Son Milli Eğitim Şurası vesilesiyle kamuoyunu meşgul eden ‘Osmanlıca’ tartışmaları, bu topraklarda süregelen kimlik mücadelesinin farklı bir boyutunu hatırlamamıza vesile oldu. Mesele döndü dolaştı bir kez daha ‘Atatürk, şeriata dayalı bir ümmet toplumundan, çağdaş bir ulusun ortaya çıkmasını sağlamıştır’ noktasında geldi.
Ulusal Kimlik
|
Osmanlıca
tartışmaları vesilesiyle bir kez daha gördük ki, ulusal kimlik problemi Osmanlı
düşmanlığını beraberinde getirmiştir. Osmanlıca konusundaki tavsiye
kararlarının bu boyutta problem çıkartmasının asıl sebebi budur. Tanıtmaya
çalıştığımız kitap ‘mü’minler ancak kardeştir’ düsturuna
alternatif olarak ortaya konan ve müslümanlar için deli gömleğinden farksız
olan ‘Ulusal Kimlik’ kavramının keyfiyetini ortaya koymakta ve
‘Türk Ulusçuluğunun Doğuşu’nu incelemektedir.
19. Milli Eğitim
Şurası vesilesiyle kamuoyunu meşgul eden ‘Osmanlıca’ tartışmaları, bu
topraklarda süregelen hak batıl mücadelesinin farklı bir boyutunu hatırlamamıza
vesile oldu. Mesele döndü dolaştı bir kez daha ‘Atatürk, şeriata dayalı
bir ümmet toplumundan, çağdaş bir ulusun ortaya çıkmasını sağlamıştır’ noktasında
düğümlendi. “Türkiye’de tartışılan Atatürk’ün şahsı değil O’nun adına
sistemleştirilen dünya görüşüdür. Bu dünya görüşünü savunan kimseler;
aydınlanma felsefesi ve modernizm adına, İslâm Şeriatı’nı mahkûm etmeye ve
Müslümanları ikinci sınıf vatandaş (parya) görmeye alışmışlardır.” (1) Fakat
Osmanlıca tartışmaları vesilesiyle bir kez daha gördük ki bu alışkanlıklar
hazımsızlığa dönüşmüş durumdadır. Osmanlıca konusundaki tavsiye kararlarının bu
boyutta problem çıkartmasının asıl sebebi nedir? Tanıtmaya çalıştığımız
kitap ‘mü’minler ancak kardeştir’ düsturuna alternatif
olarak ortaya konan ve bir Müslüman için deli gömleğinden farksız olup giymek
zorunda bırakıldığımız ‘Ulusal Kimlik’ kavramından hareketle ‘Türk
Ulusçuluğunun Doğuşu’nu incelemektedir.
Prof. Dr. Celalettin Vatandaş,1962 yılında
Kırşehir’de doğdu. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını sosyoloji alanında
yaptı. Halen KTÜ İktisadi ve İdari Bil. Fak. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri
İlişkileri bölüm başkanı ve öğretim görevlisidir. Girişim, Kalem, Onur, Haksöz,
Umran gibi dergilerde yayımlanan makale ve araştırmalarının yanı sıra, Vahiyden
Kültüre (Pınar Yay.), Tevhid ve Değişim (Pınar
Yay.), Kur’an ve Hayat (Pınar Yay.), Esenlik Yurdunun
Çağrısı (Pınar Yay.), Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm
Daveti (2 cilt Pınar Yay.) isimli kitapları yayımlanmıştır.
“Modern zamanların ve özellikle de son
yüzyılın en popüler kavramlarından birisi olan kimlik, elbette ki, özellikle
insan ve/veya insan toplulukları dâhilinde bir anlam ve önem ifade eder. İnsan
düşüncesi kadar eski bir tarihe sahip olan ‘kimlik’in bugün popüler olan modern
versiyonu, toplumsal içeriğini sanayileşme, kentleşme, ulusçuluk gibi modern
zamanlara özgü olgular tarafından belirlenmiştir. Tüm bu özellikleri ulusal
kimlikte olanca açıklığıyla görmek mümkün olmaktadır. Belirli bir coğrafyada
yer alan bir takım etnik/kültürel grupların diğer gruplardan farklarını ortaya
koyma talebinin ifadesi olan ulusal kimlik, öznesini ulusta,
ideolojisini ulusçulukta, toplumsal örgütlenmesini ise ulus-devlette bulan
bir kimlik olarak anlam kazanmaktadır.
