Batı’da filizlenmeye başlayan Aydınlanma hareketinin liderleri bilginin güç olduğunu fark ettikten sonra, bu gücü kullanmayı da öğrendiler. Önce tabiata, sonra tüm dünyaya hükmetmeyi esas alan bu anlayış kendine yer açabilmek için eskiye ait ne varsa düşmanlığı esas almıştır. Öncelikle iktidarına alternatif gördüğü kiliseyi mahkûm etti. Kilisenin karanlığından tüm dünyayı kurtarma iddiası ile ortaya çıkan Aydınlanma Hareketi dünyaya ikisi büyük olmak üzere yüzlerce savaşın içine soktu, milyonların ölümüne sebeb oldu. Onlar için Cezayir’de FİS’in aldığı oy oranının %85 olmasının bir önemi yoktu. Önemli olan sömürge düzenlerinin devamıydı. İç savaş çıkartmakta da mahir idiler. Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketi darbeyle devrildiğinde sessiz kalmayı tercih ettiklerinde yüzleri kızarmamıştı. Onlar için demokrasi helvadan bir puttu. Demokrasi getirmeyi vaad ettikleri Irak, bunun karşılığında yaklaşık iki milyon canı bedel olarak ödemişti. Tanıtımını yaptığımız ‘Modernleşme Kuramı’ isimli eserin konusu, yaşanan medeni vahşetin keyfiyeti ortaya koymaktadır.
Modernleşme Kuramı:
Eleştirel Bir Giriş
|
On yedinci Yüzyılın sonlarında Batıda
filizlenmeye başlayan Aydınlanma düşüncesi bilginin güç olduğunu fark ettiğinde
bu gücü kullanmayı öğrenmekte gecikmedi. Önce doğaya sonra tüm dünyaya
hükmetmeyi esas alan bu anlayış kendine yer açabilmek için eskiye ait ne varsa
düşmanlığı esas almış, öncelikle iktidarına alternatif gördüğü kiliseyi laiklik
adına hayatın dışına itmişti. Artık doğrunun ve yanlışın ölçüsünü bilim
koyuyordu.
Kilisenin karanlığından tüm dünyayı
kurtarma iddiası ile ortaya çıkan Aydınlanma Hareketi dünyaya ikisi büyük olmak
üzere yüzlerce savaş, milyonlarca ölüm hediye etti.
Onlar için Cezayir’de FİS’in aldığı oy
oranının %82 olmasının bir önemi yoktu. Önemli olan sömürge düzenlerinin
devamıydı. İç savaş çıkartmakta da mahir idiler.
Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketi
darbeyle devrildiğinde sessiz kalmayı tercih ettiklerinde yüzleri kızarmamıştı.
Onlar için demokrasi helvadan bir puttu.
Demokrasi getirmeyi vadettikleri Irak,
bunun karşılığında yaklaşık iki milyon canı bedel olarak ödemişti. Sonrasında
Irak’ı İran’a teslim ettiklerinde hayallerini süsleyen tüm bölgeyi kuşatan çok
daha büyük bir kaostu.
Suriye’de Nusayri hanedanlığını
devirdikleri takdirde kendilerine uşaklık edecek yeni bir yapı ortaya
çıkaramadıkları için beş yüz bin Suriye’linin katledilmesine göz yummuşlardı.
Zira göstermelik muhalefet oluşturma çabalarına rağmen, mevcut rejimin
alternatifi müslümanlardı.
Türkiye’de 15 Temmuz işgal girişimi
yaşandığı ve sonuç netleştiğinde kıymetli demokrasileri adına darbeyi kerhen
kınamak zorunda kaldılar. Fakat asıl dertleri işbirlikçi uşakları idi. Onlar
için endişeliydiler. Zira “dünya beşten büyüktür” diyen bir anlayışa
tahammülleri yoktu. Efendiliklerini sorgulamak hiç kimsenin haddine değildi.
Bu sayımızda “Çağdaş Küresel
İngiliz-Yahudi Medeniyeti”ni ve onun ortaya koyduğu “Medeni Vahşet”i
bir başka yönüyle anlamak adına Fahrettin Altun(*) tarafından
kaleme alınan Modernleşme Kuramı’nı tanıtmaya gayret ettik.
Bilgi-iktidar ilişkisinin varoluşsal
düzlemdeki karşılığını ifşa etmeye çabalayan bu çalışma, bir entelektüel tarih
incelemesi olarak değerlendirilebileceği gibi sosyolojinin sosyolojisini
deneyen bir çalışma olarak da okunabilir. S.1
1945 sonrasında Batı dışındaki toplumların
değişim süreçleri, merkezî bir problem alanı olarak sosyal bilimlerin gündemine
oturur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Amerikan akademi dünyasında gündeme
gelen gelişme düşüncesi, on dokuzuncu yüzyılla birlikte egemen bir anlayış
hâlini almaya başlayan evrimci ve ilerlemeci yaklaşımların temel kabullerini
büyük oranda paylaşmıştır. Özellikle Aydınlanma dönemi ile birlikte çerçevesi
çizilmeye başlanan ilerlemeci yaklaşımların tarihin doğrusallığına, toplumların
daha iyiye doğru hareket ettiklerine ilişkin kanaatleri, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında kimlik bulan gelişme düşüncesinin temel bileşenlerinin
belirlenmesinde oldukça etkin olmuştur. Bu yönüyle gelişme düşüncesi, modern
Batı düşüncesinin temel kalkış noktalarından biri hâline gelen ilerlemeci
tarih algısına yaslanarak tarihsel ve ideolojik bir devamlılığı temsil
etmektedir. S.2
İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde
azgelişmiş toplumların değişimi üzerine odaklanan Amerikan sosyal bilimleri
içerisinde, ilk ve en sistemli çerçeveyi modernleşme kuramı sunmuştur.
