Tarihte hiç yaşamadığımız kadar zor günler yaşıyoruz. Yaşanan ilk büyük krizde Haçlı, Şia ve Moğol saldırıları üst üste gelmiş, Hilafet düşmüştü. Buna rağmen İslam Dünyası Selçuklular’ın öncülüğü, ulemanın rehberliğinde bu büyük buhranı medreseler yardımıyla aşmayı bilmiştir. Selçukluların bıraktığı miras Osmanlı ve Anadolu’ya omurga olmuştur. Bu dönemde bizden görünmekle beraber ‘Takiye’ inancının etkisiyle gerçek kimliklerini gizleyen çift kişilikli ‘Haşhaşi’ler gerçekleştirdikleri cinayetler vasıtasıyla tam bir terör havası estirmişlerdir. Asıl üzerinde durulması gereken noktalardan birisi de “herkesin birbirinden şüphe eder hale gelmesi”dir. Şeyhlerinin “dünyada cereyan eden ve edecek olan her şeyi bildiği” inancı, müntesiplerini her şeylerinden vazgeçebilecekleri bir noktaya taşıması mümkündür. Haşhaşiler tarih sahnesinden silinmiş olsa da bu hastalığın devam ettiğini söylemek mümkündür.
Hasan Sabbâh ve Alamut
|
Tarihte hiç yaşamadığımız kadar zor
günler yaşıyoruz. Yaşadığımız ilk büyük krizde Haçlı, Şia ve Moğol saldırıları
üst üste gelmiş, Hilafet düşmüştü. Buna rağmen İslam Dünyası Selçukluların
öncülüğü, ulemanın rehberliğinde bu büyük buhranı medreseler yardımıyla aşmayı
bilmişti. Selçukluların bıraktığı miras Osmanlı ve Anadolu’ya omurga olmuştur.
Bu dönemde bizden görünmekle beraber ‘Takiye’ inancının
etkisiyle gerçek kimliklerini gizleyen çift kişilikli ‘Haşhaşi’ler
gerçekleştirdikleri cinayetler vasıtasıyla tam bir terör havası estirmişlerdir.
Asıl üzerinde durulması gereken noktalardan birisi de “herkesin
birbirinden şüphe eder hale gelmesi”dir. Şeyhlerinin “dünyada cereyan
eden ve edecek olan her şeyi bildiği” inancı, müntesiplerini her
şeylerinden vazgeçebilecekleri bir noktaya taşımıştır. Haşhaşiler tarih
sahnesinden silinmiş olsa da bu hastalığın devam ettiğini söylemek mümkündür.
Bağlı olduğu liderini yere göğe sığdıramayanların liderlerinin her yaptığında
bir hikmet aramak yerine şu soruyu kendilerine sormalarında fayda vardır: “Yaptığı
hangi hata, yanlış vb. liderliğini sorgulamamı gerektirir?” Zira
Efendimiz (sav) “Allah(cc)’a isyan hususunda, mahlûka itaat
yoktur” buyurmuşlardır.
Ayşe Atıcı Arayancan(1) tarafından
kaleme alınan “Hasan Sabbâh ve Alamut” adlı eseri içinde
yaşadığımız halin geçmişle benzerliklerini gözler önüne sermek amacıyla
tanıtmaya gayret ettik.
Önsöz
“Son zamanlarda yapılan birçok popüler
çalışmada, özellikle edebiyatta ve görsel medyada (popüler romanlar ve filmler)
bu konu yer bulmuş, Hasan Sabbâh ve İsmâilîler hakkında kaynaklarda
rastlanılmayan, birçoğu doğru olmayan, hayal ürünü bir takım olaylar
anlatılmıştır. Bu çalışmayı yapmamızdaki asıl amaç; ilk elden tarihî belgelere
dayalı olarak bir tarihçi perspektifi ile Hasan Sabbâh gerçeğini ortaya
koymaktır. Kitapta, Hasan Sabbâh ve haleflerinin propagandayı nasıl
yürüttükleri, istihbarat ve teşkilat yapıları, Alamut Kalesi, cennet bahçesinin
gerçekliği, Hasan Sabbâh ve davası için gözünü kırpmadan ölüme giden ve önemli
devlet adamlarına suikastlar düzenleyen eli hançerli fedâiler, suikast
şekilleri, Nizamü’l Mülk, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbâh arkadaşlığının iç yüzü,
Alamut Kütüphanesi’nin yakılması, Selçuklu, Abbasi Halifeleri, Moğol,
Harezmşahlar ve diğer otoriter güçlere karşı kalelerde yürütülen direniş,
haşhaş ve şarap kullanımı, doktrinleri, İsmâilî katliamları vb. diğer birçok
konu objektif ve tarihî litarütere bağlı olarak ele alınmıştır.”
İsmâilî Adı Üzerine
“Bâtınî kelimesi nesil, kuşak, iç, karın
boşluğu ve görünmeyen şey anlamlarını taşımaktadır. Bu kelime Arapçada
görünmeyen, saklı, yaratılmışların bakışlarına ve düşüncelerine kapalı olan
herkesin ulaşamayacağı bilgi anlamına gelirken, ‘gizli olmak, bir şeyin
iç yüzünü bilmek’ anlamındaki ‘batn’ veya ‘butûn’ kökünden
türeyen bâtın kelimesine nispet ekinin eklenmesiyle oluşmuş bir terim olarak
geçmektedir.