Ulusal kimlik türdeşik bir toplumsal yapı
öngörür. Bu türdeşliği titizlikle inşa eder. Ulusal kimlik, toplumsal
türdeşliği inşa ederken, toplumun üyelerini ortak bir geçmişin anılarına ve
kültür, dil, etnik köken gibi özelliklerine ve üzerinde yaşadıkları coğrafyanın
sınırlarına göre tanımlar.
Bu araştırma üç bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde, öncelikle kimlik konusu ele alınmış ve bu bağlamda
ulusal kimliğin özelikleri açıklanmıştır. Ulusal kimliğin nesnesini oluşturan
ulus, ideolojisini oluşturan ulusçuluk ve siyasal
örgütlenmesini temsil eden ulus-devlet ayrıntıda ele alman konuları teşkil
etmektedir. Bunu takiben, ulusun kökeni sorunu bağlamında oluşup şekillenen
görüşler ele alınmış; bu görüşlerden yaygın bir şekilde gündem teşkil edenlerin
iddiaları açıklanmıştır.
Araştırmanın ikinci bölümü,
Türk ulusçuluğunun doğuşu/inşası ile ilgilidir. Osmanlı imparatorluğunun son
yüzyılına denk düşen ve özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında güçlü bir
şekilde açığa çıkan Türk ulusçuluğu düşüncesinin doğusuyla birlikte, bu
düşüncenin mensuplarının Türk ulusunu inşa etmek için yaptıkları çalışmalar
ayrıntılı şekilde inceleme konusu olmuştur. Ulusun inşasında esas olan
ulusun ismini belirleme, dilini, tarihini inşa etme ve vatanının sınırlarını
çizme çaba ve çalışmaları ise araştırmanın alt başlıklarını
oluşturmuştur.
Üçüncü bölüm eklerden oluşmaktadır. Bu bölümde, Türk
ulusçuluğunun inşasında önemli bir yere sahip olan Ali Suavi (Türk), Süleyman
Paşa (Teâvif-i Türk), Ahmet Vefik Paşa (Türk), Şemseddin Sami (Türk, Turan ve
Turaniye), Namık Kemal (Vatan), Ömer Seyfettin (Türkçeye Kimler Osmanlıca Der?,
Kelimelerin Manaları, Nerededir?, Türklük Mefkûresi ve Osmanlıca Değil Türkçe)
ve Ziya Gökalp’in (Türk Kimdir?) Türk ulus ve ulusçuluğunu inşa eden düşünce ve
tespitlerini makaleleri vesilesiyle birinci elden takip etme imkânı vardır.
Aynı zamanda, sürdürülen inşa sürecinin değişen özelliklerini ve unsurlarını
görme imkânı elde edilmiş olacaktır.
Bu araştırma ile ulusun modernliği
görüşüne bağlı olarak, her ulusun kurgusal karakterli olduğu tezinin Türk
ulusundan hareketle test edilmesi amaçlanmıştır.” (S.8-10)
1.Bölüm
Ulusal Kimlik
“Evrenselci yaklaşımın baskın etkisini
taşıyan modern düşünce, bireyi rasyonel düşünen, kendi aklıyla kendisi hakkında
özgür karar verebilen bağımsız bir varlık olarak ele alır. Bu, geleneksel insan
anlayışından tamamıyla kopuk, yepyeni bir düşüncedir. Geleneksel anlayışta
insan Tanrı otoritesine ve kozmik güçlere bağlı bir varlık idi. Tanrı her şeyin
kendisi ile açıklandığı son noktaydı ve insanın düşünce ve eylemlerinin
sınırlarının Tanrı ve kozmik güçlerce belirlendiğine inanılıyordu. XII.
