Son dönemde PKK ve HDP’nin geliştirdiği endek siyaseti ve özerklik iddiasını meselenin tarihi gelişimini dikkate almadan anlamak mümkün değildir. Yeryüzü Müstekbirleri’nin bu toprakları yeniden dizayn etme kararı aldıkları ve topyekûn saldırdıkları ortadadır. Bu sebeple Müfit Yüksel (1) tarafından kaleme alınan “İslâmsız Kürdistan Hayali ve Ortadoğu” isimli eseri tanıtmaya gayret ettik. Geçmişte yaşanan acı tecrübeler, sadece, bize sürekli tarihten ders almamız gerektiğini haykırıyor. Tarihte Şiîlik, birbirinden farklı bir kısım fırkaları ile (Keysaniye, Gurâbiyye, İsmaliliyye vs.) tarihi boyunca, âdeta Kerbela faciasının intikamını tüm bir ümmetten almaya konuşlanmış gibidir. Bu sebeple dâhîlik temelli yapısı ile daha çok çatışmacı bir yönelimi içkindir. Diğer yandan ise İran coğrafyasının Persler devrinden beri süregelen bazı temel bölgesel refleksleriyle birlikte Arap dünyasında yaygınlaşan çatışmacı Selefilik-Vahhabîlik de bölge sorunları yumağını daha da karmaşık hâle getirmektedir.
İslâmsız Kürdistan
Hayali ve Ortadoğu
|
“Birkaç asırdır medeniyet değerlerini ve
gücünü iyice yitirmiş bir dünyanın mensubuyuz. Özellikle şu son dönemlerde,
dünyanın her yerinde sadece Müslümanlar acımasızca öldürülüp katlediliyor ve
hep Müslümanlar birbirini merhametsizce öldürüyor. Maalesef Mağrip’ten
Endonezya’ya kadar durum pek değişiklik göstermiyor.
Sultan III. Selim, ‘Göğüslerimin
üzerinde ecnebilerin ellerini hissediyorum’ dermiş. Sultan II.
Abdülhamid de hatıratında bu söze atfen, ‘Ben de ecnebi ellerini
ciğerlerimin ta içinde hissediyorum’ diyor. Bugün ise İslâm âlemi neredeyse
kadavraya çevrilmiş, delik deşik edilmiş bir vaziyette. Önce sömürgecilik
idaresinde, sonra da bağımsızlık adı altında, ulus devletlere bölünmüş çoğu
askerî diktatörlüklerden oluşan siyasi yapılar altında on yıllarca eziyet ve
derin acılara boğulmuş durumda.
Geçmişte yaşanan acı tecrübeler, sadece,
bize sürekli tarihten ders almamız gerektiğini haykırıyor. Geçmişe yönelik neyi
sorgularsak ve neyi muhasebe edersek edelim, hepsinin cevabını bulsak bile, bu
cevap, bugünkü tabloyu değiştirmiyor. Ortadoğu’daki durum, Müslümanlar
açısından gittikçe karamsar bir tabloya dönüşüyor.” S.10
“Tarihte Şiîlik, birbirinden farklı bir
kısım fırkaları ile (Keysaniye, Gurâbiyye, İsmailiyye vs.) tarihi
boyunca, âdeta Kerbela faciasının intikamını tüm bir ümmetten almaya konuşlanmış
gibidir. Bu sebeple dâîlik temelli yapısı ile daha çok çatışmacı bir
yönelimi içkindir. Diğer yandan ise İran coğrafyasının Persler devrinden beri
süregelen bazı temel bölgesel refleksleriyle birlikte Arap dünyasında
yaygınlaşan çatışmacı Selefılik-Vahhabîlik de bölge sorunları yumağını daha da
karmaşık hâle getirmektedir.
Bütün bunlara ek olarak zor bir sürece
giren Kürt sorununun bölgedeki merkezi etkisi buna eklenince geleceğe ilişkin
ürkütücü endişeler, zihinleri bunaltan bir niteliğe bürünüyor. İslâm dünyasının
en merkezi ve hayati öneme sahip bir coğrafyasında meskûn olan Kürtlerin İslâm
dünyasının sorunları içinde üstlenecekleri rol, her açıdan belirleyici bir
niteliğe sahiptir. Kürtleri temsiliyet iddiasındaki örgütlenmelerin, son yüzyılda
ulus devlet yapılanmalarının ürünü olarak çekilen büyük acı, baskı ve
sıkıntıların faturasını tüm bir ümmete, dine ve coğrafyaya çıkarıp inançtan,
ortak tarihten, birikim ve değerlerden soyutlanıp izole olma yönünde tercih
kullanma eğilimleri, biz Kürtler başta olmak üzere tüm bir ümmetin, coğrafyanın
ateşe atılması ile neticelenebilir.” S.12
“Elbette ki burada sürekli sorunları
gösterip fatura istemek kimsenin haddine değildir. Hem mezhebi hem de etnik
kırılma ve çatışma alanlarını tedavi edecek, tarafları memnun edebilecek
çözümler üzerinde zihin yormak en başta lazım gelen görevimizdir. Çatışma
alanlarını minimize edecek, sorunların rehabilitasyonunu sağlayacak, toplumsal
ve siyasi fay hatları oluşumunu önleyecek stratejiler, herkes için vazgeçilmez
öncelik olmalıdır. Bu da başta mezhebi hassasiyetleri çatışma alanlarına
dönüştürecek refleks ve tutumlardan hassasiyetle sakınmayı gerektirmektedir.”
S.13
Ortadoğu
“Ortadoğu’nun bugününü anlayabilmek
için geçmişine bakmak gerekir. Tarihî geçmişini, mirasını bilmeden bugünkü
hiçbir sorunu tam olarak anlamlandıramayız. Bu sebeple Ortadoğu’nun hangi
süreçlerden ve kırılmalardan geçerek bugüne vardığını gözden geçirmek
durumundayız.” S.15
Sykes-Pıcot Antlaşması
“Bu antlaşmayı Ruslar, 17 Ekim devriminden
sonra ifşa etti. Tabii o ifşa ettiği zaman Osmanlı yenilmiş, Almanya da teslim
noktasına gelmişti. 20. yüzyılın Ortadoğu haritasını, İngiliz ve Fransız
murahhaslarının, dışişleri bakanının ve diplomatının, kum üzerinde çizdiği o
mutabakat belirledi. Ortadoğu, ‘İngiliz Bölgesi’ ve ‘Fransız
Bölgesi’ diye belirlendi.
