Hesap gününe hazırlanan Müslümanların, Sahabe-i Kiram’ın tamamını (hiçbir ayırım yapmadan) hayırla anmaları ve onlar arasında cereyan eden siyasi tartışmalar konusunda keyfi hükümler vermemeleri gerekir. Günümüzde özellikle akademik çevrelerde ‘tarafsızlık’ gibi keyfi endişelerle karşımıza çıkan ve Müslümanların inançlarına zarar veren yaklaşımların yayıldığı malûmdur. Tanıtmaya çalıştığımız, Yrd.Doç. Dr. Abdulhalik Bakır tarafından hazırlanan, büyük bir emek mahsûlü olan bu eser de söz konusu rüzgârdan etkilenmiştir. Sahabe-i Kiram arasında ortaya çıkan ihtilafları görmezden gelmemiz söz konusu olmamakla birlikte, kitabı bitirdiğinizde okurda bıraktığı izlenimin Sahabe-i Kiram’a hürmetin gerekli olmadığı gibi bir izlenim ortaya çıkmaktadır. Kitap okunurken bu hassasiyetin hatırlanmasında fayda vardır.
Hz. Ali Dönemi
|
Yazımıza Yusuf Kerimoğlu hocamızın
tesbitleri ile başlayalım: “Dünyevi ihtiraslarının peşine düşen ve birbirlerine
olan kinlerinden (hased-bağy) dolayı savaşa karar veren zümreler ile Sahabe-i
Kiram’ı birbirine karıştırmamak gerekir. Elbette Sahabe-i Kiram, imtihan
vesilesi olan ‘ihtilaf’ problemi ile karşı karşıya gelmiştir. İctihad
farklılaşmasının tabii sonucu olarak ortaya çıkan ihtilaf, bazı çevrelerin
(Abdullah İbn-i Sebe ve taifesi) tahriki neticesinde, hepsini üzen ve perişan
eden silahlı mücadeleyi beraberinde getirmiştir. Hesap gününe
hazırlanan Müslümanların, Sahabe-i Kiram’ın tamamını hayırla anmaları ve onlar
arasında cereyan eden savaş konusunda keyfi hükümler vermemeleri gerekir.” (1)
Özellikle akademik çevrelerde
‘tarafsızlık’ maskesi altında karşımıza çıkan ve Müslümanların inançlarına
zarar veren yaklaşımlar hızla yayılmaktadır. Tanıtmaya çalıştığımız ve
Abdulhalik Bakır tarafından hazırlanan ve büyük bir emek mahsûlü olan bu eser
de söz konusu rüzgârdan etkilenmiş gözükmektedir. Sahabe-i Kiram arasında
ortaya çıkan ihtilafları görmezden gelmemiz söz konusu olmamakla birlikte,
kitabı bitirdiğinizde okurda bıraktığı izlenimin Sahabe-i Kiram’a hürmet
olmadığı da ortadadır. Kitap okunurken bu hassasiyetin hatırlanması
kanaatimizce zaruridir.
Önsöz
“Hz. Ali’nin beş seneye yakın hilâfeti
dönemi, günümüze kadar devam eden dinî, siyasî, idarî ve iktisadî neticeleri
bakımından belki de İslâm tarihinin en önemli ve en kritik dönemlerinden birini
teşkil eder. Önceleri Hz. Ali ve oğlu Hasan’ı, daha sonraları da H.41 yılında
Muaviye b. Ebî Süfyan tarafından Şam’da kurulan Emevî devletini uzun süre
meşgul eden Haricîler ile Şia ve Ehl-i Sünnet şeklinde adlandırılan kutupların
ortaya çıkışları veya bunlara ait bazı tezahürlerin görülmeye başlaması hep bu
döneme rastlamaktadır.
Hz. Ali’nin, Hz. Peygambere olan yakın
akrabalığı, İslâm’ın Arap yarımadasına yayılışı esnasında göstermiş olduğu
başarılı askerî faaliyetleri, ilmî ve edebî birçok üstün meziyete sahip olması,
onu İslâm tarihinin mümtaz ve örnek şahsiyetlerinden biri haline getirmiştir.
Kısa süren hilâfeti dönemi ise, başından sonuna kadar ihtilaf ve iç savaşlarla
geçmiştir. Bu nedenle onun siyasî hayatı ve galibiyetlerle sonuçlanan
savaşları, her zaman batılı ve müslüman birçok yazar ve araştırmacının
dikkatini çekmiş ve neticede bu konu ile ilgili çok sayıda eser ve makale
kaleme alınmıştır. Fakat açıkça belirtmek gerekir ki, Hz. Ali dönemini ele alan
mezkûr çalışmalar hiç bir zaman siyasî tarih sınırını, başka bir deyişle Cemel,
Sıffin ve Nehrevan hadiselerini aşmamış; bu durumun bir sonucu olarak siyasî
tarih dışında kalan İdarî ve iktisadı alanlar ihmal edilmiştir. İşte biz bu
önemli boşluğu göz önünde bulundurarak ‘İdarî ve İktisadî Yönden Hz.
Ali Dönemi’ni araştırma konusu olarak seçtik.
Hz. Ali döneminin idarî ve iktisadî
hayatıyla aynı dönemin siyasî hadiseleri arasında yakın bir alaka
bulunmaktadır. Bir başka ifade ile idari ve iktisadî hayatın daha iyi
anlaşılabilmesi genel hatlarıyla siyasî hayatın bilinmesiyle mümkündür. İşte bu
bakımdan girişte Hz. Ali dönemi siyasî hâdiseleri üzerinde durulmuş ve bu
meyanda özellikle Cemel, Sıffin ve Nehrevan hadiseleri ele alınmıştır.
