Geçtiğimiz yüzyılda meydana gelen iki dünya savaşından sonra barış, adalet, huzur ve istikrar için meydana gelebilecek siyasi ve askeri ihtilâfların sulh yoluyla halledilmesi için çok uluslu örgütler kurulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Cemiyet-i Akvâm veya Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler (BM) gibi kuruluşların gündeme girdiği malûmdur. Fakat BM Güvenlik konseyi’de alınan kararları veto yetkisine sahip kılınan ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık (İngiltere) gibi ülkeler, aynı zamanda dünyanın en çok silah üreten ve pazarlayan ülkeleridir. Türkiye’nin uluslararası düzenin sorunlarına dair eleştirisi ve BM’nin yeniden yapılandırılmasına ilişkin teklifinin, statükonun devamından yana olan ülkeleri rahatsız ettiğini söylemek mümkündür. Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan'ın kaleme aldığı 'Daha Adil Bir Dünya Mümkün' isimli eseri; başta Birleşmiş Milletler Teşkilatı olmak üzere, uluslararası sisteme yön veren kuruluşları eleştiren bu eseri, siyasi açıdan oldukça önemlidir.
Daha Adil Bir Dünya
Mümkün
|
Dünyada her gün onlarca masum insanın
kanının döküldüğü mevcut durum ülke olarak bizim içimizi acıtsa da ne yazık ki
uluslararası toplum ve örgütler bu durumu izlemekle yetiniyor. Daha da kötüsü,
uluslararası toplum ve küresel aktörler kendilerini demokrasinin ve halkların
adalet taleplerinin karşısında konumlandırıyor, dünyanın farklı köşelerinde
masum insanları acımasızca katledenler meşrulaştırılıyor ve reel politik uğruna
evrensel değerler hiçe sayılarak şiddete göz yumuluyor.
Sorunların ilk çözüm adresi olması gereken
Birleşmiş Milletler (BM), maalesef etkin bir tavır ortaya koyamıyor.
Türkiye’nin uluslararası düzenin sorunlarına dair eleştirisi ve BM’nin yeniden
yapılandırılmasına ilişkin teklifinin, statükonun devamından yana olan bazı
ülkeleri de rahatsız ettiğinin farkındayız. Zira söz konusu çevreler, Birinci
Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında da bugünkü şekli
verilen dengelerin değişmesini arzu etmiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana
geçen 76 yılda insan ve toplum hayatı ile güç dengelerinde yaşanan onca köklü
değişime rağmen bu çevreler, kendi çıkarları adına eski ve köhne yapıyı
muhafaza etmek istiyor. Hâlbuki bugün dünyada devam eden birçok anlaşmazlığın,
çatışmanın, çekişmenin ve zulmün temelinde bugünün gerçekliklerini dikkate
almayan ve yenilik yapmaktan korkan anlayışa dayalı bir sistem var.
Unutulmamalıdır ki, küresel
adaletsizlikleri, siyasi ihtilafları, sosyal ve ekonomik buhranları önleme
konusunda yetersiz kalan bir uluslararası sistemin meşruiyeti önünde sonunda
tartışılmaya başlanacaktır. Nitekim, BM’ye, uluslararası kurum ve kuruluşlara
karşı vicdanlarda oluşan güvensizlik, adalet beklentilerini zedelemiş,
milyonlarca insanı umutsuzluğa sevk etmiştir. Bugün karşı karşıya kaldığımız en
önemli sorunlardan biri olan uluslararası terörün temel beslenme kaynaklarından
biri de işte bu güvensizlik iklimi ve meşruiyet problemidir. Mazlumlara uygulanan
çifte standart, çocukların katledilmesine karşı sergilenen kayıtsızlık, tüm
dünyada teröre âdeta oksijen sağlamaktadır. Adaletin olmadığı yerde sinsi terör
örgütlerinin palazlanması gâyet doğaldır.
BM’nin yeniden yapılandırılması için her
ortamda uluslararası toplumla paylaştığımız ve ‘Dünya beşten
büyüktür’ politikası ekseninde ilan ettiğimiz ilkeler, sadece
bizim değil, BM çatısı altındaki ülkelerin artık çok büyük bir kısmının
hissiyatı hâline gelmiştir. Daha kapsamlı ve sürdürülebilir bir küresel adalet
ve barış için insanlığın vicdanı ve sesi olmanın Türkiye’ye zarar
vermeyeceğine, tam tersine güç ve itibar katacağına inanıyoruz.