Bu paylaşımda ‘Filistin Bölgesi’ İngilizler
dominyonu olarak bırakılmıştı. İngilizler Lübnan’ı verdi ama Filistin’i
Fransa’ya vermedi. Zaten Yahudilerin Filistin’e dönüşleriyle alakalı olarak
Siyonist kongrelerde deklare edilmişti. Hatta Osmanlı arşiv kaynaklarında
Theodor Herzl ile ilgili ‘Filistin’de bir Musevi hükümeti kurmak için
yapılan kongre’ diye açık açık belirtilir. Filistin’de bir Musevi
hükümetinin teşkil edilmek istendiğini Osmanlı açık açık biliyor. İlk önce
Basel’de, daha sonra Bulgaristan Filibe’de ve çeşitli yerlerde toplantılar
yapılıyor. Siyonist kongreleri art arda geliyor ve Filistin’e Yahudi göçünü
teşvik etmek, finanse etmek için bir banka da kuruyorlar.” S.28
İsrail Baş Aktördür
“Soğuk Savaş Dönemi Ortadoğu’sunda İsrail
baş aktördür. Ortadoğu’daki pek çok şey İsrail’in kuruluşuyla 1948’de başladı.
Bütün Arap ülkeleri İsrail karşısında birleşmiş; Batı ülkeleri de, özellikle
Amerika-İngiltere hattı, İsrail’i desteklemek üzerine ittifak etmişti.
Hatta Enver Sedat 1977’de Tel Aviv’e
gittiğinde, bütün o Arap ülkeleri Mısır’ı dışladı. Mısır uzun süre Arap
dünyasından izole yaşadı. Camp David Antlaşması da zaten bunun zirve noktası
oldu.
Aynı dönemde Ortadoğu’da İsrail’in
geçirdiği evreler de önemli. O dönemde olay, Filistin-İsrail değil, Arap-İsrail
meselesiydi. Kimse Filistin-İsrail meselesi demiyordu, Arap-İsrail savaşları
deniyordu. Çünkü İsrail, bütün Arap ülkeleriyle savaşıyordu. Fakat 1973’te ilk
önce Ürdün cepheden açıkça kaçtı.” S.49
Bağdat, Sadece Bağdat
Değildir
Bağdat’ın mezhebi nüfusu yakın zamanlara
kadar Sünnilerin lehineydi. Şu anda ise Şiîlerin lehine değiştiriliyor. Son 10
senedir ciddi olarak değişiyor.
Osmanlı’nın Bağdat’a verdiği önem, tarihî
başkentlik kimliği ve stratejik konumu nedeniyledir. Bağdat’ın ele geçmesi
demek Suriye’nin, bütün Ortadoğu’nun düşmesi demektir.
Dolayısıyla buradaki Kürt varlığının
ağırlığı, Bağdat’ın İran ve Şiîlik bağlamında tamamen el değiştirmesinin
önündeki en büyük engeldir. Türkiye böyle bir durumun getireceği sonuçları fark
edemiyor. Türkiye ile İran arasında çok kanlı bir savaşa neden olacağını
göremiyor.
Türkiye şunu görüyor: Barzani oradan
adamlarını çeksin, Kürtler oradan çekilsin. Kürtler Türkiye ile ittifak kursun.
Maalesef Türkiye olaya bu kadar basit bakıyor.
Irak’ın parçalanması sonrasında Bağdat’ın
Şiî egemenliğine geçmesiyle Türkiye, güneyinden de sarılmış olacağından İran’la
savaş kaçınılmaz hâle gelecek. Bu durum, İran’la Türkiye arasında vekâlet
savaşına değil, fiilî ve doğrudan bir savaşa neden olur. S.66-67
Soğuk Savaş Dönemi
İslâmcılığı
“Batı’da 19. yüzyıl, ‘İdeoloji
Çağı’ olarak nitelendirilmiştir. Aydınlanmacı düşünce akımlarının ve
Batı Avrupa’daki ekonomik ve siyasi-toplumsal değişimlerin, özellikle
1789 Fransız Devrimi’nin sonucu olarak ideolojilerin yükselişi söz
konusu olmuştur.
Batı Avrupa’nın, Kartezyen düşünce ile paralel
olarak coğrafi keşifler ve sömürgeciliğin yükselişi sonrasında güç kazanması,
uzak denizlerde hâkimiyet tesis etmesi, bütün uzanımlarıyla dünya üzerinde
sürekli artan bir nüfuz sağlaması, Müslüman dünyayı da etkisi altına almış,
zamanla âlem-i İslâm’ın askerî yenilgiler ve toprak kaybıyla başlayan çöküşünü
hızlandırmıştır. Özellikle Batı Avrupa ile coğrafi ve güç anlamında âlem-i
İslâm namına karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti’nin yenilgi ve Avrupa’daki
toprak kayıpları ile başlayan zevâli, aynı zamanda Batılılaşmanın başlangıcını
da teşkil etti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, Mısır’da
Cemal Abdunnasır’dan başlayarak bütün Arap-İslâm âleminde askerî
diktatörlüklerin yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Soğuk Savaş Dönemi
ideolojilerinin de etkisi ile siyasal İslâmi hareket, olabildiğince modern
ideoloji yüklü akımlar şeklinde neşvünemâ buldu. Siyasal İslâmcılık olarak
nitelendirilen bu akımlar, aynı zamanda gelenekten gelen dindar halkın bütün
değerlerinden kopuk ve bunlara acımasızca savaş açan birimler hâline geldiler.
