’in yanına
geldiler. 1500’de Erdebil’e girdiler. Şah İsmail, 1502’ye kadar Azerbaycan’ın
büyük bir kısmını işgal ederek, Tebriz’de ‘Şâh’ unvanını aldı.
Osmanlı Devleti’nin doğu sınırında meydana
gelen bu siyasi gelişme, bölgede dengeleri alt üst etti. Şiî Safevî Devleti’yle
sınırı olan Sünni devletler, bu yeni yetme devlete karşı, birtakım önlemler
almak zorunda kaldılar. Bölgedeki en güçlü devletin hükümdarı II. Bayezid,
Azerbaycan’da olup bitenleri casusları aracılığıyla öğrenince, orada Osmanlı
Devleti için tehlikeli bir yapılanmanın olduğunu anladı. Daha önce Safevîye
Tarikatı mensuplarına karşı izlenen yumuşak politika, yerini sertliğe bıraktı.
İran sınırı kapatılarak, Şah İsmail’e Anadolu’daki müritlerinden gidecek her
türlü yardımın önünün kesilmesine çalışıldı.
Ordusunun temelini oluşturan Anadolulu
müritleriyle eskisi gibi rahat bağlantı kuramayan Şah İsmail, bir elçi
göndererek amacının devlet kurmak değil, dervişlik olduğunu bildirdi: ‘Bu
Şark vilâyetine itdiğimiz ecdâdımızın kanın taleb itmek içündür ve bizim
murâdımız yine dervişlikdir’ dedi. II. Bayezid’den müritlerinin kendisini
ziyarete gelmelerine engel olunmamasını rica etti. Sultan, ziyaretten sonra
geri dönmeleri şartıyla, bu yasanın uygulanmayacağını kendisine bildirdi.
Böylece, Safevî müritleriyle Şah İsmail arasındaki bağlar, yeniden kurulmuş
oldu.
Safevî Devleti’nin
Kurulduğu Yıllarda Kızılbaş Türkmenlerin Çıkardığı Ayaklanmalar
Şah İsmail, Safevî Devleti’ni kurunca,
komşuları bulunan zayıf devletlere karşı hemen seferler düzenleyip, sınırlarını
genişletmeye başlamıştır. O, bu sırada Osmanlı Devleti’ne karşı gayet yumuşak
davranıyordu. Güçlü Osmanlı ordusundan çekindiğinden başka, bu devletle arayı
açması durumunda, ordusunda görev alan Anadolu orijinli Kızılbaşlar’dan mahrum
kalacağını hesap ederek böyle davranmış olmalıdır. Diğer taraftan, Osmanlı
Devleti’yle zıtlaşması halinde, Anadolu’da faaliyet göstermekte olan
halifelerin de işleri zorlaşmış, kendine taraftar toplayan bir kaynak
kurutulmuş olurdu. Oysa sulh ve sükûn içinde iken, propogandalarla müritlerin sayısı
çoğaltılır, uygun bir pozisyon yakalanarak Anadolu’da Safevî Devleti’nin
sınırları içine alınırdı. Yani kaleyi içten fethetmenin yolunun, Osmanlı
Devleti’yle barış içinde yaşamaktan geçtiğini çok iyi biliyordu. Nitekim II. Bayezid,
müritlerini sınırdan geçirtmeyince zor durumda kalmıştı. Öyle ise, mümkün
mertebe Osmanlı Devleti’ni karşısına almaması gerekiyordu. Bunun için, Şehzade
Selim’in sınır ihlallerini bile sineye çekiyor, bunu savaş nedeni kabul edip,
çatışmaya girerek başını derde sokmuyordu.
Şah İsmail’in Anadolu ile ilgili plan ve
projelerini alt üst eden ilk olay, Şah Kulu isyanıdır. Osmanlı Devleti’ne karşı
başlatılan bu ayaklanma, hem Safevî hem de Osmanlı tarihi için bir dönüm
noktasıdır. Çünkü her iki devletin bünyesinde de beklenmedik değişikliklere
neden olmuş, adeta tarihin seyri değişmiştir.
