Ulusal Kimlik Türk Ulusçuluğunun Doğuşu - Alparslan Aydar

Ulusal Kimlik Türk Ulusçuluğunun Doğuşu

Son Milli Eğitim Şurası vesilesiyle kamuoyunu meşgul eden ‘Osmanlıca’ tartışmaları, bu topraklarda süregelen kimlik mücadelesinin farklı bir boyutunu hatırlamamıza vesile oldu. Mesele döndü dolaştı bir kez daha ‘Atatürk, şeriata dayalı bir ümmet toplumundan, çağdaş bir ulusun ortaya çıkmasını sağlamıştır’ noktasında geldi.

Ulusal Kimlik
Prof. Dr. Celalettin Vatandaş
Açılım Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 290 / Ocak 2015

Osmanlıca tartışmaları vesilesiyle bir kez daha gördük ki, ulusal kimlik problemi Osmanlı düşmanlığını beraberinde getirmiştir. Osmanlıca konusundaki tavsiye kararlarının bu boyutta problem çıkartmasının asıl sebebi budur. Tanıtmaya çalıştığımız kitap ‘mü’minler ancak kardeştir’ düsturuna alternatif olarak ortaya konan ve müslümanlar için deli gömleğinden farksız olan ‘Ulusal Kimlik’ kavramının keyfiyetini ortaya koymakta ve ‘Türk Ulusçuluğunun Doğuşu’nu incelemektedir.

19. Milli Eğitim Şurası vesilesiyle kamuoyunu meşgul eden ‘Osmanlıca’ tartışmaları, bu topraklarda süregelen hak batıl mücadelesinin farklı bir boyutunu hatırlamamıza vesile oldu. Mesele döndü dolaştı bir kez daha ‘Atatürk, şeriata dayalı bir ümmet toplumundan, çağdaş bir ulusun ortaya çıkmasını sağlamıştır’ noktasında düğümlendi. “Türkiye’de tartışılan Atatürk’ün şahsı değil O’nun adına sistemleştirilen dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünü savunan kimseler; aydınlanma felsefesi ve modernizm adına, İslâm Şeriatı’nı mahkûm etmeye ve Müslümanları ikinci sınıf vatandaş (parya) görmeye alışmışlardır.” (1) Fakat Osmanlıca tartışmaları vesilesiyle bir kez daha gördük ki bu alışkanlıklar hazımsızlığa dönüşmüş durumdadır. Osmanlıca konusundaki tavsiye kararlarının bu boyutta problem çıkartmasının asıl sebebi nedir? Tanıtmaya çalıştığımız kitap ‘mü’minler ancak kardeştir’ düsturuna alternatif olarak ortaya konan ve bir Müslüman için deli gömleğinden farksız olup giymek zorunda bırakıldığımız ‘Ulusal Kimlik’ kavramından hareketle ‘Türk Ulusçuluğunun Doğuşu’nu incelemektedir.

Prof. Dr. Celalettin Vatandaş,1962 yılında Kırşehir’de doğdu. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını sosyoloji alanında yaptı. Halen KTÜ İktisadi ve İdari Bil. Fak. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölüm başkanı ve öğretim görevlisidir. Girişim, Kalem, Onur, Haksöz, Umran gibi dergilerde yayımlanan makale ve araştırmalarının yanı sıra, Vahiyden Kültüre (Pınar Yay.), Tevhid ve Değişim (Pınar Yay.), Kur’an ve Hayat (Pınar Yay.), Esenlik Yurdunun Çağrısı (Pınar Yay.), Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti (2 cilt Pınar Yay.) isimli kitapları yayımlanmıştır.

