İslâm’da Şûra - Alparslan Aydar

İslâm’da Şûra

Yıllar önce Dr. Abidin Sönmez tarafından kaleme alınan ‘Şûra ve Resûlullah(sav)’ın Müşâveresi’ isimli kitap, konu ile ilgili önemli bir eserdir. Türkçe’de sık sık kullandığımız müşâvere, meşveret ve şûra kelimelerini şöyle açıklar: “Arap lisanında işaret masdarı, ilâ ile kullanıldığında, ‘el veya göz yahutta kaş ile ima etmek’ anlamına gelir. Aynı kelime alâ ile kullanıldığında ise ‘emretmek ve re’y vermek’ mânasını ifade eder. ‘Meşûrâ’ kelimesi ise ‘teknik istişare’ demektir. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine müracaat etmeyip, bizzat ihtisas sahibi ve ehil olan kimseleri seçmek gerekir.Tanıtımını yapacağımız Prof. Ali Muhammed Sallabi’nin ‘İslâm’da Şura’ isimli eseri, şura ile demokrasi arasındaki münasebeti dikkate alması açısından önemlidir.

İslâm’da Şûra
Prof. Ali Muhammed Sallabi
Ravza Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 313 / Aralık 2016

Yıllar Önce Dr. Abidin Sönmez tarafından kaleme alınan ‘Şûra ve Resûlullah(sav)’ın Müşaveresi’ isimli kitap, konu ile ilgili önemli bir eserdir. Bu eserde Türkçe’de sık sık kullandığımız müşâvere, meşveret ve şûra kelimelerini şöyle açıklamıştır: “Arap lisanında işaret masdarı, ilâ ile kullanıldığında, ‘el veya göz yahutta kaş ile ima etmek’ anlamına gelir. Aynı kelime alâ ile kullanıldığında ise ‘emretmek ve re’y vermek’ mânasını ifade eder. Bu anlamda müşavere, ‘işaret almak’ demek olur. Müşavere, şivâr, meşveret, meşûra, meşvûra hepsi aynı kökten türemiş kelimeler olup ‘danışıp işaret almak’ yani ‘re’y almak, bir mesele hakkındaki görüşünü sormak’ demektir. Toplanıp meşveret eden cemaata da ‘şûra’ denilir. Bir konuyu konuşup tartışmak amacı ile yapılan toplantıyı ifade ettiği gibi, aynı zamanda bu toplantının yapıldığı yer için de kullanılır.

‘Meşûrâ’ kelimesi ise ‘teknik istişare’ demektir. Gelişi güzel herhangi bir kimsenin fikrine müracaat etmeyip, bizzat istişareye ehil olan kimseleri seçmek gerekir. Görüşülmesi gereken mesele bütün boyutları ile tartışılarak en doğru görüşü tesbit etmek suretiyle hakikatin ortaya çıkarılması sağlanır.

Yukarıda geçen anlamların dışında müşavere ve işaret kelimeleri, ayrıca ‘arı kovanından bal almak’ mânâsına da gelir ki, bu yolla fikrine müracâat edilerek kendisi ile istişare yapılan kişilerin fikrî kapasite derecesi ve olayları değerlendirmede ne derece keskin görüşe sahip olduğu da anlaşılabilir.” (1)

Bu sayımızda Dr. Abidin Sönmez’in kitabından sonra yine konu ile ilgili dilimizde yayınlanmış olan en geniş kapsamlı eserlerden biri olan ve Prof. Ali Muhammed Sallabi tarafından kaleme alınan ‘İslâm’da Şûra’ kitabını tanıtmaya çalıştık. Sallabi eserinin mukaddimesinde kitabını genel olarak şöyle tanıtmıştır.

Birinci Bölümde, Hz. Peygamber(sav), Raşit Halifeler, Ömer b. Abdülaziz ve Nureddin Zengi dönemlerindeki şûra örneklerini ayrıntılarıyla ele almıştır.(S.23-152) İkinci Bölümde, şûranın faydalarına, hükümlerine, sahalarına işaret edilmiş. (S.155-296)

Şûranın en önemli faydaları şu şekilde ifade edilmiş: “Şûra, hakkı ve gerçeği kazanmak için tam bir isabettir; Allah’a ibadet ve yakınlıktır; fikir ve görüşlerin birbirini geliştirmesidir; uzmanlık sahalarının takasıdır; bilinmedik bilgilere ulaşmaktır. İnsanlık ve sosyal olarak topluma güç ve kuvvet katmaktır. Şûraya katılan bütün taraflara sorumluluklarını hatırlatmaktır. Devlet ve halk arasında bir güvenlik bağıdır.” (S.13)

“Başka bir açıdan şûranın faydaları içinde şunları da sayabiliriz. Şûra, istibdattan korunmaktır. Devlete yetkin ve seçkin güçler verir. Şûra ile kişisel kararlardaki eksiklikler, giderilir. Onunla başkan ile vatandaşlar arasındaki fark ve uzaklık sıfıra yakın daralır. Şûra ile şiddet ve aşırı eğilimler, söndürülür. Şûra, değişik sahalarda gizli kalan enerjileri fışkırtır. Şûra ile bireysel düşünceyi felç eden ideolojilerin zararları aşılır.”