Bâtınîyye ‘gizli olanı ve bir
şeyin iç yüzünü bilenler’ anlamına gelmektedir. Öyleyse Batınîler, her
zâhirin bir bâtınî ve her nassın bir te’vili bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı
tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki kurmuş masum bir imamın
bilebileceğini iddia eden gruplar olarak tarif edilebilir ki, bu tanım, mûtedil
sûfilerden aşırı Şiî kollara ve mülhitlere varıncaya kadar birçok zümreyi de
içine alır.” (S. 9)
“İsmâilîler zaman içinde çeşitli lakaplar
altında farklı kollarda ve farklı bölgelerde ortaya çıkmışlardır. Bunlar
arasında biraz nitelik farkları görülürken, hepsinin amaçlarının bir,
metotlarının gizli olduğu açıkça görülmektedir ve Bâtınîlik dışında her bölgede
başka bir isim ile anılmaktadırlar. Örneğin Mısır’da İsmâilî; Bağdad,
Maveraünnehir ve Gazne’de Karmatî; Kûfe’de Mubarekî; Basra’da Revendî ve
Burkai; Rey’de Halefi ve Bâtınî; Gerkân, Muhammere ve Şam’da Mübeyyize;
Mağrib’de Saidi, Lahsa ve Bahreyn’de Cenabi ve İsfahan’da Bâtınî
denilmektedir.” (S.11)
“İsmâilîlerin önceleri İran, daha sonra
Suriye taraflarında kurulan oluşumuna Nizâri İsmâilîleri denilmektedir. Onlar
bu ismi, Fatımi Halifesi Mustansır’ın büyük oğlu Nizar’ı desteklediklerinden
dolayı almışlardır. Hasan Sabbâh öncülüğünde gelişen bu harekete ‘es-Sabbâhiye’,
Hasan Sabbâh’ın eski düşünceleri yeniden canlandırdığı için ‘ed-da’vetü’l-cedîde’ (yeni
davet) de denmiştir. Öte yandan, Hasan Sabbâh’ın teşkilat elemanlarının,
yeniden doğuş inancı ve sınırsız itaat koşuluyla yetiştirilmiş birer fedâi
olarak bilinmelerinden dolayı ‘Fedayiûn’ adıyla da
anılmışlardır. Ayrıca bunlar rey ve aklın hükmünü kabul ettikleri, ilimlerin
ancak bir masum imamın talimi, yani öğretimi ile elde edileceğine inandıkları
ve bu şekilde propaganda yaptıkları için ‘Talimiyye’ lakabını
almışlardır. Batılı kaynaklarda İsmâilîlerin kullandıkları rivayet edilen
uyuşturucu maddesinin adıyla, yani sarhoş olmuş manasına gelen ‘Haşişîler’ ya
da ‘Haşişî’ kelimesiyle de tanımlanmışlardır. Bu isim (Haşişi)
Hasan Sabbâh’ın çevresine topladığı gençlere haşhaş (afyon) içirdiğine dair
rivayetlere dayalı olarak verilmiştir. Müslüman tarihçiler, XIII. yüzyıldan
sonra Suriye Nizârileri için bazen ‘Haşhaşi’ yâ da ‘Haşişi’
terimini, kötülemek ve aşağılamak için kullanmışlardır.” (S.13)
Nizâri İsmâiliği
“Nizâri İsmâilîlerinin çıkış noktası olan
İsmâilîyye, İsmail b. Câfer es-Sâdık’a nispet edilerek varlığını bu güne kadar
sürdüren aşırı Şiî koludur. İsmâilîyye imâmet meselesini dinîn temel unsuru
sayar ve peygamberlerin günahlardan masum olan bir imam tayin etmesi
gerektiğine inanır. Câfer es-Sâdık’ın oğlu İsmâil’in imam tayin edildiğine ve
nass yoluyla yerine geldiğini kabul eder.” (S.21)
“İlk İsmâilîler Ca‘fer es-Sâdık’ın en
büyük oğlu İsmail’in imam olduğuna inananlardı. İlk İsmâilîlîğin ortaya
çıkışından sonraki bir buçuk asır sürecince İsmâilî imamları gizli kalmıştır.
Bu süreç içerisinde ‘propagandacılar’ (dai) silsile-i merâtibî tarafından idare
edilirken, birbirlerinden uzak bölgelerde İsmâilî merkezleri tesis etmişlerdir.
İlk dönemleri karanlık ve karışık olan İsmâilîler X. yüzyılın başlarında Fatımî
Devleti ile yeniden canlanır. Daha sonra İsmâilîlik birbiriyle anlaşamayan
Fatımî İsmâilîleri ve Karmatîler olarak iki gruba ayrılır. Fatımilerin sekizinci
halifesi el-Mustansır’ın (1094) ölümüyle birlikte İsmâilî davası çok büyük bir
iç bölünme ile parçalanarak Nizâri ve Mustalîye İsmâilîleri olmak üzere bölgede
farklı iki kolda faaliyetlerine devam ederler.
Bu şekilde iki kola ayrılmalarının asıl
nedeni, Fatımî İsmâilî halifesi el-Muntansır’ın 1094 yılında Kahire’de vefat
etmesi üzerine çıkan karışıklıklardır. El-Muntasır ölmeden önce halef olarak
yerine büyük oğlu Nizar’ı atamıştır. Ancak Fatımî devletinde vezirlik ve
başkomutanlık görevinde bulunan el-Efdal, Nizar’ın yerine el-Muntasır’ın küçük
oğlu Mustalî’nin imam olmasından yanadır. Zaten el-Muntasır’ın ölümünden hemen
sonra onu halifelik tahtına geçirmiştir. Bunun ardından bir grup İsmâilî
el-Muntasır’ın yerine Nizar’ın geçmesini isteyince, ayrılıklar baş
göstermiştir. Bu ortamdan faydalanan Nizar iki oğluyla birlikte Mısır’ dan
İskenderiyye’ye kaçıp isyan başlatır. Bölge halkının da desteğini kazanıp
halifeliğini ilan eder?. Ancak bu hareketi onun sonunu hazırlar ve çok geçmeden
Mustalî’nin gönderdiği askerler tarafından esir alınıp Kahire’ye götürülür ve
kardeşi Mustalî’nin emri üzerine iki oğlu ile birlikte hapse atıldıktan kısa
bir süre sonra öldürülür. Öte yandan bu isyanlara en büyük destek, Hasan
Sabbâh’tan gelir. Fatimiler adına propaganda yapan Hasan Sabbâh, el-Muntasır’ın
en büyük oğlu Nizar’ın halifelik makamına geçmesini isteyerek onu
destekleyenler arasında yer alır.