Açıkça ideoloji yüklü bir kısım siyasal İslâmcı akım ve hareketler;
modernleşmeci ve Soğuk Savaş Dönemi ideolojilerinin de etkisi ile asırlardan
beri var olan sahih Sünni geleneğin Ehl- i Sünnet omurgasının, Batı ve
modernizmin bütün yıkıcı etkilerine rağmen varlığını sürdürebilen unsur ve
bakiyelerini tasfiye etti. ‘Halk İslâm’ı, hurafeler yığını,
şirk-cahiliye bakiyeleri’ denilerek tüm direnme araçlarını modernizm
lehine ortadan kaldırdı. Bu süreç aynı zamanda bu akımların, geçmişe yönelik
referanslarında Selefi-Vahhabî; Harici-tekfirci ekollere referans ve atıfta
bulunularak bunların yıkıcı etkisini kullanmalarının önünü açtı. Dindar
Müslümanlığı teşkil eden halk yığınlarının asırlardır yaşanan dağılma, tasfiye
süreçlerinde organize kurum ve müesseselerden yoksun kalmış olması, bu geleneği
sunabilme, aktarabilme, daha sağlam bir zeminde temsil edebilme imkânlarını
neredeyse sıfırladı.” S.90-93
“Soğuk Savaş sonrasında İslâm dünyasına,
Müslümanlara yönelik terörist suçlaması öyle bir düzeye geldi ki işgal ya da
saldırılara karşı duran direniş örgütlenmeleri ve hareketleri de aynı kapsamda
yüksek dozda suçlanmaktadır. Bunun en önemli örneği Filistin’de İsrail işgal ve
saldırılarına karşı direnen gruplara yönelik artan suçlamalardır. Özellikle Gazze’de
etkin olan Hamas, uzun zamandır terör suçlamasına, terörist muamelesine muhatap
olmaktadır. İsrail’in orantısız güç kullanımına, sık sık gerçekleştirdiği
saldırılara rağmen uluslararası büyük güç odakları ve büyük devletlerin çoğunca
terörist muamelesine tâbi tutulmaktadır. Özellikle eski devrimci militan
sol-Marksist çevreler bu koroda başı çekmektedir.
Bir yandan Harici anlayışın birebir
eşlemeci, düz mantığa dayalı, tevhidi dar alana hapseden akide ve
idraksizliğinden gelişen tekfirci ötekileştirme ve şiddet uygulamaları, bunun
tarihimizde Vahhabîlik, Selefîlik, Kadızâdelik gibi akımlara etkisi, diğer
yandan Soğuk Savaş Dönemi totaliter ideolojilerinin militanlık ve şiddet
yönteminin bir araya gelmesi, bir kısım siyasal-radikal İslâmcı akım ve gruplar
üzerinde önemli etki oluşturdu. Dahası, Haricilik ve Vahhabîliğin tarihten
gelen etkisi ile militarizmi ve şiddeti öne çıkaran Soğuk Savaş Dönemi
totaliter ideolojilerinin etkisinin buluşup bileşke oluşturarak, ‘ideolojik
Selefîlik’ diye nitelendirebileceğimiz bir düşünce, bir kısım siyasal
İslâmi hareketler üzerinde ciddi etki oluşturdu. Yanı sıra 20. yüzyılın ilk
çeyreğinden itibaren Arap Yarımadası’nda ve Hicaz’da Selefîliğin en marjinal
kolu olan Vahhabî idaresinin hâkim olması, Harici-Vahhabî anlayışın İslâm
dünyasındaki etkisinin süregelmesinin başlıca nedenidir.” S.102-104
Kürtler ve İslâm
“Aydınlanmacı fikir akımlarının âdeta
siyasi yansıması hükmünde olan Fransız Devrimi’nin etkileri ile önce Batı
Avrupa’da, sonra da Batılılaşma serüveni yaşayan ülkelerde yaygınlaşan ulus
devlet fikri ve siyasi yapısı, Osmanlı İmparatorluğu’nu da ciddi olarak etkisi
altına aldı. Tanzimat ve Islahat Fermanları, Meşrutiyet, bunların kırılma ve
dönüm noktalarıydı.
20. yüzyıl başlarında ise merkez
hinterlandı ve beyni Rumeli olan Osmanlı Devleti için Balkan Savaşları ve
Birinci Dünya Savaşı bir son oldu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu ve
Mondros Mütarekenâmesi ulus devleti getiren hazin kırılmayı belirledi.
Tüm bunlar ile imparatorluktan gelen, ulus
devlet çerçevesine uyum göstermeyen bütün değer ve gerçek kimlikler ciddi bir
dışlanma ve baskıya maruz kaldı. En başta Fransız Devrimi patentli ulus devlet
anlayışının laikçi doğası, imparatorluk mirasının tümüyle reddini esas alan
ideoloji ve katı pozitivizm ile Müslümanlık devlet eliyle en fazla sopalanan
temel kimlik oldu.” S.116-118
“1916’daki Sykes-Picot mutabakatı, bugünkü
bildiğimiz sınırları belirledi. İngiltere tarafından oluşturulan o statüko,
Kürtleri dört ayrı ulus devlete pay etti. Bir kısmı İran’da kaldı, Osmanlı
bakiyesi olan topraklar Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüştü. Irak’ta, Suriye’de ayrı
birer devlet oluştu. İran’da da hanedan devrildi, yeni bir hanedan, Pehleviler
geldi.
Ulus devletler arasındaki sınırlar, keskin
çizgilerle ayrıldığı için sınırın karşı tarafına geçişler de pek mümkün olmadı.
Türkiye ile Suriye sınırı mayın döşeli olduğundan bölgeler arasında geçişkenlik
olmadı.
Bu da en çok Kürtleri vurdu. Ulus
devletler kurulduktan sonra Kürtler, bu ulus devletlerin iradesine,
insafsızlığına terk edildi. Dolayısıyla ulus devletlerin getirdiği travmalar
yaşandı. ‘Egemen ulus’ ile ‘tâbi etnik topluluklar’ oluştu.