 

Yazar şûranın hükmünün vacip olduğunu söyler.

 Şûra sadece tavsiye ve bilgi alışverişi midir? Yoksa uyulması gereken bir emir midir?! Şûranın emir ve zorunlu olduğu tarafını destekler. Bu konuda ümmetin âlimlerinin meşhur görüşleriyle delil getirir.

İslâm devleti, gizemli, kapalı, sadece din adamlarının yönettiği teokratik bir devlet değildir. İslâm devleti milletin iktidarını esas alır. En küçük vatandaş dahi burada sorumludur. Ve sorumluluğunu yerine getirmek için koşturur. Dolayısıyla, fikrini ve iyi projelerini açıklamakta, onları devlet ile paylaşmakta herkese fırsat tanınmalıdır. Devlet adamları en azından çoğunluğun görüşünden sorumlu olmalı. Evet, çoğunluğun görüşü şûranın temel bir boyutudur. Ve şûranın uygulanması zorunlu bir iş olduğunu gösterir. Şûranın devlet için ne kadar önemli ve yüce bir ilke olduğunu bildirir. Demek, İslâm devletinde, herhangi ciddi bir girişim ve projeye başlanmadan önce, çoğunluk tarafından bilinmesi ve rızalarının alınması gerekir.

Şûranın sahaları çoktur: 1) Siyasette, özellikle dünya siyasetinde. 2) Yargıda. 3) Kesin şeri ahkâmın tespitinde. 4) Nazari ve ihtilaflı, içtihadî ahkâmın tespitinde. 5) Şûranın düzenlenmesinde. Bu gibi konuların yanında, kadınların da oy haklarının olduğuna değinir. Ve Kur’an-ı Kerim’in kadınların görüşü ile ilgili ayetlerini açıklar. (S.15)

Bu kitapta kamunun menfaatine dokunan her iş için bütün vatandaşların şûrada, şûranın temel bir hak oluşunda hakları vardır, diye izah eder. Müslüman vatandaşların, gayri müslim vatandaşları ilgilendiren konularda söz hakkı olmadığını söyler: Evet, Müslümanların gayrimüslimlerin inanç ve dini meselelerine karışma hakkı olmadığı gibi, gayrimüslimler de Müslümanların inanç ve dinlerine karışma hakkına sahip değiller. Bu alanlar özel olduğu için genel bir hak olan şûraya katılma özgürlüğü burada geçerli sayılmaz. Fakat idari, teknik, ahlakî ve insanî noktalar genel haklar olduğundan, evrensel bir hak olan şûrada müslim gayri müslim ayırımı olmaz.

Şûraya katılacak kişilerin kimler olabileceğine, onların temel niteliklerine ve nasıl seçileceklerine de değinir. Bu niteliklerin başında ilim, güvenilirlik ve tecrübe sıfatları gelir. Bunun yanında şûra meclisinin yetki ve görevlerini özetler. Şûra müessesesinin gelişmesi için şer’i metot ve kuralları dile getirir: Koruyucu önlemler almak, maslahat-ı mürsele (belirsiz yararlar), başka ümmetlerden yararlı âdet ve bilgileri almak kuralları gibi.

Bu arada ‘Biz Müslümanlar, demokrasiden istifade edebilir miyiz?’ diye sorar: ‘Demokrasinin zararları nelerdir? Şûra ve demokrasi arasında farklar var mıdır? Biz demokrasiye uyum gösterebilir miyiz?’ diye araştırmıştır. Ayrıca ‘Reform ile Şûranın yeni kararları arasında bir ilişki olabilir mi?’ sorusu üzerinde durmuştur. (S.16)

Kitapta şûra ve seçimin son derece özgür bir ortamda olmasının zorluğuna da değinir. Şûranın ancak özgürlük gölgesinde ve özgür bir ortamda başarılı olup istikrar bulacağını söyler. Evet, şûra ancak gönül, fikir ve ifade özgürlüğü çerçevesinde yeşerebilir. Hürriyetsiz, şûra ölü doğmuş siyasi bir projedir. Sağlam doğsa da sağlıklı olarak yaşama şansı yoktur. Sadece isimden, şekilden ve resimden ibaret kalan, istibdadın şûra postuna büründüğü bir durum olur.

