Daha Adil Bir Dünya Mümkün - Alparslan Aydar

Daha Adil Bir Dünya Mümkün

Geçtiğimiz yüzyılda meydana gelen iki dünya savaşından sonra barış, adalet, huzur ve istikrar için meydana gelebilecek siyasi ve askeri ihtilâfların sulh yoluyla halledilmesi için çok uluslu örgütler kurulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Cemiyet-i Akvâm veya Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler (BM) gibi kuruluşların gündeme girdiği malûmdur. Fakat BM Güvenlik konseyi’de alınan kararları veto yetkisine sahip kılınan ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık (İngiltere) gibi ülkeler, aynı zamanda dünyanın en çok silah üreten ve pazarlayan ülkeleridir. Türkiye’nin uluslararası düzenin sorunlarına dair eleştirisi ve BM’nin yeniden yapılandırılmasına ilişkin teklifinin, statükonun devamından yana olan ülkeleri rahatsız ettiğini söylemek mümkündür. Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan'ın kaleme aldığı 'Daha Adil Bir Dünya Mümkün' isimli eseri; başta Birleşmiş Milletler Teşkilatı olmak üzere, uluslararası sisteme yön veren kuruluşları eleştiren bu eseri, siyasi açıdan oldukça önemlidir.

Daha Adil Bir Dünya Mümkün
Recep Tayyip Erdoğan
Turkuvaz Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı:373 /  Aralık 2021

Dünyada her gün onlarca masum insanın kanının döküldüğü mevcut durum ülke olarak bizim içimizi acıtsa da ne yazık ki uluslararası toplum ve örgütler bu durumu izlemekle yetiniyor. Daha da kötüsü, uluslararası toplum ve küresel aktörler kendilerini demokrasinin ve halkların adalet taleplerinin karşısında konumlandırıyor, dünyanın farklı köşelerinde masum insanları acımasızca katledenler meşrulaştırılıyor ve reel politik uğruna evrensel değerler hiçe sayılarak şiddete göz yumuluyor.

Sorunların ilk çözüm adresi olması gereken Birleşmiş Milletler (BM), maalesef etkin bir tavır ortaya koyamıyor. Türkiye’nin uluslararası düzenin sorunlarına dair eleştirisi ve BM’nin yeniden yapılandırılmasına ilişkin teklifinin, statükonun devamından yana olan bazı ülkeleri de rahatsız ettiğinin farkındayız. Zira söz konusu çevreler, Birinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında da bugünkü şekli verilen dengelerin değişmesini arzu etmiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen 76 yılda insan ve toplum hayatı ile güç dengelerinde yaşanan onca köklü değişime rağmen bu çevreler, kendi çıkarları adına eski ve köhne yapıyı muhafaza etmek istiyor. Hâlbuki bugün dünyada devam eden birçok anlaşmazlığın, çatışmanın, çekişmenin ve zulmün temelinde bugünün gerçekliklerini dikkate almayan ve yenilik yapmaktan korkan anlayışa dayalı bir sistem var.

Unutulmamalıdır ki, küresel adaletsizlikleri, siyasi ihtilafları, sosyal ve ekonomik buhranları önleme konusunda yetersiz kalan bir uluslararası sistemin meşruiyeti önünde sonunda tartışılmaya başlanacaktır. Nitekim, BM’ye, uluslararası kurum ve kuruluşlara karşı vicdanlarda oluşan güvensizlik, adalet beklentilerini zedelemiş, milyonlarca insanı umutsuzluğa sevk etmiştir. Bugün karşı karşıya kaldığımız en önemli sorunlardan biri olan uluslararası terörün temel beslenme kaynaklarından biri de işte bu güvensizlik iklimi ve meşruiyet problemidir. Mazlumlara uygulanan çifte standart, çocukların katledilmesine karşı sergilenen kayıtsızlık, tüm dünyada teröre âdeta oksijen sağlamaktadır. Adaletin olmadığı yerde sinsi terör örgütlerinin palazlanması gâyet doğaldır.

BM’nin yeniden yapılandırılması için her ortamda uluslararası toplumla paylaştığımız ve ‘Dünya beşten büyüktür’ politikası ekseninde ilan ettiğimiz ilkeler, sadece bizim değil, BM çatısı altındaki ülkelerin artık çok büyük bir kısmının hissiyatı hâline gelmiştir. Daha kapsamlı ve sürdürülebilir bir küresel adalet ve barış için insanlığın vicdanı ve sesi olmanın Türkiye’ye zarar vermeyeceğine, tam tersine güç ve itibar katacağına inanıyoruz.

Sadece beş ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) bütün dünyanın kaderini etkileyecek konularda karar vermesi ne ahlaki ne adildir. Dünya beş ülkeden büyüktür. Bu teklif aynı zamanda Türkiye'nin mevcut dış politikasını ve genel olarak uluslararası siyaset hakkındaki perspektifini de doğrudan yansıtmaktadır. Türkiye, beş ülkenin çıkarlarının gözetilmesini öngören statükocu bir uluslararası düzenin devamına karşıdır. Daha adil ve istikrarlı bir uluslararası düzen mümkündür.