Sadece Kürtler değil bütün etnik topluluklar gazaba uğratıldı, ama bunlar
içinde en büyük topluluk da Kürtlerdi.” S.120
Araplar ve Kürtler
“Türkiye’de Tek Parti Dönemi resmî
ideolojisi; farklı, çeşitlilik arzeden toplumsal öğelerin birbirinden bu
şekilde kopmasına, yabancılaşmasına sebep olduğu gibi, Ortadoğu’da İkinci Dünya
Savaşı sonrasından itibaren artan Arap milliyetçiliği hareketleri, Mısır’da
Nasır’ın iktidara gelişi, Arap âleminde gelişen Nasırcı seküler Arap
milliyetçiliği dalgası bugün Araplarla Kürtler arasındaki sıkıntılara,
sorunlara yol açan başlıca amil oldu.
Bahusus, 1960’larda bu milliyetçlik
dalgası ile Suriye ve Irak’ta hâkim olan Baas partileri iktidar ve rejimleri bu
bölge Kürtleri için felaket ve trajedi yıllarını getirmiş, Kürtlerle Araplar
arasına kin ve husumet tohumları ekmiştir. Seküler-ırkçı Baas rejimlerinin
Suriye ve Irak’ta Kürtlere yönelik icra ettikleri baskı ve zulümler (Suriye’de
1963’te Baas’ın iktidara gelmesiyle Kürtlerin büyük bir bölümünün kimliklerinin
ellerinden alınıp iptal edilmesi ve Irak’ta 1988’deki Halepçe katliâmı gibi
vakalar) Kürtlerle Araplar arasında İslâm’ın ilk devirlerinden beri gelen sıkı
bağa ve iç içe geçmişliğe büyük darbe vurdu.
Bu durum karşısında Kürtler arasında tepki
olarak gelişen ulusalcı hareketler de seküler bir niteliğe bürünmüş olup, kopuş
ve yabancılaşmayı hızlandırmaktadır. Hatta 1991den beri var olan Irak
Kürdistan’ındaki yönetimle birlikte Kürtlerin yeni kuşakları Arapçayı
öğrenememekte ve gittikçe unutmaktadır. Nasırcı-seküler milliyetçiliğe dayalı
Baas rejimlerinin yıllar süren baskı ve eziyetleri ve buna tepki olarak gelişen
Kürt ulusalcı hareketlerinden dolayı Kürtlerin yeni kuşakları Kur’ân-ı Kerim’in
lisanı olan Arapça gibi çok zengin ve kutsal bir büyük medeniyet dilini
öğrenmekten mahrum kalmakta, gün geçtikçe Araplarla Kürtler arasındaki kopuş ve
husumete dönüşen yabancılaşma artış göstermektedir. Kürtlerin yeni kuşaklarında
seküler-etnik milliyetçiliğin oluşturduğu atmosferle, İslâm medeniyet
değerlerine, bu anlamda asırların birikimiyle oluşmuş ortak değerlere, dahası
kendi tarihî kökleri ve değerlerine hızlı bir yabancılaşma süreci
yaşanmaktadır. Yeni kuşaklar bu bağlamda İslâm medeniyetinin ortak
merkezleri olan Şam, Bağdat ve Halep’ten uzaklaştırılmaktadır.” S.134-135
Millî Görüş’ün Kaçırdığı
Fırsat
“Osmanlı döneminde Kürt bölgeleri ile
ilgili bugüne gelen sorun, 19. yüzyıldaki reform-modernleşme ve Batılılaşma
hareketleri ile paralel olarak gelişti. 1839’da Tanzimat’ın ilanı ile
Batılılaşma hareketinin iyice yerleşmesi sonucunda tedricen bir
imparatorluktan, Fransız İhtilali sonrası etkilerle, ulus devlete dönüşme
eğilimine girmesi birçok etnik sorunu da beraberinde getirmiştir. Bu, aynı
zamanda İslâm’dan, İslâm medeniyetinden gelen tüm geleneksel yapı ve
müesseselerin de çözülmesi ile neticelenmiştir.” S.147
“Tüm bu 19. yüzyıldaki olayların en önemli
yönü, Osmanlı idaresinin bölgede asla siyasi idama başvurmamasıydı. Revandızlı
Mehmed Bey, Babanlı Abdurrahman Paşa-Mahmud Paşa olayından başlayarak tüm
sorunlar en fazla sürgün ile sonuçlanmakta idi. Ancak İttihat Terakkinin
yönetime gelmesi sonucunda bu durumda ciddi değişiklik söz konusu oldu. Bu
dönemde Molla Mustafa Barzani’nin ağabeyi ve Nakşibendî şeyhi Şeyh
Abdüsselam’ın, Süleyman Nazif’in Musul valiliği sırasında bazı müritleri ile
birlikte idam edilmesi, Kürdistan’da siyasi idamların başlangıcı oldu.” S.149
“1940’lı yılların sonlarına gelindiğinde
Kürtler arasında Musa Anter’den başlayarak büyük kentlerde üniversite okuyan
laik-seküler figürlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Özellikle 1950’li
yılların sonlarında 49’lar hareketi daha seküler bir çizgi içindeydi artık.
Selim Kılıçoğlu ve Said Elçi gibi dindar-dine yakın şahsiyetlerin bu hareketin
içinde yer almış olması, bu durumu değiştirmedi.” S.150
“Özellikle 1960’lı yılların başlarında
Sovyet Blokunun etkisi ile oluşan Bolşevik-sosyalist hareketlere karşı tepki
olarak oluşan komünizmle mücadele dernekleri ve anti-komünist örgütlenmeler,
dindar kesimlerin önemli ölçüde anti-komünist, sağcı, milliyetçi-muhafazakâr
bir çizgide kümelenmelerine yol açtı. Yanı sıra Soğuk Savaş Döneminde Sovyet
Blokunun etkisi ile anti-Amerikancı, üçüncü dünyacı hareketlerin yoğunlaşması,
Türkiye’de de 60’lı yıllarda yükselen solun Kürt sorununa doğrudan el atması,
özellikle 1969’daki TİP kongresinde Kürt kimliğine bariz bir biçimde vurgu
yapılması, Kürt oluşum ve hareketlerinin sosyalist-Stalinist bir renge
bürünmesi sonucunu doğurdu. 1970’li yıllarda daha da ivme kazanarak Kürt sorunu
ve Kürt vurgulu oluşumlar âdeta Marksist solun şemsiyesi altına, tekeline
girdi.” S.151
“1980 sonrasında ise önce Apocular denen
ve sonra PKK’ya dönüşen Stalinist örgüt, silâhlı bir hareket olarak bölgede
etkinlik göstermesi ile sol-Stalinist tekel Kürt sorunu üzerinde
silâhların gölgesinde hâkimyet tesis etti. Süreç içinde oluşmuş olan
tüm bu boşlukların üzerine oturdu.