Nizâri İsmâilîleri, Hasan Sabbâh
liderliğinde Fatımîlerden bağımsız bir şekilde İran bölgesinde faaliyetlerine
başlar. Zaman içinde hem doktrin, hem de siyasî anlayış açısından tamamıyla
Fatimilerden ayrılarak Büyük Selçuklu Devleti sınırları içinde yeni özerk bir
harekete dönüşür.” (S.24)
Hasan Sabbâh
“İsmâilîler ona ‘Seyyidina
(Efendimiz) Hasan’ adını vermişlerdir. Soyu, Yemen’den Kûfe’ye,
Kûfe’den Kum’a göç etmiş olan Hımyer kabilesine dayanır. Muhtemelen 1046-47
yılında Kum şehrinde doğmuştur. İlmi seven ve bilgili bir kişiliğe sahip olan
babası, onun eğitimi ile bizzat ilgilenir ve ona keları, mantık, felsefe,
matematik alanlarında eğitim aldırır.
Çok kişinin sandığının aksine Ömer Hayyam
ve Hasan Sabbâh’ın öğrencilik yıllarını bir arada geçirmeleri biraz gerçek
dışıdır. Hatta birçok kaynakta bu arkadaşlığa Nizâmü’l-Mülk de eklenir.” (S.27)
“Daveti için müsait bölgeler ve uygun
zeminler arayan Hasan Sabbâh, dikkatini İran’ın kuzey kesimlerine yönelterek,
özellikle dağlık ve merkezi hâkimiyetin etkisinin az olduğu bölge olan Deylem,
Hazar Denizi kıyılarında Gilan ve Mazenderan gibi bölgelerde çalışmalarını
hızlandırır ve burada tam üç yıl çalışır. Özellikle bu bölgeyi seçme nedeni
burada bulunan halkın savaşçı bir kabile olması ve İslam’ı çok sonradan kabul
etmeleri ve dinî bakımdan da Ehl-i Sünnet inancına muhalif olmalarıdır. Bu
arada kendine bağladığı güçlerle devlet için tehlike teşkil etmeye başlayan
Hasan Sabbâh’ın faaliyetleri, Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk (1092) tarafından
takip edilmektedir. Bu nedenle onun, devleti parçalayacak tehlikeli bir güç
olduğu düşüncesi ile yakalanmasını emreder. Kaçmaktan ve gizlenmekten yorulan
Hasan Sabbâh, dönemin şartları düşünüldüğünde en uygun yerlerin devletin çok
fazla el uzatmadığı dağlık bölgeler ve kaleler olduğunu düşünerek, Rudbar
vadisinde bulunan Alamut Kalesi’ne yerleşir.” (S.34)
Alamut Kalesi
“Hasan Sabbâh, Alamut’u ele geçirmek için
dağları aşarak Kazvin’e geldiğinde bölge Sultan Melikşah’ın onayı ile Hüseyin
soyundan gelen ve Alevi-î Mehdi adında birinin yönetimindedir. Askerlerinden
bir bölümünün, Hasan Sabbâh’ın ajanları tarafından gizlice İsmâilîliğe
çekildiğinin farkında olan Alevi-î Mehdi, bu askerleri idare etmek için kendisi
de İsmâilî davasını kabul etmiş gibi davranarak, o mezhebi kabul edenlerin
tümünü tespit ettikten sonra, hepsini kovup, Alamut’un sultana ait olduğunu
bildirip kale kapılarını kapatır. Bu arada Kazvin’e gelen Hasan Sabbâh
gönderdiği yeni örgütçüler aracılığıyla Alamut Kalesi’nde bulunan askerlerden
bir kısmını daha kendi tarafına çekerken, garnizon dışında başka bölgelerde
bulunan İsmâilîlerin de kaleye sızmasını sağlar ve Mehdi’nin elini kolunu bağlar.
Bütün hazırlıkları sağladıktan sonra kendisi de Alamut Kalesi’ne gizlice girip,
kalede Dehhûda adıyla bir süre kimliğini saklayarak yaşamaya başlar. Askerlerin
ve çevresindekilerden çoğunun İsmailî olduğunu iyi bilen Mehdi’nin, Hasan
Sabbâh’ın gerçek kimliğini öğrendiğinde düştüğü tuzak karşında yapabileceği bir
şey kalmamıştır.”(S.36)
“Hasan Sabbâh Alamutt Kalesi’ni ele
geçirdikten sonraki ilk işi kaleye surlar ve su kuyusu yaptırmak olmuştur.
Kaledeki suyu yer altı kanalları kurarak uzak mesafelerden temin etmiştir.
Kalenin çevresine meyve ağaçlarından fidanlık yaparak, herhangi bir dış
saldırılara karşı çok sağlam bir şekilde onarmıştır.” (S.39)
“Birçok araştırma eserde, Alamut Kalesi
içerisinde fedâiler için bir cennet bahçesi olduğundan bahsedilmektedir. Cennet
bahçesinden ilk ve tek bahseden kişi ünlü seyyah Marco Polo’dur. Marco Polo’nun
Alamut Kalesi’ni görüp görmediği konusunda ise muallâk görüşler mevcuttur. Bu
nedenle kaledeki cennet bahçesinin doğruluğu tam olarak kanıtlanamamıştır.”
(S.45)
Selçuklular ve Alamut
Kalesi
“Önceleri İsmâilî hareketini pek
önemsemeyen dönemin Selçuklu sultanı Melikşah, askerî
mücadeleye gerek duymayarak, onlar ile mücadele etmeyi veziri Nizâmü’l-Mülk’e
ve yerel emirliklere devreder. Ancak sonraları İsmâilîlerin gerek doğuda,
gerekse batıda etkili olmaya başlaması üzerine olayın ciddiyetini
kavrayarak onlarla mücadeleyi bir devlet politikası haline getirir.”