yüzyılda, hümanizm ile başlayan yeni dönemde, Tanrı’nın ve kozmik güçlerin
yerini insan alır. Bireyi ve rasyonel düşünmeyi merkezine alan felsefe,
Aydınlanma hareketiyle doruk noktasına ulaşır. Robinson Crouse modern insanın sembolü haline gelir; onun romanı, yeni dönemin insan anlayışının
hikayesini anlatır. Romanda bir insanın kendi hayatını hiçbir dış güce, hatta
başka insanlara bile ihtiyaç duymadan, aklıyla nasıl örgütlediğinin hikâyesi
okunur. Ancak, önce Marx sonra Freud ile birlikte artık bu denli bağımsız, otonom, özgür
bireyden geriye pek bir şey kalmaz. Artık hiç kimse böylesi bir bireyden o
kadar güçlü bir şekilde bahsedemez. Modernitenin insan modeli evrilip yeni
içeriğine kavuşur. Öncenin otonom insanının yerini toplumsal bir yaratık olan
insan alır. Bireyin ancak bir toplumsal grupla, toplumla birlikte
düşünülebileceği savunulmaya başlanır. Bundan böyle birey ve toplumu bir
karşıtlık olarak düşünmek oldukça zorlaşır; toplumsallık ile birey arasında
kopmaz bağlar bulunduğu, bireyin toplumsallığı içselleştirdiği genel kabul
gören yaklaşım haline gelir.” (S. 20-21)
Ulusal kimlik, hakkındaki tespitler ne
olursa olsun, tartışmalar üstü bazı dayanaklara da sahiptir. Bunlar üç
tanedir; Ulus, Ulus-devlet ve Ulusçuluk.
Ulus Devlet
“Ulus-devlet modern bir olgu olup, sınırları
belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde yasal güç kullanma hakkını elinde
bulundurma özelliğinin yanı sıra, ortak kültür, simgeler ve değerler yaratarak,
gelenekler ve köken mitlerini canlandırarak veya bunları bazen de uydurarak,
yönetimi altındaki halkı türdeşleştirip birleştirmeyi amaçlayan bir devlet
modelini temsil eder.
Ulus-devletin ilk ortaya çıkışının tarihi,
genelde 1776’daki Amerikan Devrimi ile 1789’daki Fransız Devrimi’ne yol açan
düşünceler bağlamında ifade edilir. Bu nedenle de XVIII. yüzyıl sonları,
araştırmacıların çoğunun üzerinde birleştiği bir tarih olmuştur. Fakat bu iki
önemli tarihsel olayın ulus-devletin doğuşu için bütün şartları içermediği
açıktır. Ulus-devletin, yükselişinde daha birçok tarihsel, toplumsal ve
düşünsel faktörün önemli katkıları vardır ve bunların göz ardı edilmesi büyük
eksiklik olur. Bu sürecin temel unsurları arasında, Batı Avrupa toplumlarındaki
güç ilişkilerinde gerçekleşen çok boyutlu değişimler; bölgesel birimlerin kendi
toprakları içinde ilk kez şiddet araçlarının tekelini almayı başaran bürokratik
mutlakıyetçi devletlerce güçlenmesi; hudutların farklı devletleri birbirinden
ayıran kesin olarak belirlenmiş sınırlar çizilerek dönüşüme uğraması;
burjuvazinin, özellikle Aydınlanma düşüncesinin izleyicisi olan yeni bir
sınıfın yükselişi; yönetenler ile yönetilenlerin arasındaki ilişkide
gerçekleşen köklü değişimler ve bu bağlamda kralların ve egemenlerin rollerinde
gerçekleşen köklü değişimler; Aydınlanma düşüncesinin gereği olarak doğan halk
egemenliği düşüncesinin yayılmasıyla ortaya çıkan büyük birimlerin oluşumu ve
bunların bir devlet yönetimi altındaki kültürel ulusun üyelerini yalnızca yer
yer birleştirmeyi başarması sayılabilir. Ancak, bütün özelliklerini kazanmış
ulus-devletleri görmek için XIX. yüzyılı beklemek gerekecektir. XIX. yüzyıla
kadar açıkça ulus-devletlere bölünmüş bir Avrupa yoktur. Hatta İtalya ve
Almanya örneğinde olduğu gibi bazıları 187l’e kadar gecikmiştir. Ulus-devletin