Elinizdeki kitap BM’nin yeniden yapılandırılmasına yönelik bir reform önerisi sunmaktadır. İlerleyen bölümlerde öncelikli olarak dünya siyasetinde son yıllarda yaşanan değişime odaklanılmaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana dünya siyasetinde önemli kırılmalar yaşanmıştır. Kitap bu kırılmaların neden olduğu sorunlara odaklanarak, uluslararası sistemde son yıllarda yaşanan adaletsizlikleri ve çifte standartları tahlil etmektedir. Bu bağlamda ilk kısımda mevcut uluslararası sistemin bir değerlendirmesi sunulmaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken büyük oranda BM’nin merkeze alındığı küresel yönetişim sorunlarına değinilmektedir. Küresel yönetişimin uzun yıllardır karşı karşıya kaldığı kriz anlaşılmadan BM’de yeniden yapılandırmaya dair bir reform süreci başlatmak da çok anlamlı değildir. Bu nedenle krizlerin hangi alanlarda neden ve nasıl ortaya çıktığına dair hem tarihi hem de güncel bir perspektif sunulmaktadır.

Kitabın ikinci bölümünde ise BM reformuna dair bir öneri sunulmaktadır. Reformun sağlam bir zeminde tartışılabilmesi için hangi ilkelere sahip olması gerektiği konusu son derece önemlidir. Bu manada yeniden yapılandırma ve reformun her şeyden önce bir felsefeye dayanması gerekmektedir. Bu felsefe adil, kapsayıcı, çözüm odaklı ve uygulanabilir bir reform önerisi sunabilmelidir. Bu kısım aynı zamanda reformun temel dinamiklerine de odaklanarak hangi alanlarda reformun nasıl yapılması gerektiğine dair bir çerçeve sunmaktadır.

Elinizdeki eser, mevcut küresel düzenin çarpıklıklarını bütün açıklığıyla gözler önüne sererek BM’nin reforma tabi tutulması suretiyle daha adil, barışçıl ve istikrarlı bir uluslararası düzen kurmak için mütevazı bir girişimdir. S.23-36

 

Uluslararası Siyasette Çifte Standart ve BM’nin Reform İhtiyacı

Kimse içinde yaşadığımız dünyanın adil ve sürdürülebilir olduğunu iddia edemez. Bu kadar zulüm ilelebet de sürdürülemez. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dönemin uluslararası güç dağılımı ve siyaset iklimi üzerine inşa edilen bu sistem küresel adaleti tesis edecek biçimde yeniden yapılandırılmalıdır. Uluslararası düzenin temelini oluşturan kurumsallaşma içten içe çürüyerek gözlerimizin önünde her geçen gün tükeniyor.

Temelleri Birinci Dünya Savaşı’nda atılan bu düzenin sorunları şimdi kendini birçok başlıkta göstermektedir. Bunlardan en çarpıcı olanı sömürgeci ve emperyalist anlayışın hâlâ varlığını sürdürmesidir. Bu anlayış hiçbir dönemde adalet üretmedi, istikrar getirmedi ve çatışmalara çözüm sağlamadı. Söz konusu anlayış ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki kurulu düzenin neden olduğu adaletsizlikle kendini gösterdi. O tarihten bu zamana başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın dört bir tarafında cetvellerle çizilen ve bölge dışı aktörlerin emperyalist çıkarlarına hizmet için kurgulanmış sınırlar, bölgesel anlaşmazlıkların ve adaletsizlik hissinin temelini oluşturdu.

Gizli bir şekilde varılan uzlaşıyla ortaya çıkan Sykes-Picot Anlaşması bölge halklarının ve devletlerinin düşüncelerini, bölgenin sosyolojisi ve tarihini göz ardı eden bir düzen kurma arzusundaydı. Anlaşmanın tatbik edilmesi mümkün olmadı ancak anlaşmayla tecessüm etmiş zihniyet bir kara bulut gibi 20. yüzyıl tarihi boyunca sürekli bir biçimde Orta Doğu’nun üzerinde dolaşmaya devam etti.

21. yüzyılda aynı zihniyet yeniden ortaya çıktı. Bugün bölgemizde yaşadığımız sorunların büyük kısmı o düzenin ve zihniyetin bir ürünüdür. Bu düzen artık herkesin huzurunu tehdit eden bir nitelik kazanmıştır.

Kendi topraklarında can ve mal güvenliği bulamayan milyonlar, zorunlu olarak göç ediyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası emperyalist jeopolitik zihniyetin bir sonucu olarak sınırları yapay bir şekilde haritada cetvelle çizilen devletler, aynı zihniyetin devamı olarak iç savaşın gölgesinde yeniden tasarlanmaya çalışılıyor. Devletler tek tek çöküyor. Çöken bu rejimler terör örgütlerinin ortaya çıkmasına neden olan güvenlik boşluklarına dönüşüyor. Göç ve terör sadece bu bölgeleri tehdit eden güvenlik sorunları olarak görülemez. Göçmenler hep daha batıya doğru hareket etmek isterken, kör terör tüm ülkeleri hedef alır hâle geldi. Terör, bugün Kilis’te yarın İstanbul’da, öbür gün Paris, Brüksel, Londra ve New York’ta karanlık yüzünü gösterebiliyor.

21. yüzyılın en önemli güvenlik sorunlarından biri olan terörizm, uluslararası sistemdeki çifte standardın en açık şekilde görüldüğü alanların başında gelmektedir. Şiddetin bu kadar yaygınlaştığı dünyada hiçbir ülke güvende olamaz. Ancak maalesef göç meselesinde olduğu gibi terör meselesinde de iki yüzlü bir tavır dikkatimizi çekmektedir. Ülke olarak yıllarca terörün her türlüsüne karşı ilkesel bir tavır etrafında birleşmek gerektiği fikrimizi paylaştık. Ancak Batılı ülkeler konuyu sadece kendileri açısından değerlendirme eğiliminde oldular. Bir terör örgütüne karşı mücadele adı altında başka terör örgütlerine destek verilmesi bir alışkanlık hâlini aldı. Teröre karşı takınılan iki yüzlü tavır bugün en büyük sorunlarımız arasında yer alıyor.