Modernleşme kuramı azgelişmiş ülkelerin toplumsal değişim problemini merkeze
alan ve zaman zaman Amerika’nın pratik siyasal gündemine etki edebilen bir
kuram olarak karşımıza çıkmaktadır. Modernleşme kuramının üretilmesine katkıda
bulunan düşünürlerin ilk kuşağı, gelişme problemini daha ziyade iktisadi
temelde algılamışsa da bu anlayış, 1950’li yılların ortalarından itibaren
gözden geçirilmiş ve ekonomik boyuta, toplumsal ve kültürel boyutlar da
eklenerek, gelişme sorunu daha geniş bir çerçevede değerlendirilmeye
başlanmıştır. (S.3)
Bu çalışma, 1945 sonrasında gündeme gelen
gelişme tartışmaları bağlamında, modernleşme kuramının üzerinde yükseldiği toplumsal
ve kuramsal zemini, kuramın öncü düşünürlerini ve temel argümanlarını
incelemeyi denemektedir. Bu çalışma, en temelde, modernleşme kuramının on
dokuzuncu yüzyılla birlikte kökleşen modern Batı muhayyilesinin ben bilincini
yansıttığını, ancak buna karşın varlığını, 1945 sonrası oluşan dünya dengeleri
temelinde, özsel bir sürekliliği bünyesinde barındıran Batılı öteki algısını
yeni koşullara uyarlama misyonuna borçlu olduğunu öne sürmektedir. Çalışmanın
ortaya koymaya çalıştığı diğer bir husus, modernleşme kuramının, Amerikan tarzı
yeni sömürgeciliğe paralel olarak, tüm dünyayı kurgulayan ve toplumlararası
ilişkileri biçimlendirme arayışında olan bir evrenselcilik ideolojisi ürettiği
ve bu çerçevede gelişme süreçlerine ilişkin normatif yasalar inşa etme
arayışında olduğudur. Çalışmada öne sürülen bir diğer tez, genelde Batı, özelde
Amerikan çıkarlarının savunusunu üstlenen modernleşme kuramının ürettiği
evrenselcilik ideolojisinin ve vazettiği gelişme yasalarının, günümüz
küreselleşmeci yaklaşımlarının da kaynağında yer aldığıdır. S.4
Elinizdeki çalışma, dönemsel açıdan
modernleşme kuramının hâkim anlayış hâlini aldığı yıllar ile içeriksel açıdan
da adı geçen dönemde Gelişme sosyolojisi içerisinde üretilen yaklaşımlarla
sınırlanmıştır. Bu doğrultuda çalışmanın birinci bölümünde,
Gelişme, Gelişme Yazını, Modernlik, Modernleşme ve Modernleşme Kuramı
kavramları analiz edilmeye çalışılmaktadır. İkinci bölümde,
modernleşme ve gelişme tartışmalarının arkasında yatan tarihsel gelişmeler ele
alınmakta, bu çerçevede Amerika’nın yükselişi, Soğuk Savaş, sömürgesizleştirme
politikaları ve yeni Ulus-Devletlerin Ortaya Çıkışları üzerinde
durulmaktadır. Üçüncü bölümde ise gelişme söyleminin gösterdiği
özellikler, iktisatçıların gelişme sorununa yaklaşımları ve ekonomik gelişme
anlayışının sınırlılıkları tartışılmakta, bu meyanda Roy F. Harrod, Evsey D.
Domar ve Walt Whitman Rostow’un bu konudaki düşünceleri de çözümlenmeye
çalışılmaktadır.
Dördüncü bölümde ilk olarak, modernleşme ve gelişme kavramlarının
modern Batı düşüncesindeki izdüşümleri, Aydınlanma düşüncesi ve klasik
sosyolojik teori eksenlerinde ele alınmakta, yukarıda sözü edilen süreklilik
noktaları tespit edilmek istenmektedir. Talcott Parsons’ın düşünceleri
temelinde yapısal işlevselciliğin ele alındığı bu bölümde, ayrıca Daniel
Lerner, Alex Inkeles, Neil Smelser ve Samuel N. Eisenstadt’ın modernleşme
analizleri çerçevesinde modernleşme kuramının gelişme sorununu kurgulama biçimi
ve temel öncülleri tartışmaya açılmaktadır.