(S.48)
“Sultan Melikşah’ın ölümü oğulları ve
kardeşleri arasında patlak veren kanlı taht kavgalarına neden olmuş, bu
kavgalarla sarsılan imparatorluk birkaç taht iddiacısının karıştığı saltanat
mücadelelerine sahne olmaya başlamıştır (1092-1118). Karışık ve buhranlı bir
dönem olan bu dönemde Muhammed Tapar ve Berkyaruk tahtı ele geçirmek için
birbirleri ile uğraşırken, bir süreliğine hem iç otoritede, hem de dışarıda
yönetim boşluğu yaşanmaktadır. Bu arada İslâm dünyasında Şiî-Sünnî çatışması
yaşanırken, batıda Papalar kutsal toprakların ‘kâfirler’ olarak
nitelendirdikleri Müslümanların elinden alınması için girişimlerde bulunarak,
Selçuklu topraklarına akın etmektedirler. Haçlılar yemin ederek 1095 yılında
seferleri başlatırlar. 1270 yılına kadar süren bu seferler Selçuklu Devleti’ni,
çok fazla meşgul eder. Selçuklu bünyesinde oluşan iktidar boşluğundan yararlanan
İsmâilîler ise bu süreçten faydalanarak, propagandalarını geniş alanlara
yaymayı başarırken, yeni kaleler ele geçirip, Rudbar, Zozan ve Tune gibi
bölgelere yeni kaleler inşa ederler.” (S.53)
“Saray ve ordu içine sızmayı başaran Hasan
Sabbâh’ın adamları casusluk yaparak, saltanatta gerçekleşmiş ve gerçekleşecek
tüm olaylardan onu haberdar etmeye başlarlar. Giderek sayıları artan kişiler
Selçuklu askerinden birçoğunu kendi taraflarına çekmeyi başarırlar. Kendi
görüşlerini kabul etmeyen askerleri ölümle tehdit ederken, dönemin önemli
siyasî kişilerine ve komutanlarına, vezirlerine, emirlerine suikastları
artırırlar. Bu dönemde İsmâilîlere karşı olan komutanlar ve vezirler, evlerinden
dışarı zırh giymeden ya da koruma almadan çıkmaya cesaret edemez hale gelirler. Hatta
korku öyle bir hal alır ki, sultanın önüne çoğu zaman korumayla çıkmak
durumunda kalırlar.
Selçuklu sarayının gerek askerî, gerekse
idarî tüm birimlerine sızan İsmâilîler birçok devlet adamını da kendi
taraflarına çekmeyi başarırlar. Toplumda ve devlet görevlileri arasında
ciddi buhranlar oluşur ve herkes birbirinden şüphe eder duruma gelir, hatta
herkes birbirini İsmâilî olmakla suçlamaya başlar. Bazıları bu durumu
daha iyi mevki elde edebilmek uğruna kullanırken, suçsuz birçok kişinin İsmâilî
olduğu sultana ihbar edip tutuklatır.” (S.55)
“Bütün bu yaşananlar sonucunda İsmâilîler,
Berkyaruk’un hükümdarlığı boyunca yapılan sürekli saldırılara ve katliamlara
rağmen kalelerini ve elde tuttukları bölgeleri bir şekilde korumayı başarır.”
(S.58)
“Berkyaruk’un ölümünden hemen sonra
Selçuklu tahtına Muhammed Tapar (1099-1117) geçer. Muhammed Tapar gittikçe
güçlenen İsmâilîlik hareketine karşı kardeşi Berkyaruk’a göre daha ciddi
tedbirler alır ve her yıl İsmâilîlere karşı rahatsız edici seferler düzenlemeye
başlar. Bu dönem İsmâilîler için ardı ardına kale kuşatmalarının ve
savunmaların başladığı yeni ve yoğun bir sürecin de başlangıcı olmuştur.”
(S.59)
“90 yaşına gelen ve ağır bir şekilde
hastalanan Hasan Sabbâh, Kiya Buzurg Ümid’i halef tayin eder. Ardından, ‘eğer
imam gelir, ülkesinin başına geçmek isterse onun yanında yerlerinizi
alın’ diyerek vasiyet eder. Bu vasiyetinden kısa bir süre sonra 23
Mayıs 1124 Cuma günü vefat eder ve Alamut yakınlarında yapılan kabire gömülür.
İsmâilîler tarafından ziyaret edilen bu kabir, daha sonraları Moğollar
tarafından yıkılmıştır.” (S.79)
“Hasan Sabbâh’ın ölümü ile birlikte
Lammasar Kalesi’nde bulunan ve onun sağ kolu olan Rudbarlı Kiya Buzurg Ümid,
İsmâilîler’in lideri olarak Alamut’a yerleşir ve Hasan Sabbâh’ın kurallarını,
geleneklerini, deneyimlerini ve gizemliliğini koruyup, yöneticiliğini çok aktif
bir şekilde 20 yıl boyunca sürdürür. Hasan Sabbâh gibi kabiliyetli bir yönetici
ve askeri strateji uzmanı olan Kiya Buzurg Ümid, Rudbar’ın yerlisi olduğu için
bölgede daha sağlam ilişkiler kurar.” (S.85)
Daha sonra Muhammed b. Buzurg Ümid
(1138-1162) ve ardından Hasan Muhammed/ II. Hasan başa geçer. II.Hasan’ın
ölümünün ardından Alamut tahtına oturan Nureddin Muhammed, kırk dört yıllık
yönetimiyle en uzun süre hüküm süren Alamut efendisi olur. Bunun için ilk
olarak babası ve kendisi için açıkça ve tam olarak imamlık iddiasında bulunur.