Şah Kulu isyanı, Nasuh’un bertaraf
edilmesinden on sene sonra ortaya çıkmıştır. Şeyh Haydar’ın halifelerinden
Hasan Halife’nin oğlu olan Şah Kulu, babası gibi Safevîye Tarikatı’nın
halifelerinden olup, Elmalı’da zühd ve takvâ sahibi olduğu için II. Bayezid,
ona her sene altı-yedi bin akçe sadaka yolluyordu. II. Bayezid’in ihtiyarlığı
ve şehzadelerin taht mücadelesinden yararlanarak, Anadolu topraklarını, 8-10
senede Fırat’tan Ceyhun’a kadar geniş bir sahayı eline geçiren Şah İsmail’e
bağlamak düşüncesiyle hurûc etmiş; ‘Bana erenlerden işaret olmuşdur. Hâlen
sâhib- zuhûr olan Şah İsmail ‘in halîfesiyim ‘“, ‘min-ba‘d devlet ve saltanat
bizimdir’ diyen Şah Kulu, isyan olayını başlatmış ve Osmanlı
kuvvetlerince katledilmiştir. Ayaklanmaya katılanların bir kısmı canlarını
kurtarıp, İran’a Şah İsmail’in yanma gitmiştir.
Şah Kulu’nun isyan hareketi, ne
Osmanlılar’ın ne de Safevîler’in beklediği bir olaydır. Osmanlı devlet
adamları, Azerbaycan’da bir tasavvuf hareketi olarak başlayıp bir devletin
kurulmasıyla sonuçlanan siyasi hareketin, Antalya’da destek bulması ve hele
bunun için hurûc edilmesine şaşırdılar. Celâl-zâde bunu, ülkede olup bitenden
haberi olmayan vezirlerin işbaşında bulunmasına bağlamaktadır. Onun bu
söyledikleri doğru olarak kabul edilse bile, daha düne kadar II. Bayezid’in
zühd ve takvâ sahibi olduğundan dolayı sadaka gönderdiği adamın, birdenbire Şah
İsmail adına ayaklanması kimin aklına gelirdi? Öyle ki bu hareket, Şah İsmail
için de sürpriz oldu. Hiç hesapta yokken, halifesinin Osmanlı Devleti’ne karşı
harekete geçmesini çok yanlış bir davranış olarak kabul etti. Bunu başlatanlar,
kaynar kazanlarda diri diri kaynatılarak, ağır bir biçimde cezalandırıldı. Bu
görülmemiş ceza, şeyhleri olarak kendisinden habersiz bir iş yapmaları
durumunda kendilerini çok kötü sonucun beklediğine dair diğer müritlere işaret
olmalıdır.
Daha önce kısaca değinildiği üzere, ok
yaydan çıkmış, olan olmuştu. Artık Şah İsmail, halifesinin yaptığı hatayı
telafi edecek durumda değildi. Çünkü bu beklenmedik olay, Şah İsmail konusunda
endişeli ve kararsız bir bekleyiş içinde olan Osmanlı Devlet adamlarıyla ulema
ve askerlerin çoğunun, Kızılbaş hareketine başından beri iyi gözle bakmayan
Şehzade Selim’in yanında yer almasına zemin hazırladı. Şah Kulu olayı, Şehzade
Ahmed taraftarlarınca da tahta çıkmak için bir fırsat olarak görüldü. Fakat
Şehzade Ahmed’in Kızılbaş ayaklanmasına karşı başarısızlığı görülünce saltanat
yolu I. Selim’e açıldı
Şah Kulu Ayaklanmasından
Sonra Osmanlı-Safevî İlişkileri
Osmanlı Devleti’nin Safevî yayılmacılığını
önlemeye yönelik harekâtı, dört aşamada incelenebilir: Askerî Harekât, Siyasi
Tedbirler, Ekonomik Ambargo, Kültürel Önlemler
a. Askerî Harekât
Azerbaycan’daki gelişmelerin Osmanlı
Devleti için tehlikeli olacağını 1500’de belirleyen II. Bayezid, birtakım
askeri önlemler almıştı: Sivas kalesini onartmış; muhtemel Safevî saldırısını
önlemek için on beş sancakbeyini Sivas’ın doğusunda, sınır boyunda
konuşlandırmıştır. Şah İsmail’in niyetinin ne olduğunu çok iyi bilen Sultan
Selim de padişah olunca, Safevî Devleti’ni bu imkânlardan mahrum etmenin
yollarını aramış, bunun için projeler hazırlamış olmalıdır. Bir an önce, Şah
İsmail’in elini Anadolu’dan çektirmek için, bu projeyi hemen hayata geçirmek
isteyen I. Selim’in tahta çıktıktan sonra ilk yaptığı iş, İran’a karşı savaş
hazırlığı yapmak oldu.