“Modern zamanların ve özellikle de son yüzyılın en popüler kavramlarından birisi olan kimlik, elbette ki, özellikle insan ve/veya insan toplulukları dâhilinde bir anlam ve önem ifade eder. İnsan düşüncesi kadar eski bir tarihe sahip olan ‘kimlik’in bugün popüler olan modern versiyonu, toplumsal içeriğini sanayileşme, kentleşme, ulusçuluk gibi modern zamanlara özgü olgular tarafından belirlenmiştir. Tüm bu özellikleri ulusal kimlikte olanca açıklığıyla görmek mümkün olmaktadır. Belirli bir coğrafyada yer alan bir takım etnik/kültürel grupların diğer gruplardan farklarını ortaya koyma talebinin ifadesi olan ulusal kimlik, öznesini ulusta, ideolojisini ulusçulukta, toplumsal örgütlenmesini ise ulus-devlette bulan bir kimlik olarak anlam kazanmaktadır.

Ulusal kimlik türdeşik bir toplumsal yapı öngörür. Bu türdeşliği titizlikle inşa eder. Ulusal kimlik, toplumsal türdeşliği inşa ederken, toplumun üyelerini ortak bir geçmişin anılarına ve kültür, dil, etnik köken gibi özelliklerine ve üzerinde yaşadıkları coğrafyanın sınırlarına göre tanımlar.

Bu araştırma üç bölümden oluşmaktadır.

Birinci bölümde, öncelikle kimlik konusu ele alınmış ve bu bağlamda ulusal kimliğin özelikleri açıklanmıştır. Ulusal kimliğin nesnesini oluşturan ulus, ideolojisini oluşturan ulusçuluk ve siyasal örgütlenmesini temsil eden ulus-devlet ayrıntıda ele alman konuları teşkil etmektedir. Bunu takiben, ulusun kökeni sorunu bağlamında oluşup şekillenen görüşler ele alınmış; bu görüşlerden yaygın bir şekilde gündem teşkil edenlerin iddiaları açıklanmıştır.

Araştırmanın ikinci bölümü, Türk ulusçuluğunun doğuşu/inşası ile ilgilidir. Osmanlı imparatorluğunun son yüzyılına denk düşen ve özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında güçlü bir şekilde açığa çıkan Türk ulusçuluğu düşüncesinin doğusuyla birlikte, bu düşüncenin mensuplarının Türk ulusunu inşa etmek için yaptıkları çalışmalar ayrıntılı şekilde inceleme konusu olmuştur. Ulusun inşasında esas olan ulusun ismini belirleme, dilini, tarihini inşa etme ve vatanının sınırlarını çizme çaba ve çalışmaları ise araştırmanın alt başlıklarını oluşturmuştur.

Üçüncü bölüm eklerden oluşmaktadır. Bu bölümde, Türk ulusçuluğunun inşasında önemli bir yere sahip olan Ali Suavi (Türk), Süleyman Paşa (Teâvif-i Türk), Ahmet Vefik Paşa (Türk), Şemseddin Sami (Türk, Turan ve Turaniye), Namık Kemal (Vatan), Ömer Seyfettin (Türkçeye Kimler Osmanlıca Der?, Kelimelerin Manaları, Nerededir?, Türklük Mefkûresi ve Osmanlıca Değil Türkçe) ve Ziya Gökalp’in (Türk Kimdir?) Türk ulus ve ulusçuluğunu inşa eden düşünce ve tespitlerini makaleleri vesilesiyle birinci elden takip etme imkânı vardır. Aynı zamanda, sürdürülen inşa sürecinin değişen özelliklerini ve unsurlarını görme imkânı elde edilmiş olacaktır.

Bu araştırma ile ulusun modernliği görüşüne bağlı olarak, her ulusun kurgusal karakterli olduğu tezinin Türk ulusundan hareketle test edilmesi amaçlanmıştır.” (S.8-10)

 