İkinci olarak imamı kıyamet öğretisinin merkezi unsuru haline getirir.” (S.91)
“Daha babası Nureddin Muhammed hayattayken
planlar geliştirmeye başlayan Celâleddin onun ölümünden sonra hiç vakit
kaybetmeden büyük kıyamet doktrine karşı çıkarak Sünnî tarafa yakınlık
gösterir, Müslüman ve Sünnî olduğunu dört bir tarafa ilan eder. Celâleddin
Hasan iktidarının ilk dönemleri Sünnî dünyasına eski inançlarını reddettiğini
ve Sünni akideye uygun olan şeriatı kabul ettiğini inandırmak için geçirir, bütün
İsmâilî köylerine camiler ve hamamlar yaptırarak, aslında burasının normal
Müslüman hayatını bir parçası olduğunu kanıtlamaya çalışır. 1121 yılında ishal
hastalığına yakalanıp ölmesinin ardından yerine dokuz yaşındaki ve tek oğlu
Alâeddin Muhammed geçer.” (S.97)
“Din ve dünya işlerinin rehberi sayılan
Alâeddin, yaşıtları olan çocuklar gibi oyun oynayarak, deve ve hayvanların
peşinden koşarak vakit geçirince işler karışmaya başlar, yeniden kıyamet
öğretileri baş gösterir. Bu dönemde hiçbir zaman Sünniliğe geçiş kararını
resmen almayan İsmâlîler, yavaş yavaş Sünnî uygulamaları bırakıp İsmâilî
kimliklerine geri dönerken, kıyamet görüşleri yeniden canlanmaya başlar.
Ayrıca imam hangi yaşta olursa olsun söylediği doğrudur ve emrine karşı
gelinmez mantığı ile hareket ederek, henüz yaşı çok küçük olan Alâeddin’in her
ne isterse yerine getirmelerinden dolayı Alamut Kalesi’nin yönetiminde aciz ve
yetersiz kalır.” (S.100)
“Hekimlerin Alâeddin hakkında koydukları
teşhis akıl yetmezliği ve bilgi eksikliğidir; ama bunu dile getirdikleri
takdirde öldürüleceklerinden korktukları için bunu gizli tutarlar. Sonuçta
çaresi bulunamayan bu hastalık giderek ilerleyip Alâeddin’i etkisi altına alır
ve çıldırır. Hastalık daha da ilerleyince onu zincire vururlar. İsmâlîler bu
süreçte bütün bunların Allah tarafından takdir edildiğine inanıp, söylediği her
şeyin ilahi ilhamdan doğduğuna ve düşüncesinde ve sözünde yanlışlık
bulunmadığına inanırlar. Bu fikre kendisi de inanan Alâeddin, geçmişten ve
gelecekten haberler vermeye başlar. Aslında söyledikleri pek bir anlamı
bulunmayan şeylerdir ve sayıklamalar esnasında söylediği sözlerin çevresinde
bulunan akıllı kişiler tarafından düzeltilmesine kızıp, tepki göstermeye
başlamıştır. Yapı itibariyle tecrübesizliği, bilgisizliği, sabırsızlığı ve
huysuzluğu yüzünden hiç kimse onun söylediği sözün aksini söyleyememektedir.
Eğer söyleyecek olursa, işkence ile öldürülmek, ağır eziyet görmek,
organlarından mahrum olmak gibi şeylerin başına geleceğini bilirler.” (S.100)
Alamut Kalesi babası Alâeddin’in ölümünden
sonra tahta geçen Rûkneddin döneminde 1 Aralık 1256 yılında Moğollar tarafından
ele geçirilir. Moğol saldırısından sonra dağılan Nizâri İsmâilîleri artık
gizlice yaşamak zorunda kaldıkları yeni bir sürecin içine girmişlerdir.
“Kuzey İran bölgesinde Selçuklu baskısına
karşı verilen bir mücadele ile başlayan Nizâri İsmâilî harekâtı, Hasan Sabbâh
ve halefleri tarafından zaman içerisinde Suriye, Irak ve Hindistan çevrelerinde
de etkili bir otorite haline dönüştürülmüştür. İsmâilîlerin öncelikli
hedefi Sünnî İslam’a dayalı iktidarı yıkmak olmuştur. Öte yandan genel
olarak Abbasilere, Selçuklulara, Eyyübîlere, Zengi Atabeylerine, Memlûklara ve
fetihlerini Kutsal topraklara Kudüs ve Suriye’ye yayan Haçlılara karşı bazen
anlaşma, bazen de suikast ve tehdit ile kendilerine baskı yapan unsurlar ile
mücadele etmişlerdir.” (S.133)
“Öte yandan Alamut sonrası dönem olan iki
yüzyıl içinde Nizâri İsmâilîleri, İran’ın çeşitli bölgelerinde takiyye
uygulayarak gizli bir dönem içerisine girmek ihtiyacı hissetmişlerdir ve
doğrudan imamları ile temas kurmaları mümkün olmamıştır. Bu esnada Moğolların
ardından Timurlular ve İran coğrafyasında hüküm süren diğer hanedanlar
tarafından yapılacak olan yeni baskılardan korunmak amacıyla son derece
dağılmış ve moralleri bozulmuş bir şekilde yeniden ve bu kez daha sıkı
bir takiyye uygulamak zorunda kalmışlardır. Hayatta
kalma mücadelesi verirken, çözümü bölgede tasavvufî zümreler arasına karışmakta
bulmuşlardır. Aynı şekilde İsmâilîler gibi batınî tevil yöntemi
kullanan Sufî şeyhleri de giderek artan biçimde İsmâilîlere atfedilen
düşünceleri benimsemeye başlamışlardır. Bu iç içe geçmenin neticesinde
İsmâilîler, dış görünüş açısından Sufî hayat tarzını kabul etmeye
başlamışlardır.” (S.137)
İmam ve İmamet Anlayışı
“İmâmet ise çoğunlukla hilâfet ile eş
anlamlı olarak Hz. Peygamber’in vefatını müteakip dönemde Müslüman toplumun
liderliğini yürüten şahısların yaptığı görevi nitelendirmek için
kullanılmıştır.