mükemmel bir siyasal birim olarak tanınması, yalnızca Batı Avrupa’da değil,
dünyanın geri kalan kısmında da bir model olarak alınması kesinlikle bu
dönemden sonra gerçekleşir.” (S.56-59)
Ulusun Kökeni Sorunu
“Ulusal kimlik, her kimlikde olduğu gibi,
bir aidiyet temeli üzerinde yer alır ve nesnesini Ulus oluşturur. Ulus temelinde
oluşup gelişen ulusal kimliği, bu kimliğin ideolojisini ve en üst siyasal kurum
olan devlet modelini doğru anlamak için’ Ulus doğal bir olgu mudur, yoksa
belirli tarihsel ve toplumsal şartların gereği olarak inşa edilmiş bir şey
midir’ sorusunun cevabını aramak büyük önem ifade etmektedir. Çünkü konuya
ilişkin yaklaşımların ve konu bağlamında hemen hiç bitmeyen tartışmaların
odağında hep bu soru vardır. Söz konusu sorunun, temelde, verilmiş iki cevabı
bulunmaktadır. Cevaplardan birisi, ulusun doğal bir olgu olduğunu savunan ve
ulusun tarih dışılığı olarak isimlendirilebilecek tezin taraftarlarınca; diğeri
ise, ulusu özel tarihsel ve toplumsal şartların inşa ettiği bir oluşum olarak
gören ve bu şartları modern dönemde bulan modernist tezin taraftarlarınca
verilmiştir. Daha sonra bu ikisi dâhilinde Etno Sembolistler adı
verilen üçüncü bir cevap daha verilmiş ve böylelikle, söz konusu sorunun üç
farklı cevabı olmuştur.” (S.61) tespitinden sonra bu farklı anlayışlar
ayrıntılarıyla incelenmiştir. (S. 61-106)
2. Bölüm
Türk Ulusçuluğunun
Doğuşu
Geleneksel Osmanlı
Toplumsal Yapısının Çözülmesi
“XIX. yüzyılın ilk yılları, Osmanlı’nın
kozmopolit toplumsal yapısında çözülmenin ilk işaretlerinin görüldüğü dönemi
oluşturur. Bu çözülmede Avrupa’da felsefî bir sistem olarak doğup, Fransız
İhtilali ile toplumları etkileyen bir ideolojiye dönüşen ulusçuluk akımının
önemli etkisi vardır. Askeri mağlubiyetleri galibiyete dönüştürebilme
umutlarıyla başlatılan batılılaşma, Avrupa kökenli bazı düşünce ve
ideolojilerin Osmanlı ülkesinde taraftar bulmasına yol açar. Bunların arasında
en önemlisi ulusçuluk olur. Ulusçuluk ilk kez, Dâr-ı Harb’ı Dâr-ı
İslâm’dan ayıran engeli aşan, Müslüman liderleri ve düşünürleri arasında
istekli bir kabul gören ve Müslüman toplumunun her katını az çok etkileyen
büyük bir fikir hareketi olarak anlam kazanır. Ulusçuluk, kapı ve pencerelerini
Batılı her şeye açan Osmanlı ülkesinde kısa sürede yaygın bir kabul görür ve
etkisini hissettirir.” (S.110)
Osmanlılık İdeolojisinin
İnşası ve Yeni Arayışlar
“Osmanlı devlet adamları, XIX. yüzyılın
ilk yarısında, tüm tebaanın sadakatinden o kadar emindirler ki, hep adalet
ilkesini ön planda tutar ve adalet gerçekleştiği sürece ciddi düzeyde toplumsal
bir sorun yaşanmayacağına veya mevcut sorunların adalet devam ettiği sürece
kolaylıkla yok olacağına inanırlar. Ulusçuluk temelinde gerçekleşen mevcut
gelişmeleri hep bu açıdan değerlendirirler. Fakat toplumsal ve siyasal
gelişmeler o kadar hızlı gerçekleşir ki, bütün bu teşhislerin ve düşüncelerin
yanlışlığı kısa sürede anlaşılır ama artık süreci geriye döndürmek mümkün
değildir.” S.112
Türk’ün Sorunlu Anlamı
“Türk’ün olumsuz anlam olarak kullanımında
Osmanlı Devleti’nin imparatorluğa dönüştüğü XVI. yüzyıl önemli bir aşamayı
teşkil eder. Bu tarihten itibaren Türk toplumları ve devletleri gözden düşer ve
isim olumsuz anlamda kullanılmaya başlanır. Bu olumsuz anlamını ise XIX.
yüzyılda hâlâ devam etmektedir.