Bütün bunlara ilaveten, İslâm toplumlarında şûranın hakikatini çalıştırmanın ehemmiyetine değinir. Şûranın bir daha İslâm milletlerine geri dönmesi için araç ve gereçlerin en önemli gördüklerini anlatır. Medeni yöntemleri, milli kurumları çalıştırmak, liderlerin kutsallığını ve dokunulmazlığını kaldırmak; İslâm’ın devlet biçiminin medeni ve sivil olduğunu, askeri olmadığını göstermek yanında, şu önemli noktaları da hatırlatır:

1-Çağdaş medeni istilaları önlemek. 2-Öğrenme özgürlüğünü ve ilmî araştırmaları sağlamak. 3-Halkların isteklerini karşılamak. 4-Toplumda ve dinde olması gereken yeniliklere cevap verebilmek. 5-Şûra kültürünü ailede ve okulda; dernek, vakıf, sendika ve üniversitelerde yaymak. 6-Despotizm ile savaşmak. (S.17)

Evet, milletlerin kalkınması, çağdaş cereyanlara ve medeni yeni iktisadi akımlara karşı koyabilmeleri ancak toplumun bütün birey ve cemaatlerine adaleti yaymak ve onların siyasi haklarının bütün çeşitlerini tanımakla olur. İslâm ümmeti, bu hakları kabul edip, herkesin hakkını avucuna teslim ettiği zaman, medeniyet ve kalkınmanın zirvesini yaşamıştır. O hakları çiğnediğinde ise sönüp yere yıkılmıştır

İslâmiyet’i esas alan çağdaş medeni bir devletin yönetim felsefesi tamamıyla şûraya bağlıdır. O şûra ki, Kur’an’da önemle zikredilmiş, Hz. Peygamber ve Raşit Halifeler onu yüzde yüz uygulamıştır. Kitapta: ‘Şûranın nasıl siyasi hayatın içinde bir ruh olduğunu, hatta Asr-ı Saadet’te İslâm devletinin en güçlü temeli haline geldiğini’ açıklamaya çalışır.

Hz. Peygamber (sav) peygamber olduğu halde, çağların en iyisi olan kendi çağında, devlet işlerinde daima şûrayı esas almıştır. İşte gerek Hz. Peygamber (sav) ve gerek Dört Halife, sahabe büyükleri oldukları halde şûrayı yönetimlerinin en doğal bir özelliği olarak kabul edip onu kullanmışlar.

Şûra, yasama özelliğini ‘def-i şerr, celb-i menafi’ ilkesinden alır. Bu temel ilke ise şûra ve şûra yönetiminden daha geniş bir alanı kapsar. Evet, İslâmî bütün mezhep ve şeriatlar bu köklü ilkeye dayanırlar. İzz İbn Abdüsselam şöyle demiştir: ‘Şeriatın her şeyi faydalı, samimi bir nasihattir. Çünkü şeriatın bütün maddeleri, ya kötülükleri gidermek veya menfaatleri celbetmek içindir.’

Şûra, şeriatın temel maksatlarıyla beslenir ve onların rengini alır. Şûranın, şeriatın beş temel ve zorunlu ilkesi ile çok sağlam bir bağı vardır. O temel ilkeler ki, usulcüler uzun uzun onları tahlil edip araştırmışlar, sonra açıklamışlardır. Çünkü şûraya dayanan bütün devlet düzenleri bu beş ilkeyi yaşamak, onların devamlılığını sağlamak zorundadır. Bu sadece Müslümanların beş temel kanunu değildir. Belki bütün insanlığın temel zorunlu ilkeleridir. (S.19)

Evet, bütün şeriatler can, mal, namus ve neslin korunmasının gerekliliği konusunda müttefiktirler. Söz ve işlerde daima daha iyisini tercih etmekte de müttefiktirler.

Hiç şüphesiz diktatör, işgal edici ve istibdatçı düzenler, insanın bu beş temel ve zorunlu hakkını çiğner. Veya bu haklar, o karanlık düzenlerin ufunet(irin)li gölgesi altında zayi olurlar. Tarih buna şahittir.