1.Bölüm

Ulusal Kimlik

“Evrenselci yaklaşımın baskın etkisini taşıyan modern düşünce, bireyi rasyonel düşünen, kendi aklıyla kendisi hakkında özgür karar verebilen bağımsız bir varlık olarak ele alır. Bu, geleneksel insan anlayışından tamamıyla kopuk, yepyeni bir düşüncedir. Geleneksel anlayışta insan Tanrı otoritesine ve kozmik güçlere bağlı bir varlık idi. Tanrı her şeyin kendisi ile açıklandığı son noktaydı ve insanın düşünce ve eylemlerinin sınırlarının Tanrı ve kozmik güçlerce belirlendiğine inanılıyordu. XII. yüzyılda, hümanizm ile başlayan yeni dönemde, Tanrı’nın ve kozmik güçlerin yerini insan alır. Bireyi ve rasyonel düşünmeyi merkezine alan felsefe, Aydınlanma hareketiyle doruk noktasına ulaşır. Robinson Crouse modern insanın sembolü haline gelir; onun romanı, yeni dönemin insan anlayışının hikayesini anlatır. Romanda bir insanın kendi hayatını hiçbir dış güce, hatta başka insanlara bile ihtiyaç duymadan, aklıyla nasıl örgütlediğinin hikâyesi okunur. Ancak, önce Marx sonra Freud ile birlikte artık bu denli bağımsız, otonom, özgür bireyden geriye pek bir şey kalmaz. Artık hiç kimse böylesi bir bireyden o kadar güçlü bir şekilde bahsedemez. Modernitenin insan modeli evrilip yeni içeriğine kavuşur. Öncenin otonom insanının yerini toplumsal bir yaratık olan insan alır. Bireyin ancak bir toplumsal grupla, toplumla birlikte düşünülebileceği savunulmaya başlanır. Bundan böyle birey ve toplumu bir karşıtlık olarak düşünmek oldukça zorlaşır; toplumsallık ile birey arasında kopmaz bağlar bulunduğu, bireyin toplumsallığı içselleştirdiği genel kabul gören yaklaşım haline gelir.” (S. 20-21)

Ulusal kimlik, hakkındaki tespitler ne olursa olsun, tartışmalar üstü bazı dayanaklara da sahiptir. Bunlar üç tanedir; Ulus, Ulus-devlet ve Ulusçuluk.

 

Ulus Devlet

“Ulus-devlet modern bir olgu olup, sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yasal güç kullanma hakkını elinde bulundurma özelliğinin yanı sıra, ortak kültür, simgeler ve değerler yaratarak, gelenekler ve köken mitlerini canlandırarak veya bunları bazen de uydurarak, yönetimi altındaki halkı türdeşleştirip birleştirmeyi amaçlayan bir devlet modelini temsil eder.

Ulus-devletin ilk ortaya çıkışının tarihi, genelde 1776’daki Amerikan Devrimi ile 1789’daki Fransız Devrimi’ne yol açan düşünceler bağlamında ifade edilir. Bu nedenle de XVIII. yüzyıl sonları, araştırmacıların çoğunun üzerinde birleştiği bir tarih olmuştur. Fakat bu iki önemli tarihsel olayın ulus-devletin doğuşu için bütün şartları içermediği açıktır. Ulus-devletin, yükselişinde daha birçok tarihsel, toplumsal ve düşünsel faktörün önemli katkıları vardır ve bunların göz ardı edilmesi büyük eksiklik olur. Bu sürecin temel unsurları arasında, Batı Avrupa toplumlarındaki güç ilişkilerinde gerçekleşen çok boyutlu değişimler; bölgesel birimlerin kendi toprakları içinde ilk kez şiddet araçlarının tekelini almayı başaran bürokratik mutlakıyetçi devletlerce güçlenmesi; hudutların farklı devletleri birbirinden ayıran kesin olarak belirlenmiş sınırlar çizilerek dönüşüme uğraması; burjuvazinin, özellikle Aydınlanma düşüncesinin izleyicisi olan yeni bir sınıfın yükselişi; yönetenler ile yönetilenlerin arasındaki ilişkide gerçekleşen köklü değişimler ve bu bağlamda kralların ve egemenlerin rollerinde gerçekleşen köklü değişimler; Aydınlanma düşüncesinin gereği olarak doğan halk egemenliği düşüncesinin yayılmasıyla ortaya çıkan büyük birimlerin oluşumu ve bunların bir devlet yönetimi altındaki kültürel ulusun üyelerini yalnızca yer yer birleştirmeyi başarması sayılabilir. Ancak, bütün özelliklerini kazanmış ulus-devletleri görmek için XIX. yüzyılı beklemek gerekecektir. XIX. yüzyıla kadar açıkça ulus-devletlere bölünmüş bir Avrupa yoktur. Hatta İtalya ve Almanya örneğinde olduğu gibi bazıları 187l’e kadar gecikmiştir. Ulus-devletin mükemmel bir siyasal birim olarak tanınması, yalnızca Batı Avrupa’da değil, dünyanın geri kalan kısmında da bir model olarak alınması kesinlikle bu dönemden sonra gerçekleşir.” (S.56-59)