Türk ulusçuluğunun inşasına önemli
katkıları olmuş Arminius Vambéry XIX. yüzyılın sonlarında şöyle yazar: ‘Bundan
kırk yıl önce, Türklük, ya da edebi alanda Türk sözcüğü kaba, yabani anlamına
gelen bir sövgü olarak değerlendiriliyordu. Ben daha o günlerde kendimi Doğu
Türkiye’deki lehçelerin incelenmesine kaptırmıştım. Ama bu yolda harcadığım
bütün çabalar, bizim kültürümüzden haberdar olan birkaç efendinin dışında
gülünç bulunuyordu. İstanbul’daki Türkler arasında Türk milliyetçiliği
sorunuyla ya da Türk dilleriyle ciddi bir biçimde ilgilenen tek kişiye
rastlamadım.” S.131
Türkçe’nin Tarihi
“Oğuzlar Anadolu’ya gelmelerinden bir asır
bile geçmeden kendi devletlerini kurarlar. Bu sırada, kendi dilleri günlük
hayatları için yeterliydi; ama devlet dili, kültür dili, eğitim dili için son
derece zayıftı. Üstelik devlet adamları da kültürel birikimleri nedeniyle
çoğunlukla Fars kökenliydi. Bu durumlar, Arapça’nın ve Farsça’nın egemenliğini
kolaylıkla kabullenmeye neden olur. Oğuzlar, tereddüt etmeden dillerini bu iki
dilin egemenliğine dâhil ederler. Türkçe sadece kültürel düzeyi düşük henüz
yeni yerleşik olmuş veya hâlâ göçebe Oğuzların dili olarak kalır. Fakat şu da
önemlidir ki, bu son derece zayıf Türkçe, gelişmiş Doğu Türkçesinden ayrı
olarak, kısa sayılabilecek bir sürede edebî bir dil olma düzeyine erişir.
Bunda, Moğolların önünde kaçarak Anadolu’ya göç eden Oğuzların önemli bir
katkısı vardır. Çünkü bu Oğuzlar öncekiler gibi göçebe değil, genellikle kentli
ve kültürel düzeyleri
yüksek kesimlerdi. Onların bu kültürel donanımı, Türkçe’nin XIV. yüzyılda,
Anadolu’da, güçlenmesine önemli bir katkı sağlar.
XV. yüzyıl ve takip eden yüzyıl, Osmanlı
Devletinin coğrafi büyümesine bağlı olarak bünyesine aldığı farklı toplumlar,
kültürler, dinler ve diller nedeniyle imparatorluk niteliği kazandığı bir
zamanı oluşturur. İmparatorluk olmanın dil açısından önemi, birçok dilin
karşılıklı ve kolaylıkla ilişki içerisinde bulunduğu bir yapıyı temsil
etmesidir. Kurucu topluluğun dili olan Türkçe imparatorluk dilleri içerisinde
gittikçe geri planlara kaymaya, önemini yitirmeye başlar.” (S. 152-155)
Osmanlıcanın
Sadeleştirilmesi Çalışmaları
“Tanzimat, diğer tüm özelliklerinin yanı
sıra, bir yönü ile de halka iniş hareketi idi. Bu nedenle de halkın
anlayabileceği bir dile önem verilir. Batı’nın sadece bilim ve toplumsal
kuruluşlarına değil, aynı zamanda yaşama tarzına da yönelmiş olan
imparatorlukta, düşünce hayatının ilerlemesi ve eğitimin yaygınlaşması, anlamı
söyleyişe kurban etmeyen sade bir dilin kullanılması ile mümkün görünmüştür. Bu
nedenle yazı dili ile konuşma dili arasındaki açıklığı kapamaya yönelik arzular
sıklıkla gündeme getirilir. Çünkü mevcut durumun olumsuz etkileri her alanda
kendisini hissettirmektedir.” S.159
Ulusal Dilin İnşası
“Tanzimat kuşağının ve onları takiben Genç
Osmanlıların toplumsal nedenlerle gündeme getirdikleri dilde sadeleştirme
girişimlerinden farklı olarak, ulusal dilin inşası yönünde asıl önemli ve
bilinçli adımlar yüzyılın son çeyreğinde, II. Abdulhamit’in iktidar yıllarında
atılır. Abdülaziz’in iktidar yıllarında ulusal dil inşası yönünde atılan kısmen
bilinçli sayılabilecek adımları, II. Abdülhamit’in iktidar yıllarında tamamıyla
bilinçli olan adımlar talip eder.
