Hükümet sistemine ilişkin tartışmalar Osmanlı dönemiyle sınırlı kalmamış, Cumhuriyet döneminin de önemli tartışma konularından biri olmuştur.Türkiye’de bugün içinde yaşadığımız kaotik iktidar örgütlenmesinin temelleri 1961 Anayasası ile atılmıştır. Bu anayasa, teorik düzeyde bir parlamenter sistemi ön plâna çıkarmıştır. Ancak beraberinde getirdiği vesayetçi kurumlar, yeni bir dönemin başlamasına vesile olmuştur. Aynı vesayetçi gelenek maalesef 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında yapılan anayasa değişiklikleri ile etkisini göstermiş, 1982 Anayasası ile doruk noktasına çıkmıştır. Kuvvetler ayrılığını esas alan Başkanlık sistemine karşı çıkan kesimler, vesâyeti esas alan vekâlet sistemini savunmakta, aynı zamanda kuvvetler ayrılığını savunmaktadırlar. Doç. Dr. Yusuf Tekin tarafından kaleme alınan “Başkanlık Sistemi ve Kuvvetler Ayrılığı Tartışmaları” isimli eser, bu siyasi geleneğin Osmanlı’dan günümüze nasıl devam ettiğini ortaya koymaktadır.
Başkanlık Sistemi ve
Kuvvetler Ayrılığı Tartışmaları
|
Bu sayımızda Doç. Dr. Yusuf Tekin(*) tarafından
kaleme alınan “Osmanlı’dan Bugüne Siyasal Gelenek”, “Başkanlık
Sistemine Dair”, “Yargı” ve “Anayasa” bölümlerinden oluşan “Başkanlık
Sistemi ve Kuvvetler Ayrılığı Tartışmaları” isimli eseri tanıtmaya
çalıştık.
Aydınlanma hareketinin dünyaya hediyesi
olan Çağdaşlaşma / Modernizm düşüncesi yanında ve karşısında olan hemen herkesi
derinden etkilemiştir. Hayata ve dünyaya verdiğimiz anlam köklü bir kırılmaya
uğradığından hayalleri farklı farklı olan insanların yaşadığı, rotasını
kaybetmiş bir gemi görünümündedir bu ülke.
Batıya ait değerleri esas alan dindar(!)
İttihat Terakki kadroları daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası içinde yer bulmuş,
benimsedikleri değerlerin toplum nazarında bir karşılığının olmadığını
bildiklerinden uzun yıllar seçimlerden uzak durarak, “halka rağmen halk
için” memleketi idare etmişlerdir. Seçimlerden uzak tek parti
iktidarının “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” prensibiyle
izah edilemeyeceği ya da bir başka ifadeyle diktatörlük olarak tanımlanma riski
sebebiyle yapılan ilk seçim “açık oy, gizli tasnif” esasıyla gerçekleştirilmiş,
halka aralanan kapının tekrar kapatılamayacağı sonradan fark edilmiştir.
Geçmişten ders alarak 27 Mayıs İhtilali’ni yapan kadro, temelde bir sistemin
halka karşı demokrasi sosuyla nasıl dizayn edilmesi gerektiğinin farkındadır.
12 Eylül Darbesi ise sisteme son şeklini vermiştir. Devleti halka karşı korumak
için krizleri beslemek ve postallı kurtarıcılarımız(!)dan medet ummamızı
beklememiz üzerine dizayn edilmiş bu sistem ve sistem tartışmaları Türkiye’nin
değişmeyen gündemi olmaya devam edecektir. Başkanlık Sistemi ve Anayasa
tartışmalarının bizleri beklediği önümüzdeki günlerde tartışmalara vesile olan
bu sistemi anlamamıza fayda sağlayacağı ümidiyle ‘Başkanlık Sistemi ve
Kuvvetler Ayrılığı Tartışmaları’nı tanıtmaya gayret ettik.
1.BÖLÜM
OSMANLI’DAN BUGÜNE SİYASAL GELENEK
Türk Devlet Geleneğinde ‘Devletin Başı’nın Göreve Geliş
Biçimleri
Eski Türk devletlerinde devlet
başkanlığının boşalması durumunda yerine kimin geçeceği konusunda kesin bir
ilke kabul edilmemişti. Ya ölen hükümdarın büyük oğlu, ya hanedanın en büyük
ferdi veya hanedan üyeleri arasından hükümdarın vasiyet ettiği kişi geçerdi.