Kesin olarak bilinir ki, bu beş zorunlu haklar, nezih ve adil bir ortam içinde ancak korunabilirler. Kuvvetler ayrılığı, yöneticinin halkına hesap vermesi ile ancak gerçekleşebilirler. Toplumda değişik özgürlüklerin var olması, devlet başkanının yaptıklarını ve harcamalarını kontrol etmek ve genel eşitliği kazanmak içindir.

Fakat diktatör düzenlerde şûra kaybolur. Çünkü böylelerde ifade özgürlüğüne müsamaha edilmez. Devlet başkanı kendine göre harcamalar yapar. Hesap vermediği gibi; muhaliflerini ya öldürür veya hapse atar. Devlet başkanı veya oğullarının veya hanedanının yanlışlarını söylemek (ki, her vatandaşın en tabi hakkıdır) canını tehlikeye atmak demektir. Böyle devletlerde halkın genelinde de özgürlük, adalet, eşitlik gibi güzellikler tamamıyla kaybolur. Adeta herkes ötekine zulmetmek ister. Evet, böyle zalim düzenlerde nice kanlar dökülmüştür, nice ırzlara geçilmiştir, nice mallar gasp edilmiştir. Nice âlimler öldürüldüğü gibi; fikir ve kültür adamları da hapsedilmiştir. Böyle yerlerde ne din, ne can, ne mal, ne akıl ve nesil sağlıklı yaşama şansını bulabilirler. Yaşama şansını bulamadıkları gibi, bu müstebit ve köktenci düzenler, onların kökünü bile kazırlar. (S.20)

 

Şûranın Faydaları

Maddeler halinde açıklanır: (S.155-163):

Büyük çoğunlukla doğruyu ve gerçeği yakalamakta isabet edilir.

Şûra ile amel etmek Allah’a yakınlık ve ibadettir.

Fikirlerin birbirini aşılayıp geliştirilmesine vesile olur.

Topluma güç kalan, şûraya katılan taraflara sorumluluk duygusu hissettirir.

Yönetenler ile yönetilenler arasında güveni arttırır, gönülleri hoş eder, aralarındaki ihtilaf çatlağını daraltır.

Fert ve devletin istibdattan korunmasını temin eder.

Toplumda gizli kalan enerjiyi açığa çıkarır.

İhtisas ve uzmanlık sahiplerini cesaretlendirir.

Aşırı uçlar ve şiddet önlenir.

Soruna, farklı açılardan sağlıklı bir şekilde bakabilmeyi sağlar.

Teorik ve pratik bilginin tekâmülüne imkân sağlar.

Bireysel düşünceden kaynaklanan krizler şûra ile aşılır.

 

Ehl-i Şûranın Nitelikleri

Fakihler ve şer’i siyaset âlimleri arasında ‘ehl-i şûra’, ‘seçim ehli’, ‘ehl-i hall vel-akd’ gibi tabirler daima kullanılmıştır. Son ifade daha çok kullanılmışsa da üçünün de aynı manaya geldiğini görürüz. O da bu kurulların idarecilere siyasi destek vermesi manasıdır. Hz. Peygamber (sav) ve Raşit Halifeler döneminde şûra ehli kavimlerini temsil eden, son derece güvenilir sahabeler idi. Bunlar adeta ‘Şûra Meclisi’ gibi çalışıyorlardı. Bu meclis Hz. Peygamber (sav) döneminde, büyük imtihanlardan geçen; acı tecrübeler gören, umumun güvenini kazanan büyük sahabelerden oluşuyordu. Hicretten sonra bunlara Ensar’ın büyükleri de ilave edildi. Sonra Raşit Halifeler döneminde iki ayrı grup daha ortaya çıktı. Birinci grup kamu lehine ve İslâm dini lehine büyük başarılara imza atanlardı. İkinci grup Kur’ân ve din ilimlerinde büyük nam yapanlardı. Bütün bunlar, kamu hakları ve meselelerinde müsteşarlar gibi çalıştırılıyorlardı.

Bu merhalede şûranın üç derecesini ayırt edebiliriz:

Saf teknik konular: Burada asıl olan ehl-i fennin görüşüdür.

Genel yasama konuları: Burada, kabile ve gruplarını temsil eden vekillerin görüşleri asıldır. Genel olarak bu temsilcilere ‘Ehl-i Şûra’ denilir.

Daha çok genel olan konular: Devlet başkanını seçmek, savaş ilanında bulunmak gibi genel meseleler ki, bütün toplumun bilgisini ilgilendirir. Bu da genel bir seçim veya referandum ister.