Birinci bölümü, Hz. Ali dönemindeki vilâyetlerin idaresine tahsis
ettik. Burada Hz. Ali’nin hilafeti boyunca önemli vilâyetlerde vuku bulan
siyâsî olaylar ile valilerin idarî uygulamalarına ve onların tayin ve azl
konularına değindik.
Araştırmamızın ikinci bölümünde,
Hz. Ali devrindeki adlî teşkilat (kadılık, mezâlim mahkemesi, hisbe ve polis
teşkilatı), hac emirliği ve ordu teşkilâtı gibi önemli devlet kurumlarını
inceledik ve özel konumu nedeniyle ordu teşkilatını geniş bir şekilde ele aldık.
Hz. Ali beş seneye yakın hilâfeti boyunca
tüm zamanını sadece askerî faaliyetlere tahsis etmemiştir. Onun, toplumun
değişik tabakaları arasında sosyal adaleti yaygınlaştırmaya yönelik örnek bir
iktisadî uygulaması vardı. Dolayısıyla tezimizin üçüncü ve son bölümünü, Hz.
Ali dönemindeki iktisadî hayata ayırdık. Burada da bilginin yoğunluğuna
dayanarak daha ziyâde devletin gelir ve giderleri ile o devirde çarşı ve
pazarlarda satılan mal fiyatları ve halkın geçim seviyesi gibi mâlî konulara
temas ettik.” (Sh: 6)
Giriş bölümünde öncelikle eserin
hazırlanmasında faydalanılan temel kaynaklar tanıtıldıktan sonra ‘Hz. Ali
Döneminde Siyasî Durum’ incelenmiştir.
Kitapta ‘Hz. Ali’nin Halife
Seçilmesi ve Cemel Vakası’ incelenirken şu noktalara dikkat çekilir:
“Hz. Ali’nin Halife seçilmesinden sonra
Medine ve diğer vilâyetlerde bulunan Ümeyye oğulları arasında bir nevi telâş ve
gelecek endişesi hâsıl oldu. Aslında bu endişenin temelinde siyasî nedenler
bulunduğu kadar ekonomik etkenler de yer almaktaydı. Ümeyye oğulları Hz. Osman
döneminde Halife’nin müsamahalı davranışlarından yararlanarak devletin önemli
kilit noktalarını ellerine geçirmişlerdi. Başka bir deyişle İslâm toplumunun
aristokrat tabakası haline gelmişlerdi. Onlar, Hz. Ali’nin alt tabakadan yana
bir düşünceye sahip olduğunu ve ileride uygulamaya koyacağı iktisadî
politikanın da aynı yönde tezâhür edeceğini tahmin edebiliyorlardı. Nitekim Hz.
Ali halife seçilir seçilmez, Ümeyye oğullarından birçoğu Mekke’ye kaçtılar.”
(Sh: 21)
“Cemel vakasına yol açan çeşidi faktörler,
detaylı bir şekilde birçok müverrih ve araştırmacı tarafından ele alınmış ve
konuya açıklık getirilmesi yönünden değerlendirilmiştir. Onlardan bazıları,
Müslümanlar arasındaki bu ilk kanlı savaşın tek müsebbibi olarak Abdullah
Sebe’i gösterirken, bir grup da bu olayın, Hz. Ali’nin Medine’deki ilk
icraatları ve başta Şam valisi Muaviye b. Ebû Süfyan olmak üzere diğer
vilâyetlerdeki valileri derhal görevden alarak yerlerine kendi adamlarını tayin
etmesi yüzünden meydana geldiğini iddia etmişlerdir. Diğer bazı araştırmacılar
ise, mezkûr savaşta lider tabaka arasında yer alan belli bir şahıs üzerinde
durarak, esas müsebbibin ve suçlunun o olduğunu ileri sürmüşlerdir. Aslında,
bütün bu görüşlerin, az da olsa değişen oranlarda haklı tarafları bulunmaktadır.
Fakat bu etkenler, fazla görülmeyen diğer önemli bir amilin tezahürlerinden
ibarettir. Daha açık bir deyişle Cemel vakasının temelinde Hz. Talha, Zübeyr ve
Aişe gibi, o günkü İslâm toplumu üzerinde önemli etkileri bulunan şahsiyetlerin
siyasî ve iktisadî yönlerini harekete geçiren, bir kesim veya önceden harekete
geçirilmiş bir mekanizmanın faaliyeti ve başarısı söz konusudur. Bununla
sanıldığı gibi, Abdullah b. Sebe ve grubunu kasdetmiyoruz. Bununla, bizzat
Hz. Ali devrini olay ve kargaşa devri haline getiren Ümeyye oğullarını
kasdediyoruz. Zira onlar, devlet idaresini başka bir kesime asla
kaptırmayacaklarını, kaptırdıkları halde de huzursuzluklar çıkaracaklarını,
daha Hz. Osman hayattayken defalarca dile getirmişler ve mezkûr Halife’nin
iktidarı boyunca bu plan ve program dâhilinde hareket etmişlerdir.” (Sh: 24)
“Bize göre Cemel vakası,
Ümeyye oğullarının, devlet idaresini yeniden ele geçirmek için başlatmış
oldukları ilk merhaleden ibarettir. Nitekim bu ayaklanmanın neticesi de
planlandığı gibi olmuştur. Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr idaresindeki, çoğunluğunu
Basralıların oluşturduğu otuz bin kişilik ordu ile Hz. Ali
komutasındaki, çoğunluğunu Kufelilerin oluşturduğu yirmi bin kişilik
ordu karşı karşıya gelmiş, yapılan bir günlük savaş sonucunda şura üyelerinden
Talha, Ümeyye ailesinden Mervan b. el-Hakem, Zübeyr ise, Amr b. Curmûz
el-Mucaşi’î adlarındaki şahıslar tarafından öldürülmüşlerdir. Hz.Aişe, bir daha
siyasete atılmamak üzere önce Mekke’ye sonra da Medine’ye yerleşmiş, Talha’nın
oğlu Muhammed öldürülmüş, Zübeyr’in oğlu Abdullah ile Mervan b. el-Hakem de
ağır yaralanmışlardır. Bu ayaklanma ile Ümeyye oğulları, hem ileride devlet
idaresine talip olacak güçlü muhaliflerinden kurtulmayı başarmışlar, hem de Hz.