Sultan Selim, hazırlıklarını tamamladıktan
sonra İran üzerine yürüdü. 24 Ağustos 1514 günü Şah İsmail’in ordusu
Çaldıran’da bozguna uğratıldı. Şah kaçarak canını kurtardı. Çaldıran hezimeti,
Şah İsmail’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Müritlerinin gözünde her şeyin
üstesinden gelen, yenilmez bir güce sahip olduğu sanılan Şah İsmail’in
abartılacak derecede bir varlığa sahip olmadığı anlaşıldı. Bu nedenle Anadolulu
Kızılbaş Türkmenler’in Şah’la olan ilişkileri gevşedi. Yenilgiden sonra Şah
İsmail, topraklarında yaşayan Sünniler’e karşı daha yumuşak bir tavır takınmaya
başladı.
Şah İsmail’in ilgi alanına giren bir bölge
de Güneydoğu Anadolu idi. Eğer bu bölgede hâkimiyetini kuracak olursa,
Suriye’yi elde etmenin kolaylaşacağını ve Akdeniz’e ineceğini biliyordu. Onun
niyetinin ne olduğunu tahmin eden Sultan Selim, Çaldıran Zaferi’nden hemen
sonra, halkının tamamı Sünni olan bu bölgeye el attı. Bölgede etkin olan Kürt
beyleri, aralarındaki kavgalardan dolayı Şah İsmail’e karşı direnememişler, bu
yüzden kent ve kasabaların birçoğu Safevîler’in eline geçmişti. Çaldıran’dan
hemen sonra bazı beyler, Sultan Selim’e bağlılıklarını bildirmiş; bir kısmı
Şah’tan korktukları için çekimser davranmıştı. Güneydoğu’daki aşiret başkanlarını
Safevî Devleti’ne karşı birleştirme işi, İdris-i Bitlisi’ye verilmiş; onun
yoğun çalışmaları sonucu, bunların birçoğu Sultan Selim’e bağlanmıştır. Bıyıklı
Mehmed Paşa ile Kürt beylerinin oluşturduğu ortak güçle Güneydoğu’da Şah
İsmail’in elinde bulunan kaleler birer birer alınmış; buralara Osmanlı
yöneticileri atanmıştır. Güneydoğu’nun Osmanlı hâkimiyetine girmesi, Şah
İsmail’e Suriye ve Akdeniz üzerindeki emellerine set çekmesi yönünden ikinci
bir darbe olmuştur. Aynı zamanda buradan Kızılbaşlar’ın Güneydoğu’ya doğru
sızmaları önlenmiş; Hoca Sadeddin’in deyimiyle düşmanın geliş kapısı
örtülmüştür.
b. Siyasi Tedbirler
Çaldıran Zaferi, Safevî Devleti’ne komşu
olan diğer Sünnî devletlerin de rahatlamasına sebep olmuştu. Hazar Denizi’nin
doğusundaki Özbekler, Şah’ın yenilgisini hemen değerlendirmişler; daha önce Şah
İsmail tarafından işgal edilen Horasan ve Herat’ı 1515 ’te de hiçbir direnişle
karşılaşmadan almışlardı. Özbek hükümdarı Ubeyd Han, İstanbul’a bir elçi
göndererek (Eylül 1515) Horasan’ı geri aldığını bildirmiştir. Bu sırada
Şirvanşahlar’dan II. İbrahim’in elçisi de İstanbul’da bulunuyordu.