Şimdi ehl-i şûradan maksat, kendileriyle istişare yapmanın vacip olduğu kişilerdir. Bunlar, nitelikleriyle şartları ile ehliyetli olan; kişilikleri ve isimleri belli olan zatlardır. İdarecilerin ve sorumlu olanların bunlarla istişare etmeleri vaciptir. Meşhur olarak devlet başkanının ve hükümetinin yanında olan büyük millet meclisidir. Bizim İslâmi literatürümüzde bunlara ‘Ehl-i hall ve akd’ denilir. Bütün büyük istişare komisyonları da bu isim altında dâhildir. O komisyonlar ki, daima vasıflı müsteşarlardan oluşur. Memleketten memlekete, meclisten meclise isim ve unvanları değişmekle beraber, bu meclis ve komisyonlar, dünya devletlerinin çoğunda, hatta İslâm devletlerinin de çoğunda temel, vazgeçilmez, esas kurumlar hâline gelmişlerdir. Bu temel meclis ve kurumların yanında, devlet başka teknik meclis ve kurumlara da muhtaçtır. Bunların sahaları daha dar ve daha özel olduğu için, bunlar daha çabuk bir araya gelebilirler ve daha kesin kararlar alabilirler.

Fakat bu gibi meclislere seçilen adaylar kimlerdir? Nitelik ve şartları nelerdir? Hiç şüphesiz bu gibi detaylar, içtihada ve takdire bırakılmıştır; duruma göre, ortama göre, meclisin yetkilerine göre bu ölçü ve şartları belirlemek veya bir kaide ve kanun altına almak değişir. Bununla beraber bu değişiklik, riayet edilmesi gereken bazı temel vasıfların aranmasına, esas alınmasına ters değildir. Evet, bütün toplumu ilgilendiren sorunlar hakkında fikir veren, istişare edilen şahısların önemli özellikleri olması gerekir.

Bu gibi konularda önemli, esas bir kısım vasıflar şunlar

1)Feraset ve zekâ. 2) Emanet ve doğruluk. 3) Kıskançlık ve rekabetten kaçınmak. 4) İnsanlar arası barışı sağlamak. 5) Nefsani duygulara düşkün olmamak. 6) Devletçe salahiyetleri, başarıları ve bilgileri kabul edilmek. (S.192-193)

 

Ehl-i Şûranın Seçimi

Ümmetin, toplumun kendisini temsil edecek, ona vekil olacak kişileri seçmesi vazgeçilmez bir vazifedir. Ümmetin bu önemli görev için seçtiği kişilere ‘ehl-i hal ve akd’ denilir. Bu seçim işinin icra edilmesi için gerekli düzeni sağlamak, özgür bir seçim ortamını hazırlamak, fakihlerin anlattığı şekilde vekillerde bulunması gereken şartların nizamnamesini tanzim etmek devletin görevidir.

‘Ehl-i hall ve akd’ meclisini oluşturmak, açık bir tarzda onların ümmetin vekilleri olduğunu ispat etmek için böyle bir seçim zorunludur. (S.196)

Demek zımni ve gizli bir vekâleti sağlamak bu çağda mümkün değildir. Çünkü nüfus çoğalmış; herkesin fikrini öğrenmek mümkün değil. Ayrıca böyle bir vekâleti caiz görmek, ümmet için çok tehlikeli bir kapı açar. Kargaşaya, anarşiye, bitmez tükenmez bir kötülüğe yol açar. Çünkü ‘ehl-i hall ve akd’ vasıflarına haiz olmayan sayısız kişiler çıkıp, kendilerini milletin temsilcileri sayarlar; ümmet benden ve benim vekâletimden razıdır, derler. Böyle bir şey ise şeriat ve hukuk açısından caiz olmadığı gibi, hiçbir sağlam akıl tarafından da kabul edilmez.

Şûra meclisine (büyük millet meclisine) yeterli ve halis üyelerin seçilmesinin güvencesi için herhangi bir tüzük hazırlayıp yürürlüğe koymak yetmez. Çünkü İslâmî kavramlar toplumda yayılmadıkça, milletin ahlaki seviyesi yükselmedikçe, bireylerde inanç ve ahlak olmadıkça, toplum uygun kişileri seçemez. Seçilenler de İslâm’ın emrettiği gibi görevlerini yerine getirmezler. (S.197)

Bakın, İkinci Akabe Biati’nde Evs ve Hazreç kabilelerine Benim için on iki temsilci çıkartın; kendi kavim ve kabilelerinin sorumluları olsunlar’ diyor. Onlar da on iki temsilci çıkardılar; Dokuzunu Hazreç kabilesinden, üçünü de Evs kabilesinden.