Bu bölümde ayrıca, modernleşme kuramına
yöneltilen içsel eleştiriler, Robert N. Bellah, Barrington Moore, Reinhard
Bendix ve Cyril E. Black’in düşünceleri çerçevesinde ele alınmakta, söz konusu
eleştirilerin sahiplerinin modernleşme yaklaşımları da çözümlenmektedir. ‘Bir
Entelektüel Sistem Olarak Modernleşme Kuramının Düşündürdükleri’ başlığını
taşıyan son bölümde ise, modernleşme kuramına ilişkin genel bir değerlendirme
yapılmakta, onun günümüz küreselleşmeci yaklaşımları ile ilintisi kurulmaya
çalışılmaktadır. (S.5)
Gelişme
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Amerika ve
Avrupa’da uygulanan kamu politikaları, daha ziyade, kapitalist sistemin 1929’da
yaşadığı büyük krize çözüm arıyor ve bu doğrultuda Keynesçilik, sosyal refah
devleti ve sosyal demokrasinin evrimi gibi alanlar politik tartışmaların merkezinde
yer alıyordu. Bu çerçevede, savaş öncesinde totalitarizm tehdidi,
Stalinizm, Faşizm ve Korporatizm gibi konular üzerinde duran sosyal bilimciler,
savaşın hemen akabinde, öncelikle yıkılan Avrupa’nın yeniden yapılanması adına,
sonrasında ise eski adıyla sömürgelerin, yeni adıyla azgelişmiş bölgelerin
dünya sistemine sorunsuz katılmalarının sağlanması uğruna gelişme konusunu
tartışmaya açtılar. Bu noktadan sonra azgelişmiş ülkelerin inançları,
değerleri, gelenekleri ve toplumsal pratikleri gittikçe daha fazla ilgi çekmeye
başladı. Hangi toplumsal normların ya da kurumların gelişmeyi hızlandırıp
hangilerinin onu engellediği, hangi tür siyasal sistemin gelişme sürecinin
önünü açmaya ehil olup hangisinin durağanlığı beslediği, sosyal bilimlerin
temel soruları hâline geldi. S.8
İngilizce development kavramını karşılamak
üzere dolaşıma sokulan gelişme ya da kalkınma kavramı,
ilk anda ekonomik çağrışımları ile öne çıkıyor gözükse de, özellikle sosyolojik
perspektifin katkısıyla, kavramsal olarak toplumsal alanın bütün katmanlarını
içerisine alacak şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu biçimiyle, ekonomik
kalkınmadan bahsedilebileceği gibi toplumsal, siyasal ve kültürel kalkınmadan
da söz etmek olasıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türk düşün hayatı içerisinde development kavramının
karşılık geldiği alanı tanımlamak üzere, daha ziyade, refah içerisinde yaşama
durumunu ifade eden kalkınma kavramı kullanılmış, ancak daha
sonrasında gelişme kavramı daha fazla kullanım alanına sahip
olmuştur. Gelişme kavramının bu tarz bir kullanımı, bir yönüyle, ideolojik
içeriği süreç içerisinde daha açık hale gelen ilerleme kavramına alternatif
oluşturma arayışının bir ürünü olarak gündeme gelir. S.9
Gelişme Yazını
Temelde savaş sonrasında kendi
kurumsallığını gerçekleştiren gelişme yazını, günümüze kadar farklı tarihsel
dilimlerde farklı yaklaşımları bünyesinde barındırdı. Gelişme yazını içerisinde
1950’li ve 60’lı yıllarda modernleşme kuramı ağırlığını hissettirirken, süreçle
birlikte, sırasıyla, bağımlılık, merkez-çevre, dünya sistemi ve küreselleşme
kavramlarının merkeze alınarak yapıldığı açıklamalar öne çıktı. Gelişme yazını,
bize, gelişme ile ilgili çalışmaların tümünü kapsayan ve farklı zaman
dilimlerinde farklı yaklaşımların öne çıktığı genel bir çerçeve sunar. S.9
Modernlik ve Modernleşme
Modernlik terimi, on yedinci ve on
sekizinci yüzyıllarda Batı Avrupa’da filizlenmeye başlayan, esas görünümlerine
Kuzey Amerika’da rastlanılan ve o zamandan bu yana Batı dışı dünyaya
yayılan ya da dayatılan bir toplum biçimine karşılık gelmektedir. Eskinin
dışlanması, yeninin kutsanmasıdır modernlik ve esas itibariyle on
dokuzuncu yüzyıl ile birlikte gündelik hayatları tanzim etmeye girişen buyurgan
bir sistem hâlini almıştır. Köklü bir dönüşümü bünyesinde barındıran bu
sistem, kendisinin dışında olanı gelenek olarak kurgular ve ona karşı
üstünlük varsayımında bulunur. O, bu yönüyle daha önceki toplumsal
örgütlenme biçimlerinden farklılaşan bir özellik gösterir.
‘Modern olma bilinci’ on yedinci yüzyılla
birlikte oluşmaya başlar. Aydınlanma felsefesi ile kendi kavram dünyasını ve
gramerini oluşturan bu bilinç, Hegel’in felsefî sistemi ile zirvesine ulaşır.