 

Ulusun Kökeni Sorunu

“Ulusal kimlik, her kimlikde olduğu gibi, bir aidiyet temeli üzerinde yer alır ve nesnesini Ulus oluşturur. Ulus temelinde oluşup gelişen ulusal kimliği, bu kimliğin ideolojisini ve en üst siyasal kurum olan devlet modelini doğru anlamak için’ Ulus doğal bir olgu mudur, yoksa belirli tarihsel ve toplumsal şartların gereği olarak inşa edilmiş bir şey midir’ sorusunun cevabını aramak büyük önem ifade etmektedir. Çünkü konuya ilişkin yaklaşımların ve konu bağlamında hemen hiç bitmeyen tartışmaların odağında hep bu soru vardır. Söz konusu sorunun, temelde, verilmiş iki cevabı bulunmaktadır. Cevaplardan birisi, ulusun doğal bir olgu olduğunu savunan ve ulusun tarih dışılığı olarak isimlendirilebilecek tezin taraftarlarınca; diğeri ise, ulusu özel tarihsel ve toplumsal şartların inşa ettiği bir oluşum olarak gören ve bu şartları modern dönemde bulan modernist tezin taraftarlarınca verilmiştir. Daha sonra bu ikisi dâhilinde Etno Sembolistler adı verilen üçüncü bir cevap daha verilmiş ve böylelikle, söz konusu sorunun üç farklı cevabı olmuştur.” (S.61) tespitinden sonra bu farklı anlayışlar ayrıntılarıyla incelenmiştir. (S. 61-106)

 

2. Bölüm

Türk Ulusçuluğunun Doğuşu

Geleneksel Osmanlı Toplumsal Yapısının Çözülmesi

“XIX. yüzyılın ilk yılları, Osmanlı’nın kozmopolit toplumsal yapısında çözülmenin ilk işaretlerinin görüldüğü dönemi oluşturur. Bu çözülmede Avrupa’da felsefî bir sistem olarak doğup, Fransız İhtilali ile toplumları etkileyen bir ideolojiye dönüşen ulusçuluk akımının önemli etkisi vardır. Askeri mağlubiyetleri galibiyete dönüştürebilme umutlarıyla başlatılan batılılaşma, Avrupa kökenli bazı düşünce ve ideolojilerin Osmanlı ülkesinde taraftar bulmasına yol açar. Bunların arasında en önemlisi ulusçuluk olur. Ulusçuluk ilk kez, Dâr-ı Harb’ı Dâr-ı İslâm’dan ayıran engeli aşan, Müslüman liderleri ve düşünürleri arasında istekli bir kabul gören ve Müslüman toplumunun her katını az çok etkileyen büyük bir fikir hareketi olarak anlam kazanır. Ulusçuluk, kapı ve pencerelerini Batılı her şeye açan Osmanlı ülkesinde kısa sürede yaygın bir kabul görür ve etkisini hissettirir.” (S.110)

 

Osmanlılık İdeolojisinin İnşası ve Yeni Arayışlar

“Osmanlı devlet adamları, XIX. yüzyılın ilk yarısında, tüm tebaanın sadakatinden o kadar emindirler ki, hep adalet ilkesini ön planda tutar ve adalet gerçekleştiği sürece ciddi düzeyde toplumsal bir sorun yaşanmayacağına veya mevcut sorunların adalet devam ettiği sürece kolaylıkla yok olacağına inanırlar. Ulusçuluk temelinde gerçekleşen mevcut gelişmeleri hep bu açıdan değerlendirirler. Fakat toplumsal ve siyasal gelişmeler o kadar hızlı gerçekleşir ki, bütün bu teşhislerin ve düşüncelerin yanlışlığı kısa sürede anlaşılır ama artık süreci geriye döndürmek mümkün değildir.” S.112

 

Türk’ün Sorunlu Anlamı

“Türk’ün olumsuz anlam olarak kullanımında Osmanlı Devleti’nin imparatorluğa dönüştüğü XVI. yüzyıl önemli bir aşamayı teşkil eder. Bu tarihten itibaren Türk toplumları ve devletleri gözden düşer ve isim olumsuz anlamda kullanılmaya başlanır. Bu olumsuz anlamını ise XIX. yüzyılda hâlâ devam etmektedir.