Evet, hayatın birçok işi vardır. Ve her birisi, mütehassıs ve bilgili insanlara muhtaçtır. Ve ancak bu özel insanlar, bu özellikli işlerin iyisini kötüsünü bilirler. Demek toplumun güce ihtiyacı olduğu gibi, yargıya da ihtiyacı vardır. Asayişe ve emniyete muhtaç olduğu gibi, zenginliğe ve ekonomiye de ihtiyacı vardır. Dâhili ve harici siyaset ve idareye muhtaç olduğu gibi; talim ve terbiyeye de muhtaçtır. Mühendisliğe muhtaç olduğu gibi, psikolojik ve sosyolojik bilimlere de ihtiyacı vardır. Bütün bunlar için mütehassıs insanlar gerek. Bu insanlar, fikirlerin olgunlaşması ile büyük araştırmalar, tecrübe ve deneylerle bu noktalara gelmişlerdir. Bunlar kendi sahalarının Ehl-i Şûrasıdırlar. Ümmet ve toplumun, bunları eserleriyle tanımaları ve onlara güvenmeleri gerekir; Onları kendi temsilcileri olarak saymaları lazımdır. Devlet başkanının dahi, bunlarla özel istişareler yapması gerekir. Toplum işlerinin sağlıklı yürümesi için bunlar, asla vazgeçilmeyecek kadar önemlidirler. Evet, şer’i kesin emirler hariç, içtihada alan olan her şeyde bunlara danışılması lazımdır.

Evet, özel alanlarla ilgili işlerde özel ve mütehassıs insanlara danışılır; din ve ahkâm konularında ulema-i dine danışılır; imar işlerinde mühendislere danışılır; sanayide sanayi uzmanlarına danışılır; ticarette ticaret uzmanlarına danışılır. Ziraatta ziraat mühendislerine danışılır. Diğer noktaları bunlara kıyas edebilirsiniz. Yalnız burada önemli bir nokta kalıyor; o da şudur: Bu mütehassıslar kendi sahalarında dini ve şer’i çerçeveyi aşmamaları için din âlimleriyle istişare etmeleri gerekir. Demek din âlimlerinin hayatın her sahasını bilmeleri lazımdır. (S.200)

 

Demokrasiden Yararlanabilir miyiz?

Bu mesele bir tür hikmet kabilindendir. Hikmet, nerede bulunursa, oradan alınabilir. Bu da doğru olan şer’i siyasetin bir gereği kabilindendir.

Demokratik sistemlerden yararlanmayı tespit etmemiz durumunda, herhangi bir kimsenin çıkıp da bize: ‘Demokrasiyi tümüyle alın veya tümüyle ret edin veya onu olduğu gibi tüm farklı kurumlarıyla kabul edin ya da acısıyla tatlısıyla batı demokrasilerinin tamamını alın’ demek hakkı yoktur.

Kaldı ki demokrasi, ehlince de bilindiği gibi sadece insanlık deneyimleri sonucu oluşturulan bir sistemdir. Bu nedenle tenkit olunabileceği gibi, alınabilir de verilebilir de. Çünkü demokrasi taraftarları ve sunucuları da bu sistemin de kendisine özgü birtakım kusurları, ayıpları ve eksiklikleri olduğunu söylemektedirler. (S.230)

 

Demokrasinin Yanlışları

Günümüzde demokrasinin en büyük tehlikelerinin başında şu hususlar yer almaktadır. Varlık sahipleri, idareciler ve siyasiler üzerinde baskı kurabilmektedirler. Bu konuda da en başta siyaset ve siyaset kurumları yer almaktadır. Bundan sonra büyük siyasal partiler ve bunların eğilimleri, vergi durumları, mali işler, sermayedarlar gelmektedir. Sonra baskıcı bir tarzda seçimleri etkilemek, siyasileri egemenlikleri altına almak gibi bir tehlike yatmaktadır. Bunu da birtakım yasal ve yasal olamayan yollardan gerçekleştirmektedirler. Bundan sonra büyük iletişim araçlarını etkilemek suretiyle bunları ellerine geçiriyorlar. Bunlar yoluyla istediklerini tahakküm altına alabiliyor ve istediklerini elde edebilmek için yön verebiliyorlar. Böylece karşıtlarına karşı bir blok oluşturabiliyorlar İşte bu yoldan nihayetinde parlamenter sistemlerde azınlığın çoğunluk üzerinde baskı kurmasına etki oluşturmasını görmekteyiz. (S.231)

 

Şûra ile Demokrasi arasındaki farklar

Eğer demokrasiyi, başlı başına var olan sosyal ve toplumsal bir ekol olarak kabul edersek, o zaman, bu sistemin İslâmî bir sistem olduğunu söyleyemeyiz. Ya da İslâm da demokrasiyi kabul eder, onu caiz görür ve İslâm da demokrasiyi içerir diyemeyiz. Çünkü şûra ile demokrasi, uyguladıkları usul ve yöntemleriyle, kaynaklandıkları temel itibariyle tamamen birbirlerinden ayrı ve uzak olan iki ekoldür. Nitekim her ikisi, felsefeleri, uygulamadaki sonuçları itibariyle de farklıdırlar.