Şiilere göre; imâmet, hem din hem de dünya
reisliği manasına gelen manevi bir kuvvettir. Hilâfet ise zâhirî ve dünyevî
teşkilatıdır. Birincisi mukaddes ve ilahidir. Dünya bunlardan hali değildir,
idare başına geçmedikleri zaman gizlidirler; çünkü Müslümanlık bunlarsız
olamaz. İmam olmanın birinci şartı, Ali evladından olmaktır. Neredeyse
bütün Şiî fırkaların merkezi fikrî Ali b. Ebî Talib’in imâmetinin ve
hilâfetinin gizli veya açık nass ve vasiyetiyle olduğu ve imâmetin onun
evladından başkasına geçemeyeceği hususundan hâsıldır. Şiî inancına göre; on
birinci imam ölünce, ergin olmayan çocuk da gözden kaybolmuştur.” (S.159)
“İsmâîlîlerdeki imam anlayışında
peygamberler ve imamlar farklı zamanlarda ve farklı durumlarda zuhur etmişlerse
de bunların asıllarının bir olduğu görüşü mevcuttur. Peygamberler vahyin
zâhirî, imamlar da İsmâilî anlamını onaya koyanlardır. Her dönemin yedinci
imamı diğerlerinde bulunmayan ilahi bir güce sahiptir. İsmâilîlikte imam-ı
masum çok önemli bir mevkiye sahiptir ve o dünyada cereyan eden ve
edecek olan her şeyi bilir. Ayet ve hadislere istediği manayı verebilir. Onun
öğretilerine uyanlar namaz, oruç gibi mükellefiyetlerden kurtulur. Bu nedenle
de tefsir ve hadis ilimlerine diğer mezhepler kadar önem verilmez ve gerçek
bilginin taşıyıcısı ve Kur’an’ı yorumlayabilen, anlamlandırabilen tek kişi
imamdır. İsmâililiğe göre; imamın kişiliği peygamberden üstündür.” (S.163)
Şer’î İbadetler
“Nizâri İsmâilî kaynaklarının birçoğunun
yakılmasından dolayı İsmâilîlerin kendilerine özgü ibadet ve ayinleri hakkında
elimizde çok fazla bilgi yoktur. Ancak olanlardan edindiklerimize göre şer’i
ibadetlere riayet etme konusu üç aşama gösterir. Bunlardan ilki, Hasan Sabbâh
dönemidir ki bu dönemde sofu bir hayat süren Hasan Sabbâh şer’i ibadetlere hem
kendisinin, hem de Nizâri toplumunun sâdık kalmasını sağlar. Ancak ikinci aşama
olan II. Hasan’ın kıyameti ilanı ile bu durum değişerek aksi bir hal alır. II.
Hasan özellikle şer’î ibadetlerde bir takım uygulamalar getirerek, kıblenin
yönünü değiştirir; onun döneminde şeriatın tüm hükümleri reddedilmiş, hatta
oruç tutmak, namaz kılmak, zekât vermek ve hacca gitmek yasaklanır, dünyadaki
tüm nimetler helal kabul edilir, içki içmek serbest sayılır. Kıyamet dinî
kurallarına göre; hazır olan imam Ali ile özleşerek onun ruhî gerçekliğinde
mü’minleri için ortaya çıkar. Bu yolla imam ve ona inananlar arasındaki ta’lim
hiyerarşisi kalkar.” (S.171)
“Şer’î ibadetlerin uygulamasındaki üçüncü
aşama, Celâleddin zamanında gerçekleşen Setr dönemi ile başlar ve Celâleddin
Müslüman olduğunu söyleyerek, kıyamet öğretisini kaldırıp yerine İslam’ın
ilkelerini yerleştirmeye çalışır. O, kıyametin ilanı sonucu şeriat anlayışından
tamamıyla uzaklaşan İsmâilîlerin inanç ve ibadetlerini yeniden gündeme getirir,
halkın Sünnî şer’î ibadetleri benimsemeleri için oldukça çaba harcar. Hatta
köylere camiler yaptırır ve bu dönemde hacca gidenler bile olur. Bunlar
arasında bizzat Celâleddin’in annesi de bulunmaktadır.” (S.173)
“İbadetler konusundaki görüşleri ise; farz
olan şeyler, imamlara ve dâilere bağlı olmaktır. Bu nedenle namaz imama
tabi olmak, imamı övmek; oruç, imamın sırrını saklamak; zekât, nefsi
temizlemek, daveti kabul edenleri bilgi ulaştırmak; hac, imamın ziyaretine
gitmek; gusül abdesti ise ahdi (anlaşma) yenilemektir. Bunlarda cennet
ve cehennem inancı da farklı olup, cennet akıldan ibarettir. Cennetin
anahtarı kelime-i tevhidtir. Cennete gidebilmek için imamın yolundan ayrılmamak
gerekmektedir. Cennet dünyadaki her çeşit lezzetten faydalanmaktır. Bu
da imamın İsmâilî öğretilerini benimseyip kemale ermiş ve dolayısıyla
kendilerinden amelî teklifler sakıt olmuş olanlara mahsustur. Cehennem
de amelî tekliflere itaat ve riayet demektir. Bu da ismâilîlîğin öğretileriyle
kemale ermeyenlere mahsustur.” (S.177)
İntihar Eğilimli
Fedâiler
“Hasan Sabbâh, fedâilerini kendisine
öylesine bağlamıştır ki, fedâiler onun için gözünü kırpmadan ölüme gidebilirdi.
Nitekim Hasan Sabbâh, Selçuklu Sultanı Melikşah’ın kendisine itaat etmesi ve
yaptığı katliamları durdurması için gönderdiği elçiye ve Selçuklu sultanına
gücünü göstermek için yanındaki bir gence kendini öldürmesini söyler, genç de
elçinin gözleri önünde elindeki bıçakla hemen boynunu kesiverir. Bir başka
fedâiden ise kendisini kaleden atmasını ister, fedâi burçların üzerinden
kendisini aşağıya bırakıverir.” (S.210)
“Propaganda çerçevesinde bir taraftan
dâiler İsmâilî öğretisini fikrî boyutta sürdürürken, diğer taraftan fedâiler
propagandayı sekteye uğratacak önemli devlet adamlarını ortadan kaldırmaktaydı.