Adı geçen iki İslâm Devleti ile
gerçekleştirilen bu siyasi ilişkiler, Sultan Selim’in Çaldıran’dan hemen sonra
Safevî Devleti’ne karşı, bu devletlerle ortak bir tavır belirlediğini
göstermektedir. Bu durumda Şah İsmail, artık eskisi gibi rahat hareket
edemeyecek; yayılmacı politikasını uygulayamayacaktı.
c. Ekonomik Ambargo
Şah İsmail’in Anadolu’daki müritleri
aracılığıyla birtakım imkânlar elde ettiği biliniyordu. Sınırlarda yapılan
kontroller sonucu, Anadolu’dan İran’a giden maddi yardımların önüne kısmen de
olsa geçilmişti.
Fakat İran’ın XV. yüzyılda en önemli gelir
kaynağı ipekti. İran ipeği, Tebriz-Bursa kervan yoluyla Akdeniz üzerinden
Avrupa’ya gönderiliyordu. Sultan Selim, İran ipeğine ambargo uygulayarak,
Safevî Devleti’ni ekonomik yönden de çökertme düşüncesindeydi. Bunun için, ipek
ticaretini ve tüccarın İran’a gidip gelmesini yasakladı.
d. Kültürel Önlemler
Safevî Tarikatı’nın devlete dönüştürülmesi,
çeşitli yönleriyle Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren bir husustu. II.
Bayezid’den başlamak üzere padişahlar, bu problemin halledilmesi için birtakım
kültürel önlemler alma ihtiyacını hissettiler. Bunlardan biri de Şah’ın Anadolu
Türkmenleri’ne yönelik propaganda usullerine uygun bir yol takip ederek, ülkede
Ehl-i Beyt sevgisi esasına önem veren; fakat Osmanlı Devleti’nin ideolojisi
durumundaki Sünnilik sınırlarını aşmayan bir yapılanmaya gitme kararıdır. Bu
nedenle, yine Azerbaycan orijinli Halvetiye Tarikatı’nda aynı özelliklerin
bulunmasından dolayı, gözler bu tarikatın üzerine çevrildi. Safevîler’in
baskılarına dayanamayan çok sayıda Halvetiye dervişi, yerlerini yurtlarını
terkederek XVI. yüzyıl başlarında Anadolu’ya veya Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti
altındaki topraklara göçmüşlerdi. Safevîye’yi yakından tanıyan bu tarikat
mensupları, Osmanlı Devleti için hazır bir güç olarak bulunmuş oldular. Bunlar
sayesinde, Ehl-i Beyt sevgisi ile terk etmek zorunda kaldıkları Azerbaycan ve
çevresinde Safevîlerin Sünniler’e yaptıkları zulümler, halka anlatılacak;
Osmanlı toplumunda Kızılbaş tehlikesi sürekli canlı tutulacak; böylece
Halvetiler sayesinde halk Sünnileştirilmiş, Osmanlı toprak bütünlüğü de
sağlanmış olacaktı. Halvetiye’nin, daha önce aynı kaynaktan geldiğini
söylediğimiz Safevîye’den bir diğer farklı yönü, şeyh ve halifelerinin büyük
çoğunluğunun medrese çıkışlı, kültür seviyesi yüksek; fakat popüler özelliklere
sahip kişiler olmalarıdır. Bunların önemli bir kısmı, bulunduğu kent veya
kasabanın medresesinde tefsir, hadis dersleri veren müderrisler idi. İçlerinden
çok sayıda şair, edebiyatçı ve musikişinas çıkmış, Türk kültürüne hizmet
etmişlerdir. Osmanlı Devleti, Safevîye Tarikatı halifelerinin propagandalarını
önlemenin dışında, XIV. yüzyılın ilk yarısında başlattığı medrese orijinli
kültürü, bu yolla halka indirmeyi de planlamış olmalıdır. Devlet desteğini
yanına alan Halvetiye şeyhleri, Osmanlı Devleti’nin Sünnileştirme politikasını
benimsemiş; hatta bu mücadelenin önderliğini yapmışlardır.
