Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi - Alparslan Aydar

Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi

“Kuruluşu yıllarında ilim ve maârife büyük ehemmiyet veren Osmanlı Devleti’nde ilk medrese, Orhan Gâzî tarafından İznik’de inşâ edilmiş ve müderrisliğe meşhûr âlim Dâvud-ı Kayseri tayin edilmiştir. Osmanlı medreseleri tedris gayesi ve gördüğü hizmetler bakımından da umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılmıştır. Umûmî medreseler, devlet hizmetinde istihdam edilen kadı, müderris ve müftîleri yetiştirmek amacıyla tesis edilmişlerdir. Zaman içerisinde medreselerde eğitim görenlerin askerlik görevinden muaf tutulmaları, özellikle 18. yüzyıl başlarından itibaren baş gösteren yenilgilerin artmasıyla birlikte medreseleri adeta asker kaçaklarının sığınma yeri haline getirmiştir. Bu durum eğitimi olumsuz yönde etkilediği gibi toplumun genç nüfusunun tembelliğe ve işlevsiz hale gelmesinde de etkili olmuştur. Sonuçta Mustafa Sabri Efendi’nin de belirttiği gibi ilim, sarıklıların (medreseliler) elinden asırlar önce gitmiş, fakat feslilerin (mektepliler) eline de geçmemiştir.”

Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi
Kenan Yakupoğlu
Gökkubbe Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 300 / Kasım 2015

Medrese, sözlükte ‘okumak, anlamak, bir metni öğrenmek ve ezberlemek için tekrarlamak’ anlamına gelen ders (dirâse) kökünden bir mekân ismi(1) olup, ‘ders okutulan yer’ anlamına gelmektedir. (2)

“Medreselerin menşeinin, Hz. Peygamber devrinde Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin gölgeliğinde yaşayan Suffa Ashâbı’na kadar uzandığı târihî bir hakikattir. Zira bunlar bizzat Hz. Peygamber’in halka-i tedrisinden geçerek çevre kabilelere İslâm’ı talim etmek üzere gönderilmişlerdir. Böylece önceleri ibadet mekânları olan câmilerde başlayan eğitim faaliyetleri daha sonra medreselerde devam etmiştir.

Devlet eliyle kurulan ilk medreseler ise Mâverâünnehir bölgesinde Hicri IV/Mîlâdî X. asırda Karahanlılar tarafından inşâ edilmiştir. Karahanlı hükümdârı Arslan Gazi Tafgac Han (ö. 1035) Merv’de bir medrese yaptırmış ve ölümünde oraya gömülmüştür. Ayrıca Gazneli Mahmud (999-1030) Gazne’de ve kardeşi Nasır Sebüktekin Nişabur’da medreseler yaptırmışlardır.

Ancak sistemli bir teşkilâta sahip olan külliye şeklindeki ilk medreseler, Selçuklu hükümdarları Alparslan (1064- 1072) ve Melikşâh (1072-1092)’ın veziri Nizâmü’l-Mülk (ö. 485/1092-93)’ün gayretleriyle, Bağdat’ı ikiye bölen Dicle nehrinin kenarına kurularak 459/1066-67 senesinde tedrise başlamıştır. Avrupa’daki benzer müesseselerin sonraki târihlerde kurulduğu dikkate alınarak, dînî ve müsbet ilimlerin okutulduğu Bağdat Nizamiye Medresesi’nin dünyanın ilk üniversitesi olduğu ileri sürülmüştür.

Nizâmü’l-Mülk’ün başlattığı bu teşebbüs diğer İslâm devletleri tarafından da örnek alınarak Mısır, Sûriye, Filistin, Kuzey Afrika ve Endülüs bölgelerinde pek çok medrese kurulmuştur. Osmanlılar’a mirasını devreden Anadolu Selçuklu Devleti’nde ise, bütün şehirlerde her biri ilim kaynağı olan, zengin vakıflarla desteklenmiş muhteşem medreseler inşâ edilmiştir.

Kuruluşundan beri ilim ve maârife büyük ehemmiyet veren Osmanlı Devleti’nde ilk medrese, Orhan Gâzî (1324- 1362) tarafından 1331’de İznik’de inşâ ettirilerek müderrisliğine meşhûr âlim Dâvud-ı Kayseri (ö. 1351) tayin edilmiştir. ‘İznik Orhâniyesi’ olarak da bilinen bu medreseden sonra Bursa ve Edirne gibi şehirlerde kurulan medreseler vasıtasıyla bütün Osmanlı toprakları ilim ve marifet ışığıyla aydınlatılmıştır. Medrese teşkilâtı hususunda ilk resmî düzenlemelerin Sultan II. Murad (1421-1451) devrinde gerçekleştirilerek Temimme ve Dârü’l-Hadis şeklinde bir tasnif yapıldığı ileri sürülür.