Bunların dışında bir başka yol; hanedan ileri gelenleri, ordu komutanları,
hanlığa bağlı aşiret ve boyların başkanları (beyler), yüksek dereceli devlet
memurları ile şamanların oluşturdukları kurultayın tesbit ettiği bir hanedan
üyesi Hâkan olabilirdi. Osmanlı Devleti de dâhil hiç bir Türk
Devleti’nde saltanata ulaşmak için sürekli anlamda veraset düzenlemesi
yapılmamıştır. Osmanlı Devleti’nde I. Ahmed (1603-1617)’in ölümüne kadar tahtın
daima babadan oğula geçmesine rağmen bunu düzenleyen bir kural yoktur. Bu anlamda
bir saltanat veraseti kanunu hiç bir Türk devletinde uygulanmamıştır. Türk
geleneğinde tıpkı ülke topraklarının hanedan ailesine ait olması gibi saltanat
da bütün hanedan ailesi fertlerine aittir. Yani bütün hanedan azası hâkimiyet
hakkına mâliktir. S.28
“Türk toplumu geleneksel bir değerler
manzumesinin de etkisiyle, devletini ve onu temsil eden kişi ya da hanedanı
kutsayan, onu bir anlamda İlahî iradenin bir tecellisi olarak algılayan bir
toplumdur. Bu gelenekte toplum; cihanşümul devlet anlayışının gereği olarak
devlet başkanını ‘güneşin doğduğu yerden battığı yere değin’ tüm
yeryüzüne adaleti hâkim kılmaya çalışan birisi olarak görür ve İlahî adaletin
tecellisinden ‘boynuzlu koyunun boynuzsuza zulmetmesine’ değin
her alanda devleti ve devlet başkanını sorumlu ve mesul kabul eder. Bu
gerekçelerin günümüz toplumsal yapısının değerlerini anlamak ve çözümlemekte
yararı ise yadsınamaz bir boyuttadır. Bu geleneğin iyi analizi Türkiye
Cumhuriyeti’nde sıkça tartışma konusu olan; Cumhurbaşkanının görev ve yetki alanı,
göreve geliş biçimi gibi tartışmalar yanında başkanlık sistemi tartışmalarında
da doğru ve etkin karar vermede yardımcı olacaktır.” S. 35
“Türk Devlet Geleneğinde ‘Devletin
Başı’nın Göreve Geliş Biçimleri” başlığı altında incelenen konunun “Türkler”
bağlamında ele alınması, “Türkiye Türklerindir” özdeyişini hatırlatmaktadır.
Oysa Anadolu kavimler mozaiğidir.
Tüm kitap boyunca Kemalizmin halka karşı
kurgulanmış bir sistem olduğu ayrıntılarıyla açıklanmaya çalışılmışken,
meselenin şikâyetçi olduğumuz Kemalizmin temel parametreleri bağlamında ele
alınıyor oluşu içinde bulunduğumuz halin tahlili açısından önemli
görünmektedir.
Osmanlı’da Demokrasi
Tartışmalarının Miladı Olarak Meşrutiyet Öncesi Tartışma Platformu
“Uzun bir mutlak monarşi geleneği olan Osmanlı
İmparatorluğu’nda meşrutî monarşinin nasıl tartışıldığı üzerinde yeterince
durulmayan bir konudur. Oysa hem yeterince özgür bir basının olmadığı ve hem de
çok yerleşik bir siyasal geleneğe sahip bir ülkede yeni bir rejimin
tartışmasını yapmak ve o rejimi savunmak bir hayli cesurca bir eylem olsa
gerek. Bu makale, meşrutî yönetim tartışmasını yapan ve bu rejimi savunan bir
aydın grubunun çabalarını ortaya koymaya yönelik bir çalışmadır.
Osmanlı siyasal ve toplumsal yapısının
yegâne meşruluk kaynağı olan ‘din’ yani ‘İslam dini’ bu tartışmada önemli bir
meşruluk referansıdır. Meşrutî yönetimi savunan Osmanlı aydınları bir taraftan
batıda karşılaştıkları demokrasi, parlamento ve seçim gibi kavramları
tanımlamaya çalışırken diğer taraftan bu kavram ve kurumları dini referanslarla
meşrulaştırma çabası içindedirler. Bu çabanın bir uzantısı olarak yukarıdaki
kavram ve kurumlar sırasıyla usûl-i meşveret, şura, ehl-i hal ve’l-akd ve biat
gibi din orijinli kavramlarla sunulurlar. Bu tartışmanın ‘tarafgîran’ saflarında
en ön sırada yer alan ‘Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ tarafından
yayınlanan gazete ve dergilerde bu kavram eşleştirilmesine sıkça rastlanır. Bu
eşleştirmenin dışında Kur’an ayetleri ve hadisler bu meşrulaştırma için sıkça
referansta bulunulan kaynaklardır. Osmanlı’da bir anlamda ilk siyasal muhalefet
hareketi olarak tanımlanabilecek bu tartışmada ileri sürülen argümanlar
incelendiğinde demokrasi tartışmalarının miladı denebilecek bir
tartışma zenginliğinin içinde kendimizi buluruz.” S.56
“Hareketin bir nevi kuruluş bildirgesi
sayılan Mustafa Fazıl Paşa’nın ‘Mektub’unda önce kendi ifadesiyle devleti
zayıflamaya götüren fenalıkları ‘Hâk-i Pây-ı Şâhane’ye arz ediyor. Ardından
ıslahat düşüncesinin çözüm olamayacağını; daha doğrusu yeterli olamayacağını,
her ne zaman bu tür şeyler gündeme gelirse ıslahatla yetinilmeye çalışıldığını
ve bu ıslahatların birçoğunun icra edilemediğini icra edilebilenlerin ise
sıkıntıların çözülmesine yeterli olmadığını söyleyip (…) çok radikal bir
şekilde bir düzen değişikliği önermektedir. Paşanın eski usulün yerine önerdiği
teklif ise; Yeni Osmanlılar’ın ‘usûl-i meşveret’ adı ile
mücadelesini yaptıkları meşrutî yönetimdir.” S.75
Usûl-i Meşveret’in Şer’a
Muvafık Olduğu ve Hatta İslam Devletinin Evailde Meşrutiyet Olduğu
“Meşrutiyetçiler ‘meşveret’e şeri delil
ararken amaçları ‘Meclis’ fikrini dinen meşrulaştırmaktır. Yeni
Osmanlılar’ın bu amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları iki ayet (Ali
İmran Sûresi: 3/159 ve Şura Sûresi: 42/38) göze çarpar. Yine meşrutiyetçiler
tarafından ağırlıkla kullanılan hadisler ise şunlar: “İstişare ediniz”,
“İstişare eden pişman olmaz”, “İstişare edilen emniyet edilen kimsedir”, “İlim
kuyudur meşveret ise kova”, “Allah’ın eli cemaat üzerindedir”, “Allah ve Resulü
istişareden müstağnidir. Fakat Allah onu ümmetim için rahmet kılmıştır.
Onlardan kim istişare ederse rüşde varır, doğruyu bulur; kim terk ederse şerri
bulur, hataya düşer”, “İşleriniz aranızda müşavere ile görüldüğü zaman size
yerin yüzü daha hayırlıdır.” Bu dinî delillerin ortak yönü ‘şura’ ve
‘istişare’ kavramlarını ön planda tutmalarıdır. Yeni Osmanlılar’ın bu iki
kavrama müracaatlarındaki amaçları ise, meclis, parlamento fikrini dinî temele
oturtmaktır.” S.77
“Siyasal
hayatımızda bugün dahi sıklıkla kullanılan ‘dinin bir referans kaynağı
olarak kullanılması’ şeklinde bir geleneğin de başlatıcısı
olmuşlardır. Bu gelenek beraberinde bugün yoğun bir tartışma platformuna sahip
olan; İslam’la demokrasi arasındaki ‘benzerlik’ ve hatta bir örtüşme bulunduğu
iddiasının ilk olarak tartışmaya açıldığı bir mücadele zeminini de
getirmiştir.” S. 100
Bu bölümde ‘Yeni Osmanlılar Cemiyeti’
üyeleri: demokrasinin memleketteki öncüsü, uzun bir mutlak monarşi geleneğine
itiraz eden ve bu noktada sürgünleri göze alan, dini referans olarak kullanan
bir hayli cesur insanlar olarak tasvir edilmişlerdir. Oysa bu tanımlamaların
hepsi bugünlerde mücadele edildiği iddia olunan “Paralel Yapı” elemanları için
de uygun görülebilir. İki yapının da “Derin Dünya” ile ilişkileri şaşırtacak
düzeyde benzerlik arz etmektedir.
Hatırlatmak isteriz ki, Anadolu irfanı
sırtını gâvura yaslayan sahte kahramanları gerçeklerinden ayırt etmekte
mahirdir.
2.BÖLÜM
BAŞKANLIK SİSTEMİNE DAİR
“Hükümet sistemine ilişkin tartışmalar
Osmanlı dönemiyle sınırlı kalmamış, Cumhuriyet döneminin de önemli tartışma
konularından biri olmuştur. Cumhuriyetin ilanı ve akabinde kabul edilen 1924
Anayasası ile hükümet sistemine ilişkin son derece köklü bir değişikliğe
gidilmiştir. Gerek Cumhuriyetin ilanı gerekse 1924 Anayasası’nın kabulü,
geleneksel tarihsel yönelimler bağlamında önemli ‘kopuş anlarını’ temsil
etmektedir. Burada hem 1876 yılından beri muhafaza edilmek istenen ‘monarşi
geleneğinden kopuş’ hem de 1909 değişiklikleri ile ortaya çıkan ‘iki başlı
yürütmenin sorumsuz kanadının tamamen yetkisiz hale getirilmiş olmasından
kopuş’ söz konusudur. Çünkü 1924 Anayasası’yla ortaya çıkan bu yeni durum,
adeta 1876 Kanun-i Esâsîsin’e yeniden bir geri dönüş anlamına gelmektedir. Zira
geçmişte padişaha atfen tanımlanan ‘sorumsuz ama güçlü liderlik’ pozisyonu
yeniden ve fakat Cumhurbaşkanına atfen kurgulanmış, oluşturulan hükümet yapısı
ve parlamento ise tamamen onun inisiyatifine bırakılmıştır. Bu durum, günümüze dek
sirayet eden önemli bir kırılma noktasını yansıtmaktadır. Söz konusu kırılma
noktası, klasik parlamenter hükümet modellerinde siyaset dışında kalması
hasebiyle, partiler-üstü bir pozisyonda olmayı başaran monarşinin temsilcisi
padişahın yerine, siyasî kişiliğiyle ve taraf olmasıyla tebarüz etmiş güçlü bir
siyasî figürün yerleştirilmesine ilişkindir. Hükümet sistemi tercihimize
yönelik bugün de devam eden tartışmaların ana kaynaklarından biri bu noktadır.
Çünkü böylece, parlamenter sistemlerde güncel politik tartışmaların dışında
kalabildiği için kendisine ihtiyaç duyulan sorumsuz kanat yerine, tam tersine
bir siyasî partinin genel başkanı ve güncel politik tartışmaların ana figürü
olan bir kurum oluşturulmuştur.
Cumhuriyet Döneminde
Hükümet Sistemi Tartışmaları
Atatürk (1923-1938), İnönü (1938-1950) ve
Celal Bayar’ın (1950-1960) Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemlerden 1961
Anayasası’na dek uzanan süreç boyunca, hükümet sisteminin bu kendine özgü
yapılanmasından kaynaklanan kaotik görünüm devam etmiştir. Söz konusu
yapılanma, teorik olarak parlamenter cumhuriyeti andırsa da, hem görev
tanımları itibariyle hem de Cumhurbaşkanının siyasî parti bağlantısı nedeniyle
tartışılmıştır.
Cumhurbaşkanı ile parti liderliğinin
birbirinden ayrılması tartışması tek parti dönemi boyunca sürekli bir biçimde
devam etmiştir. Bu tartışmalar, ilk olarak TCF ile Atatürk arasında, ardından
SCF ile CHP eliti arasında sürmüştür. Örneğin 1930 yılında İstanbul Darülfünun
Edebiyat Fakültesi Müderrisi ve SCF İstanbul il Başkanı olan İsmail
Hakkı Baltacıoğlu ‘Taptığımız Mustafa Kemal’ adlı bir
makale yayınlamış ve Fırka Reisliği ile cumhurbaşkanlığının birbirinden
ayrılması gerektiğini ifade ettikten sonra, Atatürk’ün tarafsızlığı için CHF
Reisliği’nden ayrılmasını istemiştir. (Yarın Gazetesi, 12.10.1930) Tahmin
edileceği üzere, Baltacıoğlu’na CHF’den çok sert yanıt verilmiş, bu
eleştirileri yapanların ‘dalalet’ içinde olduğu ve gerçek niyetlerini
gizledikleri vurgulanarak teklif eleştirilmiştir. (Hâkimiyet-i Milliye,
18.10.1930) Çok partili hayata geçişten sonra da bu yöndeki tartışmalar
sürmüştür. 1947 yılında toplanan Demokrat Parti’nin Birinci Büyük
Kongresi’nde kabul edilen Ana Davalar Komisyonu Raporu’nda ‘Devlet
Reisliği ile fiilî parti reisliğinin bir zât uhdesinde birleşmemesi usûlünün
kabulü ve tatbikata geçirilmesi’ ilkesinin kabul edilmiş olması bu
tartışmanın devam ettiğinin bir göstergesidir. Nitekim 1950 seçimlerinin
kazanılmasından sonra Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar parti genel başkanlığından
istifa etmiştir.
İlginçtir, CHP iktidarda bulunduğu
yıllarda gündeme taşımadığı Cumhurbaşkanının tarafsızlığı ilkesini, DP
iktidarında ana tartışma konularından birisi haline getirmiştir. 12 Ocak 1959
yılında toplanan 14. Kurultay’da CHP ilk kez hukuk devleti kavramından
bahsetmiş ve ilave olarak Cumhurbaşkanının partisiz olmasını ve tarafsızlığını
gündeme getirmiştir.” S.109
“1924 Anayasası yürürlükte olduğu sürece
dönemin nevi şahsına münhasır şartları gereği cumhurbaşkanının görevleri
tartışıl(a)mamıştır. Ancak duyulan rahatsızlıklar çok ciddi olsa gerek ki, 1961
Anayasası’nı yazan ekibin üzerinde en çok titrediği husus cumhurbaşkanının
konumu ve yetkileri olmuştur. Daha açık söylemek gerekirse, cumhurbaşkanı
kendilerinden olduğu ve kendi içlerinden çıktığı sürece, bu makama atfedilen konum
ve yetkileri tartışma konusu bile yapmayan siyasal elitler, demokratik
seçimlerle işbaşına gelen ve çevreyi temsil eden Demokrat Parti iktidarınca
seçilen cumhurbaşkanının yetkilerini tartışma konusu yapmış ve sınırlandırmayı
tercih etmiştir. Buradaki yargıya kuşkuyla bakanların 1959 Kurultayı’nı
incelemeleri yerinde olacaktır. Zira 1959 Kurultayı’na kadar hiçbir CHP
kurultayında cumhurbaşkanının görev, yetki ve sorumlulukları tartışılmamışken,
söz konusu kurultayda cumhurbaşkanının sembolik yetkili, tarafsız ve partiler
üstü olması gerektiği, bunun anayasada yer almasının elzem olduğu önerilmiştir.
Tahmin edilebileceği üzere, ‘bağımsız ve tarafsız’ anayasa
hazırlayıcı komisyon CHP’nin bu önerilerini behemehâl anayasa hükmü haline
getirmiştir.” S.128
“Halen kullanmakta olduğumuz 1982
Anayasası’nın yürürlüğe girdiği andan itibaren siyasal açıdan en problemli
alanlarından biri, yürütme erkinin dizaynı ve bu dizayn çerçevesinde şekillenen
yasama-yürütme ilişkilerinin seyri olmuştur. Esasında kökleri 1961 Anayasası’na
kadar uzanan ve dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde örneği bulunmayan bu
dizayn, demokratik işlevselliği haiz bir hükümet sisteminin
oluşturulamamasından siyaset kurumunun vesayetçi bir anlayışa mahkum edilmesine
dek uzanan birçok sorunun temel kaynağını teşkil etmektedir.
Her iki anayasa arasındaki vesayetçi
sürekliliğin en somut ve en sorunlu göstergelerinden biri, şüphesiz ki yürütme
gücünün dizayn edilme biçimidir. Bu yönüyle bakıldığında, yürütme gücünün
dizaynına ilişkin olarak 1961 Anayasası’nın getirdiği modelin, 1982 Anayasası
ile daha da çetrefilli bir içerik kazandığı görülmektedir. Zira bu
anayasa aracılığıyla, seçimle şekillenen ve milletin temsilcisi konumunda
bulunan parlamentonun ve başbakanın gücü bölünüp, ilave düzenlemelerle vesayete
farklı bir boyut katılmıştır. Oluşturulan yapı dünyadaki demokratik
hukuk devleti hükümet sistemi örnekleriyle hiçbir ilgisi olmadığı gibi,
Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunların da başlıca nedenlerinden birini teşkil
ettiği söylenebilir.” S.162
“Daha açık bir şekilde ifade etmek
gerekirse, seçim sonuçları ne olursa olsun kimin başbakan olacağına siyasi
sorumluluğu olmayan cumhurbaşkanı karar vermekte, yürütmenin sorumlu kanadı,
yani hesap vermesi gereken hükümet ve onun başındaki başbakan, birlikte çalışacağı
bakanları dahi özgürce seçememektedir. Bunun da ötesinde, başbakan birlikte
çalışacağı hiçbir üst düzey çalışma arkadaşını doğrudan kendisi
belirleyememekte, hiç kimseye hesap verme yükümlülüğü olmayan cumhurbaşkanının
müdahalesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Karşımızdaki tabloyu şu şekilde
özetlemek mümkündür: Hiç kimseye hesap vermeyen, ama her şeye müdahale
eden bir cumhurbaşkanı; yaptığı her işin hesabını vermek durumunda olan, ama
maalesef hiçbir şeyi tek başına yapamayan bir başbakan.” S.168
“Bunun en bariz örneği bu dönemde
cumhurbaşkanlarının meclise iade ettiği yasalara ilişkin rakamlardır. 1961
Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde cumhurbaşkanlığı makamınca toplam 32
adet kanun metni TBMM’ye iade edilmişken, 1982-2007 arasında 131 adet (7.
Cumhurbaşkanı Kenan Evren 26, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 18, 9. Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel 14 ve 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 73 adet olmak
üzere) kanun metni TBMM’ye iade edilmiştir.” S.174
1982 Anayasasının En
Büyük Yalanı: Partiler Üstü ve Tarafsız Cumhurbaşkanı
“1982 Anayasası 12 Eylül öncesi yaşanan
hükümet bunalımlarını gerekçe göstererek (darbenin liderinin Cumhurbaşkanı
olacağından emin) Cumhurbaşkanı üzerine odaklanan bir yapı tasarlamıştır. Hem
Batılı ülkelerin bir an önce demokratik siyasal yaşamın başlaması yönündeki
telkinlerini gidermek, hem de bu yapı içinde halkın seçtiği siyasal iktidarı
mümkün olduğunca pasif bir pozisyonda tutmak üzere ikili bir kompozisyon
oluşturulmuştur. Çizilen Cumhurbaşkanı modeli, hem yürütmenin başıdır hem
yasama sürecini dilediği gibi yönlendirebilmektedir. Tamamını
Cumhurbaşkanının atadığı başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargı
organları da siyasal iktidarı her açıdan kontrol altında tutabilecektir. Buna
Cumhurbaşkanının herhangi bir milletvekiline hükümeti kurma görevi verebilmesi,
manipüle edilme oldukça kolay bazı durumların gerçekleşmesi halinde
parlamentoyu feshetmesi ve demokratik ülkelerde halka karşı sorumlu olan
siyasal iktidarın ataması gereken üst düzey bürokratların tamamının atanması
sürecini doğrudan yönetmesi gibi olağandışı yetkileri de eklemek gerek.
Böylece yapılmak istenen, bir yandan Batı’ya ve kendi vatandaşlarımıza
demokrasiye geçtik mesajı vermek, diğer yandan da nasıl çıkacağı tahmin
edilemeyen seçim sonuçlarına rağmen durumu kontrol altında tutabilmektir. Hükümet
sistemi tercihindeki tutarsızlık ve ikircikli yapının temel nedeni bu
korkudur.” S.179
3.BÖLÜM
YARGI
Anayasal Geleneğimizde
Hükümet Sistemi Tercihleri
“1924 Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu’nun
hükümet sistemi tercihi açısından çok fazla söylenecek bir şey yoktur. Çünkü
şeklen parlamenter sistem yönünde bir tercihte bulunduğu söylenebilse de, biraz
ayrıntılı bir inceleme ile yasama ve yürütmeyi TBMM’ye has bir görev olarak
tanımlaması nedeniyle meclis hükümeti sisteminin devam ettiği de ileri
sürülebilir. Fakat siyasal yapı ile birlikte değerlendirildiğinde, hükümet
sistemi adının çok önemli olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Hem yasamanın ve
hem de yürütmenin TBMM bünyesinde toplandığı bir realitedir. Ancak, hem TBMM’yi
ve hem de yürütmeyi (Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu) tek bir parti yani
Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve dolayısıyla da bu partinin genel başkanının
elinde bulundurduğu da bir vakıadır. Yani 1924 Teşkilat-ı Esâsiye
Kanunu açıkça bir tek adam rejimi yaratmıştır.
1961 Anayasası teorik düzeyde bir
parlamenter sistemi ön plâna çıkarmıştır. Ancak beraberinde getirdiği vesayetçi
kurumlar (Cumhuriyet Senatosu, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu, HSYK
vb) nedeniyle sağlıklı bir parlamenter rejimin kurumsallaştırıldığı asla
söylenemez.
1982 Anayasasının bu açıdan getirdiği yapı
tam anlamıyla bir felakettir. Hem 1961 Anayasasındaki vesayetçi kurumların
birçoğu yeni anayasada devam etmiştir ve hem de yürütmenin sorumsuz kanadı
olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamı olağanüstü yetkilerle donatılarak adeta
parlamenter sistemin ruhu ile oynanmıştır.” S.186
“Türkiye’de bugün içinde yaşadığımız
kaotik iktidar örgütlenmesinin temelleri 1961 Anayasası ile atılmıştır. 27
Mayıs darbesinin ürünü olan mezkûr anayasanın kurguladığı vesayet yapısının en
önemli sacayaklarından birisidir yargı bürokrasisi. 1946 seçimleri sonrasında
bir CHP yöneticisinin ‘Seçimler istediğimiz gibi sonuçlanmayınca,
halkın iradesinin tecelli etmediğine karar verdik’ veciz cümlesinde
özetlediği türden kazaların yeniden yaşanmaması için gerekli tedbirleri alan 27
Mayıs iradesinin yeni anayasaya koydukları emniyet sübaplarından bir tanesidir
yargı bürokrasisine atfettikleri güç. Bu gücün en belirgin göstergesi
egemenliğin kullanımına ilişkin anayasal ifadedir. 1924 Teşkilat-ı Esasiye
Kanunu’nun 4. Maddesinde ‘Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet
Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır’ biçimindeki
ifade, 1961 Anayasasında şu hale getirilmiştir: ‘Egemenlik kayıtsız
şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara
göre, yetkili organlar eliyle kullanır.’ Yani açıkça milletin
egemenliği kullanma iradesi konusunda TBMM’ye yeni ortaklar getirilmiştir.
‘Yetkili Organlar’dan birisi ise anayasanın 7. Maddesinde tanımlanan yargı
kurumudur: ‘Madde 7- Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız
mahkemelerce kullanılır.’ Açık bir biçimde 1961 Anayasası’nı yapan
irade yargı kurumunu, yani seçimle göreve gelmiş ve halka hesap veren hiçbir
yönü bulunmayan bir kurumu millet iradesini kullanan bir unsur olarak
tanımlamıştır. Vesayetin bundan daha net bir açıklaması olabilir
mi bilmiyorum.
Anayasadaki bu kayırmanın ve aşırı güç
atfetmenin karşılığında yargı bürokrasisi de diyet borcunu ödemiştir kuşkusuz.
Darbeci iradelerin emir ve görüşleri doğrultusunda çalışan yargı bürokrasisi bu
yoğun çabalarının karşılığını egemenliğin kullanıcılarından olma biçiminde
ödüllendirilerek almışlardır.” S.208
Türk Siyaset ve Hukuk
Geleneğinde Yargı Her Zaman Siyaseti Belirleyici Bir Güç Olmuştur
“Kurtuluş Savaşı’nın hemen başında 11
Eylül 1920 tarihli Firariler Hakkında Kanun çerçevesinde oluşturulan, 31 Temmuz
1922 tarihli İstiklal Mehakimi Kanunu ile yeniden örgütlenen ve fiilen 1927’ye
yasal olarak da 1949’a kadar varlığını sürdüren İstiklal Mahkemelerinin
siyasete müdahale etmediğini ve siyaset yapmadığını kim iddia edebilir?
Açıkçası Türkiye’de yargının siyasetle
ilişkisi sürekli var olmuştur. Yargı sürekli siyasal iktidar ile iç içe olmuş,
siyasal kararların altına imza atmış ve kendisini siyaseti belirleme
pozisyonunda görmüştür. Bunun en bariz örneği 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ve
bu süreçte hukukçuların ve yargı bürokratlarının tavrıdır. Bilhassa darbe
öncesinde hukuk fakülteleri siyasî iktidara karşı muhalefetin merkezi biçiminde
konumlanmış durumdadır. O kadar ki gazeteci ve muhabirlerin hukuk
fakültelerindeki profösörlerin derslerine girip hükümet politikalarına yönelik
eleştirilerini dinleyip, buradan elde ettikleri yorumları gazetelerinin
manşetlerine taşıdıklarını döneme ilişkin hatıratlarda görmek
mümkündür. Darbe sonrası başta anayasa olmak üzere yoğun bir mevzuat yenileme
sürecinin başlamış olması da bunun önemli bir kanıtıdır. Hukuk fakültelerinin
bu yoğun muhalefetinin sadece Demokrat Parti iktidarına yönelik olduğunu
hatırlatmaya gerek yok sanırım. Çünkü aynı hukuk profesörlerinin birçoğunun
1961 Anayasası’nı hazırlayacak komisyonda yer almak için yarıştığı, MBK’ne
şirin gözükecek öneriler hazırladığı da bilinir. Nail Kubalı’nın Orgeneral
Cemal Gürsel ve MBK üyeleri için ‘vatansever, idealist, liberal ve
memlekete gerçek demokrasi ve hukuk nizamı kurabilecek azimde insanlar. Onlarla
tanışmaktan iftihar duyduk’ ’ifadelerini kullandığı da malumdur.
Benzer bir biçimde ibret-i âlem mesabesindeki bir diğer ‘siyaset dışı’ kalma
örneğini ise ihtilal olduğunda Yargıtay üyesi olan Amil Artus’un Milliyet
Gazetesi arşivinde yer alan 1987 yılı nüshalarından izlenebilir. Cemal
Paşa’ya ‘Emredersiniz Paşam’ cümleleri ile hitap eden Artus’un
şu cümlelerine dikkat çekmek istiyorum:
‘Ertesi gün birkaç arkadaş Paşa’nın
odasında toplandık. Durumu tekrar görüştük. Öğleye doğru benim Adalet
Bakanlığı’na asalaten, Devlet Bakanlığı’na da vekâleten atandığıma ilişkin
yazıyı tebliğ ettiler. Paşa’ya veda ederken bana aynen: ‘İlk aşamada senden üç
şey istiyorum Birincisi Demokrat Parti’yi kapattıracaksın. İkincisi, adi suçlar
için bir af kanunu çıkartacaksın. Üçüncüsü, Yassıada duruşmalarını bir an evvel
başlatacaksın.’
Amil Artus aynı zamanda 28 Mayıs sabahı
Ankara’ya çağrılan hukukçularla birlikte ‘ihtilale meşruluk!’ sağlayacak
bildirinin hazırlayıcıları arasında yer almıştır. Bu ekipte yer alan
hukukçulardan Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ın 27 Mayıs darbesini ‘meşru
bir hakkın kullanılması’ olarak tanımladığı, aynı ekipteki
hukukçulardan Prof. Nail Kubalı’nın darbecilere ‘anayasa da dâhil olmak
üzere’ tüm mevzuatta istedikleri değişiklikleri yapabileceklerine
ilişkin fetva verdiğini hiç unutmamak gerek. Peki, aynı dönemde ceza hukuku
ordinaryüsü Sulhi Dönmezer’in ceza hukukunun en temel hükümlerinden birisi olan
işlendiği dönemde suç olarak tanımlanmayan bir eylemin, daha sonra çıkartılan
kanunlar neticesinde cezalandırılmaması gerektiğine ilişkin ilkeyi bilmediğini
mi düşünmeliyiz. Hatırlanacağı üzere Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, ihtilal
sonrasında ihtilalcilerin talepleri doğrultusunda ‘ceza kanunlarının
sanık aleyhine nasıl geriye doğru yürütülebileceğine’ ilişkin meşhur
fetvasını vermişti. Dönmezer’in kararının hukukî bir karar/mütalaa olduğunu kim
iddia edebilir? Maalesef tüm bu hukukçular 27 Mayıs darbesinden önce ‘siyasal
iktidarın yargıdan ve hukuktan el çekmesi gerektiğini, siyasetin yargıyı
kuşattığını’ iddia ediyorlardı. Eğer tarih tekerrür eden bir olaylar
zinciri ise bugün aynı ifadeleri zikreden hukukçuların yarın nasıl
davranacaklarını tahmin etmek hiç de güç olmasa gerek.
Darbe sonrasında Yassıada Mahkemeleri’nin
oluşumu ve bu mahkemelerin verdiği kararların siyasete müdahale olmadığını
hangi vicdan sahibi iddia edebilir. Burada görev yapan ve sanıklara olmadık
hakaretlerde bulunan, onlara sürekli ‘düşükler’ diye hitap
eden yargı bürokratlarının siyasî karar vermediklerini kim iddia edebilir?
Daha kurulur kurulmaz ilk verdiği
kararlardan birisinin Cumhuriyet Halk Partisi’nin çıkarlarını korumak olan
Anayasa Mahkemesi’nin dünden bugüne verdiği kararlarda siyasetin alanına
müdahale etmediğini ve siyaset yapmadığını kim iddia edebilir? Anayasa
Mahkemesi’nin kurulduğu günden itibaren bir yargı organından çok, kendisini
siyasetin ve siyasetçilerin üstünde tanımlayan bir konumda olmadığını, siyaseti
yönlendirmek istediğini ve açıkça siyaset yaptığını kim inkâr edebilir? Veya
Adalet ve Kalkınma Partisi için açılan kapatma davasını açan Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısının kullandığı, Anayasa Mahkemesi’nin de gerekçeli
kararında yer verdiği ‘Türkiye’deki laiklik uygulamasının kimi Batı
ülkelerindeki laiklik uygulamalarından farklı olması gerektiği, İslam dini ile
Hıristiyanlık dini arasında benzerlik olmadığından hareketle Türkiye’de
Avrupa’daki gibi muhafazakâr partilerin kurulamayacağı, din ve vicdan
özgürlüğünün kullanılmasına ilişkin olarak sınırsız bir din hürriyeti ve
bağımsız bir dinî örgütlenme anlayışının ülkemiz için tehlikeli olacağı’ gibi
ifadelerin Türkiye’de siyasal alanı belirleme iddiasında olmadığını kim ileri
sürebilir?
Maalesef Türkiye’de yargı kendisini
sürekli siyasetin üstünde görüp, siyaseti kendisine bağlı bir kamu kurumu
olarak görmekte ve siyasetin diğer tüm bürokratlar gibi yargı bürokratları üzerinde
etkin olabileceğini kabullenememektedir. Yargı
kendisini siyasetin önünü tıkamakla görevli bir kurum olarak görmeye devam
etmektedir. Hatta kendi sınıfsal çıkarlarının gerektirdiği biçimde siyaset
yapmakta, bunun dışındaki siyaset tarzı ve siyasetçilerini de sürekli kendi
çizdiği sınırlar içinde kalmaya zorlamaktadır.” S.218-221
“1961 Anayasası Türk siyasal hayatı için
önemli bir turnosol kâğıdı işlevi görmüştür. Darbe yapan silahlı bürokratların
kendilerine en yakın olarak kimi hissettiklerini anlamak için 1961 Anayasası’na
bakmak yeterlidir. Darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi’nin hazırlattığı Anayasa
metninde halkın temsilcilerinin nasıl karar mekanizmalarından dışlanacağı ve
demokratik sürecin işleyişine nasıl vesayet uygulanacağına ilişkin önemli
ipuçları söz konusudur. Bu anayasada üç aşamalı bir vesayet mekanizması
getirilmiştir.