Teröre karşı ortak tavır sahibi olmadan terörizmin sona ermesi mümkün değildir. Böyle bir tavır sadece BM çatısı altında alınabilir. Ancak bu şartlar altında, bu yapı ve bu sorunlarla BM’nin uluslararası terörizme çözüm üretmesi mümkün değildir.

Terörizmle ilgili yaşanan ilk sorunlardan biri kavramın tanımlanmasına ilişkindir. Ne BM ne de başka bir uluslararası örgüt uluslararası terörizmin ortak kabul gören bir tanımını yapma konusunda başarılı olabilmiştir. Eğer böyle olsaydı BM Güvenlik Konseyi üyesi olan ABD’nin Suriye’de YPG terör örgütüyle birlikte çalışması mümkün olur muydu? Önce uluslararası toplumun üzerinde uzlaşacağı bir terör tanımı geliştirmek zorundayız.

BM birçok sorunla karşı karşıyadır. BM’nin en önemli sorunlarından biri ise meşruiyet problemidir. Bu sorun hem tarihseldir hem de BM’nin günümüz sorunlarıyla ilgilidir. Sorunun kaynağı ise BM Güvenlik Konseyi’dir. Yasal, işleyiş ve eylem biçimi şeklinde tasnif edebileceğimiz meşruiyet sorunuyla karşı karşıya bir BM ve Güvenlik Konseyi söz konusudur. Kurulduğu yıllarda ortaya koyduğu çerçevenin dışına taşan BM Güvenlik Konseyi özellikle üye devletlerin egemenlik yetkilerinin aşımı konusunda birçok karara imza atmıştır. Haddizatında amacı çatışmayı önlemek, barışı sağlamak ve küresel istikrarı tesis etmek olan BM’nin hangi durumlarda diğer devletlerin egemenlik yetkilerini ortadan kaldıracak ölçüde müdahalede bulunacağı oldukça karmaşık bir mesele hâline dönüşmüştür.

Örneğin 2003 yılındaki Irak müdahalesinde BM Güvenlik Konseyi Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna ve terörizmi desteklediğine dair Amerikan yönetiminin iddialarını inandırıcı bulmamıştır. Ancak BM kararını hiçe sayarak Irak’a müdahalede bulunan ABD’ye yönelik bu davranışını sorgulayan bir mekanizma BM tarafından geliştirilememiştir.

Benzer bir durum, terör, insani müdahale ve yaptırımlar konusunda da geçerlidir. Hangi durumlarda insani müdahalede bulunacağına yönelik objektif kriterler söz konusu olsa da BM ve Güvenlik Konseyi’nin insani müdahale pratiklerini uygulaması pek mümkün olmamıştır.

Yasallık ile meşruiyet arasında sıkışmış bir BM düzeniyle karşı karşıyayız. Bosna’da soykırım karşısında geciken BM Güvenlik Konseyi, Kosova konusunda Güvenlik Konseyi’ndeki çıkar çatışmaları nedeniyle müdahale kararı alamamış, NATO müdahale etmek durumunda kalmıştır. Suriye krizi konusunda da benzer bir tutum söz konusu olmuştur. 500 bine yakın insanın hayatını kaybetmesine rağmen BM, Suriye krizinin çözümü konusunda hareketsiz kalmıştır. Böylesi bir örgütün meşruiyeti olur mu? Çıkar çatışmalarına kurban verilen, her geçen gün prestiji azalan bir BM böylesi dinamik ve karmaşık bir uluslararası sistemde otorite tesis edilebilir mi? Hem krizler karşısında hareketsiz kalacaksınız hem de beş üyenin çıkarları uyduğu sürece dünyanın yasama organı gibi hareket edeceksiniz.

Mazlumu değil, zalimi kollayan küresel güvenlik sisteminin insanlığa güven vermeyen mevcut yapısının sürdürülebilirliği kalmamıştır. Batı merkezli dünyanın geride kaldığını, artık çok merkezli bir dünyanın ortaya çıktığını hep birlikte kabul etmek durumundayız. Avrupa ülkeleri başta olmak üzere Batı’ya yönelik mülteci ve göçmen akını, işte bu gerçeğin kabul edilip ona uygun yapısal dönüşümlerin hayata geçirilmemesinden kaynaklanıyor. Akdeniz’in doğu kıyılarından botlara, köhne teknelere, hurda gemilere binip Avrupa’ya yönelen insanlar aslında sadece huzuru, refahı veya yaşama imkânını arıyor.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra temel insan hak ve özgürlük kriterlerini belirleyen, onların sembolü hâline dönüşen Batı ülkeleri, bugün aynı değerlere maalesef sırtlarını dönmüş durumdalar. Huzura ve refaha kavuşmak isterken Akdeniz'de, Ege'de boğularak ölen ve cesetleri kıyılarımıza vuran erkek, kadın, çocuk, yaşlı, genç, her insan için bizim yüreğimizde derin bir yara açılıyor. Ama bu insanları, Akdeniz'de, Ege'de ölüme terk edenlerden en küçük bir pişmanlık, vicdan azabı emaresi görmüyor, duymuyoruz. Merhametini yitirmiş bir dünya sistemi, insanlığın hiçbir derdine derman olamaz.

Sınır komşusu ve halkıyla yakın bağları olan bir ülke olarak, Suriye’de yaşanan dramın etkilerini ilk günden beri çok yakından hissediyoruz. Türkiye bugün 3,6 milyonu Suriyeli ve 365 binden fazla diğer uyruklardan olmak üzere, 4 milyon civarında mülteciyi topraklarında barındırıyor. Bu mağdur insanların tamamına, inanç ve köken farkı gözetmeksizin, kapılarımızı açtık. Bu tavır, her şeyden önce, bizim için bir insanlık vazifesidir. S.78

Ancak karşı karşıya bulunduğumuz bu örneği görülmemiş sorun, bir ülkenin tek başına üstesinden gelebileceği boyutu çoktan aşmıştır. Esasen, sorunun derinleşmesi, evlerinden, vatanlarından uzaklaşan bu insanların geriye dönüş ümitlerinin her geçen gün zayıflamasından kaynaklanıyor. Suriye’de, ülkede yaşayan herkesin kabul edebileceği bir çözüm üzerinde uzlaşılmadan, göçmenler ve terörizm başta olmak üzere, bu bölge kaynaklı sorunların üstesinden gelinemez. Uluslararası toplumun iş birliği yapması şarttır.

Bugün dünyanın en önemli sorunu terörün sadece kendisi değildir. Bugün dünyanın en önemli sorunu, terör örgütleri karşısında takınılan iki yüzlü ve samimiyetsiz tutumdur. Çünkü terör örgütleri, en büyük gücü, en büyük desteği işte bu tutumdan alıyor. Maalesef kimi Batılı ülkeler, son derece yanlış bir şekilde, terör örgütlerine karşı tavırlarını, onların söylemlerine ve ideolojilerine bakarak belirliyor veya açıklıyorlar. Teröristin iyisi kötüsü olmaz. ‘Senin teröristin iyi, benim teröristim kötü’ diye bir mantık olmamalıdır.

Uygulanan çifte standart karşısında, insanımıza zarar veren bu eylemler karşısında, sessiz kalamayız. Batılı ülkelerin kendi çıkmazlarını, kendi bunalımlarını İslâm dünyası ve Müslümanlar üzerine yansıtarak perdelemesine daha fazla tahammül edemeyiz. Çünkü biz tepkimizi demokrasinin imkânları içinde ortaya koymazsak, bu tavrın sahipleri daha fazla cesaret bulacaklar. Biz haksızlıkları yüzlerine vurmazsak, korkarım ki Batı’nın pervasızlığı daha da artacak. Biz sessiz kalırsak, Batılı ülkeler için El Kaide, DEAŞ gibi terör örgütleri ‘kötü’; ama şu an için onlara zarar vermeyen PKK, YPG, DHKP-C, FETÖ gibi yapılar ‘iyi’ olmaya devam edecek.

Biz Türkiye olarak terör karşısında çok fazla acılar yaşadık. Maalesef bu acılarımızı anlamak konusunda müttefiklerimiz çok geç davrandılar. 34 yıldır yaklaşık 50 bin insanımızı katleden PKK’ya karşı yürüttüğümüz mücadelede yaptığımız fedakârlıklar, aynı şekilde örgütün harf oyunlarına kurban edilmeye çalışılıyor. Çocuklarının gözlerinin önünde öldürülen siyasetçileri asla gündemlerine almıyorlar. Aynı çevreler, İsrail'in Gazze sınırında katlettiği gençler ya da kumsalda oyun oynarken füzelerin hedefi hâline gelen çocuklar karşısında tek bir kelime dahi etmiyor. Meşru mücadelemiz sebebiyle bizi kıyasıya eleştirenler, Filistinlilerin kameraların önünde kurşuna dizilmesine ses çıkarmıyor. Ülkemizi, kimi hırsızlık, kimi gasp, kimi terör suçundan hapse atılan sözde gazeteciler üzerinden suçlayanlar, tek suçu İsrail’in katliamlarını belgelemek olan gazetecilerin infaz edilmesine âdeta alkış tutuyorlar. İslâm ülkelerini azınlık hakları konusunda sıkıştıranlar, birçok Afrika ve Asya ülkesinde Müslümanlara yönelik etnik temizlik faaliyetlerini görmüyorlar. Bu çifte standartlı, iki yüzlü tutum hâlen devam ediyor. Türkiye'ye yönelik algı operasyonları azalmak yerine artıyor.

Amerikan tarihinin en büyük terör saldırısına maruz kaldığı 11 Eylül günü Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5’inci maddesini işleten bir topluluğun; Türkiye’nin 15 Temmuz günü yaşadığı felaket karşısında sergilediği tavrı, açıkçası, anlamakta zorlanıyoruz. Terör örgütlerine karşı gösterilen müsamahalı tavrı kesinlikle tasvip etmiyoruz. Türkiye’nin terörle mücadelesinde tek başına bırakılmasını içimize sindiremiyoruz. Demokrasimize kasteden, 251 insanımızın canına kıyan katillerin, dost bildiğimiz ülkelerce himaye edilmelerini kabullenemeyiz.

Avrupa’da yaşanan saldırılar takdir edersiniz ki bir sürpriz değil. Şiddetin bu kadar yaygınlaştığı, şiddetin içeriden ya da dışarıdan bu kadar taraftar, bu kadar sempatizan bulduğu bir ortamda dünyanın hiçbir ülkesi güvenli ve güvende olamaz. İslâm coğrafyasında her gün onlarca masum insanın katledilmesine seyirci kalınır, buna hiç ses çıkarılmaz, hatta bu katliamlar desteklenirken; hiçbir ülke ve şehirde güvenlikten söz edilemez. Paris’te terör eylemi olunca ses çıkıyor, Brüksel’de olunca ses çıkıyor; fakat Lahor, Kabil, Ankara, Bağdat, İstanbul veya Diyarbakır’da onca masum insanın ölmesi karşısında Batılı ülkeler susuyor. Siyasetin dünyada dürüst olmadığını görüyoruz. Bölücü örgüt, eylemi açıkça sahiplendiği hâlde, ne teröre karşı hassasiyet gösterdiğini iddia eden ülkeler ne insan hakları örgütleri ne de medya bu meseleyle ilgilenmiyor.

Sadece 2014 yılında, Gazze’de, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere, yaklaşık 2.500 insan katledildi. BM ses çıkarmadı. AB bunu duymazdan geldi. İnsanlık, bu devlet terörü karşısında, bu çocuk katilleri karşısında maalesef susmayı tercih etti. 2014 yılında, 2.500 kişiyi acımasızca katleden İsrail Başbakanı, hiç utanmadan, sıkılmadan, ar hayâ etmeden, en ön safta Paris’teki terör karşıtı yürüyüşe katıldı. Terörle mücadele, teröre karşı ortak duruş, ortak akıl bu değildir.

Terör sadece terör örgütlerinden kaynaklanmıyor. Bugün dünyanın gözü önünde devlet terörü yaşanıyor. Suriye’de, yüz binlerce insan ölürken, 10 milyon insan yerlerini terk ederken, aynı uluslararası kuruluşlar ve ülkeler, bu trajediyi umursamadılar. Dokuz senedir komşumuz Suriye’de şahit olduklarımızın, bundan 25 sene önce Bosna’da yaşananlardan bir farkı yoktur. Aynı sahneler yaşanıyor. Dram aynı, acı aynı; değişen bir şey yok. Dün Boşnaklara karşı sergilenen çifte standart ile, bugün Suriyeli mazlumlara uygulanan arasında bir fark yoktur. Bosna’daki vahşeti görmeyenler, Arakan’daki vahşete de kör ve sağırlar. Arakan’da şiddete maruz kalan, evleri-ocakları yakılan binlerce mazlum Rohingyalı Müslüman çok zor şartlar altında ya komşu ülkelerde ya da okyanusun azgın dalgaları arasında yaşam savaşı veriyor. Bosna’da Srebrenista’daki soykırıma ses çıkarmayanlar, bugün Halep, Hama ve Guta’daki soykırıma da ses etmiyorlar.

O gün kadın ve çocukların vahşice katledilmesine kayıtsız kalanlar, bugün de Myanmar’daki teröre benzer bir tavır takınıyor. O gün katillere alan açanlar, bugün de terör örgütlerini silaha boğuyor. İnsan hakları, demokrasi, millet iradesi ve özgürlükler dün Boşnaklara çok görülüyordu, bugün de Suriyelilere, Filistinlilere, Libyalılara lüks görülüyor.

Tarihin en büyük işkence iddiaları karşısında Batı dünyası suskun kalmayı tercih etti. Guantanamo’da olanları, diğer cezaevlerinde, hapishanelerde yaşananları tüm dünya izledi. Mazlumlar ve zalimler değişse de zulmü tribünden seyredenler değişmedi, değişmiyor. Avrupa Bosna’da ölmüş, Suriye’de gömülmüştür.

Filistin meselesine adil bir çözüm bulunmadan, bölgemizde barış ve istikrarın sağlanması mümkün değildir. Bunun için öncelikle uluslararası hukuka ve alınan kararlara saygı gösterilmesi gerekiyor. Hiç kimse, hiçbir ülke hukukun üstünde değildir, olamaz. Ancak Filistin meselesinde yıllardır ‘güçlülerin hukuku’ işliyor. İsrail, çeşitli güçlerden aldığı cesaretle, hukuk tanımazlığını ısrarla ve inatla sürdürüyor. Aleyhine alınan onca karara rağmen, işgale, zulme, şiddete ve Kudüs’ü ‘Müslümansızlaştırmaya’ devam ediyor. İsrail yönetiminin mevcut uygulamalarının, eskiden Amerika’daki, yakın zamana kadar Güney Afrika’daki siyahilere uygulanan ırkçı ve ayrımcı politikalardan hiçbir farkı yoktur. Batı Şeria’nın dört bir tarafını zehirli bir sarmaşık gibi saran, Filistinli kardeşlerimizin hayatını zindana çeviren yerleşimcilerin, hukukta yeri yoktur. Gazze’ye hâlen uygulanan kısıtlamaların, vicdanla, adaletle, insanlıkla izahı mümkün değildir.

Peki, İsrail yönetiminin bu gücü ve pervasızlığı nereden geliyor? Çünkü işlediği suçların, tüm dünyanın gözü önünde gerçekleştirdiği katliamların karşılıksız kalacağını biliyor. Sahilde oyun oynarlarken İsrail bombalarıyla parçalanan masum çocuk bedenlerinin hesabının, hiçbir şekilde kendisinden sorulmayacağını iyi biliyor. En temel insan haklarını ayaklar altına alan uygulamalarının herhangi bir yaptırımla karşılaşmayacağını da çok iyi biliyor. Cezasız kalan her suç, faili daha da azgınlaştırır. Filistin’de İsrail’in işlediği suçların giderek artmasının sebebi budur. İşlenen cinâyetlerin, katliamların ve zulmün uluslararası hukuk içinde hesabı sorulmadan, bölgede barış ve istikrar arayışları akim kalmaya mahkûmdur.

ABD’nin Kudüs konusunda aldığı karar ne uluslararası hukukla, ne vicdanla, ne adaletle ne de bölge gerçekleriyle bağdaşıyor. Bu karar, en büyük darbeyi Amerika’nın da üyesi olduğu BM Güvenlik Konseyi’ne vurmuştur. ABD, altında kendi imzası olan, Güvenlik Konseyi’nin 1980 yılında aldığı 478 sayılı kararını, son davranışıyla yok saymıştır. Bu karara göre, hiçbir ülke Kudüs’te büyükelçilik bulunduramaz. Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin dahi dikkate almadığı, itibar etmediği bir BM’nin, diğer ülkeler nezdinde itibarı ve inandırıcılığı da olamaz. Hiç kimse hukukun üstünde değildir. Hiçbir ülke kuvvetine güvenerek uluslararası hukuku yok sayamaz. Amerika silahlarıyla güçlü bir ülke olabilir. Ancak haklıysanız güçlüsünüz. Eğer haklı değilseniz, güçlü olamazsınız. Milyonlarca insanın kaderini etkileyecek böylesi hassas bir meselede hoyratça davranamazsınız.

Çatısı altında bulunduğumuz BM'ye, uluslararası kurum ve kuruluşlara karşı vicdanlarda oluşan güvensizlik duygusu, adalet duygusunu zedelemekte, milyonlarca insanı umutsuzluğa sevk etmektedir. Bugün karşı karşıya kaldığımız uluslararası terörün en temel beslenme kaynaklarından biri de işte bu güvensizlik duygusudur. Tüm dünyanın temsilcileri sıfatıyla BM çatısı altında bir araya gelen devletler, terör örgütlerinin cinâyetlerine, insani krizlere ve mağduriyetlere engel olacak bir irade ortaya koyamadığı için, herkes başının çaresine bakmanın yollarını aramaktadır. Mazlumlara yönelik çifte standart, çocukların katledilmesine karşı sergilenen kayıtsızlık, tüm dünyada teröre oksijen sağlamaktadır. BM'den ve uluslararası kurumlardan umutlarını kesen kitleler, çaresizlik ve umutsuzluk içinde terörün tuzağına düşüyorlar. Dünyamız yeni bir kaos ve zulüm fırtınasının içine sürükleniyor. S.37-127

 

Birleşmiş Milletler Reformu

BM’nin yeniden yapılandırılması sürecinde ikincil konular bir kenara bırakılmalıdır. Ucu açık tartışma süreçleri terk edilmelidir. Devletler ve devlet grupları kendi dar çıkarları yerine BM sistemini kökünden dönüştürecek gerçek bir reformcu tavır geliştirebilmelidir. Stratejik hedeflerine odaklanmayı becerebilmelidir. Ancak o zaman imtiyazlardan arınmış, adil ve sürdürülebilir bir gündem inşa etmek mümkün olacaktır.

Adil ve sürdürülebilir bir BM hem her devletin adil temsilini sağlamak hem de uluslararası sistemdeki mevcut güç dengelerini yansıtmakla ancak mümkün olabilir. Yani hem adalet hem de güç dengesini kurmak gerekir. Bu amaçla üretilebilecek işleyebilir çözüm için Genel Kurul ile Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkinin artık samimiyetle masaya yatırılması gerekir. Genel Kurul’u yasa koyucu, Güvenlik Konseyi’ni de icracı bir yapıya kavuşturmadan ne adalet sağlanır ne de BM kendini kurtarabilir.

Güvenlik Konseyi üyelerinin daimi ve sınırsız yetkilere sahip oldukları ve Genel Kurul’a hesap vermedikleri bir yapı sürdürülemez. Güvenlik Konseyi, Genel Kurul’dan bağımsız olamaz. Onun içinden çıkmak ve ona hesap vermek zorundadır. BM, ancak o zaman adalet ve istikrar arayışına hizmet edebilir. Fakat Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkiyi kurgulamak için atılacak stratejik adım ise öncelikle veto yetkisiyle yüzleşmeyi gerekli kılar, Veto yetkisi ortadan kaldırılmadan hiçbir reform çabası başarılı olamayacaktır. Bu nedenle diğer tüm konuları bir kenara bırakıp veto yetkisi üzerine odaklanmak ve bu konu başlığı etrafında uluslararası toplumu harekete geçirmek gerekir. Diğer başlıklarla vakit ve çaba israf etmek ve çıkışı olmayan sokaklara savrulmak yerine asıl hedefe odaklanmak tek çıkar yoldur. Eğer BM’nin reformunda samimiysek ‘dünya beşten büyüktür’ ilkesini kabul etmemiz ve öncelikle bu imtiyazları kaldırmamız gerekecek.

Milletler Cemiyeti eşit temsil ilkesine dayanıyor gibi görünmesine rağmen ne adil oldu ne de etkin. İkinci Dünya Savaşı patladığında Milletler Cemiyeti’nin ne kadar aciz kaldığını insanlık çok acı biçimde test etti. Bir daha test etmeye gerek yok. ‘Dünya Hükümeti’ fikrine dayalı bir uygulama ne kimsenin tercih edeceği ne de başarı şansı olan bir uygulamadır. Devletlerden egemenlik haklarını ‘dünya hükümetine’ terk etmelerini beklemek bir hayal ürünüdür. Veya bazı devletlerin daha etkin olabileceği bir kurumda tüm devletlerin egemenlik haklarını güçlülerin hâkim olduğu bir organa terk etmelerini beklemek de doğru değildir.

BM 1945 yılında sadece 51 imzacı devlet tarafından kuruldu. Bugün 193 üyesi var. Üye sayısı dört kat arttı. Artık sadece İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından kurulan bir uluslararası örgüt olarak görülemez. BM tüm dünyanın katıldığı bir örgüt hâline geldi. İkinci Dünya Savaşı’nın iki mağlup ülkesi olan Almanya ve Japonya artık BM bütçesine en çok katkı yapan ikinci ve üçüncü ülke konumuna geldiler. Fransa, İngiltere ve Rusya gibi Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin maddi katkısı gittikçe azalırken, yükselen yeni güçlerin katkısı artış göstermektedir. Ancak BM bu yeni şartlara göre şekillenmiyor.

BM reformunun en önemli hedeflerinden biri temsilde adaleti sağlamak olmalıdır. Bu nedenle öncelikli olarak coğrafi temsilin adil bir şekilde sağlanması için yeniden dizayn edilmesi gerekir. Güvenlik Konseyi’nde Avrupa tek başına iki ülkeyle temsil edilirken, Güney Amerika ve Afrika’dan tek bir üye bile bulunmamaktadır. Hâlbuki tüm Avrupa nüfusu dünya nüfusunun ancak yüzde beşine karşılık gelmektedir. 600 milyonun üzerindeki Güney Amerika Güvenlik Konseyi’nde herhangi bir ülkeyle temsil edilmemektedir. 1,2 milyarlık Afrika’dan da bir ülke konseyde yer almamaktadır. Temsilde adaleti zedeleyen bir başka unsur da çok kültürlüğü yansıtmamasıdır, Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisiyle donatılmış dört Hıristiyan nüfusa sahip ülke varken, bir buçuk milyarı aşan İslâm dünyası hiç temsil edilmemektedir. Kapsamlı ve adil bir reform dünyanın kültürel çeşitliğini yansıtmalıdır.

Temsil sorununun bir başka açıdan ortaya çıkmasına neden olan diğer bir husus da demografidir. Hindistan, Brezilya, Endonezya ve Pakistan sadece dördü dünya nüfusunun dörtte birini meydana getirmektedir. Ancak hiçbiri Güvenlik Konseyi’nde yer almamaktadır. Daha genel bir ifadeyle söylemek gerekirse, beş daimi üye bugün dünya nüfusunun sadece dörtte birine karşılık gelmektedir. Diğer dörtte üç temsil edilmemektedir. 1945 yılında bu beş daimi üye dünya nüfusunun yüzde 60’ını meydana getiriyordu. Ancak bugün sadece yüzde 26’sını temsil ediyor. Dünya nüfusunun yüzde 74’ü etkisiz ve yetkisiz bırakılmıştır. Dünya nüfusunun ancak dörtte birini meydana getiren beş daimi üye veto imtiyazını hesapsızca ve keyfi biçimde kullanabiliyor. Böylesi bir temsille adaletin sağlanması mümkün olabilir mi? BM temsilde adaletsizliğin bu ölçüde derinleştiği bir dönemde gerçek misyonunu hayata geçirebilir mi? Elbette hayır. Güvenlik Konseyi’nde daimi sandalyeye sahip ülkelerde bile BM’ye olan destek son derece azdır. Geri kalanlar ise BM’nin işini iyi yapamadığı konusunda neredeyse hemfikir görünüyor.

Ekonomi penceresinden bakınca da BM’de bir temsil açığı olduğu görülmektedir. Beş daimi üye BM bütçesinin yüzde 42’lik bir parçasını karşılarken, yüzde 58’lik parçasını karşılayan ülkeler kendi söz haklarının olmadığı bir kuruma ödeme yapmaya devam etmektedirler. ABD’nin yüzde 22’lik katkısı düşünüldüğünde diğer dört üyenin sadece yüzde 20’lik oranda katkı sunması daha da çarpıcı bir tablo ortaya koymaktadır. Dört ülke sadece beşte birlik bir katkı sunarken, tüm imtiyazları sonuna kadar kullanıyor. Böylesi bir tablonun sağlıklı bir yapının oluşmasına katkı sunması mümkün olabilir mi? Dünya 1945’in dünyası değil. Hiçbir gösterge sabit kalmadı. Ekonomik, askeri, toplumsal, kültürel hangi açıdan bakarsak bakalım, büyük değişimler yaşandı. Ancak bu değişimlerin hiçbiri BM düzeyinde anlamlı bir düzenlemeye yol açmadı. BM kendini bu yeni şartlara göre ayarlamaktan kaçınıyor. Adalet beklentilerini karşılamadığı gibi yeni gerçekliklere de uyum göstermiyor.

İnanç gruplarına baktığınız zaman BM içerisinde de temsil sorunu var. Küresel karar alma ve uygulama mekanizmalarındaki temsil adaletsizliği de Müslümanlar arasında önemli bir rahatsızlık sebebidir. Örneğin BM Güvenlik Konseyi'nde, dünya nüfusunun önemli bir kısmını teşkil eden Müslümanların tek bir daimi temsilcisi bulunmamaktadır. İran, Irak, Filistin, özellikle Suriye'yle ilgili karar alınacağı zaman, bu kararı İslâm ülkeleri değil, BM'nin beş daimi üyesi alıyor. Bu beş üyeden biri alınacak doğru kararları veto edip süreci durdurabiliyor.

Karar mekanizmasında Müslüman, Hıristiyan, Musevi ve Budist hepsi olması daha adil kararların alınmasını sağlayabilir. Bu yapıda dini temsil noktasında bir adalet söz konusu değildir. Mevcut yapıyı on beş ülke, yirmi ülkeden müteşekkil hâle getirmek BM’nin daha kapsayıcı bir kurum hâline dönüşmesini sağlayabilir. Bu üye ülkeler iki yılda veya yılda bir değişebilir olmalı. Sürekli değişmek suretiyle, şu anda 193 üyesi bulunan BM’de tüm ülkeler Güvenlik Konseyi üyeliği hakkına sahip olmalıdır. Her bir ülke, dünyayı yönetmede söz söyleyebilme hakkına kavuşmalıdır.