Hegel ile birlikte modernlik kapsayıcı ve nüfuz edici, ancak bir o kadar da
yalın ve somut bir kavram olarak ele alınır. Hegel’in dünya tarihini açıklama
iddiasındaki tarih felsefesi, özünde, evrensel modernliği açıklamakta ve bu
hâliyle Batılı modern olma bilincini derinleştirmektedir. Hegel’e göre
tarih, öznenin özgürleşim sürecidir. Bu süreç doğrusal bir ilerleme yasasına
tabidir. Özne tarihsel süreç içerisinde kendisini daha fazla
gerçekleştirmekte ve daha fazla özgürleşmektedir. Hiç kuşkusuz özgürleşen de,
tarihi yapan da Batılı öznedir. Doğu’da ise böyle bir özgürleşim süreci,
dolayısıyla da bir tarih yoktur. Doğu durağandır ve durağan olanın tarihi de
olmaz. Tarih, Batı’da akmakta ve ilerlemektedir. Reform hareketi,
Aydınlanma felsefesi ve Fransız Devrimi gibi öznenin kendi bilincini
duyumsadığı tarihsel deneyim tarzları ancak Batı’da ortaya çıkarlar. S.11
Modernleşme Kuramı
Modernleşme kuramı, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında, Amerikan sosyal bilim çevrelerinde ortaya çıkan, Batı’nın
model alınması suretiyle tüm dünya toplumlarının modernleşebileceğini varsayan
ve Amerika’yı modernliğin temsilcisi olarak sunan bir toplumsal
değişme yaklaşımıdır. Modernleşme kuramı, büyük oranda yapısal
işlevselciliğin kuramsal öncüllerine yaslanır ve toplumların
gelenekten modernliğe doğru yaşanan evrensel bir sürece muhatap oldukları
takdirde gelişebileceklerini söyler. Bir değişme ve gelişme kuramı olan
modernleşme kuramı, toplumların modern ekonomik gelişme aşamasına ulaşmaları
için kültürel ve toplumsal bir değişim sürecine ihtiyaç duydukları inancına
dayanır.
Modernleşme kuramının ortaya çıktığı ve
etkin olduğu dönem 1950’li ve 60’lı yıllardır. Kuram, 1960’ların sonları ile
1970’lerin başlarından itibaren sarsıcı eleştirilere muhatap olur ve egemen
söylem olma özelliğini yitirir. S.13
On dokuzuncu yüzyıl klasik ilerleme kuramlarında
temellenen toplum değerlendirmeleri, Batı dışı dünyayı fiilî sömürünün
gerçekleştirilebileceği bir alan olarak kavramış, bu dünyanın insanlarını
varoluşsal düzlemde dahi ilkel kabul etmiştir. On dokuzuncu yüzyıl
boyunca kökleşen ve yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar işleyen
geleneksel sömürge siyasetinin temel mantığını, Batı adına Batı dışı
zenginliklere el konması ve bu zenginliklerin paylaşılmaksızın
tüketilmesi oluşturur. S.17
Avrupa’nın yön verdiği bir dünya
siyasetinden Amerika merkezli bir dünya siyasetine geçilmesi ile birlikte eski
sömürge bölgelerinin elden geldiğince ve denetlenebildiğince
serbestleştirilmesi gerektiği öngörüldü ve dünya çapında bir sömürgesizleştirme
siyaseti ortaya kondu. Bu sürecin sonunda, Batı dışı coğrafyada birçok
yeni ulus-devlet gün yüzüne çıktı. Savaş sonrasının çekişmeli ortamında Amerikan
çıkarları doğrultusunda ortaya konan bu siyaset, Avrupalı sömürgeci güçlerin
birçok fiilî sömürgesinden vazgeçmek zorunda kalması sonucunu da beraberinde
getirdi. Hiç kuşkusuz bu süreç sömürge sahibi Avrupalı güçler açısından oldukça
maliyetliyken, Amerika için bir o kadar işlevsel oldu. Amerika,
Avrupalı güçlerin sömürgelerini bağımsızlaştırmalarını salık vermiş ve bu
çerçevede yeni bir dünya siyaseti örgütlemek istemiştir. S.24
Amerika’nın öngördüğü bu dünya siyaseti,
sömürge toplumlarının mutlak özgürleşmesinden yana olmayıp, yeni bir bağımlılık
ilişkisi (yeni bir sömürgecilik) inşa etmektedir. Sömürgesizleştirme siyaseti etrafında
yaşananlar, Avrupa’nın Asya’daki fiilî üstünlüğünün son bulmaya başladığının
önemli bir göstergesidir. Artık üstünlük Avrupa’da değil Amerika’dadır ve Batı
adına yeni bir dünya siyaseti üretmeye soyunacak olan da yine Amerika’dır.
Emperyal güçlerini yitiren Avrupalı merkezlerin bu konumlarını devrettikleri
Amerika Birleşik Devletleri, dünya siyasi sahnesine yeni bir dekorasyon yapmış
ve pek çok yeni ulus-devlet birdenbire bu sahneye çıkmıştır. Bu dönemde, Batılı
olmayan toplumların karşı karşıya kaldıkları yeni toplumsal görünümler
dolayısıyla, Batı dışı dünyanın değişimi konusunda ciddi bir potansiyelin
oluştuğu inancı ağırlık kazandı.