Ali ile Basralılar arasına bir daha tamiri mümkün olmayan bir küskünlük ve
nifak sokmaya muvaffak olmuşlardır.” (Sh: 26)
‘Hz. Ali-Muaviye Anlaşmazlığı ve Sıffin
Savaşı’nı değerlendirirken dikkat çektiği
noktalardan bazıları şunlardır: “Halife seçildiği günden itibaren Hz. Ali’ye
karşı siyasi rekabet içinde olanların en önemli ve ortak davası, Hz. Osman’ın
katillerinin cezalandırılması meselesi olmuştur. Aslında bu konu başta Muaviye
olmak üzere, Ümeyye ailesi fertleri tarafından intikamdan ziyade siyasî bir koz
olarak ortaya atılmıştır. Bunun en belirgin delili de başından beri Hz. Ali’ye
biat etmemeleridir. Gerçek şudur ki o ortamda Medine’de Hz. Ali yerine kim bu
makama getirilseydi, sayıları on bine yaklaşan bir suçlular kitlesini
cezalandıramazdı. Bunun siyasî bir koz olarak kullanıldığını gösteren diğer bir
husus da, bizzat Muaviye’nin kendi döneminde intikam konusunu ihmal etmesidir.
Bu durum ise, Muaviye tarafından Sıffin’de devamlı olarak gündemde tutulan, Hz.
Osman’ın intikamı meselesinin, devlet idaresinin Ümeyye oğulları tekelinde kalmasına
yönelik bir faaliyetten ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.” (Sh: 29)
“Hz. Osman’ın intikamını bahane ederek,
Hz. Ali’ye karşı ikinci siyasî girişimlerine başlayan Ümeyye oğulları, geliri
bol Mısır vilayeti karşılığında ‘Amr b. el-’As’ı da yanlarına aldıktan sonra,
Sıffin’de askerî kuvvete başvurmuşlar, bu metotla hedeflerine varamayacaklarını
anlayınca da, Irak ordusundaki kabile çekişme ve kutuplaşmalarını hesaba
katarak tahkîm diplomasi oyununu ortaya atmışlardır. Bu süre içinde de önce
Hz.Ali’ye ve onun ileride Haricîler olarak ortaya çıkan en sadık adamlarına
karşı bir takım olumsuz tutumları ile tanınan el- Eş’as b. Kays’ın, çıkarlarına
paralel hareket etmesini temin elmişler, arkasından da Cemel vakasından beri
halife ile ihtilaf halinde olan Ebu Musa el-Eş’arî’nin, Ezruh toplantısında
kendilerinden yana bazı açıklamalarda bulunmasını sağlamışlardır.
Hz. Osman’ın öldürülmesinden önce başlayan
ve Hz. Ali’nin hilafeti boyunca tırmanarak devam eden hâdiselerin genel seyrine
bakacak olursak, siyasî problemlerin kendiliğinden meydana gelmediğini, aksine,
bir zincirin halkaları gibi birbirini takip eden muhtelif anlaşmazlıklar
çerçevesinde belli bir istikamete doğru ilerlediğini görürüz. Sanırız, bu
istikameti de en mükemmel şekilde Muaviye dile getirmiştir. O, bir sözünde
söyle diyor: “Ali b. Ebî Talib’e karşı mücadelemde dört özelliğe
sahiptim: O açık sözlü ve sırrını gizlemeyen biriydi, ben ise, sırrımı
ifşa etmeyen biriydim. O, çok kötü ve isyankâr bir orduya sahipti, oysa ben en
itaatkâr orduya sahiplim. Onu, Cemel vakası liderleri ile baş başa bıraktım ve
şöyle dedim: ‘Onu mağlup ederlerse, bana karşı daha az problem olurlar. Şayet
bunun aksine bir olay meydana gelirse, bu konuyu ona karşı bir koz olarak
kullanırım.’ ayrıca ben Kureyş’ten yana ondan daha büyük avantajlara sahiptim.”