Bütün devlet teşkilâtında olduğu gibi medreseler konusunda da bir dönüm noktası olan Fâtih (1451-1481) devrinde, hükümdârın yaptırdığı câminin iki tarafındaki sekiz yüksek medrese ile tetimmelerinden oluşan Sahn-ı Semân Medreseleri sekiz sene süren bir inşâattan sonra 1470’de tamamlanarak tedrise başlamıştır. Fâtih Câmii’nin Akdeniz ve Karadeniz cihetlerindeki 8 medrese, ‘mukaddimât-ı ulûm’ denilen tahsili gören ve ‘dânişmend’ denilen yüksek seviyedeki talebelere tahsis edilirken, alt derecesinde bulunan sekiz tetimmede belli dersleri okuyarak Sahn’a yükselmek isteyen ‘suhte’ veya ‘softa’lar kalırdı. Ayrıca talebenin yıkanması için hamamlar, yemeklerin pişirilerek yendiği aşhâneler, seferden gelenler için misafirhaneler, câmi dolaplarında ve müstakil binalardaki kütüphaneler ile taş odalarda oturamayan hoca ve talebeler için kubbelerin hizasında yapılan ‘bâlâhâneler’de Fâtih Külliyesi’ni tamamlayan unsurlardır. XIX. asrın ikinci yarısından itibaren Fâtih Külliyesi’nin hastahâne, tabhâne, muvakkithâne ve mektep gibi birimleri devre dışı kalmış ve sadece medreseler faaliyetine devam etmiştir.

Sahn-ı Semân Medreselerinin açılmasından sonra medrese dereceleri Hâşiye-i Tecrîd (Yirmili), Miftâh (Otuzlu), Kırklı (Telvîh), Hâriç, Dâhil ve Sahn olmak üzere beş aşamada telakki edilmişti. Sahn’a talebe yetiştiren Mûsıla-i Sahn veya Tetimmeler ise Dâhil Medreseleri ile aynı derecede gösterilmişti.

Osmanlı medreseleri teşkilâtında ikinci büyük düzenlemenin yapıldığı Kânûnî (1520-1566) devrinde 966/1559’da Süleymaniye Medreseleri’nin açılmasıyla Sahn-ı Semân’ın üzerinde bir Dârü’l-Hadis ve müstakil tıp medresesi ilâve edilmiştir. Bunun dışında, II. Meşrûtiyet devrine kadar geçerli olan on iki basamaklı medrese derecelerinin Kânûnî devrinde tanzim edilmediği ve sonraki asırlarda zamanla ortaya çıktığı ileri sürülmüştür.

Fâtih ve Kânûnî devirlerinde yapılan bu iki esaslı düzenlemeden sonra medreseler, dînî ilimler ile birlikte matematik, hendese ve tıp eğitiminin yapıldığı merkezler haline gelmişlerdi. Daha sonra yâygın kanaate göre, medreselerden felsefe ve riyâziye dersleri çıkarılıp fıkıh tedrisine ağırlık verilince XVI. asır sonlarından itibaren diğer devlet müesseseleriyle beraber medreselerin de gerilediği sıkça tekrarlanmıştır.

XIX. asra gelinceye kadar medrese teşkilâtı Fâtih ve Kânûnî devirlerinde atılan temeller üzerinde büyük bir değişiklik olmadan devam etmiştir. İbtidâ-i Hâric ile başlayıp Süleymaniye Dârü’l-Hadisi ile sona eren on iki pâyeli medrese silsilesine, müderrislerin tayini ve terfileri esnasında riâyet edilmiştir.

Diğer yandan, Osmanlı medreseleri tedris gayesi ve gördüğü hizmetler bakımından da umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılmıştır. Umûmî medreseler, devlet hizmetinde istihdam edilen kadı, müderris ve müftîleri yetiştirmek amacıyla tesis edilmişlerdi. İhtisas medreseleri ise Dârü’l-Hadis, Dârü’t-Tıb ve Dârü’l-Kurrâ gibi, medreselerde okutulan ilimlerden sadece birinin öğretilmesini hedef almakta ve buna mahsûs metodlarla tedris faaliyetine devam etmekteydi.” (3)

 “Osmanlı Devleti’nin ekonomik, siyasî ve askerî alanlardaki gerilemesi, III. Selim döneminden itibaren giderek artan yoğunlukta yenilik ve reformları da beraberinde getirmiştir. Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile başlayan bu dönem, neredeyse bir asırdır, belirli alanlarla sınırlı kalarak devam eden yenilik ve ıslahat girişimlerinin, açıkça yön belirleyici ve önemli bir halkasını oluşturmuştur. Tanzimat döneminin önceki yenilik hareketlerinden ayrılan bariz vasfı, başlatılan yenileşme hareketlerinin kapsamının genişletilerek hukuk ve eğitim de dâhil olmak üzere, topluma yön veren temel müesseselerin Batılı esaslar çerçevesinde yeniden düzenlenmesi hususunda gösterilen ciddi eğilim ve kararlılıktır.

Modern ya da yeni eğitim sistemi dediğimiz yapılanma sonunda oluşturulan mektepte, eski ya da geleneksel eğitimin temsilcisi konumunda olan medresedekinden farklı anlayışta yeni bir insan tipinin yetiştirilmesi, artık genel eğitimin en önemli hedefleri arasındadır. Tanzimat eğitiminin doğurduğu bu ikiliğin yansımaları, özellikle dönemin sonlarından itibaren toplumun çeşitli kesimleri içerisinde yoğun biçimde hissedilmiş ve bölünmelere neden olmuştur. Geleneksel eğitimden köklü bir ayrılmanın başlatılarak, eğitim sisteminin idarî teşkilatından amaçlarına kadar yapılanmasının yeniden düzenlendiği Tanzimat döneminde, eğitim adına bütün çaba ve yatırımlar yeni tarz kurumları sarf edilmiş, buna karşılık geleneksel eğitim kurumlan olan medreseler kendi kaderleri ile baş başa kalmıştır.