Suikastler sürerken, aynı zamanda özellikle Selçuklu topraklarında ulaşılması
zor kalelerden oluşan merkezler ele geçirilmeye çalışılıyordu. Kalelerin ele
geçirilmesi tamamen propagandanın bir parçasıydı. Kaleler, savaşılmadan, kimi
zaman sessiz, kimi zaman içeri sızıp korkutarak, kimi zaman da çeşitli
anlaşmalar ile ele geçirildi.” (S.215)
Suikastler ve Cinayetler
“İsmâilî suikastleri genel olarak
incelendiğinde bir takım ortak noktalar ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda
bakıldığında, suikast düzenledikleri kişiler özel olarak seçilmektedir. Eylemler
mümkün olduğunca çok tanık önünde, kalabalıklar arasında, örneğin cami, pazar,
saray vs. de gerçekleştirilerek etrafa korku salmak, devlet adamlarına gözdağı
vermek, öç almak, halka ibret olmasını sağlamak amacı güdülmüştür. Çünkü
kalabalıklar önünde bir kişinin öldürülmesi, yüzlerce kişiye korku ve dehşet
vermekteydi, böylece davaları daha çok ses getirmekteydi. Yapı içerisinde
suikast eylemini gerçekleştirme görevi, fedâilere verilmiştir ve suikastler,
için kullanılan hançer eylemlerin en belirgin özelliğidir.” (S.233)
“Onlar kurbanlarını iki büyük gruptan
seçmiştir. Birinci grup; şehzadeler, emirler ve vezirler; ikinci
grup ise kadılar ve dinî yöneticilerdir. Şehir valilerini içine alan
ara grup ise onların dikkatini ara sıra çekmektedir. Bunun yanı sıra on iki
imamın Şiilere, Hristiyan ve Yahudilere de saldırlar düzenlemişler ancak onlara
yapılan saldırılar daha küçük çaplı ve seyrek olmuştur. Bunun en önemli nedeni,
İsmâililerin düşmanlığının siyasi ve askerî, dini ve idari her alanda, Sünni
düzen ve Sünni mezhebe karşı olmasıdır. Bazı cinayetler ise sadece intikam ve uyarı
anlamında yapılan eylemlerdir. Nitekim kendi camilerinde İsmâililer aleyhine
konuşan veya onlara karşı çıkan Sünnî din âlimlerine saldırı olayları, bunlara
en iyi örnektir. İsmâililer genellikle tercihlerini, kendilerine saldıran ordu
komutanlarını veya kendilerinin ele geçirmek istedikleri kale yöneticilerini
öldürmek için kullanmışladır. Hristisyan dinine mensup olanlara çok fazla
saldırmamışlardır.” (S.234)
Nizamü’l-Mülk Suikasti
“Hasan Sabbâh’ın Alamut’ta yerleşmeden çok
önceleri yaptığı propagandadan dolayı Nizâmü’l-Mülk tarafından takibe alınıp,
Rey şehri reisine onu tutuklatma emri vermesidir (1081). Hasan Sabbâh, sırf bu
nedenle dokuz yıl bir şehirden başka bir şehre dolaşmak zorunda kalmıştır.”
(S.237)
“Yaptıkları suikastlerle davalarına
muhalif olan kişileri birer birer ortadan kaldıran İsmâilîler, çoğu zaman
öldüren kişilerin listesini kalelere asmışlar, önemli bir suikastin başarıyla
yapılmasının ardından şenlikler düzenleyip, fedâilere övgüler düzmüşlerdir.
Dönem tarihçilerinden Reşidüddin ve Kaşanî, Nizâri İsmâilîleri’nin suikast
listelerini kendi eserlerinde ayrı ayrı vermişlerdir. Bu listelerde öldürülen
kişilerin adı, kaç fedâinin, hangi tarihte, kimin zamanında ve ne şekilde
suikasti işlediklerine dair bilgiler bulunmaktadır.” (S.243)
“Ayrıca Kaşanî’nin belirttiğine göre;
İran, Horasan, Irak, Mazenderan, Azerbaycan’da her biri ayrı ayrı olmak
üzere, otuz bin civarında devlet adamının ki, bunlar şahne,
hâkim, imam vs. idi, suikasta kurban gittiğinden bahsetmektedir. Ancak Kaşanî
tarafından öldürüldüğü söylenen bu otuz bin kişinin birçoğunun aslında
başkaları tarafından öldürülüp sonradan İsmâilîlerin üstüne kalmış suikastler
olma ihtimali yüksektir.” (S.244)
“Hasan Sabbâh ve haleflerinin Selçuklu
Devleti bünyesinde hedef aldıkları en önemli grup vezirlerdir. Çünkü Selçuklu
sultanları İsmâilîlerle mücadeleyi daha çok vezirleri aracılığıyla yürütmüştür.
Dolayısıyla vezirler direkt olarak İsmâilîlerin hedefi olmuştur. Nitekim bu,
Vezir Nizâm’ül-Mülk örneğinde açık ve net olarak görülmektedir. Nizâmü’l-Mülk
dışında öldürülen Selçuklu vezirlerinden bir diğeri de Sencer’in veziri
Kaşani’dir.” (S.244)
“İsmâilî suikastlarına maruz kalan önemli
bir kesim de Sünnî din adamlarıdır ve kurbanlar, özellikle onlar hakkında
olumsuz konuşan din âlimleri, kadılar, hâkimler, müezzinler ve halifeler
arasından seçilmiştir.” (S.248)
“Buna en iyi örnek Sünnî bir ilahiyatçı
olan Fahreddin Razî’nin Muhammed döneminde aldığı ciddi tehditlerdir. Fahreddin
Razi, Rey’de, medrese öğrencilerine yaptığı konuşmalarda, İsmâilî düşüncelerini
kötüleyip, onların tezlerini çürüterek, hakaret etmeyi kendisine, görev
bilmiştir. Bu durumdan haberdar olan Alamut yöneticisi, haklarında yapılan kötü
propagandaya son vermek için öğrenci süsü verdiği bir fedâiyi Rey’e gönderir.