(Sh: 38)
Birinci Bölüm
Hz. Ali Döneminde
Vilâyetlerin İdaresi
“Hz. Peygamber, Medine’de İslâm devletini
kurduktan sonra, İslâm’ın genel prensiplerini insanlara öğretmek için, bazı
kişileri Arap yarımadasındaki Hicaz ve Yemen bölgelerine gönderdi. Fakat onun
tarafından görevlendirilen bu kişilerin herhangi bir idari ya da siyasi yetkisi
yoktu. Bunların görevi, daha ziyade İslâm’ı yaymak, zekât toplamak ve namaz
kıldırmak gibi dinî vecibeleri yerine getirmekti. Ancak O, H. 8 yılında Mekke
şehrine Atlab b. Üseyd adında bir şahsı vali tayin etmiş ve ona maaş olarak
ayda otuz dirhem ödeme yapılmasını emretmişti.
Hz. Ebu Bekir halife seçilince, Arap
Yarımadası’nda yer alan bölgeleri çeşitli vilâyetlere ayırdı ve her vilâyete
bir vali tayin etti.
Hz. Ömer halife olunca, idarî yönden
kolaylık olsun diye, kendi zamanında fethedilen toprakları çeşitli vilayetlere
ayırdı: Irak’ta, Basra ve Küfe; Mısır’da ise Fustat şehirlerini kurdu.
Hz. Osman döneminde de eski idarî taksimat
üzerinde bazı değişiklikler yapıldığı göze çarpmaktadır: Örneğin, daha önceleri
üç vali ile idare edilen Mısır, iki valisi bulunan Şam ve iki vali idaresindeki
Yemen birer idarecinin sorumluğuna bırakıldı.” (Sh: 51-54)
Bu bölümde Hz. Ali dönemine kadar
yaşananlar özetlendikten sonra Hz. Ali döneminde Mekke, Medine, Basra, Küfe,
Mısır, Yemen, Bahreyn ve el-Cezîre vilayetleri özellikle idari işleyiş
açısından incelenmiştir. (Sh: 57-117)
Bu bölümde Kays b. Sa’d’ın Mısır
valiliğinden azli süreci ve bu sırada yaşananlar ile ilgili yazarın tespitleri
de dikkate değerdir.
“Hz. Ali’nin, kendine yakın olan kişilerin
askerî özelliklerinden dolayı, Cemel ve Sıffin gibi önemli savaşlarda yanında
bulunmalarını arzu etmesi, bu şahısların daha önce vali olarak bulunmuş
oldukları vilayetlerde idari otoritenin sarsılmasına neden olmuştur. Zira bu
dirayetli valilerin yerine her zaman yetenekli idareciler gönderilmemişti. Bu
durum ise, Halife için üzücü ve çözülmesi güç problemler doğurmuş ve halta çoğu
zaman bu vilayetlerin başkaları tarafından ele geçirilmesine sebep olmuştu.
Ömer b. Ebî Seleme’nin Bahreyn’den ayrılması da bazı üzücü olaylara zemin
hazırladı.” (Sh: 110)
İkinci Bölüm
Hz. Ali Döneminde İdarî
Kurumlar
1. Adlî Teşkilât
a. Kadılık
“Arap dilinde kaza kelimesi fiilinden
türetilmiştir. Bu söz cümledeki yerine göre, ya ‘öldü, tükendi’ veya ’yetindi’
veyahut ’hükmetti, yargıladı’ şeklinde üç değişik anlam taşır. Burada konumuzu
ilgilendiren üçüncüsüdür, yani ‘hükmetti’ anlamıdır. İşte bu anlama dayanarak
sonradan yargı işlerine bakan göreve ‘kadılık’, bu görevi üstlenen kişiye de
‘kadı’ ismi verilmiştir.
Kaza’ kelimesinin ıstılah olarak anlamı
ise, İbn Haldun tarafından şöyle açıklanmıştır: ‘İnsanlar arasındaki
ihtilaflara bakan, şikâyet konusu problemi çözen ve bunu yaparken de Kur’an-ı
Kerim ve Sünnet’e dayalı hükümlere göre karar veren yargı organı’. (Sh:
121)
Hz. Peygamber, Medine’de İslâm devletini
kurduktan sonra hazırlamış olduğu anayasa metninde; ‘Onlar arasında Allah’ın
indirdiği ayetler ışığında hüküm ver.’ emrine dayanarak, kendini hem devlet
hem de yargı işlerinin başkanı olarak kabul ettirdi. O, Medine’de adlî işleri
bir insanî görev olarak yerine getiriyor, bunu yaparken de Kur’an-ı Kerim’in
hükümlerine göre hareket ediyordu. Fakat daha sonra, özellikle de İslâm dininin
Arap Yarımadası’na yayılmasından sonra, bazı sahabeleri fetva ve yargı işlerine
bakmak için çeşidi bölgelere gönderdi. Mu’az b. Cebel ve Ali b. Ebî Talib
bunlar arasında yer aldı. Onun döneminde fetva ve yargı alanında en çok söz
sahibi şu kişiler bulunmaktaydı: Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebî Talib, Aişe,
Abdullah b. Mesud, Zeyd b, Sabit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer b.
el-Hattab.
Adlî sistemi, ilk defa İslâm devletinin
her tarafına yaygınlaştıran ve Halife adına insanlar arasındaki husumetleri
çözmek için kadılar tayin eden Hz. Ömer’di. Böylece kadılık müessesesini kurmuş
ve bu müesseseyi, yürütme organından ayırmıştır. Hz. Ömer, devletin çeşitli
vilayetlerinde görev yapan kadılara tam yetki tanıyarak, onları valilerin
tahakkümünden uzak tutmayı sağlamıştır.