Yine 80’li yıllarda bölgede, kent ve
kasabalarda bir hayli etkin olan İslâmcı gruplar, son derece ideolojik ve
halkın dindarlığını özellikle dışlayan ve ötekileştiren modernleşmeci, katı
Selefi bir yapı ve tutum sergilediklerinden bölgede kök salma imkânı
bulamadılar. 90’lı yıllara gelindiğinde bölgede 80’li yıllarda bir hayli etkin olan
radikal, siyasal İslâmcı gruplar gelinen süreçte tümüyle çöktü. Bölgedeki tüm
dinî grup ve organizasyonlar da çökme eğilimine girdi. Bölgenin
geleneksel, asırlardır cari olan dinî yapısı ile taban tabana zıt, bu yapıyla
kavgalı olup ya ideolojik katı-Selefî ya da militan- Şiî yönelimli radikal,
siyasal dinî grup ve akımlar 80’li yıllarla 90’lı yılların başlarında zaman ve
enerjiyi olumsuz bir rotada tüketip erimeye mahkûm hâle geldiler. Bölgede
öteden beri var olan geleneksel dinî yapıların (medreseler-dergâhlar) ise
zamanla büyük aşınmalara ve inhirafa uğramış olması, modernleşmenin
çözücü-yıkıcı etkisi ile canlılık gösteremediler.
Kent ve kasabalardaki bir kısım
kitabevleri çevresinde kümelenmiş radikal, siyasal İslâmcı grupların yerel dinî
değer ve gelenekle (Şafiîlik ve Nakşibendîlik) sürekli amansız, acımasız bir
kavga ve çatışma hâlinde olmaları, bölgenin dindar halkından ve bölge
gerçeklerinden tamamen kopuk olmaları, hem bu grupların 90’lı yıllarda eriyip
kaybolmalarına yol açtı hem de dindarların bir şemsiye altında organize
olmalarının önünü kesti.
1980’li yılların sonları ile 90’lı
yılların hemen başında bir yandan devletin din karşıtı ve Kürt kimliğini inkâra
dayanan resmî ideolojinin, diğer yandan Stalinist terör örgütünün baskısından
bunalıp arayış içinde olan dindar kitleler, MNP, MSP geleneğinden gelen
partiye, RP’ye yöneldiler. Esasen 1970’li yılların başından itibaren bölgede
etkin olan dinî-siyasi ailelerin tamamına yakını MNP-MSP çizgisinde yer
aldılar.” S.152-153
“Bu da Kürt sorununda asıl itibarıyla Kürt
kartının MNP- MSP-RP çizgisinde, Milli Görüş hareketinin elinde bulunduğunu
göstermekteydi. Açıkçası 90’lı yıllara kadar ‘Kürt kartı’ içeride
büyük oranda Necmeddin Erbakan’ın elindeydi. Ancak ne yazık ki bu durum fark
edilemedi, belki de önemsenmedi. Oysaki 1991 yılı yazına gelindiğinde RP’nin
bölgede oy oranı %80’ler civarına dayanmaktaydı. Bu da dindar kitlelerin
sığınacak bir liman ve şemsiye arayışının sonucuydu. Ancak 1991 erken genel
seçimlerinde güvenlik güçleri ve PKK’nın etkisi ile bölgede durumun son derece
hassaslaştığı bir ortamda RP’nin MÇP ile seçim ittifakına girmesi, bu limanı
kapattı. Ve sonuç olarak CHP listelerinden giren HEP’li adaylar
milletvekilliklerini kazanarak ilk defa böyle bir partinin ve bugüne gelinceye
kadar devam eden siyasi sürecin oluşmasına yol açtı. Böylece bölgenin dindar
halkı devlet-resmî ideoloji ile terör örgütü kıskacında tamamen çaresiz ve
oksijensiz bırakıldı. RP yöneticilerinin bölgeyi ve sorunu
umursamayarak, pragmatist davranarak girdikleri bu seçim ittifakının uzun
vadede ne tür onulmaz yaralara yol açtığı görülmüş ve süreç bölgede İslâmiyet
aleyhinde âdeta geri dönülmez noktaya dayanmıştır. 2005 yılında ise
bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’daki ünlü konuşmasında
sorunu ‘Kürt Sorunu’ olarak nitelendirerek bazı olumlu
mesajlar vermesi bir kez daha zaten uzun zamandır devletin güvenlik güçleri ile
PKK terörü arasında hırpalanmış olan dindar-muhafazakâr kitleleri sığınacak bir
liman, toplanılacak bir şemsiye bulmaları konusunda son derece umutlandırdı. Bu
umutların sonuçları 2007 seçimlerine de ciddi bir şekilde, AK Parti bağlamında
yansıdı. Ancak 2009 mahalli idareler seçimi arifesinden başlayarak bu umutlar
yine söndürülmeye yüz tuttu. ‘Ya sev ya terk et’ benzeri bazı
söylemler ve seçimlerdeki aday profili, dahası, açılımda ‘din’
faktörünün ıskalanması, bu limanların yine Milli Görüş geleneği
tarafından bir kez daha kapanmasını sağladı.