Avrupalı sömürgeciliğin gücünün büyük
oranda tahrip edilmesiyle birlikte, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da görülmedik
bir ulusalcı hareketlenme başladı. Sömürgeciliğin düşüşe geçmesi, yeni bir
dünya düzeninin gündeme gelmesi ve Batı dışı toplumlara yapılan teknoloji
transferi bu ülkelerde yeni kimlik arayışlarını teşvik etti. Batılı sömürge
merkezlerinde sömürge idarelerine bir başkaldırı niteliğinde olan bağımsızlıkçı
ve ulusalcı hareketler, 1930’lu yıllarda kendilerini göstermelerine rağmen asıl
başarılarını 1940’lı ve 50’li yıllarda elde ettiler. S. 24
Batılı olmayan toplumların komünizmin
tuzağına düşmelerini engellemek üzere yürürlüğe konan dış yardımlar, böylesi
bir ortamda varlık kazandılar. Truman Doktrini ve Marshall
Planı ile çerçevesi çizilen anlayış temelinde Amerika, biçimlendirmek
istediği toplumlararası siyasete paralel olarak dış yardımlar konusunu gündeme
getirdi ve dünyayı komünizm tehdidinden arındırmak için çeşitli yardım
paketleri hazırladı. Amerika böylelikle uluslararası bağımlılık ilişkilerini
pekiştirmek istiyordu. Tam da bu nedenle azgelişmiş ülkelerin bir yandan
dillendirdikleri, diğer yandan muhatabı oldukları kalkınma politikaları, dış
yardımlarla ciddi anlamda desteklenmiştir. S.27
Ne var ki Amerikan kalkınma modeli ile
Sovyet kalkınma modeli arasında köklü farklılıklar bulunmamaktaydı. Çünkü her
iki model de Batı dışı dünyaya endüstrileşme amacını sunuyor, kendi dışındaki
dünyayı endüstrileşme miti çerçevesinde işe koşuyorlardı. Batı geleneği
içerisinde yer alan kalkınma modelleri, ister devlet kapitalizminden yana
olsun, ister liberal ya da neo-liberal çerçevelerden hareket etsinler, temelde
ortak bir kaygının ürünüdürler. İki kalkınma modelinden bahsediliyor oluşu,
önerilen programın muhtevasından ziyade, iki devlet arasındaki mücadelenin
mahiyetinden kaynaklanmaktadır. S.28
Bu dönemde, Amerikan devleti, istihbarat
kurumları ve yine devlete yakın bazı vakıflarca desteklenen sosyal bilim
çalışmaları, genel olarak Amerikan çıkarlarının savunusunu üstlenmişlerdi. Bu
bağlamda özellikle CIA ve FBI gibi istihbarat kurumları akademik bilgi
üretimini fiilen yönlendirmiş, Ford Vakfı, Rockefeller
Vakfı ve Carnegie Vakfı gibi kuruluşlar da bu yöndeki
çalışmaları genel hükümet politikaları doğrultusunda finanse etmişlerdi. Adı
geçen kuruluşlar, ayrıca, sağladıkları destekler aracılığıyla, akademisyenleri,
araştırma merkezlerini ve danışmanlık hizmeti veren kuruluşları, Amerikan
çıkarları uyarınca, hassas konulara ilgi göstermeleri noktasında da
yönlendirmişlerdir. S.31
On yedinci yüzyılda ortaya çıkan ve tam
ifâdesini on sekizinci yüzyılda bulan ilerleme düşüncesi en sistemli formuna on
dokuzuncu yüzyıl ilerleme kuramları ile kavuşur. On dokuzuncu yüzyılın ilerleme
kuramcıları, temelde, Charles Darwin’in Türlerin Kökeni isimli
çalışmasında temsil edildiği biçimiyle biyolojik evrim anlayışına
ve organizmacı evrim düşüncesine dayanıyorlardı. Bunun
yanında, dönemin ilerleme kuramlarının önemli bir özelliği de, daha
ziyade ırk merkezli açıklamalardan beslenmiş olmalarıdır. S.39
İlerleme kuramcılarının tümü, Batı’nın
kentsel ve endüstriyel toplumuna adeta evrimin son basamağı olarak
yaklaşmışlardır. Pitirim Sorokin’in de ifade ettiği gibi ilerleme kuramlarında,
bütün tarihî süreç ‘mağara-adamından üstün-insana’, ‘barbarlıktan
uygarlığa’, ‘budalalıktan bilgeliğe ve dehaya’, ‘hayvanlıktan yarı-tanrılığa’,
savaş ve varoluş mücadelesinden, barış, uyum ve karşılıklı yardımlaşmaya vb.