Çünkü böyle bir gelişme, birbirinden farklı dünya görüşlerine sahip ve aralarındaki düşünce farklılıkları zaman içinde derinleşerek uçurum halini alan iki neslin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Şu halde daha yenileşme yolunun başı sayılabilecek Tanzimat ile birlikte eğitimde birlik sağlanamamış, temel konularda birbirinden farklı düşünen adeta iki farklı dünyanın insanlarının yetiştirilmesine yol açılmıştır. Bu yanlışlığın giderilmesi ancak Cumhuriyet’in hemen başında hazırlanarak yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile mümkün olabilmiştir.” (4) Eğitim alanındaki bu ikili yapıyı problem olarak değerlendirip çözüm yolu olarak da Tevhid-i Tedrisatı onaylayan bir diğer isim de Ömer Faruk Yelkenci’dir.(5)

Fakat bu noktada Fikret Başkaya’nın şu tespitlerini hatırlatmakta fayda var: “Cumhuriyet yönetiminin kitlelere bakışıyla, Osmanlı ‘yenilikçi’ yönetiminin bakışı arasında hiçbir temel fark yoktu. Cumhuriyet yönetimi için de kitleler, vergi veren, askerlik yapan, güdülen, pasif ve edilgen bir yığından başka bir şey değildi. Cumhuriyet bürokrasisi, İmparatorluğun bürokrasisiydi. Cumhuriyetin yönetici ekibine yeni unsurlar karışmış değildi. Memurların İstanbul’dan Ankara’ya taşınmaları gibi bir tebdil-i mekân söz konusuydu. Ankara’ya gelerek ferahlamışlardı. (..) Cumhuriyeti kuranlarla 1908 hareketinin yönetici kadroları, aşağı yukarı aynı kişilerden oluşuyordu.” (6) İttihat-Terakki kadroları ve zihniyeti ile mücadeleyi en temel varlık sebeplerinden biri olarak ortaya koyan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bürokratlarından olan Ömer Faruk Yelkenci ‘Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi’ ismiyle yayınladığı kitabında ifade ettiği kanaatler içinde bulunduğumuz halin tahlili açısından dikkate değerdir: “Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ve arkadaşlarının yetiştikleri devri bütünüyle olduğu kadar eğitim sistemi ile de anlamak, Atatürk’ün aldığı eğitimi incelemek, düşünce dünyasının oluşumunda müessir olan amilleri görebilmek açısından ve yine onu ve devrimlerini daha doğru değerlendirebilmek nokta-i nazarından bu araştırma bize, Türkiye Cumhuriyeti’nin vizyonunun en önemli noktası olan muasır medeniyetler seviyesinin hâlâ neden çok uzağında olunduğunu sorgulama ihtiyacı hissettirecektir. Atatürk’ün kişiliğinin oluşumunda onun, şerefli mesleğinin üstün bir değeri olarak ordu saflarına karıştığı tarihe kadar geçirmiş olduğu okul, eğitim ve öğretim hayatının da etkileri bulunduğu şüphesizdir. Bu seçkin insanın sağlam bir bilgi ve üstün bir karakterle, gelecekteki büyük millet hizmetlerine hazırlanışında, sözü geçen ortamın ne durumda bulunduğu hatırlanmadıkça da bu etkilerin ve Atatürk’te bıraktığı iz ve tepkilerin gereği gibi anlaşılması, kolay olmasa gerektir.” (7)

Müslümanların içinde bulunduğu halin doğru tahlili, aynı zamanda doğru çözümün de ilk şartıdır. Yeryüzü müstekbirlerinin gerek reform bahanesi ile gerek güç kullanarak medrese sistemini ortadan kaldırmaya çalıştığı ehlince malumdur. Türkiyede’ki çağdaşlaşma hareketini “Türk Devleti’nin tüm kurumlarıyla beraber düzeltilmesi, yenilenmesi ve geliştirilmesi” (8) olarak anlayanların daha doğrusu meseleyi kavramayan bir anlayışın bu topraklara bir değer katmasını beklemek hayal olacaktır.

Tüm İslâm coğrafyasında medreselerin tekrar ihya edilmesi anın vacibidir. Bu noktada müfredatın ve okutulacak kitapların niteliği, hocaların istihdam ve yeterliliği meselesi, kurumsal yapının mahiyeti ve öğrenciler istidatlarını da gözeterek onlar için belirlenen hedef ya da hedeflerin mahiyeti farklı coğrafyaların durumları da dikkate alınarak belirlenmelidir.

Meselenin önemini dikkate alarak bu sayımızda Kenan Yakupoğlu (9) tarafından kaleme alınan “Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi” isimli eseri tanıtmaya gayret ettik.

 

Önsöz

“Osmanlı Devleti, İslâm medeniyeti içinde önemli bir zaman dilimini kapsayan ve tarihin akışını değiştiren önemli siyasi ve coğrafi yapının adı olmanın yanında, çağ değiştiren ve dünyaya yön veren bir hükümranlığı da temsil eder.

Gerek dünya görüşü ve referansları, gerekse içerik ve işleyiş açısından İslâm medeniyetinin bir devamı sayılan Osmanlı Devleti’nin, bu bütünlük çerçevesinde araştırılıp incelenmesi zorunluluğu söz konusudur.

Osmanlı medeniyetinin ilim, sanat ve kültür alanında insanlığa sağladığı katkının boyutlarının doğru bir şekilde belirlenmesi, ancak kendi tarihî, coğrafî ve kültürel koşullan içinde sağlıklı bir yaklaşım tarzı ile mümkün olabilir.

Genel anlamda bir medeniyetin kaynağını oluşturan bilgi (ilim) anlayışının belirlenmesi için; o medeniyeti meydana getiren insanların bilgiyi (ilim) nasıl tanımladıkları, bilgiyi üreten kişilerin (âlimler), nasıl bir kişiliğe sahip oldukları (İlmî şahsiyetleri), bilimsel eğitimin yapıldığı müesseselerin işleyişi ve kazanılan bilginin hangi amaca yönelik olduğunun objektif olarak ortaya konulması gerekmektedir.

19. yüzyıldan itibaren bilim tarihi konusunda yapılan çalışmalar, genellikle Rönesans sonrası batı dünyasında gelişen kavramlar ekseninde yürütüldüğünden, İslâm medeniyeti alanında, özellikle XIII. yüzyıl sonrasında kayda değer herhangi bir bilimsel faaliyetin bulunmadığı şeklinde bir düşünce yerleşmiş görünmektedir.

Ancak son birkaç on yıl içinde, dünyada yaşanan siyasi gelişmeler ve bu durumun özellikle eski Osmanlı coğrafyasında doğurduğu karışıklıklar dikkatlerin yeniden Osmanlı üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Kaldı ki Osmanlı’dan günümüze intikal eden mimariden musikiye, şiirden hat sanatına birçok değer de öteden beri bilim ve kültür çevrelerinin hayranlık ve ilgisini çekmekteydi.

Bilgiyi güç olarak tanımlayan ve bilginin sağladığı güç ile dünyayı yönetmeye çalışan Batı dünyasının 20. yüzyıl başından bu yana eski dünya (Osmanlı coğrafyası) üzerinde bir türlü düzeni sağlayamaması, onları, Osmanlı’nın bunu aşılarca nasıl başardığı konusunda arayışlara yöneltmiştir. Bu nedenle Amerika’dan Japonya’ya kadar yüzlerce araştırmacı Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapmak için ciddi çaba içine girmişlerdir.

Osmanlı Türklerinin bilim ve düşünce adına insanlığa kazandırdığı değerlerin ve sağladığı yeniliklerin ortaya konulmasına katkıda bulunmak amacıyla Osmanlı medreselerinde, özellikle felsefî alanda yürütülen eğitim faaliyetlerinin hangi düzeyde olduğunu ortaya koymak ve bu faaliyetlerin tıkanma noktalarını, bunların düşünsel ve toplumsal sonuçlarını araştırmak amacıyla kaleme aldığımız bu çalışma giriş ve üç bölümden oluşmaktadır.

Giriş bölümünde, İslâm dünyasında medrese geleneğinin oluşumundan Osmanlılar’a gelinceye kadar geçen zaman içinde sürdürülen ilmî faaliyetleri ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştık. Ayrıca Osmanlı medreselerinin kuruluşunda ve ilmî faaliyetlerinde etkili olan ilim adamlarını ve ilim çevrelerini tanıtarak, Nizamiye medrese sisteminin devamı niteliğinde olan Osmanlı medrese sistemini oluşturan ve besleyen kaynakları belirlemeye ve aralarındaki entelektüel bağlantının boyutlarını belirlemeye gayret ettik.

Birinci Bölümde, kuruluş devrinden itibaren Osmanlı medreselerinin gelişme sürecini ortaya koyarak eğitim sistemi, programı ve metodu hakkında tesbit ve değerlendirmelerde bulunduk. Özellikle Fatih devrinden itibaren bilim ve felsefe alanında başlatılan hamlelere ve önemli bilginlere ve eserlerine dikkat çekerek XV. yüzyıldaki entelektüel canlılığın önemini vurguladık.

İkinci Bölümde, Osmanlı medreselerinde bilimsel ve felsefî alanda yapılan eğitimin yerini ve önemini, okutulan ders kitapları ve program çerçevesinde değerlendirmeye çalıştık. Ayrıca felsefe ve bilimsel (tabi’-riyazi) alanda okutulan ders kitaplarını, muhtevaları açısından değerlendirerek bilimsel gelişmelerle paralelliğini tartıştık.

Üçüncü Bölümde ise eğitim sisteminin ilmiye sınıfı, yönetim ve toplum üzerindeki etkilerini inceleyerek, Osmanlı devlet kurumlarının çöküş sürecine girmesinde medreselerin ve ilmiye mensuplarının ne ölçüde etkili olduklarını belirlemeye gayret ettik.” S.9-11

 

Giriş

“Osmanlı medrese sistemi Selçuklu-Nizâmiye medrese geleneğinin bir uzantısı olarak ilmî gelişmesini iki bölge kaynağından beslemiştir. Bunlardan biri Uluğ Bey çevresinde gelişen ilmî faaliyetlerin sürdürüldüğü İran bölgesi, diğeri de Memlûk Sultanlığı içinde yoğun olarak ilim faaliyetlerinin sürdürüldüğü Kahire ve Dımaşk’ı içine alan Mısır bölgesidir. Zira Osmanlı medreselerinin teşekkülünden eğitim programları ve derslerin icrasına kadar birçok faaliyet bu bölgelerden yetişen âlimler tarafından yürütülmüştür. Bu durum Fatih devrine kadar devam etmiş, Sahn medreselerinin kuruluşunda da Ali Kuşçu ve Molla Gürâni gibi bu bölgelerde yetişmiş şahsiyetler önemli katkılar sağlamışlardır.

Orhan Bey zamanında açılan ilk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’nin baş müderrisi Dâvud b. Mahmud er-Rûmî el-Kayserî (v.751/1350), naklî ve aklî ilimlerdeki tahsilini Memlûk medreselerinde tamamlamıştır. O’nun ilmî şahsiyeti ve düşünceleri Osmanlı medreselerinde etkili olmuştur. Muhyiddin İbnu’l-Arabi’nin Fusûsu’l-Hikem’ine yazdığı şerhin ilgi görmesi tasavvufa karşı duyduğu alâkanın artmasında etkili olmuştur. Dâvud el-Kayserî İznik medresesinde yirmi yıla yakın müderrislik yaparak birçok öğrenci yetiştirmiştir. Yine Osmanlı devletinin mümtaz ilmî şahsiyetlerinden olan Şemseddin Fenarî (v.834/1431) de yüksek tahsilini Seyyid Şerif Cürcânî, Şeyh Bedreddin Simâvî ve Şair Ahmedî gibi âlimlerle birlikte Mısır’da, Memlûk medreselerinde tamamlamıştır.” S.37.

“Nizâmiye medreselerinde Gazâlî ve Fahreddin Râzî’nin geliştirdiği ilmî düşünce ve metodu, eserleri ve yetiştirdiği öğrenciler vasıtasıyla Osmanlı medreselerine taşıyan âlimler içinde son derece önemli olan Sa‘dettin Taftâzânî, Seyyid Şerif Cürcânî, Muhammed İbn Mübârekşah, Kutbeddin Râzî et-Tahtânî, Kutbeddin eş-Şirâzî gibi âlimlerin ilmî şahsiyetlerinden, yetiştirdikleri öğrencilerden, kaleme aldıkları ve asırlarca ders kitabı olarak okutulan eserlerinden söz etmemiz, Osmanlı medreselerinin, devraldığı ilmî mirası anlamamız bakımından önem taşımaktadır.” S.54

“Taftâzânî ile İslâm düşüncesi, klasik geleneğinin doruğuna ulaşmış, çağdaşı olan Seyyid Şerif Cürcânî ile birlikte bir bakıma son sözünü söylemiştir. Artık daha sonra gelen âlimler Taftâzânî ile Cürcânî’nin eserleri ve fikirleri üzerine düşünmekten, onlara hayranlıklarını ifade etmekten öte bir şey yapmamışlardır denilebilir. Kaldı ki medresenin ve ulemânın baş tâcı ettiği bu iki âlimin, aslında kendilerinden önceki âlimlerden ve fikirlerinden farklı olarak çok yeni ve orijinal bir düşünce ortaya koyup koymadıkları da ayrı bir tartışma konusudur. Taftâzânî ve Cürcânî’nin yaptıkları en önemli hizmet, Moğol istîlâsı sonrası ortaya çıkan siyasi bunalım ve kargaşadan dolayı, durma noktasına gelen ilmî faaliyetleri yeniden canlandırmak olmuştur. Kelam ve felsefe sahasında birer otorite olmaları sebebiyle daha evvel yazılan eserlere yaptıkları şerhlere, kendi fikirleri doğrultusunda açıklamalar ve farklı yorumlar getirerek bir bakıma yeni bir eser niteliği kazandırmışlardır.” S.63

 

I. Bölüm

Osmanlı Medrese Eğitimi

“Osmanlılar’da hemen bütünüyle devlet tarafından organize edilen eğitim faaliyetleri iki temel kurum tarafından yürütülmektedir. Bunlardan biri, tamamen devletin kontrolünde bulunan ve saray hizmetlerinden devletin en üst kademelerine kadar görev alacak askeri ve mülki personel ihtiyacını karşılayan ‘Enderun-ı Hümayun’, diğeri de içyapısı ve işleyişi itibariyle özerk olmakla birlikte eğitim kadroları devlet tarafından tayin olunan ‘Medrese’lerdir.

Osmanlı Devleti’nin temel kuramlarından biri olarak faaliyet gösteren Enderun Mektebi, ilmî performans yönünden önemli bir eğitim faaliyeti olarak görülemese de devlet yönetimi üzerindeki etkinliği bakımından çok önemli bir konuma sahiptir. Sadrazamlar ve vezirler başta olmak üzere üst düzey askeri ve mülki erkânın yetiştiği bir kuram olan Enderun-ı Hümayun’un eğitim faaliyeti, programı ve sistemin işleyişini kısa da olsa ortaya koymak, Osmanlı devlet adamlarının eğitim düzeylerinin anlaşılması bakımından yararlı olacaktır. Kaldı ki devlet yönetiminde daima medrese kökenli ilmiye mensuplarının üzerinde etkin bir konuma sahip bulunan Enderunluların, ilme ve ilim adamlarına yaklaşımlarında aldıkları eğitimin önemli bir role sahip olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.

Enderun eğitiminin ilmî seviyesi, eğitim metodu ve kalitesi dikkate alındığında, Osmanlı medrese eğitimiyle mukayese edilemeyecek ölçüde sınırlı ve düşük seviyede bir eğitim müessesesi olduğu muhakkaktır. Kaldı ki bu müesseselerin kuruluş amacı ilim adamı yetiştirmek değil, padişaha sadık, görgülü devlet adamı yetiştirmektir. Dolayısıyla buradan yetişen insanlar ve onların devlet yönetimindeki fonksiyonları göz önüne alındığında, medreselerle kıyaslanamıyacak bir etkinliğin varlığı hemen dikkati çekmektedir.” S.125

 

II. Bölüm

XVI. Yüzyıl Osmanlı Medrese Eğitimi ve İlmî Düşüncesi

“Osmanlı eğitim sistemi içinde ilmiye sınıfına dâhil olan bir öğrencinin, doğduğu mahallenin imamından başlayan ve en üst kademedeki medreseye ulaşıncaya kadar devam eden eğitim hayatı, âdeta ders geçme ve tavsiye (referans) anlayışı içinde yürütülmekteydi. Kendisinden yeterli bilgiyi alan öğrencisinin daha merkezî bir yerde, daha üstün bir hocaya tavsiye edilmesi şeklinde cereyan eden bu uygulama, devlet merkezindeki en yüksek eğitim kurumuna kadar devam eden bir teamül meydana getirmişti.

Herhangi bir referansa sahip olmaksızın üst kademelerdeki medreselere ulaşmak ve başarılı olmak pek mümkün değildi. Bunu da iki şekilde açıklamak mümkündür.

Birincisi Osmanlı eğitim sisteminde Nizamiye medreselerinden itibaren uygulanan icazet (diploma), medrese kurumu tarafından değil, bizzat dersi veren müderris tarafından ve medrese ismi zikredilmeksizin tanzim edilmekteydi. Bu da bir bakıma referans belgesi niteliği taşımaktaydı.

Diğer taraftan, gerek hiyerarşik sistemi ve gerekse taşradan merkeze kadar devam eden eğitim kademelerini belirleyen ve bunlar arasında bağlantılar kurarak düzenleyen hukukî bir mevzuat mevcut değildi. Temel yapısı itibariyle basitten zora doğru ders geçme sistemine dayanan ve dersi okutan hocanın tanzim ettiği icazet ile bir üst kademeye ve daha kapsamlı bir derse yükselen öğrencinin durumunu en iyi bilen hocasının verdiği referansa itibar edilmekteydi. Ayrıca öğrencilerin kabiliyetlerinin derecesine göre branşlaşma ve ilmî ihtisaslaşmaları ile ilgili yönlendirmede hocaların belirleyici bir rolü söz konusuydu.” S.141

“Her şeyden önce İslâm dünyasında bir din-bilim çatışmasının batıdaki anlamda yaşanmadığını belirtmeliyiz. Bir kısım usul tartışmalarının dışında aklî- tecrübî ilimlerle uğraşan bilginlerle naklî-dinî ilimlerle uğraşan bilginler arasında bir çatışmanın varlığından söz etmemiz mümkün görülmemektedir. Kaldı ki İslâm dünyasında, ilim adamları, başlangıçta tamamen devletten bağımsız ve hür bir ortamda faaliyetini sürdürmekteydi. Devletin eğitim müesseseleri kurmasıyla ve maaşlı müderrisler tayin etmesiyle teşekkül eden medrese sistemi de başlangıçta ilmi özerkliğe sahip bulunuyordu. XVI. yüzyıl sonlarına kadar ciddi bir müdahaleye maruz kalmadan özerk yapısını koruyan medreselerin bu devirden itibaren, eğitim kadrolarından ders programlarına kadar bir takım müdahalelere maruz kaldığı görülmektedir. Ancak bu müdahaleler batıdaki gibi ilmi gelişme ve yeniliklere karşı baskı anlamı taşımaktan çok uzak, medrese sisteminin yozlaşmasına ve ilmi gerilemeye neden olan bir takım kayırmalardan, suistimallerden başka bir şey değildi. Yozlaşmanın eğitim kuramlarıyla birlikte ilmiye mensuplarını da tümüyle sarmış olması, problemin doğru bir şekilde belirlenerek çıkış yolu bulunmasını da engelliyordu.” S.161