Dindar kitleler bölgede organize olmaktan
ve bir şemsiyeden mahrum bir durumda kaldılar. Oysaki sol-Marksist kökenli
laik-Stalinist grupların öteden beri, 60’lı yılların başlarından bu yana
içeride ve diasporada (Avrupa’da) örgütlenme imkânına sahip olmaları, dahası
bir kısmının silâhlı örgütlenme şansını elde etmeleri sayesinde baskın ve etkin
duruma geldiler. Ayrıca devletin de 80’li yıllardan beri PKK ve
uzanımları dışındaki en ılımlı gruplar dâhil tüm organizasyonları âdeta PKK
lehine olacak şekilde sürekli budayıp tasfiye etmesi, onlara hayat hakkı
tanımaması, 68 Kuşağının Stalinist gruplarının Kürt siyaseti üzerindeki gücünü
pekiştirmiştir. 90’lı yılların başından itibaren bazı sol kökenli laik
Kürt yayınevlerinin yayınları ile 20 yıldır oluşan literatür, bu
süreçte yetişen Kürt gençliğinin bu yönde evrilmesi sonucunu verdi.” S.154-155
Kürt Meselesinin
İslâm’daki Karşılığı
“Marksizm, teorik düzlemde ‘ulusların
kendi kaderini belirleme hakkı’ ilkesi üzerinden etnik hareketlere ve
topluluklara iyice sızar. Özellikle 20. yüzyılda üzerinde tesis edilen ulus
devletlerin ve ideolojilerinin baskılarına, şiddetine maruz kalan Kürt siyasi
hareketlerinde, dinî hareket ve yapıların yeni Türkiye Cumhuriyeti tarafından
tasfiye edilmiş olmasının doğurduğu boşluktan da faydalanarak, oldukça fazla
yer bulur. Kürt kimliğinin siyasal zemin üzerinden ifadesi, vurgulanması
Marksizm’le bitiştirilir. Siyasal Kürt kimliği vurgusu yapan çevre ve
şahsiyetler Marksist-sosyalist çizgiye yönelim gösterirler.
Bu totaliter ideolojik etki o kadar ağır
bir atmosfer oluşturur ki siyasal zemin üzerinden Kürt kimliği vurgusu yapan
birçok medrese mollasını dahi içine alır. 60’lı ve 70’li yıllar, hatta 80’li
yıllar Marksist-sosyalist ideolojinin Kürt siyasal hareketleri üzerinde âdeta
saltanat kurduğu yıllar oldu. Bunlar, 68 Kuşağı Marksist Kürt öğrenci
gruplarının temelini oluştururlar.
Ayrıca 50’li yıllardan itibaren Türkiye’de
yeniden yapılanmaya başlayan dinî-dindar gruplar, 1920’li yıllardan farklı
olarak, artık milliyetçi-muhafazakâr-Türkçü bir çizgi ile bitişen bir zemin
üzerinden hareket ederler. Tek Parti Dönemindeki resmî ideolojinin devletin
dine, dindar kesimlere yönelik ağır baskılarım, sert müdahâlelerini, uygulanan
şiddeti hafifletmeye yönelik stratejik bir tutumla milliyetçi-Türkçü bir tutum
sergileyen dindar grup ve şahsiyetler, zamanla resmî ideolojinin Türkçülüğünü
neredeyse içselleştirirler. Dindar cemaat ve şahsiyetlerin milliyetçi-Türkçü
tutumu zamanla Kürt meselesini görememelerine yol açar. Dahası Kürt meselesi
ile dindar-dinî hareketler birbirini iten-dışlayan bir konuma gelirler. Üstelik
Türkiye’deki dinî-dindar hareket ve yapıların, cemaatlerin büyük çoğunluğu kesinlikle
Kürt kökenli olmasına karşın böyle çelişkili, travmatik bir sonuç ortaya
çıkar.” S.175-176
Dil ve Eğitim
Osmanlıca ve Lıngua
Franca
Lingua Franca veya Sabir, tarihte İtalyancanın
Arapça, Farsça, Fransızca, Portekizce ve İspanyolca ile karışmış hâlinden
oluşan lisan, Frenk dili. Istılahi olarak ve günümüzde ise çok farklı dillere
sahip bir halklar topluluğunun, insanların birbirini anlamaya matuf kullandığı,
birleştirici, ortak, anlaşma-yazışma lisanı. Eskiden Batı’da Latince,
günümüzde ise İngilizce için kullanılır.
Önceki çağlarda dillerin yaygınlaşması
veya ortak yazı dili hâlinde gelişip yaygınlık arzetmesi, Lingua Franca hâline
gelmesi, iki ana nedene dayanmaktaydı. Kutsal-dinî metinlerin dili, güçlü
hanedanların dili.” S.185-186
İmparatorluk döneminde Kanûn-i Esâsiye
(Birinci ve İkinci Meşrutiyet) kadar herhangi bir dil dayatması ve yasağı söz
konusu değildi, herkes yazabildiği-yazdırabildiği bir dille okuyup yazabilme,
yazışma, payitahta dilekçe, resmî yazı gönderebilirle serbestisine sahipti.
Ancak, 1293/1876’daki Meşrutiyet
anayasasındaki (Kanûn-i Esâsî) 18. madde bu yapının, dengenin bozulmasının
başlangıcı olmuştur. 1878de Sultan II. Abdülhamid tarafından askıya alınan bu
Kanûn-i Esâsî, 14 Temmuz 1908de tekrar yürürlüğe konmuş (II. Meşrutiyet),
ilanının ardından birçok siyasi-toplumsal problemlere yol açmış, özellikle 18.
madde gerek Rumeli’de gerekse Osmanlıya bağlı Arap dünyasında ciddi rahatsızlık
ve ayrışmalara sebebiyet vermiştir. Tarihimizde Osmanlı bürokrasisinin ve
Rumelide Osmanlı’nın en büyük gücü olan Arnavutların, Rumeli’nin tümüyle
kaybına sebebiyet verecek şekilde Osmanlı’dan kopuşunun ana nedenlerinden biri
Kanûn-i Esâsî’deki bu 18. madde olmuştur.” S.191-192
“Asıl problem, ulus devletlerin tek eğitim
dili dayatmasından kaynaklanmıştır. Bu hususta, ulus devlet örneklerinde
toplumda elzem olan, olması gereken çeşitliliğe asla izin verilmemiştir.” S.194
“Türkiye’de ulus devlet bağlamında 1920’li
yıllarda zirveye çıkan harf-dil devrimleri, bugüne kadarki süreçte Türkçede
onulmaz yaralar açtı. Zengin ve geniş bir coğrafyada kullanılmış olan bir
imparatorluk-medeniyet dili (Osmanlı Türkçesi), bir Lingua Franca,
pozitivist-Batıcı ulusalcılık adına tasfiye edilip neredeyse yok edildi.” S.210
Rövanş mı?