Hz. Ömer, Medine’ye Ebu’d-Derdâ, Kufe’ye
Şureyh el-Kindî, Basra’ya Ebu Musa el-Eş’arı ve Mısır’a Osman b. Kays b. el-’As
adındaki şahısları kadı olarak görevlendirdi.
Hz. Osman döneminde Medine’de bir şikâyet
söz konusu olduğu zaman Halife bunu istişare yolu ile çözmeye çalışırdı. O, bu
iş için önce toplumun ünlü şahsiyetlerinden Ali b. Ebî Talib, Talha, Zübeyr ve
Abdurrahman b. Avf’ı mescide çağırır, sonra davacı ve dava edilen şahsı
konuşturur, arkasından da kazaî heyetin konu hakkında görüşlerine başvururdu. Halife
bu dört kişiden gelen görüşlerin kendi görüşüne mutabık olduğunu görürse hemen
imzalar, aksini tesbit ederse kendi kararını verirdi. Onun zamanında Basra’da
Ka’b b. Sûr, Küfe kentinde ise, Şureyh el-Kindî kadılık yapardı.
Hz. Ali’nin, adlî sahada üstün bir yere
sahip olduğunu bizzat Hz. Peygamber’in ve birçok bilginin sözlerinden anlamak
mümkündür. İbn Abdi’l-Berr, Hz.Peygamberin şu sözünü kaydeder: ‘Ashabım
arasında adlî konularda en bilgili kişi Ali b. Ebî Talib’dir’. İbn Sa’d’ın
kaydettiği bir rivayete göre Hz. Ömer, onun adlî konulardaki üstünlüğünü şu
sözü ile açıklar: ‘Ebu’l-Hasan’ın bulunmadığı bir yargı olayından Allah’a
sığınırım’. (..) Bütün bu sözler, onun, Hz. Peygamber ve üç halife
döneminde birçok adlî problemin üstesinden geldiğini ve bunu yaparken de her
dönemin devlet başkanını kazai alandaki sorumluluk ve sıkıntılardan
kurtardığını ortaya koymaktadır. Bundan başka onun çeşitli kaynaklarda geçen
kazaî konularla ilgili ilginç hükümleri, bu alandaki üstünlüğünün en büyük
kanıtını teşkil eder.
Onun zamanındaki adlî teşkilatın temeli,
sonradan başkent olarak seçilen Kufe’de atıldı. Bu dönemde devletin çeşitli
bölgelerinde yaşayan Gayr-i Müslim vatandaşlara, adalet ve hukuk bakımından,
Müslümanlar kadar iyi ve eşit muamelede bulunulduğu anlaşılmaktadır. O sırada
devlet başkanı olan Hz. Ali ile bir yahudi vatandaş arasında vuku bulan şu
olayı hatırlatalım: Hz.Ali, Sıffin Savaş’ına giderken bir zırhını düşürmüş,
döndükten sonra da onu bir yahudinin yanında görmüştü. Bu durum üzerine halife
davacı olarak Küfe kadısı Şureyh’e başvurmuştu. Şureyh, ondan bu iddiayı
ispatlaması için şâhidler getirmesini istemiş, halife de bu maksatla oğlu Hasan
ile hizmetçisi Kanber’i göstermişti. Fakat Şureyh, bir oğulun babası için
şahitlik edemeyeceği gerekçesiyle, bunu geri çevirmişti. Hz. Ali bu olaya çok
şaşırmış ve Hz.Peygamber tarafından cennetlik olduğu söylenen bir şahsın nasıl
olur da şahitlik yapması kabul edilmez diye de hayretini dile getirmişti. Bu
durum karşısında dava edilen yahudi, kadı tarafından kendisinin haklı, devlet
başkanı olan Hz. Ali’nin sadece delil yetersizliği yüzünden haksız
çıkarıldığını görünce, suçunu itiraf etmiş ve İslâmî adalete olan
hayranlığından dolayı da hemen Müslüman olmuştu.” (Sh: 126)
Bu bölümde Kadılık başlığı
altında: Kadılar ve diğer görevliler, Muhakeme usulü, Delil toplama
yöntemi, Adlî denetim ve Hapishaneler incelenmiş. (Sh: 121-133)
b. Mezâlim mahkemesi:
“Mezâlim mahkemesi, bir anlamda bugün
Yargıtay dediğimiz kuruma benzer bir yüksek mahkemedir. Hakkında dava açılan şeref,
mevki ve kudret sahibi (vali, kabile reisi vs.) bir kişinin, duruşma
neticesinde kadı tarafından verilen hükmü reddederek hiçe sayması veya herhangi
bir davacının, hükmün doğruluğu hususunda şüphelenmesi gibi bir durum hâsıl
olmuşsa, konu adı geçen mahkemenin çalışma alanına girerdi. Mezâlim mahkemesine
başkanlık eden şahsın, ilmî ve ahlakî yönden üstün meziyetlere sahip bulunması
ve yaşadığı toplum içinde itibarlı, kuvvetli ve kudretli olması gerekir. Bu
nedenle ilk devirde bu hassas görev özellikle devlet başkanı durumundaki
kişiler tarafından yerine getirilirdi.” (Sh: 134) Daha sonra söz konusu dönemde
yaşanmış ilginç örneklere değinir.
c. Hisbe:
“Hisbe’ kelimesi, Arapça ‘ihtesebe’
fiiline dayanan ve ecir, sevap anlamına gelen bir isimdir. Daha açık bir ifade
ile hisbe, bir fiili sadece Allah rızasını kazanmak için yapmaktır. Bu nedenle
bu görevi yapan kişiye ‘muhtesib’ adı verilmektedir.