II. Abdülhamit dönemiyle birlikte, yazı
diliyle konuşma dili arasındaki açıklıktan şikâyetçi olan aydınların yerini,
kısmen de olsa kendi ulusal dillerini keşfeden aydınlar almaya başlar. Gerçi
tartışmalar hâlâ büyük oranda dilin sadeleştirilmesi ve daha fazla kişinin
okuduğu zaman anlayabileceği bir yazı diline dönüştürülmesi çerçevesinde
tartışılmaktadır. Ancak, ulusal bilinç her fırsatta kendisini hissettirmeye ve
ismi büyük oranda belirlenmiş Türk ulusunun dilinden bahsedilmeye başlanır.”
(S.164-166)
Tasfiyeciler
“Yüzyılın sonlarına doğru, yazı dilinin
anlaşılma sorunuyla özelikle ilgilenen ve bazı radikal teklifleri ifade eden
bir aydın grubu çıkar. Ahmet Mithat, Şemseddin Sami, Necib Asım, Mehmed Celâl
ve Tepedelenlizâde Kâmil, Fuad Köseraif gibi dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin
atılmasına savunan tasfiyecilik akımına mensup bu yazarlar, Tanzimatçıların en
sade Osmanlıca anlayışına karşı çıkarak dilde Türkçülük görüşünü benimserler.”
(S.166)
Edebiyat-ı Cedide
Hareketi
“Bireysel girişim ve çabaların yanı sıra,
aynı toplumsal amaçlar etrafında toplanmış bireylerin oluşturduğu gruplar da
dil ile ilgili tartışmalarda aktif olarak yer alırlar. Bu gruplardan birisini
Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan yazar ve şairler oluşturur; bunlar
Edebiyât-ı Cedide topluluğu olarak tanınırlar.” (S.170)
Yeni Lisan Hareketi
“Yüzyılın başlarında, ulusallığı
savunanların sanat anlayışlarında olduğu gibi, dil anlayışlarında da tam bir
birlik göze çarpmaz. Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı gibi derneklerin
yayın organlarında yazanların, dili Türkçeleştirme konusundaki görüş ve
tutumları ile Genç Kalemler dergisinde yazan Yeni Lisancıların görüş ve
tutumları arasında birleşen noktalar yanında ayrılan yanlar da oldukça çoktur.
Ancak, dil konusu, tarihî ve sosyal gerçeklere uygun, sistemli bir dava halinde
ele alınıp yürütülmesindeki başarıyı Yeni Lisan Hareketi’ne borçludur. Ömer
Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Canip, Âkil Koyuncu gibi genç yazarların
öncülüğünde 1911’de Selanik’te çıkmaya başlayan Genç Kalemler dergisi, ilk defa
ulusal edebiyat terimini ortaya atarak böyle bir edebiyat yaratma görevini
üstlenir.