“Erbil, (tıpkı 1930’lar ve 40’larda Filistin’de
Tel-Aviv’in inşâ edilmesi gibi) bir başkent ve ticari cazibe merkezi olarak
inşa edilmektedir.
Ticaret ve inşaat sektöründe Türkiye’nin
ağırlığı görülüyor. Ancak sosyal ve kültürel faaliyetler bazında, Türkiye
adına sadece ‘Hizmet’in, Erbil’de üniversite başta olmak üzere bölgedeki 30
okul ile geniş çaplı eğitim faaliyetleri göze çarpıyor.
Erbil başta olmak üzere bölgenin genelinde
maneviyat ve dindarlık âdeta dibe vurmuş bir görüntü sergiliyor. Kadınlarda
tesettür yok denecek kadar az. Süleymaniye’de ise tesettür hiç yokmuş. 30 yıl
öncesine kadar tüm Irak’ın en dindar Müslüman topluluğunun ve bölgesinin
böylesine hızlı bir sekülerleşme-dinsizleşme sürecine girmiş olması çok
şaşırtıcı ve kahredici bir gerçek. Bir zamanlar Nakşibendîliğin ve Kadiriliğin
en önemli merkezlerinden biri olan Erbil’de tasavvufi hayat ve tarikatlar da
aynı şekilde dibe vurmuş durumda. Müslümanlık bölgeden âdeta hicret
etme aşamasına gelmiş. Camilerin tümü namaz saatleri dışında kapalı, namaz
vakitlerinde ise önemli bir kısmında hiç cemaat yok. Müslümanlık
şehirde ve Kürdistan’da âdeta hazan mevsimini yaşıyor.” S.230
İkinci İsrail
“Irak’ta ve Suriye’de sosyalizm sentezli
Arap milliyetçiliğine dayalı Baas tecrübesi de benzeri bir sonuç üretti.
Kürtler kavgaya ve ayrışmaya elverişli hâle getirildiler. Ermeni’ye, Yahudi’ye,
Süryani’ye dost; diğer Müslüman topluluklara düşman bir siyasi bilinç
oluşturulmaya çalışıldı Kürtler arasında. Ve maalesef bu bilinç yayılıyor. Bu
bilinç üzerine kurulu, Batı destekli büyük bir Kürdistan, ikinci İsrail
olmaktan başka bir şey olmayacak. Hatta Büyük İsrail olacak. 25-30
milyona yakın nüfusu olan bir halk, üstelik İsrail gibi dışarıdan göç
ettirilerek de getirilmeyen yerel bir halk, Batının ve İsrail’in emelleri için
çok daha başarılı bir proje olacak.” S.239
Çözüm süreci bu projeye su taşıdı.
Kürtlerin dindar tabanını PKK’ya itmeye yönelik bir proje işliyor. 2011’de
Altan Tan’ın HDP’ye gitmesiyle başlayan bir kırılma oldu. Daha önce de
belli bir eğilim vardı ama bu eğilim daha da hızlandı. Çözüm süreciyle hızlanan
bir eğilim var.
Koridor
“Kürtler tampon olacak. İsrail’i
arkalayacak, Anadolu’yla Arap coğrafyasının arasını kopartacak bir tampon
bölge. İsrail’le ölümüne müttefik olan ve İsrail’e tetikçilik yapan bir
Kürdistan. Anadolu’yu asla Arap dünyasına yaklaştırmayacak, ona engel olacak
bir Kürdistan.” S.240-241
“IŞİD bir yeri ele geçiriyor, gelip
yerleşiyor, Özgür Suriye Ordusu ve diğerlerini temizliyor, bir süre sonra da
PYD’ye teslim ediyor. Dikkat edilirse o koridorda hep böyle oldu. IŞİD, PYD’ye
teslim etmenin aracı oluyor. Bir tek Cerablus kaldı. Cerablus da düşerse veya
teslim edilirse mesele kalmayacak. Çünkü IŞİD, Tel Abyad’ı PYD’ye neredeyse
kurşun atmadan teslim etti.” S.242
Etnik Şizofreni
“Haziran 2015 seçiminden hemen sonra
oradaki sivil toplum kuruluşlarına, derneklere, vakıflara, çeşitli partilerin
il ve ilçe başkanlıklarına YDGH’nin veya KCK’nın bildirileri gönderildi. O
bildiriler ateşkesi bozan en önemli sebeplerdendir.
“Bundan sonra biz burada hâkimiyet
tesis ettik. Siz bizimle muhatap olacaksınız. Meselelerinizi Ankara yerine
bizimle görüşecek, müzakere edeceksiniz. Burada faaliyetlerinizi biz olmadan
sürdüremeyeceksiniz. Bizden izin almadan, herhangi bir iş yapamazsınız. YDGH
bilmem ne komutanlığı, Mardin bilmem ne bölge komutanlığı” diye.
Nihayetinde iki taraf da sürecin bittiğini
ilan etti. Önce PKK ilan etti. PKK sürecin bittiğini ilan edince evinde uyuyan
iki tane polis öldürüldü. Bir tane başçavuş Diyarbakır’da kafasından vurularak
öldürüldü vs. Bunlarla PKK ateşkesi bozdu, özellikle evinde uyuyan iki polisi
öldürünce. S.251
Sorun, Ulus Devlet
Yapısıdır
“Sistem değişmediği sürece, Ankara hâlâ
bir ulus devlet yapısında kaldığı, bu ulus devlet yapısını sürdürdüğü müddetçe
Diyarbakır’da ikinci bir ulus devlet kurulur. Onun yolu hâlâ açık demektir.