Türk ulusçuluğunun inşasına önemli katkıları olmuş Arminius Vambéry XIX. yüzyılın sonlarında şöyle yazar: ‘Bundan kırk yıl önce, Türklük, ya da edebi alanda Türk sözcüğü kaba, yabani anlamına gelen bir sövgü olarak değerlendiriliyordu. Ben daha o günlerde kendimi Doğu Türkiye’deki lehçelerin incelenmesine kaptırmıştım. Ama bu yolda harcadığım bütün çabalar, bizim kültürümüzden haberdar olan birkaç efendinin dışında gülünç bulunuyordu. İstanbul’daki Türkler arasında Türk milliyetçiliği sorunuyla ya da Türk dilleriyle ciddi bir biçimde ilgilenen tek kişiye rastlamadım.” S.131

 

Türkçe’nin Tarihi

“Oğuzlar Anadolu’ya gelmelerinden bir asır bile geçmeden kendi devletlerini kurarlar. Bu sırada, kendi dilleri günlük hayatları için yeterliydi; ama devlet dili, kültür dili, eğitim dili için son derece zayıftı. Üstelik devlet adamları da kültürel birikimleri nedeniyle çoğunlukla Fars kökenliydi. Bu durumlar, Arapça’nın ve Farsça’nın egemenliğini kolaylıkla kabullenmeye neden olur. Oğuzlar, tereddüt etmeden dillerini bu iki dilin egemenliğine dâhil ederler. Türkçe sadece kültürel düzeyi düşük henüz yeni yerleşik olmuş veya hâlâ göçebe Oğuzların dili olarak kalır. Fakat şu da önemlidir ki, bu son derece zayıf Türkçe, gelişmiş Doğu Türkçesinden ayrı olarak, kısa sayılabilecek bir sürede edebî bir dil olma düzeyine erişir. Bunda, Moğolların önünde kaçarak Anadolu’ya göç eden Oğuzların önemli bir katkısı vardır. Çünkü bu Oğuzlar öncekiler gibi göçebe değil, genellikle kentli ve kültürel düzeyleri
yüksek kesimlerdi. Onların bu kültürel donanımı, Türkçe’nin XIV. yüzyılda, Anadolu’da, güçlenmesine önemli bir katkı sağlar.

XV. yüzyıl ve takip eden yüzyıl, Osmanlı Devletinin coğrafi büyümesine bağlı olarak bünyesine aldığı farklı toplumlar, kültürler, dinler ve diller nedeniyle imparatorluk niteliği kazandığı bir zamanı oluşturur. İmparatorluk olmanın dil açısından önemi, birçok dilin karşılıklı ve kolaylıkla ilişki içerisinde bulunduğu bir yapıyı temsil etmesidir. Kurucu topluluğun dili olan Türkçe imparatorluk dilleri içerisinde gittikçe geri planlara kaymaya, önemini yitirmeye başlar.” (S. 152-155)

 

Osmanlıcanın Sadeleştirilmesi Çalışmaları

“Tanzimat, diğer tüm özelliklerinin yanı sıra, bir yönü ile de halka iniş hareketi idi. Bu nedenle de halkın anlayabileceği bir dile önem verilir. Batı’nın sadece bilim ve toplumsal kuruluşlarına değil, aynı zamanda yaşama tarzına da yönelmiş olan imparatorlukta, düşünce hayatının ilerlemesi ve eğitimin yaygınlaşması, anlamı söyleyişe kurban etmeyen sade bir dilin kullanılması ile mümkün görünmüştür. Bu nedenle yazı dili ile konuşma dili arasındaki açıklığı kapamaya yönelik arzular sıklıkla gündeme getirilir. Çünkü mevcut durumun olumsuz etkileri her alanda kendisini hissettirmektedir.” S.159