giden yol boyunca, bazı sapmalar ve ufak tefek dönüp dolaşmalarla bir çeşit
ilerlemeci (müterakki) ilerleyiş olarak görülmektedir. Bu kuramlar, bir yandan
Batılı toplumların ileri durumunun tarihsel gerekçelerini oluşturmaya
çalışırken, diğer yandan Batı dışı toplumların mevcut geriliklerini de
açıklamak istemektedir. Sosyal bilimlerden doğa bilimlerine dek bilgi üretimini
yönlendirenler, ileri olmanın yasalarını katı formülasyonlara başvurarak ortaya
koymakta ve ilerlemenin en son aşaması ve temsili olarak da Batı’yı
göstermektedirler. Tarih, evrimci bir mantıkla işletilen, güçler
savaşının yapıldığı ve mevcut duruma en fazla uyum sağlayanın yaşama şansını
elinde bulundurabildiği bir süreç olarak okunmakta ve elbette bu sürecin galibi
olarak yine Batı selamlanmaktadır. On dokuzuncu yüzyıl boyunca,
idealist toplum düşüncesinin kısmi itirazları dışında, bu zihinsel durum ve
özgüven hissi, toplumsal ve toplumlararası alana dair üretilecek düşüncelerde
canlı bir biçimde temsil olunmuştur. Ancak yirminci yüzyılın bunalım yılları
ile birlikte bu iyimser, ilerlemeci, ırk temelli ve evrimci düşünsel çerçeveler
ciddi eleştirilerle karşı karşıya kaldılar. S.40
Söz konusu bunalım döneminde, bir önceki
yüzyılın ilerlemeci ve evrimci perspektifleri ile temsil olunan aşırı özgüven
durumu bariz bir biçimde aşınmaya başladı. Bu perspektiflerin yerini Batı’nın
çöküşünden söz eden yaklaşımlar aldı. İki savaş arası dönemde sanat, felsefe ve
toplumsal düşünce alanında eser veren düşünürler, çoğunlukla, karamsar bir ruh
hâliyle ve güven bunalımı içerisinde üretim yapmışlardır. Özellikle 1910’ların
sonlarına doğru ilerleme düşüncesi güvenilirliğini büyük oranda yitirmeye başlamıştır.
Amerikan ve Fransız Devrimleri’nin, uğruna kanlar akıtılan idealleri açıkça
sorgulanmaya başlamış, bu ideallerin kısa ömürlü çıktığı düşünülür olmuştur.
İlerlemenin tek bir doğrultuda ve geri çevrilemez bir tarzda sürdüğü fikri de
geriye dönüşlerin yaşandığı bir tarihsel kesitte savunulabilme özelliğini
kaybetmiştir. Bu dönemle birlikte, ilerlemenin çelişkileri ve anomalileri
dikkat çeker. Bu bunalım yıllarında ilerleme kuramlarının yerini, en
meşhurları Arnold J. Toynbee ve Oswald Spengler’e ait olan çevrimsel tarih
yorumları, başka bir deyişle, yükseliş ve çöküş kuramları alır. Bu
kuramlar, toplumların ya da uygarlıkların, insan organizmasına benzer bir
biçimde doğduklarını, büyüdüklerini, yaşlandıklarını ve hatta öldüklerini
savunmuşlardır.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine dek bu
güvensizlik ve bunalım hâli kendisini hissettirmeye devam etmiştir. Savaşın
akabinde Batı içerisinde denge durumunun sağlanması ve bu denge durumunu
yönlendirebilecek donanıma sahip bir süper güç olarak Amerika’nın ortaya çıkması
ile yaşanan özgüvensizlik sendromu aşılmış ve belli tadilatlarla on dokuzuncu
yüzyıl ilerleme düşüncesinin devamı niteliğinde olan yeni kuramsal çerçeveler
inşa edilmiştir. Gelişme konusunun Batı dışı dünya için tartışılmaya
başlanması, yeniden kazanılan bu özgüven psikolojisi ile çok yakından
ilişkilidir. S.43
Sosyolojik katkıların çerçevesini çizdiği
biçimiyle modernleşme kuramının gelişme sorunsalına yaklaşımını ortaya koymadan
önce, dönemin önde gelen üç iktisatçısının, gelişme sorununu nasıl ele
aldıklarını belirlemek, sosyolojik kuramın gelişme sorununa niçin ve ne şekilde
eğildiğinin tespiti açısından yararlı olacaktır. Savaş sonrası gelişme
yazınının üretilmesinde aşağıda ele alacağımız üç iktisatçının dışında Paul
Rosentein Rodan (büyük-itiş), Von Ragner Nurkse, Albert O. Hirschman, Gunnar
Myrdal ve Hans Wolfgang Singer gibi Avrupa kökenli iktisatçıların da katkıları
bulunmaktadır. Fakat genel olarak Amerika’da görev yapan bu
düşünürlerin çoğu, Amerikan siyasetiyle örtüşen bir kuramsal uğraşın içerisinde
olmuşlardır. S46
Gelişme problemini ekonomi merkezli
tanımlayan ve azgelişmişlik probleminin aşılması noktasında ekonomik büyümeyi
merkeze koyan bu düşünürler, Batılı gelişmeyi de endüstrileşme süreci ile özdeş
tutmuşlardır. Azgelişmişlik, endüstrileşme sürecinin karşısına konularak
tanımlanmıştır. Endüstrileşmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasında görülen
farklılıklar azgelişmişliğin çeşitli yönlerinin ve basamaklarının tanımlanması
sonucunu doğurmuş, dolayısıyla da yaşanan azgelişmişlik durumunun sebebi de
yine sermaye yokluğuna dayandırılmıştır. S.47
Harrod, Domar ve Rostow’un yaklaşımlarında
özetlendiği biçimiyle ekonomik gelişme analizleri, süreç içerisinde,
sınırlılıkları dolayısıyla eleştirilmeye başlanmıştır. S.54
Konuyu tek başına ekonomik olarak
kavramanın yarattığı sorunların kendisini göstermesiyle birlikte, sosyolojik
bilgi üretimini sürdüren bazı düşünürler, modernleşme kavramını temel alarak,
gelişme sürecinde kültürün ve toplumsal unsurların önemine dikkat çekiyor,
toplumsal ve kültürel öğeleri, gelişmenin vazgeçilmez unsurları arasında
sayıyorlardı.