Fedâi, yedi ay boyunca Fahreddin Razî’nin derslerine, kimliğini saklayarak
devam eder. Nitekim Fahreddin Razî’nin yalnız olduğu bir gün müşkül bir durumu
sorma bahanesiyle yanına gider. Fedâi, Fahreddin’in yanına girer girmez, bıçağı
çeker ve onu tehtid eder. O günden sonra Fahreddin, İsmâilîler hakkında kırıcı
ifadeler kullanmamaya özen gösterir. Bu değişikliğe dikkat eden Fahreddin’in
öğrencilerinden biri, bunun nedenini sorduğunda Fahreddin Razi bu talebesine
‘İsmâilîleri lanetlemesinin şart olmadığını, çünkü onların hem güçlü, hem de
keskin delilerinin bulunduğu’ yanıtını verir.” (S.251)
“Selçuklu sultanlarından gerek
Melikşah’ın, gerek Muhammed Tapar’ın ölümlerinin İsmâilî kalelerinin
kuşatıldığı ve onların tam da köşeye sıkıştırıldıkları dönemde gerçekleşmesi,
dikkat çekici bir husustur. Nitekim Sultan Melikşah’ın gönderdiği
komutanlardan Kızıl Sarıg’ın Kûhistan tarafındaki İsmâilîleri uzaklaştırmak
için çabalarken, Arslantaş Alamut Kalesi kuşatmasında bozguna uğramıştır.
Sultan Melikşah, İsmâilîlere yaptığı bu çift taraflı saldırının ardından
Alamut’ a yapılacak yeni ve yoğun bir sefer hazırlığı sırasında vefat
etmiştir.” (S.257)
“Fatimiler ve Nizâri İsmâilîleri
mücadelelerini ilmî ve edebî alanlarda da vermişlerdir. Buna karşılık Selçuklu
İmpatorluğu’nda özellikle Vezir Nizâmü’l-Mülk, buna tepki göstermiş ve durumun
farkına çabuk vararak bu konuda bir takım önlemler almıştır. Özellikle Nizâmîye
medreselerinin kuruluş amaçlarından birisi budur. Hem bilimsel, hem de askerî
bakımdan fiilî savunma halinde bulunmaktır. Sultan Alp Arslan ve veziri
Nizâmü’l-Mülk’ün gayretleriyle açılan Nizâmîye Medreseleri bu görevi en iyi
şekilde yerine getirmiştir. Nizâmîye Medreselerine o dönemde çok önem verilmiş
ve eğitim için en önemli Sünnî ilim adamları buraya atanmıştır. Medreseler için
hiç bir harcamadan kaçınılmamış, hoca ve öğrenci için geniş imkânlar
hazırlanmıştır. Bu uygulamadaki temel amaç, İsmâilî medreselerinin
aksine Ehl-i Sünnet düşüncesini yayıp, halka öğretecek insan yetiştirilmesi
olmuştur. Böylece yetiştirilen insanlar, hem Ehl-i Sünnet düşüncesini
yayacak, hem de İsmâilî hareketlere fıkrî bir duruş sergileyecektir ki, bu
fikrî duruş sergileyenler arasında en meşhuru Gazzâlî olmuştur. Tuslu, çok
fakir bir ailede yetişmiş olan Gazzâlî, Vezir Nizamü’l-Mülk’ün huzurunda ilmî
münazaralarda bulunmuş, tartışmada, mecliste bulunan başka âlimlere üstün
geldiği için, Bağdad’taki meşhur Nizâmiye Medreselerine müderris olarak 1092
yılında tayin edilmiş ve orada derslerine başlamıştır. Abbasi Halifesi
Mustazhir Billah ve Nizamül Mülk’ün teşvikleriyle artık tesirlerinden
kurtulduğu İsmâilîlere karşı şiddetli bir mücadele başlatmıştır.” (S.278)
“Hakikaten Selçuklularının en
büyük amaçlarından biri, Sünniliği gayri Sünnilik karşısında yeniden diriltmek
olmuş, bunu da medreselerle yapabileceklerini anlayarak, yoğun bir medrese inşa
faaliyetine girişmişlerdir. Ancak onlar bunun da yeterli olamayacağını
düşünerek, asıl olarak Sünniliği diriltme amaçlı kurdukları kurumların yaşaması
için malî kaynaklara ihtiyaç olduğunu görmüşlerdir. Bu ihtiyacı karşılamak için
mensubu bulundukları dinin kendi içinden çözüm getirmişler, Öteden beri
uygulanan ve kaynağını ayetlerle hadislerden alan vakıf kurumunu devreye
sokarak, Sünnîliğe hizmet eden kurumların malî kaynağını oluşturmuşlardır.”
(S.281)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 312 / Kasım 2016
__________________
1- Ayşe ATICI ARAYANCAN : 1978 yılında
Adana’da doğdu. 2002 yılında Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi, Doğu
Dilleri Bölümü, Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında tamamladı. Yüksek
Lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Bölümü,
Genel Türk Tarihi Anabilim Dalında “Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Bâtınî
Hareketleri, Hasan Sabbâh ile İlk Halefleri ve İran Nizâri İsmâilîleri
(1090-1157)” başlıklı teziyle 2005 yılında bitirdi. 2005-2010 yılları arasında
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü, Ortaçağ Anabilim
Dalı’nda başladığı doktora çalışmasını “Karakoyunlu Hükümdarlarından Cihânşah
ve Dönemi 1438-1467 (Dinî, Siyasî-Kültürel, Sosyal)” başlıklı teziyle
tamamlayarak Dr. unvanını aldı. Farsça ve İngilizce
bilmektedir. (S. IV)