Ancak demokrasiye farklı bir değerlendirme veya göz ile bakar, onun bireycilikle, istibdat ile başkalarını tercih konularıyla, ayrımcılıkla savaşan yönüyle ele aldığımızda, bütün bir toplum adına gayret gösteren ve herkesin idareye ortak olmasını kabul eden yönüyle değerlendirdiğimizde, herkesi yaptıklarından dolayı sorguladığından ve hesaba çektiğinden, idarecileri denetlediğinden ötürü, demokrasiye işin bu yönlerinden bakar ve dikkate alırsak, İslâm’da da kendisine özgü bu manada bir demokrasisinin var olduğunu görebiliriz.

Yani İslâm nizamı da istibdada karşıdır, kimilerine ayrıcalık tanımaya karşıdır. Aynı zamanda İslâm toplumun idarecilerini ve yetkililerini denetleme, gözetleme ve hesaba çekme hakları vardır. İşte bu yönüyle İslâm’ın demokrasiye değil demokrasinin İslâm’a ondan yararlanması açısından bir benzerliği olabilir.

a-Genel olarak demokrasi, lâdini olan yani dine dayalı olmayan, laik sistemlerde, özellikle de batılı sistemlerde uygulanan bir sistemdir. Çünkü bu konuda bir inanç var. Buna göre dini hükme göre idareyi istemek, nihayetinde bir din adamları tabakasını oluşturur. Bu durumda devlet başkanını da kutsal kabul eder noktaya gelir. Buna bağlı olarak ilişkilerin de tekelleşmesine neden olur. Aykırı görüşler ortaya çıkar. Bu durumda buna karşı görüşte olanlara karşı küfür ve zındıklık hükümleri gündeme girer. Nitekim durum adeta kilise devletlerinde yaşanan krizlerde olduğu gibi bir noktaya gelir. Bu Avrupa’da bilinen bir gerçektir. (S.232)

Şûra sistemi İslâm’a inanan bir toplumdan kaynaklanan bir sistemdir. Bu nedenle iman ile bağlantılıdır ve ondan bağımsız olarak düşünülemez. Çünkü bunun bir Müslüman’ın bütün hayatında şekilleriyle, suretleriyle varlığı söz konusudur. İslâm’da din, hayatın bir temelidir. Bu itibarla ibadet ve kulluk sadece bir guruba veya bir fırkaya has değildir. Evet, her ne kadar hükmeden de evrensel olsa, dinin insan hayatından bağımsız düşünülmesi söz konusu olamaz.

b-Şûra, maddi veya ruhsal olsun her mesele ve her problem için gayret gösterir. Şûra işe, en küçük aileden başlar, kabile, aşiret, toplum ve devlet boyutlarına kadar hepsiyle ilgilenir. Devlet ve hükümet idaresinde siyasal manadaki seçimler bir yana, millet ve toplumla ilgili paylaşımları ve ortaklıkları da gerçekleştirir. (S.233)

c-Ümmet kavramı, İslâm açısından herhangi cins, millet, ırk veya toprakla sınırlanmaz. Aksine ümmet kavramı bütün bunların üzerinde çok geniş kapsamlı olan bir kavramdır. Buna bağlı olarak İslâm akidesinin ruhu, özü; Müslümanlar arasında vahdet kavramının sağlanması gelir. Çünkü Müslümanlar arasında vahdet kavramı, temel kavramdır. Esas olan İslâm birliğidir. Oysaki demokratik sistemlerde tartışmalar ve anlaşmazlıklarla birlikte, aynı bölge içerisinde bulunanlar arasında ayrımcılığa yer verilmekle birlikte, bu sistem, belli bir bölgeyle sınırlandırılır. (S.233)

d-Demokratik sistemlerde, toplumun kendisi yasamanın kaynağıdır. Temsili vekilliklerde sınırlama belli bir guruba veya kesime verilerek, parlamentolarda veya millet meclislerinde toplumlar onlar tarafından temsil olunurlar.

Milleti veya toplumu temsil edenler, mutlaka şeriate uygundur veya meşrudur manasına gelmez. Parlamenter sistemde bir takım icraatlarda bulunsalar bile, uygulamalarının meşru olması anlamını taşımaz.