Istılah olarak hisbe, İslâm devletindeki
amme ile ilgili işlerin gidişatını kontrol etme görevidir. Bu görevin temeli ‘el-Emru
bi’l- Marûf ve’n-Nehyi ’ani’l-Münker’ yani ‘iyiliği emretmek ve
kötülüğü nehyetmek’ kuralına dayanır. Bu şekliyle hisbe, İslâm fakîhleri
tarafından her Müslümanın üzerine düşen bir dinî vazife olarak telakki
edilmiştir.” (Sh: 138)
d. Şurta (Polis) Teşkilatı
“Şurta’ ilk olarak savaşa
katılan ve bu uğurda canını vermekten geri kalmayan öncü grup, daha sonra da,
bir şehirde valiye yardım etmek ve genel asayiş ve koruma işlerine bakmak için
örgütlenen kuvvet veya birlik için kullanılmıştır. Bu önemli görevin ilk devir
boyunca ‘el-’Ases’, yani şüpheli kişileri tesbit etmek maksadıyla,
geceleri şehir sokak ve caddelerinde dolaşan adamlar olarak tanınması ile
birlikle, Hz. Ali döneminde düzenli bir teşkilat haline gelmesi sebebiyle
‘eş-Şurta’ şeklinde de adlandırıldığını görmekteyiz. (Sh: 150)
2. Hac Emirliği
Hac farizasının sağlıklı bir şekilde
yerine getirilmesi, ancak Allah’ın emrettiği usul ve kurallar yolu ile
gerçekleştiğinden, başından beri bu kuralları çok iyi bilen bir kılavuza
ihtiyaç duyulmuştur. Bu nedenle hac farizası, yüzyıllar boyunca ya İslâm
devletini yöneten Halifeler tarafından, ya da onların geçici olarak
görevlendirdiği kişiler tarafından idare edilmiştir. İslâm tarihinde bu dinî
vecibeye dair merasimi idare eden görevlilere ‘Hac emirleri’, bu görevin
sorumluluğunu yüklenen teşkilata da ‘Hac emirliği’ adı
verilmektedir.” (Sh: 156)
3. Ordu Teşkilâtı ve Orduların Sevk ve
İdaresi
“Hz. Peygamber döneminde meydana gelen
askeri gelişmenin hiç bir gerileme göstermeden Hz. Ebu Bekir zamanında da devam
etliğini ve bu Halife’nin, Arap Yarımadası’nda baş gösteren ridde olaylarına
rağmen sayıları onbinlere, yirmibinlere varan güçlü orduları, yetenekli
kumandanların idarelerinde Irak ve Suriye gibi ülkelerin fethine gönderdiğini
ve bu güçlü siyâsetiyle de İslâmiyeti kısa zamanda geniş topraklara yaydığını
görmekteyiz.
Hz. Ömer’in Halife olması ile birlikte
askeri sahada büyük değişikliklerin meydana geldiğini ve genç, dinamik İslâm
devletinin güç bakımından düzenli ve muazzam ordulara sahip bulunan Bizans ve
Sasanî devletleri ile boy ölçüşebilecek düzeye ulaştığını görüyoruz. Halifenin
askeri alandaki en önemli icraatlarından birisi şüphesiz ki, o zamana kadar
devam eden ihtiyarî (gönüllü) askerlik uygulaması yerine, mecburi ve sürekli
askerlik sistemini ihdas etmesidir.” (Sh: 160)
Hz. Ali Hilafet görevini kabul ettiğinde,
“Hz. Peygamberin yakın silah arkadaşı olarak bilinen ve hemen tüm gazvelerde
yanında yer alan bazı meşhur kişiler, Hz. Ali’ye biat etmemiş, ona biat
edenlerden bazıları ise, ya bunu bozmuş ya da aynı din mensuplarına karşı
savaşmanın dinen caiz olmadığını ileri sürerek orduya katılamayacaklarını
bildirmişlerdi. İşte bu ağır şartlar Halifeye, Medine’de kalmanın sakıncalı
olacağını ve devlete eski otorite, düzen ve etkinliğini iade etmenin, ancak
güçlü bir ordunun kurulması ile gerçekleşebileceğini hissettirmiştir. Hz. Ali,
Talha, Zübeyr ve Aişe üçlüsünün başlattığı huzursuzluğu gidermek
maksadıyla Basra’ya doğru çıktığında yanında sadece yediyüz kişiden oluşan
küçük bir ordu vardı. Onun bu durumunu, Muaviye’nin askeri durumu ile
karşılaştırmak gerekirse, Hz. Ali’nin, iş başına geldiği günden beri maruz
kaldığı bütün menfi olaylara rağmen, kısa sürede her yönü ile mükemmel bir ordu
meydana getirdiği açıkça görülür.” (Sh: 165)
Daha sonra bu bölümde Kumandanlar,
Ordu Teşkilatına Destek Sağlayan Kuvvetler (Kurra/Kur’an hafızları,
Kadınlar, Mevâli ve köleler), Asker Toplama Yöntemi ve Mecburi Askerlik
Uygulaması, Ta’bie /Savaş Stratejisi (Mevki seçimi, Savaşa Hazırlık ve
Birliklerin Tanzimi, Savaşı İdare Şekli), Casuslar ve Esir muamelesi başlıkları
altında konu ele alınmıştır. (Sh: 160-200)
Üçüncü Bölüm
Hz. Ali Döneminde
İktisâdi Hayat
1. Beytülmal (Devlet
Hazînesi)
Hz. Ali devrinde, devletin merkez bankası
durumunda olan ana hazine Kufe’de idi. Diğer önemli vilâyetlerde de malların
muhafaza edildiği birer hazine bulunmaktaydı. Bunların arasında Basra
hâzinesinin önemli bir yeri vardı. Zira Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde
fethedilen zengin doğu vilâyetlerinden toplanan haraç, cizye ve ganimet malları
önce Basra’ya gönderilir, buranın tüm ihtiyaçları karşılandıktan sonra kalan
kısımlar da Kufe’ye transfer edilirdi.