“Osmanlı Devleti’nde ilim anlayışının Fahreddin Râzî (v.606/1209) mektebi etkisinde geliştiğine şahit olmaktayız. Aslında İslâm coğrafyasının pek çok bölgesinde etkili olan Râzî Mektebi’nin XV. yüzyılın ortalarından itibar Osmanlı ilim dünyasında, Molla Fenârî, Molla Yegân, Hızır Bey, Hoca Sinan Paşa ve Molla Lutfî gibi önemli şahsiyetler tarafından temsil edildiğini görmekteyiz. Bu düşünce daha sonra da Molla Lutfî’nin öğrencisi İbn Kemal ve onun öğrencisi Ebussuud Efendi gibi kudretli temsilcilerle XVI. yüzyılda da etkisini devam ettirmiştir. Söz konusu âlimlerin devlet yönetimi içindeki rolleri ve etkileri de dikkate alınırsa, Râzî mektebinin Osmanlı medrese sisteminde belirleyici rol oynadığı söylenebilir.” S.192

 

III. Bölüm

Osmanlı Eğitim Sisteminin Etkileri

“Osmanlı medrese sisteminin sağlıklı bir yapı içinde eğitim faaliyetlerini sürdürmesi, hem devletin dirlik ve düzeni açısından, hem de entelektüel gelişme açısından büyük önem arz etmektedir. Eğitim standartlarını ve eğitim kalitesini geliştirmiş toplumların her bakımdan gelişme kaydedeceğinden şüphe yoktur. Aynı şekilde eğitim sisteminde yaşanan olumsuzluk ve bozulmanın da sadece ilim hayatında gerilemeye neden olmayacağı, bu durumun devlet yapısının bütününü olumsuz ekleyeceğini belirtmek gerekir. Bu bağlamda, Osmanlı eğitim sisteminde yaşanan olumlu ve olumsuz gelişmelerin etkilerini öğretim kadroları ve öğrenciler, yönetim ve toplum üzerindeki etkileri olmak üzere üç farklı çevre ekseninde değerlendirmek mümkündür.” S.221

“Bilindiği gibi Osmanlı eğitim sistemi özellikle Fatih döneminden itibaren merkeziyetçi bir anlayış içinde hiyerarşik bir yapılanma sürecine girmiştir. Bu durumun ilmin niteliksel gelişmesinde ve İstanbul’un bir ilim merkezi haline gelmesinde önemli bir etki oluşturduğu söylenebilir. Ancak bu durum, merkeze uzak olan bölgelerdeki zeki çocukların, yeterli maddi imkâna sahip olmadıkları ve kendilerine referans olup yol gösterecek bir hâmi bulamadıkları için ilimde yükselebilme şanslarını büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucunda tâbi olarak eğitimde fırsat eşitliği olumsuz yönde etkilenmekteydi.

Diğer taraftan üst seviyede eğitim veren medreselerin büyük yerleşim birimlerinde bulunması ve ilimde yükselebilmek için insanların bu merkezlerde eğitim görmeleri zorunluluğu, taşradan merkeze doğru hareketliliği ve ilgiyi artırmaktaydı. İmkânları zorlayarak merkeze gelip iyi eğitim alan kişilerin ise bilahare taşrada görev alma konusunda isteksiz davranmaları, genel olarak devletin dirlik ve düzeni açısından olumsuz sonuçlar doğurmaktaydı. Bu durumun sonucu olarak İstanbul başta olmak üzere Edirne ve Bursa gibi merkezlerde, ilmiye mensuplarının aşırı yığılmaları söz konusu olmakta ve diğer bölgeler önemli bir ihmale maruz bırakılmaktaydı. Taşra kadılıklarına tayin edilenlerin görevlerine gitmeyerek yerlerine naibler gönderdikleri ve İstanbul’da ikamete devam ettikleri bilinmekte, bu durumun ciddi problemlere neden olduğu anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan medreselerde eğitim görenlerin askerlik görevinden muaf tutulmaları özellikle 18. yüzyıl başlarından itibaren baş gösteren yenilgilerin artmasıyla birlikte medreseleri adeta asker kaçaklarının sığınma yeri haline getirmiştir. Bu durum eğitimi olumsuz yönde etkilediği gibi toplumun genç nüfusunun tembelliğe ve işlevsiz hale gelmesinde de etkili olmuştur.” S.240

“Eğitim alanında medrese bünyesi içinde, hemen hemen hiç bir köklü reformu gerçekleştirmeye muvaffak olamayan devlet, alternatif eğitim kurumlan açmak (mektep) ve batıdan ilim adamları getirmek suretiyle bilimsel alandaki gelişmeleri yakalamaya çalışmışlarsa da bunda da yeterli başarıyı sağlayamamışlardır.

Tanzimat sonrası Osmanlı yönetimi hemen hemen bütünüyle tercihini, mekteplerden yana kullanmıştır. Avrupa’ya tahsil için gönderilenlerin de tamamen batı kültüründen etkilenmiş bir ruh hali ile Osmanlı-İslâm kültüründen koptukları, ülkenin hayrına olabilecek köklü ilmî faaliyetler içine girmek yerine, bir takım batılı âdetleri Osmanlı toplumuna taşıdıkları ve bu sebeple medreselerin haklı tepkisine maruz kaldıkları görülmektedir. Aynı şekilde askerî alan başta olmak üzere, II. Mahmut devrinden itibaren başlatılan ıslahat faaliyetleri de şekilcilik ve yüzeysellik içermekte olduğundan söz konusu yenilikler de medreselilerin haklı tepkisine neden olmuştur.