 

Ulusal Dilin İnşası

“Tanzimat kuşağının ve onları takiben Genç Osmanlıların toplumsal nedenlerle gündeme getirdikleri dilde sadeleştirme girişimlerinden farklı olarak, ulusal dilin inşası yönünde asıl önemli ve bilinçli adımlar yüzyılın son çeyreğinde, II. Abdulhamit’in iktidar yıllarında atılır. Abdülaziz’in iktidar yıllarında ulusal dil inşası yönünde atılan kısmen bilinçli sayılabilecek adımları, II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında tamamıyla bilinçli olan adımlar talip eder.

II. Abdülhamit dönemiyle birlikte, yazı diliyle konuşma dili arasındaki açıklıktan şikâyetçi olan aydınların yerini, kısmen de olsa kendi ulusal dillerini keşfeden aydınlar almaya başlar. Gerçi tartışmalar hâlâ büyük oranda dilin sadeleştirilmesi ve daha fazla kişinin okuduğu zaman anlayabileceği bir yazı diline dönüştürülmesi çerçevesinde tartışılmaktadır. Ancak, ulusal bilinç her fırsatta kendisini hissettirmeye ve ismi büyük oranda belirlenmiş Türk ulusunun dilinden bahsedilmeye başlanır.” (S.164-166)

 

Tasfiyeciler

“Yüzyılın sonlarına doğru, yazı dilinin anlaşılma sorunuyla özelikle ilgilenen ve bazı radikal teklifleri ifade eden bir aydın grubu çıkar. Ahmet Mithat, Şemseddin Sami, Necib Asım, Mehmed Celâl ve Tepedelenlizâde Kâmil, Fuad Köseraif gibi dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasına savunan tasfiyecilik akımına mensup bu yazarlar, Tanzimatçıların en sade Osmanlıca anlayışına karşı çıkarak dilde Türkçülük görüşünü benimserler.” (S.166)

 

Edebiyat-ı Cedide Hareketi

“Bireysel girişim ve çabaların yanı sıra, aynı toplumsal amaçlar etrafında toplanmış bireylerin oluşturduğu gruplar da dil ile ilgili tartışmalarda aktif olarak yer alırlar. Bu gruplardan birisini Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan yazar ve şairler oluşturur; bunlar Edebiyât-ı Cedide topluluğu olarak tanınırlar.” (S.170)

 

Yeni Lisan Hareketi

“Yüzyılın başlarında, ulusallığı savunanların sanat anlayışlarında olduğu gibi, dil anlayışlarında da tam bir birlik göze çarpmaz. Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı gibi derneklerin yayın organlarında yazanların, dili Türkçeleştirme konusundaki görüş ve tutumları ile Genç Kalemler dergisinde yazan Yeni Lisancıların görüş ve tutumları arasında birleşen noktalar yanında ayrılan yanlar da oldukça çoktur. Ancak, dil konusu, tarihî ve sosyal gerçeklere uygun, sistemli bir dava halinde ele alınıp yürütülmesindeki başarıyı Yeni Lisan Hareketi’ne borçludur. Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Canip, Âkil Koyuncu gibi genç yazarların öncülüğünde 1911’de Selanik’te çıkmaya başlayan Genç Kalemler dergisi, ilk defa ulusal edebiyat terimini ortaya atarak böyle bir edebiyat yaratma görevini üstlenir.