Bu dönemde, Kufe’nin hazine işlerine Musa
b. Tarif, Basra’nın hazine işlerine de Ziyad b. Ebî Süfyan bakardı. Bunların
her ikisi de Hz. Ali tarafından bu göreve getirilmişti. Diğer vilayetlerin
hazine görevlileri ise, o vilayetlerin valileri tarafından atanırdı. Bu yüksek
rütbeli devlet memurlarının, vezzân (ölçü ve tartı işlerine bakan memur),
nakkad (para sayımı ile uğraşan memur), muhâsib ve kâtib unvanları ile görev
yapan bazı yardımcıları vardı. Malları hâzineden alarak sahiplerine dağıtan
görevliye de arif denirdi. Hem erkek hem de kadınlardan oluşan ariflerin sayısı
diğer görevlilere nisbeten daha fazla idi. Zira devlet ile halk arasındaki
irtibatı bunlar sağlıyordu. Bütün bu hazine memurları, başta Hz. Ali olmak
kaydıyla, vali ve kadı gibi yüksek devlet memurları tarafından sıkı kontrol
edilirlerdi. Halife bazen hazineye gelerek malların hesap-tartı işlerine
iştirak eder ve bizzat kendi eli ile ariflere dağıtımını yapardı. (Sh: 204)
2.Gelir Kaynakları
Devletin en önemli Gelir Kaynakları olan
Zekât, Ganimetler, Cizye, Haraç, Savâfî (Kisra’nın yıkılmasıyla ele geçen
Savâfî toprakları) , Nevruz ve Mihrecân hediyeleri bu kısımda ele alınmıştır.
(Sh: 203-229)
3.Giderler
“İslâm devletinde, savaşlara iştirak eden
ordu mensupları ile onların eş ve çocuklarına ve devletin çeşitli kurumlarında
görev yapan memurlara düzenli maaş dağıtımı, ilk defa Hz. Ömer zamanında
başladı. Bu dönemde Irak, Suriye ve Mısır gibi, devamlı haraç getiren geniş ve
zengin topraklar fethedildi. Böylece devletin gelirleri arttı, maddî kaynakları
çoğaldı. Aynı zamanda, fetihlere katılan askerlerin sayısında da büyük artışlar
meydana geldi.
Hz. Osman zamanında Horasan, Azerbaycan,
Ermenistan ve Afrika kıtasının bazı bölgeleri fethedildi. Bu fetihler
neticesinde devlet gelirleri Hz. Ömer dönemine nisbeten daha da arttı. Böylece
Halife her askerin maaşında 100 dirhem artış gerçekleştirdi. Bu dönemde meydana
gelen maddî refah ve Hz. Osman’ın yakın akrabaları ile İslâm’da öncelik vasfına
sahip olan şahıslara müsamahalı ve cömert davranması, toplumda bir aristokrat tabakanın
doğmasına sebep oldu.
Hz. Ali, kendinden önceki Halifeler
döneminde fey ve maaşların Müslümanlara dağıtımı hususunda eşitliği savunurdu.
Hz. Osman döneminde taraflı fey ve maaş dağıtımının aksaklıklarını gördü ve
insanlar arasında husule getirdiği huzursuzlukları yaşadı. Hatta bu
sıkıntıların ortaya çıkardığı ve o dönemin halifelerini zor durumda bıraktığı
bazı problemleri çözmek maksadıyla müdahalede bulundu. İşte bütün bu tecrübe ve
birikimler, ona devletin iktisadî bünyesini teşkil eden fey mallarının
insanlara eşit şekilde dağıtılmasının toplumda adaleti sağlama açısından
kaçınılmaz bir uygulama olduğu kanaatini verdi. Nitekim O, Medine’de halife
olur olmaz bu görüşünü uygulama safhasına geçirdi ve o sırada ana hazinede
biriken 300.000 dinarı, Arap-Mevâlî, erkek-kadın ve hür-köle ayrımı yapmadan
tüm Medinelilere dağıttı.” (Sh: 230-233)
Fiyatlar ve Geçim Seviyesi (Sh: 243-250)
ve Ticâret (Sh: 251-256) bu bölümde ele alınan diğer konu başlıklarıdır.
Sonuç
“Hz. Ali’nin Medine’de halife seçilmesi, İslâm
devletinin buhran ve çalkantıları yönünden en kritik dönemine rastlar. Hz.
Osman’ın hilafeti esnasında ortaya çıkan fitne olaylarına, İslâm toplumundaki
önemli ve etkin rolünden dolayı Hz. Ali’nin de ismi karışmış ve bu sırada
devletten yana bir siyaset takip etmesine rağmen, sonradan bazı çevrelerce
halifenin öldürülmesi olayına, en azından sessiz kalmak suretiyle yardımcı
olmakla itham edilmiştir.