Kısa zamanda, azgelişmiş toplumların
gelişme süreçlerinin açıklanmasında kültürel dokuların olumlu ya da olumsuz
rolleri tartışılmaya başlandı. Modernleşme kuramı içerisinde kültür ve gelişme
ilişkisinin açıklanmasında, kültürün önemine dikkat çekenler iki farklı
yönelimden beslenerek hayat buldu. Bir yanda, toplumların kültürel dokularını,
modernleşmenin önündeki geleneksel engeller olarak gören, modernleşmenin ve
gelişmenin mümkün olabilmesi için azgelişmiş toplumların kültürel yapılarının
tasfiye edilmesi gerektiğini düşünen bir yaklaşım, diğer yanda, kültürel
farklılıkların gelişme ve modernleşme sürecine olumlu katkılarda
bulunabileceğini iddia eden bir yaklaşım vardı.
1950’li yıllarla birlikte Amerikan sosyal
bilimlerinde oldukça ayrıcalıklı bir konum elde eden Weberci toplumsal kuram,
gelişme probleminin sosyolojik düzlemde ele alınışında da kendisini göstermiş
ve Weberci tezlerden hareketle, kültür, azgelişmiş toplumların gelişememişliğinin
temeline yerleştirilmiştir. Bu yaklaşım gelişme sürecinde kültürün olumsuz
rolünden bahsetmektedir. Bu düşünsel zemin üzerinde çözüme ilişkin olarak
söylenecek her söz, doğal olarak azgelişmiş toplumların kültürünü hedef alacak
ve gelişmenin sağlanmasının ön koşulu olarak da bu toplumların sahip oldukları
kültürel bağlardan kurtulmaları gösterilecekti.
Gelişme kavramı, modernleşme kuramı
içerisinde olumlu bir anlama ve merkezî bir konuma sahiptir. Modernleşme kuramı
içerisinde toplumsal değişim sürecini nitelemek üzere kullanılan gelişme
kavramı on dokuzuncu yüzyıl pozitivist toplum kuramında merkezî açıklama birimi
olarak kullanılan ilerleme kavramından ve bu kavramın dayandığı evrimci
düşünceden derin izler taşımaktadır. Gelişme kavramının sürekli olumlu bir
süreci niteler biçimde kullanılması ve geriye döndürülemez olduğu kanaati,
ilerlemeci bir düşünsel gelenekten miras kalmıştır. Gelişme kavramının,
evrim ve ilerleme gibi evrensel kabul gördüğü düşünülen kavramların mirasını
yaşattığı, gelişme kavramının bu kavramların güncel karşılığı olduğu düşünülmüş
ve çoğu zaman da bu kavramlar arasındaki sınır ortadan kaybolmuştur. Evrimci
anlayış yeni bir formda da olsa kendisini modernleşme kuramının çerçeve
kazanmasında belirgin bir biçimde ortaya koymuştur. S.57
Aydınlanma Düşüncesi ve
Klasik Sosyolojik Teori
Yeni bir kimlik kazanan aklın kullanımıyla
geçmişe ait inanç, pratik, kurum ve düşünce sistemlerine yöneltilen
eleştirinin, bireyciliğin, ilerleme fikrinin ve bilime olan inancın hakim
olduğu bir felsefenin adı olan Aydınlanma düşüncesi, on sekizinci yüzyılda
karşımıza çıkmaktadır. Bu felsefe, modernleşme kuramının içerisinden konuştuğu
anlam dünyasının mimarıdır adeta. Aydınlanma düşüncesinin temel öncüllerinin
birçoğu modernleşme kuramınca içselleştirilmiştir. S.69
Aydınlanmacı düşünürler; sosyal, siyasal
hatta dinsel bütün sorunların deneyin denetimindeki aklın kullanımıyla
çözümlenebileceğine inanırlar. Aydınlanma ile birlikte, insan doğası, toplum ve
tarih, bilimin ışığında ve aklın rehberliğinde birer araştırma alanı olarak öne
çıkarlar. Bu düşünürlerce yeni bir anlam kazandırılan akıl artık hiçbir erkin
himayesi altında değildir ve mevcut değerler, aydınlanma çağının
‘birleştiricisi ve merkezî konusu olan’ akıl aracılığıyla radikal bir eleştiriye
tabi tutulmaktadır. ‘Aydınlanmanın amacı; insanları esasta kötü ve
köleleştirici olduğuna inanılan efsane, mit, önyargı ve hurafenin temsil ettiği
eski düzenden kurtarıp, esasta iyi ve özgürleştirici olan aklın himayesine
sokmaktır.’ Aydınlanmanın insanlar arasına taşınabilmesi için gerekli
olan, aklın kamusal kullanımının özgür olmasıdır. Özgür olan aklın ışığı,
böylece yol gösterme, aydınlatma görevini yerine getirebilir. Aydınlanma
düşünürleri bu çerçevede yazılarında, konuşmalarında muhataplarını eğitici,
onlara yön gösterici bir üslup kullanmışlardır.