Batıya ihtisas için gönderilen Osmanlı gençlerinin daha ziyade tıp ve mühendislik alanlarında ihtisas gördükleri ve bu gençlerin büyük çoğunluğunun batının pozitivist ve materyalist akımlarının etkisinde kalarak İslâm düşünce geleneğinden tamamen koptukları görülmektedir. İslâm düşünce geleneğinden habersiz olan ve Batı düşüncesini de iyi tanımayan bu gençlerin, iki arada bir derede kalan zihinleriyle ne Osmanlı’nın entelektüel dinamizmine katkıları olabilmiş, ne de Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim sisteminde batı düzeyinde bilimsel bir gelişme sağlama yönünde etkileri olmuştur.

Bilindiği gibi, İttihat ve Terakki cemiyeti ekseninde kurumsal bir nitelik kazanan söz konusu batıcı aydın zümre mensupları, Türkiye Cumhuriyeti’nin teorik temellerini ve eğitim yapılanmasını da dizayn etmişlerdir.

Bilim ile bir milletin kurtuluşunun nasıl mümkün olabileceği problemi üzerinde fikir geliştiren ittihatçı aydınların Pozitivizm ve Sosyal Darvinizm kuramını ileri sürdükleri görülmektedir. Genel anlamda Darvinizm kuramının tıbbiyeliler aracılığıyla Türk aydınlan arasında yaygınlaştığı bilinmektedir. Biyolojik materyalistlarin, tıbbiyeye giren öğrencilere ilk önce Danvin’in kitaplarını okutmaları bu durumu teyid etmektedir.

Medreselere alternatif olarak geliştirilen eğitim kurumlarının şekil açısından batılı bir yapılanma içine girmiş olması dışında ciddi anlamda batılı bir bilim zihniyeti üretecek güce ulaşmadığı görülmektedir. Bu durum medrese mensuplarının, mekteplere karşı takındığı olumsz tavrı haklı çıkaracak bir etken olarak görülse bile, ilmi alandaki gelişmeleri izlemek suretiyle kendi içinde bir zihniyet değişimini gerçekleştirmekten uzak kalmış ve her türlü yeniliğe karşı direnme eğilimi içine girmiş olan medreseleri, II. Abdülhamid gibi gelenekçi padişahların dahi desteğinden mahrum hale getirmiştir. Sonuçta Mustafa Sabri Efendi’nin de belirttiği gibi ilim, sarıklıların (medreseliler) elinden asırlar önce gitmiş, fakat feslilerin (mektepliler) eline de geçmemiştir.” S.252-253

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 300 / Kasım 2015

 

_________________

(1)           İslâm Ansiklobedisi, Medrese Maddesi, Nebi Bozkurt  

(2)           Doç. Dr. Zeki Salih Zengin, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim Kurumlarında DİN EĞİTİMİ ve ÖĞRETİMİ, Çamlıca Yay, İst 2009, S.20

(3)           Yrd. Doç. Dr. Murat Akgündüz, Osmanlı Medreseleri (XIX Asır), Beyan Yay. İst 2004, S.17-22 Ayrıca Nizamiye Medresesi hakkında geniş bilgi için bakınız: M. Asad, Talas, Nizamiye Medresesi ve İslâm’da Eğitim-Öğretim, Etüt Yay, Samsun 2000

(4)           Doç. Dr. Zeki Salih Zengin, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim Kurumlarında DİN EĞİTİMİ ve ÖĞRETİMİ, Çamlıca Yay, İst 2009, S.22-24

(5)           Ömer Faruk Yelkenci, Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi, Kaknüs Yay. İst 2010, S:181-182

(6)           Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Öteki Yayınevi, İst. 2014  S.53

(7)           Ömer Faruk Yelkenci, Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi, Kaknüs Yay. İst 2010, S.15

(8)           Ömer Faruk Yelkenci, Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi, Kaknüs Yay. İst 2010, S.15

(9)           Kenan Yakuboğlu, 1959 yılında Giresun’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Giresun’da tamamladı. Lisans eğitimini İstanbul’da tamamladıktan sonra Türk-İslam düşüncesi alanında lisansüstü çalışmalara yöneldi. İslam düşüncesinde bilgi problemi konusunu Mutezile açısından değerlendiren yüksek lisans çalışmasını bitirdikten sonra, 1985-1986 yılında askerliğini tamamlamak üzere eğitimine ara verdi. 1987-2000 yılları arasında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi’nde uzman olarak çalışan YAKUBOĞLU, bu süre içinde birinci elden Osmanlı belgeleri ile karşı karşıya olmanın verdiği heyecan içinde akademik eğitimini Osmanlı üzerinde yoğunlaştırdı. 1991-1996 yılları arasında Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi adlı doktora çalışmasını Prof. Dr. Bekir Karlığa’nın danışmanlığında tamamladı. 2000 yılından itibaren Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğretim üyeliği görevini sürdürmekte olan Kenan Yakuboğlu, Bilgi Felsefesi, Tarih Felsefesi, Siyaset Felsefesi ve Türkiye’nin modernleşme serüveni ile ilgili dersleri yürütmekte ve söz konusu alanlarda çalışmalarını sürdürmektedir.