Genç Kalemlerin yayının sonlanması üzerine, yazar kadrosunun büyük çoğunluğu İstanbul’a giderek Türk Yurdu dergisi etrafında toplanırlar. Çok kısa süre içerisinde de son yıllarda oldukça yoğun ve canlı geçen dil tartışmaları büyük oranda askıya alınır. Bu değişimde peş peşe yaşanan siyasi felaketlerin ve ülkenin parçalanmasının büyük etkisi vardır; gündemi bu konular teşkil eder. Ancak Yeni Lisan hareketi kısa sürede muhalifleri tarafından da büyük oranda benimsenir ve dilin sadeleşmesi gerektiğiyle ilgili düşünceler genel kabul görmeye başlar. Bu da eski yoğun ve canlı tartışma ortamının bitmesinde büyük etkiye sahip olur. Fakat bir düşünce olarak ulusçuluk Balkan felâketinden sonra, devlet politikası olarak benimsenirTürk Ocağı, Türk Yurdu gibi dernek ve yayınlar devletin de desteğiyle faaliyetlerini artırırlar. Her iki dergi de gençlik üzerinde büyük etkiye sahip olur. Hareketin fikir babalarından Ziya Gökalp, verdiği dersler ve konferanslarla Türk ulusçuluğunun aydın/okumuş kesim arasında yaygınlık kazanmasını sağlar. İttihat ve Terakki öncülüğünde diğer Türk topluluklarıyla ilişkiler kurulur ve bu ilişkiler mümkün olduğunca yoğunlaştırılır. I. Dünya Savaşı yıllarında şartlar gereği İslâmcılık akımının ön plana çıkmasıyla ulusçu yaklaşımlar biraz geri plana itilirse de Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği yapması ve İslâmcılık söylemine ağırlık veren imparatorluktan ayrılma girişimlerinde bulunması Türkçülük akımını tekrar ön plana çıkarır. 1917 yılında Yeni Mecmua’nın yayınlanmasıyla Türkçü düşünce tekrar güçlü bir şekilde gündemdeki yerini alır. Savaşın kaybedilmesi, Türkçülük akımına destek veren İttihat ve Terakki taraftarlarının gözden düşmesi, Türkçülük akımının savaşı takip eden yıllarda tekrar gerilemesine neden olursa da, ön plana çıkan Batıcı anlayışın geri planın da varlığını güçlü şekilde sürdürmeye devam eder.

Milli Edebiyat ve Yeni Lisan anlayışına bağlı görüşler, daha sonra Halka Doğru ve Türk Sözü dergileri ile daha da yaygınlık kazanır. Yeni Lisan hareketi, yazı dilini, Osmanlıca’nın bütün kurallarından temizleyip İstanbul Türkçesi’ne dayanan ulusal bir yazı dili yaratma hedefine yönelttiğinden, kısa zamanda benimsenip yaygınlaşır; bugünün yazı dilini oluşturan temel gelişmeler gerçekleştirilir.” S.187

 

Ulusun Tarihi: Türk Tarihi

“Türk ulusçuluğunun inşa süresi araştırıldığında, inşanın aşama aşama gerçekleştirildiği tespit edilir. XIX. yüzyılın sonlarına doğru gelinen aşamada, ulusun isminin Türk, dilinin Türkçe olmasına karar verilmiştir. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde ise ulusun ismi ve dili konusunda hemen hiçbir sorun kalmaz. Bir ulusun inşasının gerçekleştirildiği bu yıllarda açığa çıkan ve ulusal kimlik için zorunlu olan ulusun sürekliliği şartı, ulusal tarihin inşasını dönemin aydınlarının uğraş alanlarından birisi haline getirir. Konunun zeminini ise tarih oluşturur. Tarih zemininde ulusal tarihe bilimsel bir nitelik kazandırılmaya çalışılır.” (S.207)

“1890’lı yıllar Türk tarihini inşa etme açısından ayrıcalıklı bir dönemi temsil eder. Bu yıllarda, Ulûm ve İkdam gazetelerinde okuyucularının dikkatini sık sık Türk tarihine çeken yazılar yayınlanır. Okuyucu, yapılan Türkoloji çalışmalarından ve bu çalışmaların son bulgularından gecikmeden haberdar edilir. Bu yıllarda, dönemin düşünürleri, Türk tarihinin büyük bir kısmının ve özellikle de İslâm öncesi döneminin gizli kaldığına ve bunun açığa çıkarılması gerektiğine inanmaya ve bu gizliliği aşacak çalışmalara büyük önem vermeye başlarlar. Bu bağlamda, Arminius Vambéry ve Léon Cahun’un çalışmaları yakından ve büyük bir ilgi ile takip edilir. Her yeni makale veya kitapla Türk tarihinin şerefli yeni sayfaları keşfedilir.” (S.216)