İlk olarak Bacon’ın formüle ettiği ‘bilgi
güçtür’ sloganı, Aydınlanma felsefesi ile birlikte toplumsal bir kabul görmeye
başlamıştır. Bilgi güçtür, bir başka deyişle doğaya hakim olmak onun yasalarını
çözümlemekten geçer. Nasıl ki, aklın kılavuzluğundaki doğa bilimleri, doğaya
egemen olmanın yolunu açıyorsa, kültür bilimleri de kültür ve toplum dünyasının
kapılarını aralıyordu. Bundan sonra toplumsal dünyaya hükmetmek daha sistemli
ve kolay bir hal almaktadır. S.70
Alex lnkeles ve Modern
İnsan
1960’ların başlarında Harward
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde ‘Ekonomik
Gelişmenin Toplumsal ve Kültürel Boyutları’ isimli bir araştırma
projesi gündeme gelmiştir. Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Ulusal Bilim
Vakfı, Ulusal Zihin Sağlığı Enstitüsü ve Amerikan Hava Kuvvetleri Bilimsel
Araştırma Ofisi tarafından desteklenen bu projenin başında Alex
lnkeles bulunmaktadır. Bu projenin uzantısı olarak, Hindistan, Pakistan,
İsrail, Nijerya, Arjantin ve Şili’de toplam altı bin kişiyle gerçekleştirilen
görüşmeler ve yapılan araştırmalar sonucunda Inkeles’ın modernleşme yaklaşımı
karşımıza çıkmaktadır. S.94
Çalışmalarını, en temelde, modernleşmenin
sosyo-psikolojik sonuçlarını anlamaya ve sosyal yapı ve değerler arasındaki
ilişki ya da çatışmaları çözümlemeye hasreden Alex lnkeles, modernleşme
kuramının önemli simaları arasında yer alır. Inkeles’ın modernleşme
analizi, en temelde, modern birey profilini ortaya çıkarmayı denemekte ve
bu bireyin hem modernleşme sürecindeki rolünü hem de bu süreçten etkilenme
biçimini irdelemektedir. Inkeles’a göre, birey, toplumların yapısal
dönüşümü söz konusu olduğunda kilit bir kavram olarak karşımıza çıkar. Gelişme
sürecindeki başlıca unsurun birey olduğuna inanan lnkeles’a, ulusların
modernliğe ulaşmaları, modern bireylerin inşasına bağlar. S.95
Inkeles’ın cevabını aradığı ikinci temel
soru, geleneksel insanların nasıl dönüştürüleceği ya da bir insanı modern
yapacak ortamların nasıl inşa edileceğidir. Inkeles, yaptığı alan
araştırmalarının sonuçlarından hareketle, eğitimin modern insanların
yaratılmasının en önemli koşulu olduğunun altını çizer. Inkeles, bu bağlamda,
modernleştirici birer güç olarak gördüğü okul ve fabrika üzerinde
durur. O, okulda alınan eğitimin yanında, büyük ölçekli işletmelerde ve
özellikle de fabrika ortamlarında edinilen meslekî tecrübenin de,
modernleştirici bir işlev üstlendiği düşünülür. S.98
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 314 / Ocak 2017
_______________
(*) Fahrettin Altun, Stuttgart-Aalen’de
doğdu. (1976). İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu (1998).
Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı
(2000). ABD’de Utah Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde misafir arastırmacı
olarak bulunan (2002-2003) Altun, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü bünyesinde “M. McLuhan ve J. Baudrillard’ın Medya Kuramlarının
Karşılaştırmalı Çözümlemesi” başlıklı doktora tezini tamamladı (2006). Medya
sosyolojisi, medya kuramları, sosyolojik teori ve Türk modernleşmesi
alanlarında ulusal ve uluslararası akademik dergilerde çeşitli makaleleri
yayımlandı. Yedi yıl kitap ve dergi yayıncılığı sektörlerinde çalışan,
2008-2010 yılları arasında TRT2 ve TRT Haber’de 104 bölümü yayımlanan “Ayrıntı”
isimli kültürel söyleşi programını hazırlayan ve sunan Altun, hâlen İstanbul
Şehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi’dir.