Genç Kalemlerin yayının sonlanması
üzerine, yazar kadrosunun büyük çoğunluğu İstanbul’a giderek Türk Yurdu dergisi
etrafında toplanırlar. Çok kısa süre içerisinde de son yıllarda oldukça yoğun
ve canlı geçen dil tartışmaları büyük oranda askıya alınır. Bu değişimde peş
peşe yaşanan siyasi felaketlerin ve ülkenin parçalanmasının büyük etkisi
vardır; gündemi bu konular teşkil eder. Ancak Yeni Lisan hareketi kısa sürede
muhalifleri tarafından da büyük oranda benimsenir ve dilin sadeleşmesi
gerektiğiyle ilgili düşünceler genel kabul görmeye başlar. Bu da eski yoğun ve
canlı tartışma ortamının bitmesinde büyük etkiye sahip olur. Fakat bir
düşünce olarak ulusçuluk Balkan felâketinden sonra, devlet politikası olarak
benimsenir. Türk Ocağı, Türk Yurdu gibi dernek ve yayınlar
devletin de desteğiyle faaliyetlerini artırırlar. Her iki dergi de gençlik
üzerinde büyük etkiye sahip olur. Hareketin fikir babalarından Ziya Gökalp,
verdiği dersler ve konferanslarla Türk ulusçuluğunun aydın/okumuş kesim
arasında yaygınlık kazanmasını sağlar. İttihat ve Terakki öncülüğünde diğer
Türk topluluklarıyla ilişkiler kurulur ve bu ilişkiler mümkün olduğunca yoğunlaştırılır.
I. Dünya Savaşı yıllarında şartlar gereği İslâmcılık akımının ön plana
çıkmasıyla ulusçu yaklaşımlar biraz geri plana itilirse de Mekke Emiri Şerif
Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği yapması ve İslâmcılık söylemine ağırlık veren
imparatorluktan ayrılma girişimlerinde bulunması Türkçülük akımını tekrar ön
plana çıkarır. 1917 yılında Yeni Mecmua’nın yayınlanmasıyla Türkçü
düşünce tekrar güçlü bir şekilde gündemdeki yerini alır. Savaşın kaybedilmesi,
Türkçülük akımına destek veren İttihat ve Terakki taraftarlarının
gözden düşmesi, Türkçülük akımının savaşı takip eden yıllarda tekrar
gerilemesine neden olursa da, ön plana çıkan Batıcı anlayışın geri planın da
varlığını güçlü şekilde sürdürmeye devam eder.
Milli Edebiyat ve Yeni Lisan anlayışına bağlı
görüşler, daha sonra Halka Doğru ve Türk Sözü dergileri
ile daha da yaygınlık kazanır. Yeni Lisan hareketi, yazı
dilini, Osmanlıca’nın bütün kurallarından temizleyip İstanbul Türkçesi’ne
dayanan ulusal bir yazı dili yaratma hedefine yönelttiğinden, kısa zamanda
benimsenip yaygınlaşır; bugünün yazı dilini oluşturan temel gelişmeler
gerçekleştirilir.” S.187
Ulusun Tarihi: Türk
Tarihi
“Türk ulusçuluğunun inşa süresi
araştırıldığında, inşanın aşama aşama gerçekleştirildiği tespit edilir. XIX.
yüzyılın sonlarına doğru gelinen aşamada, ulusun isminin Türk, dilinin Türkçe
olmasına karar verilmiştir. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde ise ulusun ismi ve dili
konusunda hemen hiçbir sorun kalmaz. Bir ulusun inşasının gerçekleştirildiği bu
yıllarda açığa çıkan ve ulusal kimlik için zorunlu olan ulusun sürekliliği
şartı, ulusal tarihin inşasını dönemin aydınlarının uğraş alanlarından birisi
haline getirir. Konunun zeminini ise tarih oluşturur. Tarih zemininde ulusal
tarihe bilimsel bir nitelik kazandırılmaya çalışılır.” (S.207)
“1890’lı yıllar Türk tarihini inşa etme
açısından ayrıcalıklı bir dönemi temsil eder. Bu yıllarda, Ulûm ve İkdam gazetelerinde
okuyucularının dikkatini sık sık Türk tarihine çeken yazılar yayınlanır.