I. Selim’e kadar, İstanbul’un ilk ve tek
Halvetiye tekkesi, II. Bayezid döneminde Çelebi Halife’ye tahsis edilen Koca
Mustafa Paşa Hânkahı idi. Sultan Selim zamanında başlatılan, Safevîler’e karşı
Halvetiye’yi öne çıkarma ve Osmanlı topraklarında örgütleme politikası
çerçevesinde, başta İstanbul olmak üzere Balkanlar, Anadolu ve Arap
topraklarında devlet adamları tarafından tekke ve zaviyeler yaptırılıp,
buralara zengin vakıflar tahsis edilmiştir.
Halvetiler’in Kızılbaş hareketine karşı
Sünni çizgide yer almaları, medrese kökenli ulema ile bu tarikat mensupları
arasında sıcak ilişkilerin kurulmasına da zemin hazırlamıştır. Nitekim Osmanlı
Devleti’nde Safevî propagandaları karşısında Sünniliği savunan ve Ehl-i Sünnet
dışı her türlü tarikata karşı mücadele veren İbn Kemal ve Ebussuud Efendi,
Halvetiler’e yakın ilgi göstermiştir.
Tüm çabalara rağmen Kızılbaş oldukları
söylenen kişi veya grupların İran’la münasebetleri, eskiden az olmakla
birlikte, yine de sürmüştür. Alınan tüm önlemlere rağmen, halkın İran’a göçü
önlenememiştir.
Sultan Selim’in Şah İsmail’e karşı aldığı
ekonomik önlemler de uzun süre devam ettirilmedi. Daha Selim’in sağlığında bu
yasak, tüccarlar tarafından delinmiş; Sultan Süleyman döneminde ise tamamen
kaldırılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin, Halvetiye Tarikatı’nı
ülkenin her tarafına yayılacak şekilde örgütlemesi, Kızılbaşlığı ortadan
kaldırmamış; ancak (halk) Medrese kültürü, Halvetiye Tarikatı ve tabii diğer
Sünni tarikatlar aracılığıyla, Safevîye Tarikatı’nın etkisine girmemiş; Sünni
halk kesiminin Osmanlı Devleti’nin belirlediği ölçüler dâhilinde
bilinçlenmesini sağlamıştır.”
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 301 / Aralık 2015
__________________
(1) İslâm
Ans. Alevî Maddesi
(2) Yusuf
Küçükdağ, 1949 yılında Beyşehir’e bağlı Balkanda (İmrenler) kasabasında doğdu.
İlkokulu doğduğu kasabada, ortaokulu ve liseyi Konya’da okudu. 1976’da İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeniçağ Tarihi Kürsüsü’nden mezun
oldu. Sekiz sene değişik liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra 1984’te Selçuk
Üniversitesi’ne girdi. Yeniçağ Tarihi Bilim Dalı’ndan 1986’da Yüksek Lisans,
1989’da Doktora yaptı. 1991’de S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk
Tarihi Anabilim Dalı’nda Yardımcı Doçentliğe atandı. Aynı Enstitüde Ekim
1996’da Doçentliğe, 22 Mayıs 2002’de Profesörlüğe yükseltildi. Şu anda KTO
Karatay Üniversitesi’nde Tarih Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır.