Bu sayımızda tanıtacağımız kitap; Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma’nın ‘Haçlı Seferleri’ isimli eseridir. Giriş bölümünde ‘Onbirinci Yüzyılın Hıristiyan dünyası nasıl Müslümanların düşmanı ise, bugünkü Hıristiyan dünyası da hâlâ Müslümanların düşmanıdır. Nitekim günümüzde bile birçok Müslüman coğrafyası, Batılı güçlerin işgali altındadır. Unutulmamalıdır ki bizzat Amerika’nın eski başkanlarından G. Bush, Irak’a karşı giriştiği işgal hareketi için, ‘bu bir Haçlı seferidir!’ demişti. Dolayısıyla Haçlı şövalyesi Godefroy de Bouillon’un zihniyeti ne idiyse, bir dönemler ABD başkanlığı yapan Bush’un veya Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin de zihniyetleri aynıdır” (sh:14) diyerek, geçmişin geçmişte kalmadığını ifade etmiştir. Birinci Haçlı Seferi sırasında Şii-Fatimi Devleti’nin müslümanlara nasıl ihanet ettiğini izah eden müellif, ibret almamız gereken birçok inceliğe işaret etmiştir.
Haçlı Seferleri
|
“11.yüzyılın Hıristiyan dünyası nasıl
Müslümanların düşmanı ise, bugünkü Hıristiyan dünyası da hâlâ Müslümanların
düşmanıdır. Nitekim günümüzde bile birçok Müslüman coğrafyası, Batılı güçlerin
işgali altındadır. Unutulmamalıdır ki bizzat Amerika’nın eski başkanlarından G.
Bush, Irak’a karşı giriştiği işgal hareketi için, ‘bu bir Haçlı seferidir!’ demişti.
Dolayısıyla Haçlı şövalyesi Godefroy de Bouillon’un zihniyeti ne idiyse, bir
dönemler ABD başkanlığı yapan Bush’un veya Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin de
zihniyetleri aynıdır.” (S.14)
“Haçlı hareketinin zahiri sebebi dini
görünüyorsa da olaylar araştırıldığında görülüyor ki bu seferlerin esas gayesi
maddi yani o dönemdeki Batı Avrupa devletlerinin maddi çıkarlarıdır. Nitekim
Haçlı Seferlerini başlatan Papa II. Urbain, içindeki kin ve nefretle, İsâ’dan
uzak, dehşet saçan bir konuşma ile bu hareketi başlatmıştır. Mamafih bu maddi
çıkar düşüncesinin yanında, Müslüman Selçuklu devletinin giderek Anadolu’ya
sahip olması ve merkezi İstanbul’da bulunan Bizans Devleti’nin bundan endişe
duyarak, zaman zaman bu endişesini Batı Avrupa Hıristiyanları olan Katoliklere
bildirmesi de denilebilir.” (S.17)
“Hemen bütün dinlerde O dinler için kutsal
sayılan yerleri ziyaret etme olgusu vardır. İlk dönemlerden günümüze kadar bu
‘dini seyahat’ vakıası devam edegelmiştir. Bu din seyahatlerini ifade etmek
için Müslümanlar Arapça bir kelime olan Hacc kavramını kullanırlar. Hal böyle
olunca da diğer dinlerdeki din seyahatlerini de bu kelime ile ifade ediyoruz.”
(S.24)
“Haçlı seferlerini başlatan papaz ve
şövalyeler, dindar Hıristiyanların Hac duygularını sömürerek kolayca ordularına
katabilmişlerdir. Onlara, ‘bakın, bu sizin için bir fırsattır; Haçlı askerleri
de sizi koruyacak!’ denilmiş, binlerce Hıristiyan köylü ve şehirli bu şekilde
Haçlı ordulanna katılmışlardı. Fakat bu Haçlı seferine katılanların çoğu köylü
olduğundan, bu Haçlılara, ‘Köylü Haçlılar’ adı verildi. Fakat bilahare ‘hac
yapmak üzere’ yola çıkmış olan bu köylüler, ellerine silah alan savaşçılara
döndü. ‘Ruhani hacılar’, ‘silahlı hacılar’a dönüştürülmüştü. Hristiyan Hacılara
şu parola verilmişti: Haç! Kan! İsâ’nın mezarı! “ (S.25)
“Selçukluların bütün Anadolu’yu zapt
etmeleri ve İznik’e yerleşerek Bizans’ın merkezi Konstantiniyye’ye, yâni
İstanbul’a dayanmaları Hıristiyan Batı dünyasını, özellikle de Bizans’ı
endişeye düşürdü.
Nitekim Selçuklular, 1078 yılında
Üsküdar’a kadar varıp oraya karargâlılarını kurdular. Selçukluların Batı’ya
doğru ilerleyişleri, Bizans’ı endişelendirmişti. Bunun üzerine Bizans Tekfuru
Aleksi/I. Aleksios, Katolik olan Papa’dan kerhen yardım istedi. Bunu fırsat
bilen Papa, Bizanslıları kurtarmak amacı ile değil, fakat Batı Avrupa
dünyasında sadece terörle geçinen şövalyeleri, işsiz çapulcuları, topraksız
çiftçileri, Doğu’nun zengin kaynakları üzerine salmak ve o zenginlikleri Batı’ya
taşımak maksadıyla, Bizans İmparatorunun yardım talebini kabul etti. Gerçekten
de Avrupa’da aç kalmış insanlar, geçimleri zorlaşmış köylüler, işsizler,
aileleriyle birlikte Birinci Haçlı Seferi’nin ordularına iştirak etmişlerdir.”
(S.27)
Haçlı Bezi
“Haçlı Savaşları İsa’nın türbesi diye
inandıkları Saint-Sépulcre’in bulunduğu Kudüs’ü, Müslümanlardan temizlemek (!)
için başlattıklarını ilân eden Hıristiyanlar, o tarihten itibaren Kudüs’e her
gidişlerinde, üzerinde ‘haç’ simgesi bulunan bir kırmızı bezi göğüslerine,
dönüşlerinde de sırtlarına takarlardı. Ve bu hareketlerinden dolayı da onlara
‘Haçlılar’ denildi. Haçlılar, üzerlerine giydikleri ‘haçlı bez’in kutsiyetine
inandırılmış, bu ‘haçlı bezi’ni taşıyanların, Allah’ın koruması altında
olduğuna inandırılmışlardı. Haçlı bezini üzerine takan kimse, Saint-Seépulcre’i
görmeden, geri dönmeyeceğine dair söz veriyordu. Kilise ise, Müslümanlarla
savaşmak üzere Kudüs’e giden her Haçlı’ya, ‘bütün günâhlarının
affedileceğine dair garanti’ veriyordu. Fakat bunun yanında sırtına
Haç diktirdikten sonra, Haçlı ordusuna katılmayan olursa, bunlar dinden çıkmış
muamelesi görerek aforoz edileceklerdi.” (S.32)
Birinci Haçlı Seferi
“Haçlı ordusunun başına getirilen Puy
Papazı Adhémar de Monteil vaazlarına kapılıp gelen Hıristiyanların, çoğu cani,
eşkıya, ırz düşmanı kimselerdi. Haçlı ordusuna katılan Hıristiyanlar, kısa
zamanda aslî tabiatlarına dönerek birer cani, birer katil, birer hırsız, birer
yağmacı, birer eşkıya oluverdiler. Bu şekilde yola çıkan Haçlılar, Macaristan topraklannda,
kendileri gibi Hıristiyan olanlara ait Semlin’i, Bizans topraklarında da Niş
şebirlerini yağmalayıp harabeye çevirdiler.” (S.35)
Şiî Fâtımî Devletinin Tutumu
“Rivayetlere göre, Haçlıların, İslâm
dünyasına saldırmaya hazırlandığı sıralarda Mısır’da hâkim bulunan Şiî Fâtımî
Devleti, her gün biraz daha büyüyen ve Kudüs’ü Fâtımîlerden geri aldıktan
sonra, gittikçe Mısır’a yaklaşan Selçuklu Devleti’nden çekindikleri için
Hıristiyan Devletlerine elçiler göndererek onları Orta Doğu’ya davet ettiler.. Zaten
Fâtırnî Devleti, sürekli olarak Bizans’la temasta olup, bir bakıma onun
müttefiki idi.” (S.37)
“Haçlı ordusundan Gautier’nin komutasında
olan şövalyeler, belirtilmiş olan zamandan çok önce Belgrat’a varınca, oranın
valisi ve şehrin sakinleri olan Hıristiyanlar şaşırıp kaldılar. Henüz mahsuller
kaldırılmadığından, gelen işgal ordusuna verilecek fazla bir şey de yoktu.
Nitekim bunun üzerine Haçlılar, kendi dindaşları ve Bizans’a bağlı Macar,
Hırvat, Sırp, Boşnak ve Bulgarların mallarını, evlerini talan etmeye
başladılar. Haçlılar bu yağmalamalarında o kadar ileri gittiler ki, onların bu
taşkınlıkları, yerli Hıristiyanların ayaklanmalarına sebep oldu. Çıkan
savaşlarda, binlerce Hıristiyan katledildi ve gelen Haçlı ordusu bozguna
uğratılarak püskürtüldü. Bu şekilde zulmeden Haçlılar, Macarlar tarafından,
elbiseleri çıkartılarak cezalandırıldı; birçoğu da kiliselerin içinde diri diri
yakıldı. Komutanları Gautier ise canını zor kurtarıp Niş istikametinde kaçmaya
muvaffak oldu ve orada bulunan Bizans valisinin verdiği askerler refakatinde
İstanbul’a gitti.” (S.38)
“1096 yılının 6 Ağustosunda bütün Haçlı
orduları Boğazdan geçirilerek karşı yakaya yerleştirildi. Zira Bizans
İmparatoru çapulcu Haçlıların bir an önce İstanbul’u terk etmelerini istiyordu.
Yalova’dan İznik’e kadar olan arazilere yerleşen Haçlılar, kendi aralarında da
anlaşamıyorlardı.
Eylül ayı ortalarında, Selçukluların
merkezi sayılan İznik varoşlarına kadar sızan bin civarında Fransız Haçlıları,
Müslümanlara ait olan yerleri yağmalayıp, orada yaşayan Hıristiyan ahaliyi de
işkencelerle zalimce öldürdüler. Hatta bunların küçük çocukları
mızraklanmn ucunda ateşte kızarttıkları rivayet edildi.
Haçlı ordusu, 21 Ekim 1096 günü, Kılıç
Arslan’la yapmış oldukları Drakon Savaşı’nda büyük bir yenilgi ve hezimete
uğradı. Bu savaşa katılmış olan 25.000 Haçlı askerinden sadece 3.000 kadarı
İstanbul’a, yani Bizans’a kaçabildi.”(S.44)
“İznik için Haçlıların iştahlarını
kabartan ikinci husus, Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan’ın oradan uzaklarda,
Danişmendoğulları ile mücadelede bulunmasıydı. Bir başka husus da, Kılıç
Arslan’ın, bir an önce Kudüs’e varmak için acele eden ve İznik’e yaklaşan
Pierre l’Ermite’in ilk ordusunu yenip perişan etmesinden dolayı, Haçlıları
küçümsemesi ve onları fazla ciddiye almamasıydı. Yani Kılıç Arslan, ‘Haçlı
orduları’ denen güruhu, yendiği birkaç bin kişilik bir ordu gibi zannetmiş,
doğuda Danişmendoğullarına karşı sefere çıkmıştı ki bu hareket, bir komutanın
yapabileceği en büyük hataydı. Kılıç Arslan kendisinden o kadar emindi ki,
İznik’i bırakıp, Danişmedoğullarıyla mücadele için Malatya üzerine gittiğinde,
‘nasılsa geri döneceğim’ düşüncesiyle ailesini ve bütün hazinelerini İznik’te
bırakımıştı. Ama Kılıç Arslan yanıldı ve yanılgısının farkına vardığında artık
çok geç kalmıştı.” (S.46)
Avrupa Bayram Yapıyor
“Uzun zamandan beri Müslümanlara karşı
başarı sağlayamamış olan Avrupa’ya İznik’in Hıristiyanlar tarafından geri
alındığı haberi ulaşınca, bu sefer Haçlılara katılmamış olanlar da galeyana
geldiler ve bir an önce gelip Haçlı ordusuna yetişmeyi, onlarla Kudüs üzerine
gitmeyi planladılar.
Anadolu’nun ortalarına doğru çekilmiş olan
Kılıç Arslan ise, tekrar Müslümanları toplayıp devleti güçlendirmek için,
Konya’yı başkent yaptı.
Daha sonra 1 Temmuz 1097 günü, Eskişehir
(Dorylaion)’de haçlılarla yapılan savaşta yenik düşen Selçuklu ordusu,
arkasında binlerce şehid ve yaralı bırakıp, Orta Anadolu’ya doğru çekildi.”
(S.51)
Haçlıların Vahşeti
“Antakya kuşatması sırasında bir yandan
maddi sıkıntılar sürerken, diğer yandan da kendi aralarında ahlaksızlık,
cinayet ve hırsızlık alabildiğine çoğalmıştı. Sanki dinlerini unutmuş, paganlar
gibi hareket ediyorlardı. Öyle sarhoş oluyorlardı ki, kimin kime ne yaptığı
belli değildi. Bu ‘günâh kampanyası’na karşı, orduda bulunan dindarlar ne
yaptılarsa, mani olamadılar. Bu felakete karşı oruçlar tutuluyor, her tarafta
ilâhîler söyleniyordu. Fakat bir türlü insanların günah işlemelerine mani
olunamıyordu. Her türlü günahı işleyen Haçlı Hacıları, kendilerine mani olmak
isteyen din adamlarını alaya alıyor, hatta bazılarını dövüyorlardı. Özellikle
zina öyle yaygınlaşmıştı ki, Haçlı kadınlarını, Haçlı erkeklerden korumak için,
erkeklerden uzak bir yere kapattılar.
19. Yüzyıl Fransız tarihçilerinden
Michaud, kaleminin yazmaya bile çekindiği Haçlı mezalimini, bu seferlere
katılarak yaşananları günlükler halinde kaydetmiş olan Guillaume de Tyr’den
şöyle naklediyor: “Bohemond, yanlarında bulunan esir Türklerden birkaç tanesinin
kendisine getirilmesini emretti. Önce yüksek rütbeli subaylar
tarafından, yetişkin esirlerin kafaları kesildi; ardından büyük bir ateş
yakılarak, parçalar hâline getirilmiş bu cesetler, büyük kazanlarda kaynatıldı.
Esir çocuklar ise, kebap yapılacak şekilde, şişlere geçirildi ve ateşte
kızartıldı. Bundan sonra da, bulacakları bütün Türkleri bu şekilde yemelerini
emretti. Bohemond ’un hizmetçileri kendilerine verilen emri aksatmadan
yerine getirdiler.” S.63-65)
“Antakya’nın tamamen Haçlıların eline
geçmesinden sonra Hıristiyanlar şehirde bir tek Müslüman kalmayıncaya kadar
katliam yaptılar. Müteakip aylarda da Haçlı Seferlerinin hazırlayıcılarından
olan Le Puy Piskoposu Adhémar öldü ki, onun ölümü Haçlılar açısından oldukça
büyük bir kayıptı. Çünkü en zayıf oldukları dönemlerde, dinî vaazlarıyla
Haçlıları galeyana getiren oydu.
Ma’arratu’n-Nu’mân şehri Haçlıların eline
geçiyor
“Düşünceleri Bohemond’la aykın düşen
komutanlardan Raymond de Toulouse, askerleriyle beraber Ma’arratu’n-Nu’mân
şehri üzerine yürüdü. Şehirlerini kahramanca savunmalarına rağmen Müslümanlar,
Haçlılar karşısında başarıya ulaşamadılar ve Haçlılar üç gün boyunca
Müslümanlara katliam uyguladılar. Haçlılar, Ma’arra’da Müslümanların
yetişkinlerini büyük kazanlarda kaynattılar; çocuklarını da şişlere geçirip
ateşte kızarttıktan sonra parçaladılar.” (S.72)
Kudüs
‘Beytu’l-Makdis’, ya da Batı dillerinde
‘Jerusalem’ olarak bilinen Kudüs, sadece Orta Doğu’nun değil, bütün dünyanın en
eski şehirlerinden birisidir.
Hz. Muhammed (sas)’in İsrâ ve Mi’râc
hadisesinin, yani onun bir gecede Mekke’den Kudüs’e, oradan da
Sidretu’l-Muntehâ denen Yüce Makam’a yükselişinin bir bölümünün cereyan ettiği
Kudüs, Müslümanlar için olduğu gibi, Hıristiyan ve Yahudiler için de kutsal bir
mekândır. Nitekim Haçlıların saldırısı sırasında, şehirde Müslümanlar,
Hıristiyanlar, Yahudiler; hatta diğer din sâlikleri hürriyet içerisinde
dinlerini yaşıyor; Müslümanlardan hiç kimseye bir zarar gelmiyordu.” (S.77)
“Müslümanların ilk kıblesi olan ve içinde
Mescidu’l-Aksâ’nın bulunduğu Kudüs, Hz. Ömer (ra) zamanında fethedildi. Kudüs’ü
savaşmadan teslim alan Hz. Ömer, Davud (a.s)’un mihrabında namaz kıldı ve
yukarıdaki bölümlerde gördüğümüz gibi, ertesi gün Kutsal Kaya’yı ziyaret etti.
Bilâhare oradan getirttiği toprakla bir cami inşa ettirdi. Hıristiyanların,
Yahudilerden intikam maksadıyla çöplük (kumame) hâline getirdikleri Davud
mihrabını temizledi. Sadece Hz. Davud mihrabını değil, Hıristiyanların
Saint-Sépulcre dedikleri ve Hz. İsa’nın türbesinin yapıldığına inandıkları yeri
de onların istedikleri şekilde bırakdı. Böylece Kudüs’te, oranın fatihleri olan
Müslümanlar kadar, Yahudiler ve Hıristiyanlar da kendi dinlerini serbestçe
yaşayabilir hâle geldiler.” (S.78)
Kudüs Düşüyor
“Hicri 492. senenin 23 Şa’ban, Cuma günü
kuşluk vaktinde (14 Temmuz 1099) 331 Haçlılar Kudüs’ü ele geçirdiler. Kutsaldır
diye hac yapmaya gelmiş olan ‘Hıristiyan hacılar!’ Kudüs’ü kan gölüne
çevirdiler. Haçlılar çıldırmışlardı adeta. Oraya buraya kaçışan kadın ve
çocuklar, sığınacak bir yer bulamıyor, Haçlı caniler tarafından
katlediliyorlardı. Çaresiz Müslümanlar Ömer Camii’ne sığınmış, dua ediyorlardı.
Fakat camiyi basan Haçlılar, Allah’ın evinde bulunan binlerce Müslüman’ı,
çoluk-çocuk; genç-ihtiyar demeden katlettiler. Haçlı komutanı Tankred, Mescidu’l
Aksâ’nın kutsiyetine aldırmadan içeri girdi ve askerleriyle birlikte kutsal
mabedi yağmaladı. Câni Haçlılar, Müslüman şehidler üzerinden yürüyor, hiç
kimsenin sağ kalmamasına dikkat ediyorlardı. Günlerce aç kalmış sırtlanlar
gibi, Müslümanları parçalayıp duruyorlardı ‘Hıristiyan Hacılar’. Ve bu korkunç
katliam, aynı zamanda Tanrı olarak kabul ettikleri İsâ adına yapılıyordu.
Camiye akmış olan Müslüman kanı, Haçlıların dizlerine kadar çıkıyordu.
Müslümanlara işkence yapıp eğlenmek için, onları surların üzerine çıkarıyor
aşağıya atlamaya zorluyorlardı. Bu şekilde Kudüs surlarından aşağıya atılan
Müslümanlar can verirken, sadist ‘Hıristiyan Hacılar’ da ibadetlerini(!) yerine
getirmiş oluyorlardı! “Hıristiyan Hacılar”dan bir kısmı da Müslümanları yakarak
Hac ibadetlerini yerine getiriyorlardı. “Ne kadınların gözyaşları, ne küçük
çocukların ağlamaları ne de Allah’ın kutsadığı yerler, bu cellatları
durdurabildi.! Katliam o denli korkunçtu ki, şehrin her tarafı, mabetler,
evler, konaklar, bodrumlar, sokaklar, üst üste konmuş binlerce ceset yığınıyla
dolmuştu. Haçlı-Hıristiyan fanatizmi zirve yapmıştı! Çocuklarına, torunlarına
ve bugünkü nesillerine, asla unutulamayacak bir miras bırakmışlardı!
Haçlı Hıristiyanların Müslümanlara
Kudüs’te uyguladıkları bu katliam tam bir hafta sürdü. Adeta şehirde
kendilerinden başka canlı bırakmak istemiyorlardı.
Katliam öyle şiddetli oldu ki, siyasi
olmaması bir yana, insanlık dışı vahşice bir hâl aldı. Bu şekilde katliama tabi
tutulan Müslümanların sayısı 60.000’i, hatta bazı rivâyetlere göre 70.000’i
geçti. Kudüs, Müslümanların kesildiği bir mezbahaya dönüşmüştü. Haçlı
askerleri, iğrenç ihtiraslarına âlet etmek istedikleri genç kızlardan başka hiç
kimseyi hayatta bırakmadılar. Tıpkı bu olaydan asırlar sonrasında,
2003-2004 yıllarında, Amerikalı askerlerin Irak’ta/Felluce’de, Ebû Ğurayb’da
yaptıkları gibi. Her taraf Müslüman cesetleriyle doluydu ve onların
üzerinden yürünüyordu. Bu insan mezbahasının misli görülmemişti. Kudüs
sokakları, birer ‘kan deresi’ne dönüşmüştü. Haçlılar sadece Müslümanlara
katliam uygulamadılar; orada yaşayan Yahudileri de bir havraya toplayıp,
havrayı ateşe verdiler. Ardından da Hz. İbrahim (as)’in kabrini harabeye
çevirdiler. (S.82-86)
I. Baudouin’in Kudüs
Krallığı
Frankların bir türlü alamadıkları
Trablusşam, 1109 yılında, bütün Haçlı ordularının bir araya gelmesiyle
kuşatıldı ve Müslümanlardan alındı. Şehir alındıktan sonra büyük bir katliam
yapıldı ve Müslümanlara ait ne varsa ellerinden alındı. Haçlılar sadece
sömürmüyor, faydalı her şeyi yok ediyorlardı. Bu barbarlıklarından dolayıdır
ki, 12 Temmuz 1109’da Trablusşâm’ı aldıktan sonra, oranın en büyük kütüphanesi
olan Dâru’l-İlm’in, yüz bin ciltten fazla olan ilmi kitapları toplayıp
yaktılar.
Haçlıların İslâm dünyasına akınları devam
ediyor
Artık Haçlı Seferlerinin ardı kesilmeyecek
ve Müslüman dünyasına karşı birbiri ardına onlarca sefer düzenlenecektir.
Batı/Latin Avrupa Hıristiyanları yine,
‘Doğunun zenginlikleri’ ve Kudüs’ün Haçlılar tarafından alınışı hatırlatılarak,
ayrıca ‘din savaşı’ ve hayal edilemeyecek maceralarla savaşa teşvik
ediliyorlardı.” (S.95)
İkinci Haçlı Seferi
“Urfa’nın düşüşü haberi Batı ülkelerini
dehşete düşürdü. İlk Haçlı Seferinin yarattığı ilgi ve şevk zamanla sönüp
gitmiş bulunuyordu. Urfa’nın Müslümanlar tarafından geri alınması da bir bahane
oldu ve İkinci Haçlı Seferi başladı.
Bu Haçlı seferinin birinciden farkı şuydu:
Birinci Haçlı seferi, Batı Krallarının emrinde olan kontlarla, baronlarla
başlatılmış ve yürütülmüştü. Bu ikinci Haçlı seferini ise, bizzat Batı
devletlerinin başında bulunan Krallar yürütüyordu. Kralların bu Haçlı seferine
katılmaları, İngilizleri de heyecanlandırmış; onlar da deniz yoluyla Filistin’e
birkaç filo göndemişlerdi.
Birinci Haçlı seferinden tecrübe kazanmış
olan Selçuklular, yeni işgalcilere aman vermedi ve 26 Ekim 1147 günü
Eskişehir’de yapılan savaşta Alman Haçlı ordusu büyük bir bozguna uğradı. Öyle
ki Alman Haçlılar, bu yenilgiden sonra, yollarına devam edemediler ve geri
dönme kararı aldılar.” (S.101)
“Şam, yani Dımeşk, Müslümanlar açısından
olduğu kadar, yöreyi işgale gelmiş olan Haçlılar açısından da oldukça
önemliydi. Çünkü Kudüs’ü almış olan Haçlılar, her an için Müslümanların Şam’da
bir araya gelerek saldırabileceklerinden korkuyorlardı. Onun içindir ki Şam’ı
kuşattılar. Ne var ki Haçlılar umduklarını bulamadılar. Çünkü artık Müslümanlar,
Haçlıların ne denli tehlikeli olduklarını ve İslâm dünyası üzerindeki
emellerini öğrenmiş durumdaydılar. (S.102)
Nureddin Zengi haçlılar için büyük bir
korku kaynağı olmuştu. Nitekim korktukları da başlarına geldi ve 1149 yılı
Haziranında Antakya yakınlarında yapılan bir savaşta, Kral Raymond de
Poitiers’nin de aralarında bulunduğu birçok Haçlı kılıçtan geçirildi.
Bu şekilde yenilgi üzerine yenilgi alan
İkinci Haçlı Ordusu, perişan bir halde geri dönmeye karar verdi. Onları bu
şekilde bozguna uğratan Nureddin Zengi de, Haçlıların elinde bulunan birçok
yeri geri aldı. İkinci Haçlı Seferi, onlar açısından, kelimenin tam
anlamıyla bir yenilgi ve felaketti” (S.103)
Selahaddin-İ Eyyubî Mısır’a Vezir Oluyor
“564/1168 yılında Esedu’d-Din vefat
edince, Selahaddin onun yerine Halife’nin veziri oldu. Bazıları buna karşı
çıksa da büyük fakih İsâ el-Hekkârî, onu övüp meziyetlerini sayarak karşı
çıkanları ikna etti” (S.109)
“567/ 1171 senesinde, Nureddin,
Selahaddin’e bir mektup yazarak, bundan böyle hutbeyi Mısır’daki Alevi
halifenin değil, Bağdad’taki Abbasi Halifesi el-Mustadi bi Emri’llâh adına
okumasını emretti. İlk emirde bunu yapmaktan çekinen Selahaddin, nihâyetinde bu
emri yerine getirdi ve Mısır’da Alevi halifesi adına hutbe okunması son
bularak, Abbasi Halifesi adına okunmaya başlandı.” (S.112)
“Böylece iki asırdan beri devam eden ve
Mısır Müslümanlarını Suriye Müslümanlarından ayırarak, Haçlıların Kutsal
toprakları işgallerinde büyük bir katkıda bulunarak işlerini kolaylaştıran
Mısır’daki Şiî Fâtımî halifeliği yıkılmış oldu. Artık sadece bütün Suriye
Müslümanları birleştirilmiş değil, Mısır’da, bu şahsiyeti tartışılmaz enerjik
Atabek Nureddin’in emrine girmiş oldu. Franklara ait olan Suriye bölgesi de üç
taraftan sarılmıştı.” (S.113)
Zafer Yılı
“583/ 1187 yılının başında, Selahaddin
bütün İslâm ülkelerine çağrıda bulunarak onları cihada davet etti. Mısır’dan,
Amid’e/Diyarbakır’a; Şam’dan, Haleb’e; Musul’dan, Cezire’ye kadar, kısaca bütün
İslâm coğrafyasında yaşayan Müslümanlara haber göndererek, onları, Haçlılara
karşı savaşmaya çağırdı. Bu çağrıdan hemen sonra da Şam’dan Dımeşk’ten hareket
etti.” (S.118)
“Selahaddin’in orduları, iki buçuk ay
sonra, 583/1187 yılının Receb ayı ortalarında Kudüs surunun dibine kadar
yaklaştılar.
Kudüs’ü işgal etmiş olan Franklar, yani
Haçlılar sadece Müslümanlara soykırım uygulamakla kalmamış, aynı zamanda kendi
dindaşları olan Rum Ortodokslara da her türlü kötü muameleyi yapmışlardı. Onun
içindir ki, şehirde yaşayan Rum Ortodokslar, bir an önce Selahaddin’in Kudüs’ü
fethetmesini ve onları Haçlıların zulmünden kurtarmasını bekliyorlardı.”
(S.123)
Kudüs’ü fetheden Selahaddin Hıristiyanlara
öyle kibar davrandı ki, bazı Hıristiyanlar onun gizlice Hıristiyan
olabileceğini bile düşündüler. Onlar bilmiyorlardı ki bu büyük jest, Kudüs’ü
ilk fetheden Hz. Ömer tarafından da sergilenmiş, İslâm’ın emrettiği bir
hareketti.” (S.126)
Üçüncü Haçlı Seferi
“Kudüs’ün tekrar Müslümanların eline
geçmesi, âdeta Hıristiyan dünyasını yasa boğmuştu. Onlar, Kutsal Kudüs’ün bir
daha Müslümanların eline geçmeyeceğine inanıyorlardı. Nitekim Kudüs’ü geri
almak için Avrupa çapında III. Haçlı Seferi düzenlendi. Bu sefere İngiltere
Kralı Aslan Yürekli Richard Fransa kralı Philippe Auguste ve Alman İmparatoru
Frederik Barbaros yanlarındaki büyük ordularla katılmışlardı.” (S.129)
“Konya’da Selçuklularla baş edemeyeceğini
anlayan Haçlı ordusu, Selçukluların Konya Sultanı II. Kılıç Arslan’a haber
göndererek, gayelerirıin savaşmak olmadığını sadece Kudüs’e gitmek
istediklerini ve kendilerine Konya’dan geçiş izni verilmesini istediler.
Selçuklu Sultanının geçiş izni vermesi üzerine de Kudüs’e doğru yollarına de
vam ettiler ki Selçukluların bu izni vermeleri manidardır. Rivayetlere göre,
Haçlılar bu geçiş iznini alabilmek için Kılıç Arslan’a bir çok hediyeler de
göndermişlerdir.” (S.131)
“Alman İmparator’u Friedrich serinlemek
için girdiği Silifke Çayında düştü ve fazla derin olmayan bu çayda kendisini
kurtaramayarak boğuldu. Bu olaydan sonar Alman ordusu dağıldı. Almanya’dan
çıktıklarında sayıları 100.000 olan Haçlılardan ancak 5.000’i Filistin’e
varabildi.” (S.132)
Dördüncü Haçlı Seferi
(1202-1204)
“Papa III. Innocent, bu seferki Haçlı
seferinin sorumluluğunu, Foulques adında bir papaza havale etti. Foulques
etrafında toplanan Alman ve Fransız Haçlılar, Mısır’ı almak üzere, Venedik
üzerinden yeni bir sefer için yola çıktılar. Tam bu sırada İstanbul’da onları
çok sevindiren bir olay cereyan etti: İstanbul’daki Bizans İmparatoru II.
İshak, kardeşi III. Alexis tarafından bir darbe ile devrilerek gözleri oyuldu
ve zindana atıldı. İshak’ın, keza adı Alexis olan oğlu Katolik Batı
ülkelerinden yardım istedi. Bunun üzerine, zaten böyle bir fırsatı kollayan
Haçlılar, Mısır üzerine gitmekten vazgeçip, İstanbul üzerine hareket ettiler.
Oğul Alexis, Batılılara külliyetli miktarda para, İstanbul’da imkânlar ve
onlarla beraber Müslümanlar üzerine gidecek bir ordu vadediyordu. Alexis
bununla da kalmadı; İstanbul’daki Ortodoks Kilisesi’nin, Roma’daki Katolik
Kilisesinin emrine gireceğinin sözünü de veriyordu. Papa III. Innocent,
Alexis’in bu güzel teklifini kabul etmedi. Fakat Papa’nın muhalefetine rağmen,
Haçlı donanması Marmara’dan geçerek, İstanbul limanına demir attı.
Bu şekilde gelen Haçlılar, hemen şehri
kuşatmaya ve İstanbul’u kendi egemenliklerine almaya çalıştılar. İmparator
Alexis ise, gece karanlığı çöker çökmez, yakınlarını ve hazinelerini alarak
İstanbul’dan kaçtı. Devrimci Alexis, yanındakilerle birlikte kaçınca, şehirde
kalan Rumlar tekrar eski İmparator İshak’ı zindandan çıkarıp, imparator
yaptılar. İmparator oldu fakat Haçlıların emrinde bir imparatordu. Artık İstanbul’un
hâkimiyeti Frankların eline geçmişti.” (S.141)
Rum halkı Haçlı işgaline kızıyor fakat bir
şey yapamıyordu. Zaman zaman bazı ayaklanmalar olduysa da, pek başarılı
olamadılar. Mursufle adındaki bir Rum’un Haçlılara karşı başkaldırması ise,
adeta Bizans’ın sonunu getirdi.
Haçlı Franklar İstanbul’u işgal ederek her
tarafı ateşe verdiler. Evleri yağmalıyor, Ortodoks Hıristiyanlara katliam
uyguluyorlardı. İstanbul’un her tarafı harabeye döndü. Saraylar ve kiliseler
talan edildi. Kiliselerdeki antika ikon ve tablolar imha edilirken, Ortodoks
Rumlar canlarının derdine düşmüşlerdi. Ortodoks Papazların süslü takıları bile
ellerinden alındı; itiraz edenlerse, kılıçtan geçirildi. O zamanın bir
tarihçisi, ele geçirilen ganimetin, dünyanın en büyük ganimeti olduğunu
yazıyor. Haçlı Katolikler, Ortodoks Rum kardeşlerini bu şekilde talana ve
katliama tabi tutmuşlardı. Dolayısıyla Haçlı seferleri, gördüğümüz
gibi, Kudüs’e gidip ‘hacı’ olmak için değil, Müslüman veya Hıristiyan, önlerine
gelen herkesi öldürmek ve mallarına, ülkelerine el koymak için yapıldı. Nitekim
Haçlılar İstanbul’a tamamen hâkim olunca, Venedikliler ve Frankların ortak
oldukları ‘İstanbul Frank İmparatorluğu’nu ilan ettiler. Haçlılar, Bizans
İmparatorluğunu bu şekilde yıkınca, imparatorluğa bağlı olan bütün yerler de
Franklarla Venediklilerin oldu. Frankların İstanbul imparatorluğu ancak elli üç
sene sürebildi.” (S.139-143)
Beşinci Haçlı Seferi
(1217-1221)
Alman İmparatoru adına Akkâ sahiline çıkan
Frederic, Müslümanlarla savaşma yerine, onlarla barış içerisinde yaşamayı
tercih ediyordu.
Müslümanlarsa, Selahaddin’in ve özellikle
kardeşi el-Meliku’l Adil ve el-Adil’in oğlu el Meliku’l Muazzam’ın ölümünden
sonra hem parçalandılar, hem de iktidar çekişmelerinden güçleri azaldı;
Haçlılarla mücadele edemez oldular. Hal böyle olunca da, mecburen, Frederic’le
anlaşma yoluna gittiler.