Hz. Ali dönemi, siyasî yönden olduğu kadar
idarî ve iktisâdı yönden de önemli gelişmelere sahne olmuştur. Fakat nedense bu
dönemin idâri ve iktisâdı yönü, siyasî yönü kadar Müslüman ve batılı
araştırmacıların dikkatini çekmemiştir. Biz bunu, mezkûr araştırmacıların Hz.
Ali dönemini genel olarak bir fitne ve kargaşa dönemi şeklinde telakki
etmelerine ve dolayısıyla da böyle bir ortamda herhangi bir gelişme ve
ilerlemenin tahakkuk etmeyeceğine kanaat getirmelerine bağlamaktayız.
Hz. Ali döneminde meydana gelen en bariz
idari uygulamalar, Kufe’de ikâmet eden Halife ile devletin çeşitli
vilâyetlerinde görev yapan valiler arasındaki olumlu ve olumsuz ilişkilerde
görülür. Hz. Ali, bu yüksek devlet memurlarına karşı muamelelerinde Hz. Ömer’i
andırır. Onun çeşitli vesilelerle valilere göndermiş olduğu mektup ve
talimatlarda, sürekli, bulundukları vilayet insanlarına iyilikte bulunmalarını,
onlara zulümden kaçınmalarını ve sosyal adaleti halkın her kesimine yaymalarını
tavsiye etmektedir. Fakat bu dönem birçok sosyal ve siyasî çalkantıya maruz
kaldığından, Halife tarafından tayin edilen bazı devlet memurlarının şahsî çıkar
ve dünyevî menfaatler peşinden koşmalarından ve nihayet bazı tecrübesiz
valilerin idari gaf ve hatalarından dolayı çok üzücü olaylar meydana gelmiştir.
Bu olayların sonucunda da halife bazen iki vilayeti bir valinin idaresine
vermiş, bazen de önemli bir vilâyeti (Mısır gibi) siyâsî rakiplerine kaptırmak
zorunda kalmıştır.
Hz. Ali dönemi müesseseler tarihi
açısından da önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu gelişmeler özellikle adlî ve
askerî sahada kendini göstermiştir. Hz. Ali’nin fıkıh konusunda derin bilgi
sahibi olması, ister istemez bu ilmin uygulama alanını teşkil eden kadılık
sistem ve teşkilatında büyük gelişmelerin meydana gelmesine sebep olmuştur. Bu
sahada önemli bir yenilik de Mezâlim Mahkemesi’nin ihdasıdır. Bu önemli yüksek
yargı organının sorumluluğunu bizzat Halife’nin üstlenmesi ise, daha farklı bir
gelişme olsa gerektir.
O dönemde adlî teşkilâtın önemli bir kolu
olan polis teşkilâtı, gerçek kimliğine ancak Hz. Ali zamanında kavuşmuştur.
Zira O, daha önce basit ve az sayıda kişiden oluşan bu devlet kurumunu, yeniden
düzene koymuş ve Medinetu’ş-Şurta adı altında özel bir kuruluş
haline getirmiştir. Bundan başka ilk defa düzenli bir hapishane yaptırmış ve
mahpuslara kışlık ve yazlık elbise dâhil hayatlarını idame etmek maksadıyla
onlara yiyecek ve içecek temin etmiştir.
Hz. Ali döneminde ordu teşkilatında da
önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Bunlardan en önemlisi askerlere eşit maaş
dağıtımıdır. Bu uygulama, Halife’ye çok pahalıya mal olmuşsa da hayatının
sonuna kadar kesintisiz devam etmiştir.
Bu dönemin iktisadî yönü ise, yine ilk
defa tarafımızdan geniş bir şekilde ele alınmıştır. Şüphesiz ki, Hz. Ali’nin bu
sahadaki en önemli icraatı, maaşların Arap-Mevâlî ayırımı gözetmeksizin tüm
askerlere eşit dağıtılmasıdır. Halife’nin haraç çiftçilerinden alınan vergi
miktarlarının azaltılması ve toprakları iyileştirme ve ziraat için elverişli
hale getirilmesine yönelik uygulamaları, dönemindeki iktisadî faaliyetlerin
gelişmesini simgelediği gibi Müslüman ve Gayr-i Müslim vatandaşların sıkıntıya
düşmeden refah içinde yaşadıklarını da gösterir. Aynı gelişmelerin ticaret
alanında da meydana geldiği bir gerçektir. Ayrıca bu dönemde Halife’nin özel
iktisadî politikası sonucu devlet gelirlerinin büyük bir kısmı vatandaşlara
yansımaktaydı. Bu uygulamada alt tabakayı temsil eden yaşlı, yoksul, özürlü ve
kimsesizler de en az diğerleri kadar eşit haklara sahiplerdi. Kısacası bu
dönemde sosyal adaletin tüm kuralları harfiyen uygulamaya konulmuş ve ister
Müslüman ister Gayr-i Müslim olsun tüm tebaanın hizmetine sunulmuştur.” (Sh:
257-259)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 302 / Ocak 2016
________________
(1) Yusuf
Kerimoğlu, Fıkhî Meseleler- 1, Mîsak Yay. Ank 2013, S.214, Ayrıca bakınız: S.
207-215