Oysa şûra sisteminde, yasama ve kanun koyma Allah adınadır, sadece onun içindir ve hâkimiyet ya da egemenlik yalnızca Allah’a aittir. Hatta dahası içtihada dayalı olan meselelerde ve tartışmalarda bile durum böyledir. Burada asıl olan şey, şeriatın kararlaştırdığı gerçeklerin dışına çıkılmamasıdır. İşte işin bu yönü batılı düşüncede demokrasiyle paralellik ve denklik göstermeyen yöndür. Kaldı ki, milletin gücü-sultası, İslâm sisteminde mutlak değildir. Aksine bu, şeriatın ve şeriat hükümlerinin ortaya koyduğu gerçekler ve tespitler çerçevesinde kayda bağlıdır. (S.234)

e-Şûra, İslâm nizamıyla bağlantılıdır. Çünkü İslâm nizamı hem ahlâkı, hem yasamayı ve hem İslâm siyasi ameli içinde barındırır. Ahlaki olan bir eylemin dışına çıkmaz. Çünkü bu nizamın amacı, hem bu dünyayı ve hem ahireti, her ikisini birlikte kazanmaya dayanır. Çünkü bireylerin ve devletin maslahatlarını gerçekleştirirken, ıslahata ve uygarlığa verdiği önem de zaten yeryüzünde halife olma kavramı içerisinde yer almaktadır.

Oysa demokrasilerde ağırlıklı olarak batılı düşünceye boyun eğmek egemendir. Bu nedenle hem nispi olan çıkarlara ve değerlere göre hareket eder. Yani çoğunluk düşünce olarak hangi yapıya sahipse, egemen olan odur. Özellikle de eğer mutlak bir çoğunluk varsa, orada söz hakkı ve yetki sadece onlarındır. (S.235)

Yazar konuyu şu önemli uyarı ile tamamlar:

İbn Mesud (ra), Hz. Peygamber’den (sav) rivayet ediyor:

Resulullah(sav) buyurdu ki: “İsrail oğullarında başlayan ilk çözülme şudur; Adamın biri, bir başkasıyla karşılaşır ve ona ‘Ey filan kes! Allah’tan kork da şu yapmakta olduğun yanlışı bırak. Çünkü O şey sana helal olmaz’ derdi. Ertesi günü de onunla yine karşılaşıp bir araya gelir, bu defa onu, yaptığı yanlıştan menetmez, onunla birlikte oturup yeme ve içmesine bu durum mani olmazdı. İşte iş, bu noktaya vardığında Allah hepsinin kalplerini birbirine benzetti. Günah işleyen de işlemeyen de birbirinin aynı oldular.” (S.237)

Sonra da Rasulullah (sav) şu ayetleri okudu:

“İsrail oğullarından küfre sapanlar; Yahudileşenler Zebur’da Davud’un ve İncil’de de İsa’nın diliyle beddua edilip lanetlenerek Allah’ın rahmetinden kovulmuşlardır. Bunun sebebi onların cumartesi yasağını tanımayıp isyan etmeleri ve peygamberleri öldürerek hadlerini aşmalarıdır.

Onlar; işledikleri kötülüklerden birbirlerini uyarıp vazgeçirmeye çalışmazlardı. İşlemekte oldukları kötülüklerden birbirlerini menetmemeleri, buna seyirci kalmaları ne kötü bir davranıştır!

Onlardan-Yahudilerden çoğunun müşrikleri destekleyip doğruladıklarını, Rasulullah’a ve Müslümanlara karşı onlarla anlaşma yapıp anlam destek verdiklerini görürsün. Âhiret hayatı için nefislerinin hazırlayıp sunduğu şey ne kötüdür. Allah da kendilerine gazap etmiştir. Onlar cehennem ateşinde ebedi olarak kalıcıdırlar!

Eğer onlar (Yahudilerle, Yahudileşenler) gerçekten Allah ’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı müminleri bırakıp müşrikleri dost ve yardımcı edemezlerdi fakat onların çoğu doğru yoldan çıkmışlardır.” (Maide Suresi:78-81)

Sonra şöyle buyurdu: ‘Dikkat edin Allah adına yemin olsun ki ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden yasaklarsınız ve zalimin elinden tutup onu kesinlikle hakka çevirirseniz ve onu hak üzere kalmasını sağlarsınız (ya da sizin de kalplerinizi tıpkı onların kalpleri gibi birbirine benzetir.) (Ebu Davud, Fiten)

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 313/ Aralık 2016