Okuyucu, yapılan Türkoloji çalışmalarından ve bu çalışmaların son bulgularından
gecikmeden haberdar edilir. Bu yıllarda, dönemin düşünürleri, Türk tarihinin
büyük bir kısmının ve özellikle de İslâm öncesi döneminin gizli kaldığına ve
bunun açığa çıkarılması gerektiğine inanmaya ve bu gizliliği aşacak çalışmalara
büyük önem vermeye başlarlar. Bu bağlamda, Arminius Vambéry ve Léon
Cahun’un çalışmaları yakından ve büyük bir ilgi ile takip edilir. Her yeni
makale veya kitapla Türk tarihinin şerefli yeni sayfaları keşfedilir.” (S.216)
Sonuç
“Ulusal kimliğin modern bir kimlik
olduğunun en somut örneğini ‘Türk’ ulusal kimliği inşasında
görmek mümkündür. Toplumsal yapısını, siyasal örgütlenmesini ‘çokluluk’ esasına
göre oluşturmuş Osmanlı sisteminin iç ve dış faktörlerinin etkisiyle
değişmesinin bir ürünü olarak ‘mozaik’ yapının parçalanması,
farklı uluslar doğmasına imkân sağlar. Peş peşe inşa olunan ulusal kimlikler
ayrılık şarkıları dillendirir ve bir süre sonra Osmanlı’nın mozaik nitelikli
yapısından kopar. Bu ulusal kimliklerden en son denecek kadar geç bir tarihte
inşa olunanı ise Türk ulusallığıdır.” (S.324)
Tanıtmaya çalıştığımız kitabın büyük bir
emek mahsulü olduğunu ifade etmeliyiz. Ancak yazar nedendir bilinmez adeta
karanlıkta göz kırpmakta, özellikle ‘Türk Ulusçuluğunun Doğuşu’ bölümünde
adı geçen isimlerin az bilinen fakat zikredilmediğinde resmin tamamlanamayacağı
özelliklerini de dikkate almamış görünmektedir:
“Türkçülük Rusya siyasetine
karşı Batı’nın geliştirdiği bir Osmanlı siyasetidir ve bir Yahudi
hareketi olarak başlamıştır. Yeni Osmanlılar’ın Yeni Türklere
dönüşmesi için II. Meşrutiyet beklenecektir. İlk Türkçüler Türk
değildir.. Polonya ve Macaristan üzerinden yürütülen bu operasyonun önemli bir
parçası, Rusya’nın kıyılarında, onu kemirecek bir etnik dalga yaratmaktır.
Cahun-Vambéry ikilisinin Türkçülük konusunda Yeni Osmanlılar’dan daha radikal
olması şaşırtıcı değildir. Türk milliyetçiliğinin temellerini atan
Ziyâ Gökalp’in de mason olmasına ve Türk Milliyetçiliğinin Esalarından
önce Kürt milliyetçiliğinin esasları ile ilgilenmesine kendisine ‘Gökalp’ soyadını, Tekinalp müstearını
kullanan Moiz Kohen’in vermesini”(2) dikkate
almamak mümkün müdür?
1821’de Eflak Voyvodası Aleksandır
İpsilanti’nin önderliğinde başlayan isyana kadar, Divan-ı Hümayûn ve Donanma
tercümanlıkları Rum Ortadoks Fenerliler tarafından yapılmış olsa da bu isyanın
ardından olaylara karıştıkları için artık Fenerli tercümanlara güvenilmez. 3
Nisan 1821’de Tercüme Odası’nın yabancı dil bilir ‘Müslüman Türk’ yetiştirmek
amacıyla çalışmalarına başlamıştır. Tanzimat Devri’nde Avrupalı bir düzen
isteyen Yeni Osmanlılar’ın yetiştiği bu ocağın temsilcilerinin çoğunun Mason
olması tesadüf müdür? Yeni Osmanlılar’ın devamı olan İttihat Terakki ve
sonrasında bugünlere kadar ulaşan bu çizginin, Osmanlıca tartışmaları
bağlamındaki hırçınlığının tarihi temelleri olduğuna dikkat edilmelidir.
Osmanlıca tartışmaları neyi kaybettiğimizden daha çok nasıl kaybettiğimizi
hatırlamamıza vesile olabilir. Prof. Dr. Celalettin Vatandaş tarafından kaleme
alınan Ulusal Kimlik (Türk Ulusçuluğunun Doğuşu) isimli eserin, Nalân Yıdız
Özgül tarafından kaleme alınan Haşhaşîlerden Jön Masonlara kitabı ile birlikte
mütâlaa edilmesinde fayda vardır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 290 / Ocak 2015