Yapılan antlaşmaya göre Frederic ve
askerleri Kudüs’e girecekler, Franklarla aynı haklara sahip olan Müslümanlar da
şehirde istedikleri gibi yaşayacaklardı.” (S.144-147)
Altıncı Haçlı Seferi
“Frederic, diğer Haçlılardan farklı
olarak, kan dökmeden ve barış içerisinde Kudüs’e girmişti. Acaba onun bu tavrı
genel olarak Katolik dünyasının hoşuna gitmedi de ondan mı kendisini
zehirlediler, bilmiyoruz. Ancak şurası çok iyi biliniyor ki, Kral Frederic’le
Katolik dünyasının arası açıktı ve Papa onu aforoz etmişti.
Papanın, Frederic’e rağmen Müslümanlar
üzerine gönderdiği Haçlı orduları da bir şey yapamadan eksik bir şekilde
Avrupa’ya geri döndüler.” (S.148)
Yedinci Haçlı Seferi
“Papa, Müslümanlara karşı Yedinci Haçlı
Seferini hazırladığı sırada, kutsal topraklarda yeni yeni güçler belirdi:
Harzemşahlar ve Moğollar.
Abbasi Halifesine bağlı olan Müslümanlar,
Moğollara karşı kendilerini savunmaya çalışırken, Harzemşahlar da
Hıristiyanların elinde bulunan Kudüs’ü almaya çalışıyorlardı. Moğollara elçiler
gönderip yaranmaya çalışan yeni Haçlılar da, müsbet bir cevap alamadıkları
için, bir an önce Batı’ya dönmenin planlarını yapıyorlardı. Nitekim Gazze’de
yapılan bir savaş sonrasında Haçlılar perişan oldu ve Harzemşahlar Kudüs’ü
onlardan geri aldılar.
Kral Louis, yanındaki Hıristiyanlara,
dönmeyeceğini ve esir Hıristiyanlar için savaşacağını, dolayısıyla kendisine
yardım edilmesi gerektiğini söylediyse de hiç kimse onu dinlemedi ve Kraliçe
Reine Blanche’ın da ölüm haberi gelince, 1254 yılında Filistin’den
ayrıldı. Bu Haçlı seferi de, kendileri açısından felaketle sonuçlanmış
oldu.” (S.151)
Son Haçlı Seferi
“Son Haçlı seferinin hazırlayıcısı,
Filistin’den Fransa’ya dönmüş olan IX. Louis oldu. Papa’nın da desteklemesi ve
her taraftan yardım toplamasıyla ordusunu teşkil eden IX. Louis, 1270 yılında
tekrar Kutsal Topraklar’a gitmek için Fransa’dan hareket etti. Fakat bu Haçlı
Seferine katılanların hiç biri ne Kudüs’ü kurtarmayı düşünüyor, ne de Doğu’nun
zenginliklerini. Çünkü onlar da, artık yolun sonunun geldiğini görüyor,
Haçlıların oralarda kalamayacaklarını anlıyorlardı. Onun için bu sefere, sırf
IX. Louis’ye olan sevgilerinden dolayı katıldılar.” (S.149-151)
“Kutsal Topraklar tekrar Müslümanların
kontrolüne geçmişti ve 1948 yılındaki meşum Birleşmiş Milletler kararı ve o
dönemdeki Türkiye’nin basiretsiz hükümetinin, hala gün ışığına çıkmamış olan
ihaneti sonucu, Türkiye’ye ait olan Kudüs, savaşsız ve devletlerarası hukuka
aykırı olarak Siyonistlere terk edildi.” (S.153)
Sonuç ve Değerlendirme
Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, Batı
Avrupa Katolik Dünyasında birdenbire kendini gösteren ve ‘İsâ adına!(!) hareket
ettiklerini, hatta ölmüş tanrıları olan İsâ”nın mezarını kurtaracaklarını
söyleyen silahlı bir çapulcu alayı, Orta Doğu İslâm Dünyasını işgal ederek, hem
Müslümanlardan, hem de Hıristiyanlardan yüzbinlerce insanın ölümüne ve yüzlerce
yerleşim merkezinin yıkılmasına sebebiyet verdiler.
Tarih göstermiştir ki Kudüs, sadece
Müslümanların idaresindeyken altın çağını yaşamış ve bütün dinlerin salikleri,
kendi dinlerini hürriyet içinde yaşamışlardır. Ne Haçlıların işgalinden sonra
Müslüman ve Yahudilere uygulanan soykırım, işkence ve Hıristiyanlık dışındaki
din saliklerinin dinlerini yaşamalarına yasak getirilmiş; ne de 1948 yılından
itibaren Kudüs’ü işgal etmiş olan Siyonist İsrail rejimi nin Müslümanlara
uyguladığı insanlık dışı muamele yapılmıştır!
Haçlı Seferlerinin sonunda anlaşıldı ki,
Batı’dan Doğu’ya gelip her tarafı yakıp yıkan Hıristiyanların maksatları dini
değil, tamamen sömürgeci bir zihniyetle bir takım insanların galeyana
getirilerek, diğer bir kısmını katliama tabi tutmaları ve kendi sömürge
devletlerini kurmalarıydı.” (S.156)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 311 / Ekim 2016