Bunlardan bir tanesi, halkın temsilci
seçebildiği yegâne organ olan TBMM’nin etkinliğini ortadan kaldırmaktır. Demokratik
seçimlerden vazgeçmek göze alınamayacağına göre atılabilecek ilk adım, halkın
temsilcilerinin egemenliğin yegâne kullanıcısı olma misyonunun elinden
alınmasıdır. TBMM’nin etkinliği ve oluşumu ile ilgili atılan ikinci
önemli adım, TBMM’nin iki kanatlı hale getirilmesidir. Meclisin bir
kanadını oluşturan ve tamamı halk tarafından seçilen temsilcileri gerektiğinde
dizginleyecek bir mekanizma olarak Cumhuriyet Senatosu oluşturulmuştur. Bu
Senato, Millet Meclisi’ne oranla daha ‘seçkin’ bir zümre
olarak tasarlanmıştır. Mesela tamamının yükseköğrenim yapmış ve kırk yaşını
tamamlamış kişilerden oluşması prensibi getirilmiştir. Ayrıca seçilmişleri
dengelemek üzere atanmış üyelere de yer verilmiştir. İhtilali yapan Milli
Birlik Komitesi üyeleri Cumhuriyet Senatosu’nun ömür boyu çalışacak doğal
üyeleri olarak kabul edilmiş, Cumhurbaşkanına onbeş Senatör atama hakkı
tanınmıştır. Tedbir açıkça seçilmişlerin etkisini dizginlemek ve dengelemek
amacına yöneliktir.
1961 Anayasasında seçilmişlerin
üstünlüğünü denetlemek amacıyla alınan vesayetçi tedbirlerden İkincisi ise, alınan
bütün tedbirlere rağmen yasama organından geçen kararları denetlemek üzere,
oluşturulan Anayasa Mahkemesidir. Anayasa Mahkemesi kurulduğu günden
itibaren, Batı demokrasilerindeki temel hak ve hürriyetlerin güvencesi olma
misyonu ile hiç ilgisi olmayan bir biçimde, yasama organı üzerinde bir
denetleme ve vesayet aracı olarak çalışmıştır.
1961 Anayasasının vesayet anlamında
getirdiği bir başka kurum ise, yürütmenin yetkili ve sorumlu kanadını, yani
Bakanlar Kurulunu etkilemek ve kontrol altında tutmak için icad edilen Milli
Güvenlik Kuruludur. Yine hatırlanacağı üzere, 15 Ekim 1961 seçimlerinde DP
geleneğini temsil eden üç siyasî partinin (AP, YTP ve CKMP) toplamda % 60 (AP:
% 34, YTP: % 13 ve CKMP: % 13) oy alarak 450 kişilik Millet Meclisinde 277
üyelik almasına rağmen koalisyon hükümeti kurmalarına izin verilmemiş; yine bu partilerin
Ali Fuat Başgil’i Cumhurbaşkanı seçme yönündeki çabaları da bu vesayetçi
kurumlar tarafından engellenmiştir.
Aynı vesayetçi gelenek maalesef 12 Mart
1971 muhtırası sonrasında yapılan anayasa değişiklikleri ile etkisini artırmış,
1982 Anayasası ile doruk noktasına ulaşmıştır. Bugün tartıştığımız sorunların
temelinde, halka güvenmeyen bu vesayetçi algının anayasa geleneğimize
ve hukuk sistemimize yerleşmiş olmasının katkısı büyüktür.” (S. 222-224)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 308 / Temmuz 2016
_____________________
*- 1970 yılında Erzurum (Tortum) da doğdu.
İlk ve orta öğrenimini Rize’de tamamladı.
Lisans öğrenimini 1989-1994 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünde aldı. Mesleki kariyerine 1994
yılında Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu
Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı’nda araştırma
görevlisi olarak başladı.
Siyaset ve Sosyal Bilimler Alanında 1997
yılında yüksek lisans ve 2002 yılında doktorasını tamamladı ve Gaziosmanpaşa
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’ne
öğretim üyesi olarak atandı. Aynı Fakültede 2007 yılına kadar Yardımcı Doçent
olarak, 2007-2010 yılları arasında ise Doçent olarak çalıştı. Bu süre içinde
Bölüm Başkanlığı, Dekan Yardımcılığı, Dekan Vekilliği, Üniversite Senato
üyeliği, Fakülte ve Enstitü Yönetim Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
2010 yılında Polis Akademisi Başkanlığı
Güvenlik Bilimleri Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak
çalışmaya başladı. Aynı yıl Polis Akademisi Başkanlığı Güvenlik Bilimleri
Enstitüsü Müdür yardımcılığı görevine atandı.
2011 yılında Gençlik ve Spor Bakanlığına
Bakan Yardımcısı olarak atandı. Ardından 28 Mayıs 2013 tarihinde Milli Eğitim
Bakanlığı Müsteşarlığı görevine atandı.
Doç. Dr. Yusuf TEKİN üniversitelerde ve
sivil toplum kuruluşlarında 19. Yüzyıl Osmanlı modernleşmesi, Türk siyasal
hayatı, Türk demokrasi tarihi, seçim sistemleri, anayasalar, insan hakları
alanlarında dersler ve konferanslar verdi. Bu konularda yayınlanmış kitapları
ve makaleleri bulunmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin demokratikleşme sürecine katkı
sağlamayı hedefleyen bir düşünce kuruluşu olan Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde
Başkan Yardımcılığı ve Demokratikleşme Programı Koordinatörlüğü görevlerini
yürütmüş, bu kapsamda “İnsan Onuruna Dayanan Vesayetsiz Bir Türkiye İçin Yeni
Bir Anayasa”, “Kürt Sorununun Çözümünde Aktörlere Öneriler” gibi raporların
hazırlanmasına katkı sağladı.
Akademik hayatı boyunca çalıştığı üniversitelerde
gençliğin sorunları ve gençlik politikaları üzerine seminerler verdi,
danışmanlıklar yaptı ve akademik projeler yürüttü. Çok sayıda sivil toplum
örgütü bünyesinde bu tür çalışmalara katıldı.
Doç. Dr. Yusuf TEKİN halen Milli Eğitim
Bakanlığı Müsteşarlığı görevine devam etmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.
İyi derecede İngilizce bilmektedir.