BM sadece günümüz şartlarıyla uyumsuz değil. Maalesef ilk günlerinden bu yana hem adalet hem etkinlik konusunda hep sorun yaşadı. Soğuk Savaş boyunca BM'nin işlediğini kim iddia edebilir? ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki bir mücadelenin diplomatik ayağı olmanın ötesinde çözüm üretebildiği çok az konu oldu. Daimi üyeler veto yetkilerini sorumsuzca kullanmakta sorun görmediler. Sovyetler Birliği Soğuk Savaş boyunca bu hakkı 90 kez, Amerika 68 kez kullandı. Dünyanın tüm diğer ülkeleri bir araya gelse de tek bir vetoyu aşmayı başaramadı. Sovyetler Birliği Batı ittifakının tüm taleplerini reddederken, ABD İsrail’in sergilediği sınır tanımaz uygulamaları savunmakta sorun görmedi. Filistin-İsrail meselesinde tüm barış ve adalet arayışlarını vetoyla engelledi. Filistin on yıllardır çaresizliğe itildi. Yapılan onca zulme rağmen BM tek bir gerçekçi adım atamadı. İngiltere ve Fransa da yine kendi dar çıkarlarını ilgilendiren konularda benzer tavır göstermekten kaçınmadı. Bu iki ülke Süveyş Krizi’nde yaşandığı gibi kendi ulusal çıkarları söz konusu olduğunda hemen veto silahını çekti. BM elli yıl boyunca Soğuk Savaş şartlarına mahkûm edildi.

Soğuk Savaş’ın bittiği dönemde bir umut doğabilirdi. Ancak bu umut da çok kısa sürede boğuldu. Başta Amerika olmak üzere büyük güçler BM’yi kendi uluslararası siyasetinin bir aracı olarak görmeyi bırakmadı. Amerika kendi tercih ettiği askeri operasyonları BM zemininde meşrulaştırma gayreti gösterirken, Rusya ve diğer ülkeler BM’yi ve Güvenlik Konseyi’ndeki imtiyazlarını işlerine geldiği gibi kullanmayı sürdürdüler. Yeni bir düzen arayışı ve yeni bir adalet arayışı maalesef hiçbir zaman samimiyetle değerlendirilmedi. 2003 yılında, Irak Savaşı öncesinde yaşananlar bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. ABD, Irak işgalini meşrulaştırmak adına Saddam yönetiminin kitle imha silahları bulundurduğu iddiasını Güvenlik Konseyi önünde seslendirdi ancak muhataplarını ikna etme noktasında başarısız olunca BM meşruiyetini de göz ardı edebileceğini gösterdi. BM’nin içi bir kez daha boşaltıldı.

BM’nin bütün tarihine bakıldığında veto yetkisi maalesef en kritik konularda ve rahatça kullanılmaktadır. Rakamlarla söylemek gerekirse, BM Güvenlik Konseyi’nin önüne gelen 2446 tasarıdan 249’u veto edilmiş, Bunların 112’si Rusya, 81’i Amerika, 29’u İngiltere, 16’sı Fransa ve 11’i Çin tarafından kullanıldı. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, masaya gelen konuların neredeyse % 10’u bir veya birkaç daimi üye tarafından veto edilmiş ve sonuçsuz kalmıştır. Kimse diğer % 90’a aldanmasın, Konsey’de kabul edilen konu başlıkları nadiren kritik konular üzerinedir. Veto yetkisinin kullanıldığı % 10 kritik konuları kapsamaktadır. Veto yetkisinin kullanılmasından daha kötüsü, veto tehdidinin kullanılmasıdır. Maalesef bu istatistiğe girmeyen yüzlerce konu bu tehdit nedeniyle Konsey’in önüne gelebilme şansını bile yitirmiştir. Kapalı kapılar arkasında bir ve/veya daha çok daimi üyenin veto edeceğini bildirmesi sonrasında birçok siyasi ve stratejik başlık masaya gelmeden rafa kaldırılmaktadır. Dünya siyasetinde onlarca konu başlığı çözüm beklerken, Güvenlik Konseyi’ndeki bu oyunlar sayesinde BM işlevsiz hâle gelmekte ve dünya barışını ilgilendiren konulara çözüm üretememektedir.

Daha adil ve etkin bir BM için Güvenlik Konseyi’nin yetkilerinin daraltılması ve Genel Kurul yetkilerinin genişletilmesi bir zorunluluktur. Fakat böylesi bir reformun gerçekleşmesi için öncelikle odaklanılması gereken konu veto yetkisidir. Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin veto yetkileri kaldırılmadığı müddetçe hiçbir reform arayışı mümkün olmayacaktır. Son yıllardaki gelişmeler bize açıkça gösteriyor ki, veto yetkilerini kaldırmak hukuken çok zor olmasına rağmen, siyaseten gerçekleştirilme şansı vardır. Yeter ki odak noktası kaybolmasın. Dünyanın büyük çoğunluğu belki pozitif bir gündem üzerinde bir araya gelmekte güçlük çekebilir ancak beş ülkenin imtiyazlarını sorunsallaştırmak son derece mümkündür. Bu nedenle ilk gündem maddesi bu olmalıdır. Dünyanın büyük çoğunluğu bir araya gelmeli ve şu noktada karara varmalıdır:

Dünya beşten büyüktür. S.129-211

 

Mehmed Zahid Aydar 

Mîsak Dergisi

Sayı:373 /  Aralık 2021