Onun yolu kapatılmadı, ulus devlet yapılanmasından vazgeçilmedi.
Geri dönülemez noktayı henüz geçmedik. Adamakıllı işler yapılırsa, adımlar atılırsa,
bugün ciddi sorun olarak gördüğümüz pek çok mesele kolaylıkla halledilebilir.
Uzun sürer ama geriye dönülür. Geriye dönülür derken Kürtlerin haklarından,
hukuklarından vazgeçmeleri anlamında değil, yaraların sarılması anlamında.
Bunlara ilişkin olarak köklü reformlar lazım.
Açıkçası 20 yılı aşkındır derin devlet,
halkı sanki PKK’nın siyasi uzantılarına oy vermeye zorluyor. Bölgede PKK ve siyasal uzantılarını
alternatifsiz bırakıyor, o bölgenin dindar olan halkına, Kürtlere sığınacak
liman bırakmıyor. Derin devlet içindeki bir kısım
mahfiller-odaklar, Kürtlerin sığınacak bir liman olarak görüp yöneldikleri
merkez partilerine sürekli müdahâle ederek 1991 yılından beri bu yönelimin
önünü kesiyor. Ülkede, kaos ve kargaşayı önlemek, terörün önünü
kesmek, Kürt Sorununun barışçı çözümü için öncelikle bu zorlamaya karşı direniş
gösterilmelidir.
Bugün, 40’lı yılların uygulamaları artık
uzakta kalmış olsa da resmî ideolojiyi-Kemalizm’i teminat altına alan umdeler
hâlen anayasada yer almakta, anayasal teminatla-güvenceyle değişikliğe bile
uğratılamamaktadır. Yanı sıra Tevhid-i Tedrisat, Tekke ve Zaviyeler gibi
toplumun temel kodlarına savaş açmış olan kanunlar-yasaklar henüz yürürlükten
kaldırılmamış durumda. Yeni bir toplumsal mutabakatı mümkün kılacak bir anayasa
değişikliği günümüze değin maalesef yapılamadı.” S.252-253
Tekke ve Zâviyeler
Kanunu Kaldırılmalı
“Cumhuriyet Döneminde tekke-zaviye ve
hankâh-dergâhların 677 Sayılı Yasa ile kapatılması, Tanzimat’tan beri süregelen
Batılılaşma-sekülerleşme sürecinin bu son safhasında seküler-ulus devlet
kurmaya matuf tüm geleneksel, tarihten gelen dinî-îslâmi kurumların tasfiyesi
operasyonu idi. Tüm devrim kanunları göz önüne alındığında, Batı’da
Aydınlanmacı felsefeye dayalı 19. yüzyıl kaba pozitivizminin Osmanlı bakiyesi
olan Müslüman bir coğrafyaya zorla, militanca dayatılmasından başka bir şey
değildi.
Türkiye’de devletin bir yandan Mevlânâ
Celaleddin-i Rumî, Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre, Hacı
Bayram-ı Velî gibi şahsiyetler ve bunların yolu üzerinden söylem ve literatür
oluşturma çabasında bulunup, resmî yayınlarda bulunurken diğer yandan bu adı
geçen zatların yolunu, tarikat ve dergâhlarını, müesseselerini kapatması, yasaklaması
ne yaman bir çelişkidir resmî ideoloji için. 1925’te tekke ve zaviyeler, hankah
ve dergâhlar kapatılarak bu ülkenin, bu ülke insanının, toplumunun en önemli
hayat damarlarından biri kesilmiş; Batıcı sekülerleşme, pozitivizm namına büyük
bir medeniyet, maneviyat katliâmı yapılmıştır.” S.257
“1920’li yıllarda Tek Partili rejim
tarafından uygulamaya konmuş kanunların halkın-toplumun dokusuna aykırı
yasakların, hâlen yürürlükte olması zaten yadırganacak, asla kabul edilemeyecek
bir vâkıa. 1920’li, 30’lu yıllarda oluşmuş Tek Parti Dönemi resmî ideolojisi ve
buna dayalı kanunlar, yasaklar hâlâ neden bu kadar ısrarla savunulabiliyor,
anlayabilmek mümkün değil. Bu savunmanın, bu kanunun mağdurlarından olan
Alevî-Bektâşî kesim içerisindeki bazı çevrelerden gelmesi ne yaman bir çelişki.
Son yıllarda büyük kentlerde birbiri
ardına açılan cemevleri, 677 sayılı Kanun engeli yüzünden dergâh ve zaviye
statüsünde açılamamakta, dolayısıyla ‘İslâm’dan ayrı bir dinin
tapınağıymış’ algılamasına sebep olmakta, bu anlamda İslâm dışı bir
zemine itilme tehlikesi doğurmaktadır.” S.258
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 303 / Şubat 2010
___________________
(1) Bitlisli
bir ailenin çocuğu olarak Muş’ta doğdu, ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da
tamamladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden 1991 Şubat’ında
mezun oldu. Yüksek lisans çalışmalarını yine aynı bölümde yürüttü. 1995-2001
yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Başkan Danışmanı olarak
görev yaptı. Hâlen serbest araştırmacı-yazarlık yapmaktadır. 1987yılında Zaman
gazetesinden başlayarak bugüne kadar çeşitli gazete, dergi ve mecmualarda
siyaset, din, Kürt sorunu, dış politika, Alevîlik-Bektaşîlik ve Nakşibendîlikle
ilgili makale ve tercümeleri yayınlandı. İngilizce, Arapça, Farsça ve Kürtçe
bilmektedir.
Yayınlanmış Eserleri: Kürdistan’da Değişim
Süreci, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Bektaşîlik ve Mehmed Ali Hilmî
Dedebaba