 

Sonuç

“Ulusal kimliğin modern bir kimlik olduğunun en somut örneğini ‘Türk’ ulusal kimliği inşasında görmek mümkündür. Toplumsal yapısını, siyasal örgütlenmesini ‘çokluluk’ esasına göre oluşturmuş Osmanlı sisteminin iç ve dış faktörlerinin etkisiyle değişmesinin bir ürünü olarak ‘mozaik’ yapının parçalanması, farklı uluslar doğmasına imkân sağlar. Peş peşe inşa olunan ulusal kimlikler ayrılık şarkıları dillendirir ve bir süre sonra Osmanlı’nın mozaik nitelikli yapısından kopar. Bu ulusal kimliklerden en son denecek kadar geç bir tarihte inşa olunanı ise Türk ulusallığıdır.” (S.324)

Tanıtmaya çalıştığımız kitabın büyük bir emek mahsulü olduğunu ifade etmeliyiz. Ancak yazar nedendir bilinmez adeta karanlıkta göz kırpmakta, özellikle ‘Türk Ulusçuluğunun Doğuşu’ bölümünde adı geçen isimlerin az bilinen fakat zikredilmediğinde resmin tamamlanamayacağı özelliklerini de dikkate almamış görünmektedir:

Türkçülük Rusya siyasetine karşı Batı’nın geliştirdiği bir Osmanlı siyasetidir ve bir Yahudi hareketi olarak başlamıştır. Yeni Osmanlılar’ın Yeni Türklere dönüşmesi için II. Meşrutiyet beklenecektir. İlk Türkçüler Türk değildir.. Polonya ve Macaristan üzerinden yürütülen bu operasyonun önemli bir parçası, Rusya’nın kıyılarında, onu kemirecek bir etnik dalga yaratmaktır. Cahun-Vambéry ikilisinin Türkçülük konusunda Yeni Osmanlılar’dan daha radikal olması şaşırtıcı değildir. Türk milliyetçiliğinin temellerini atan Ziyâ Gökalp’in de mason olmasına ve Türk Milliyetçiliğinin Esalarından önce Kürt milliyetçiliğinin esasları ile ilgilenmesine kendisine ‘Gökalp’ soyadını, Tekinalp müstearını kullanan Moiz Kohen’in vermesini”(2) dikkate almamak mümkün müdür?

1821’de Eflak Voyvodası Aleksandır İpsilanti’nin önderliğinde başlayan isyana kadar, Divan-ı Hümayûn ve Donanma tercümanlıkları Rum Ortadoks Fenerliler tarafından yapılmış olsa da bu isyanın ardından olaylara karıştıkları için artık Fenerli tercümanlara güvenilmez. 3 Nisan 1821’de Tercüme Odası’nın yabancı dil bilir ‘Müslüman Türk’ yetiştirmek amacıyla çalışmalarına başlamıştır. Tanzimat Devri’nde Avrupalı bir düzen isteyen Yeni Osmanlılar’ın yetiştiği bu ocağın temsilcilerinin çoğunun Mason olması tesadüf müdür? Yeni Osmanlılar’ın devamı olan İttihat Terakki ve sonrasında bugünlere kadar ulaşan bu çizginin, Osmanlıca tartışmaları bağlamındaki hırçınlığının tarihi temelleri olduğuna dikkat edilmelidir. Osmanlıca tartışmaları neyi kaybettiğimizden daha çok nasıl kaybettiğimizi hatırlamamıza vesile olabilir. Prof. Dr. Celalettin Vatandaş tarafından kaleme alınan Ulusal Kimlik (Türk Ulusçuluğunun Doğuşu) isimli eserin, Nalân Yıdız Özgül tarafından kaleme alınan Haşhaşîlerden Jön Masonlara kitabı ile birlikte mütâlaa edilmesinde fayda vardır.

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 290 / Ocak 2015