Sadece beş ülkenin (ABD, İngiltere,
Fransa, Rusya ve Çin) bütün dünyanın kaderini etkileyecek konularda karar
vermesi ne ahlaki ne adildir. Dünya beş ülkeden büyüktür. Bu teklif aynı
zamanda Türkiye'nin mevcut dış politikasını ve genel olarak uluslararası
siyaset hakkındaki perspektifini de doğrudan yansıtmaktadır. Türkiye, beş
ülkenin çıkarlarının gözetilmesini öngören statükocu bir uluslararası düzenin
devamına karşıdır. Daha adil ve istikrarlı bir uluslararası düzen mümkündür.
Elinizdeki kitap BM’nin yeniden
yapılandırılmasına yönelik bir reform önerisi sunmaktadır. İlerleyen bölümlerde
öncelikli olarak dünya siyasetinde son yıllarda yaşanan değişime
odaklanılmaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana dünya siyasetinde
önemli kırılmalar yaşanmıştır. Kitap bu kırılmaların neden olduğu sorunlara
odaklanarak, uluslararası sistemde son yıllarda yaşanan adaletsizlikleri ve çifte
standartları tahlil etmektedir. Bu bağlamda ilk kısımda mevcut uluslararası
sistemin bir değerlendirmesi sunulmaktadır. Bu değerlendirmeyi yaparken büyük
oranda BM’nin merkeze alındığı küresel yönetişim sorunlarına değinilmektedir.
Küresel yönetişimin uzun yıllardır karşı karşıya kaldığı kriz anlaşılmadan
BM’de yeniden yapılandırmaya dair bir reform süreci başlatmak da çok anlamlı
değildir. Bu nedenle krizlerin hangi alanlarda neden ve nasıl ortaya çıktığına
dair hem tarihi hem de güncel bir perspektif sunulmaktadır.
Kitabın ikinci bölümünde ise BM reformuna
dair bir öneri sunulmaktadır. Reformun sağlam bir zeminde tartışılabilmesi için
hangi ilkelere sahip olması gerektiği konusu son derece önemlidir. Bu manada
yeniden yapılandırma ve reformun her şeyden önce bir felsefeye dayanması
gerekmektedir. Bu felsefe adil, kapsayıcı, çözüm odaklı ve uygulanabilir bir
reform önerisi sunabilmelidir. Bu kısım aynı zamanda reformun temel
dinamiklerine de odaklanarak hangi alanlarda reformun nasıl yapılması gerektiğine
dair bir çerçeve sunmaktadır.
Elinizdeki eser, mevcut küresel düzenin
çarpıklıklarını bütün açıklığıyla gözler önüne sererek BM’nin reforma tabi
tutulması suretiyle daha adil, barışçıl ve istikrarlı bir uluslararası düzen
kurmak için mütevazı bir girişimdir. S.23-36
Uluslararası Siyasette
Çifte Standart ve BM’nin Reform İhtiyacı
Kimse içinde yaşadığımız dünyanın adil ve
sürdürülebilir olduğunu iddia edemez. Bu kadar zulüm ilelebet de sürdürülemez.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dönemin uluslararası güç dağılımı ve siyaset
iklimi üzerine inşa edilen bu sistem küresel adaleti tesis edecek biçimde
yeniden yapılandırılmalıdır. Uluslararası düzenin temelini oluşturan
kurumsallaşma içten içe çürüyerek gözlerimizin önünde her geçen gün tükeniyor.
Temelleri Birinci Dünya Savaşı’nda atılan
bu düzenin sorunları şimdi kendini birçok başlıkta göstermektedir. Bunlardan en
çarpıcı olanı sömürgeci ve emperyalist anlayışın hâlâ varlığını sürdürmesidir.
Bu anlayış hiçbir dönemde adalet üretmedi, istikrar getirmedi ve çatışmalara
çözüm sağlamadı. Söz konusu anlayış ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nın hemen
sonrasındaki kurulu düzenin neden olduğu adaletsizlikle kendini gösterdi. O
tarihten bu zamana başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın dört bir tarafında
cetvellerle çizilen ve bölge dışı aktörlerin emperyalist çıkarlarına hizmet
için kurgulanmış sınırlar, bölgesel anlaşmazlıkların ve adaletsizlik hissinin
temelini oluşturdu.
Gizli bir şekilde varılan uzlaşıyla ortaya
çıkan Sykes-Picot Anlaşması bölge halklarının ve devletlerinin düşüncelerini,
bölgenin sosyolojisi ve tarihini göz ardı eden bir düzen kurma arzusundaydı.
Anlaşmanın tatbik edilmesi mümkün olmadı ancak anlaşmayla tecessüm etmiş
zihniyet bir kara bulut gibi 20. yüzyıl tarihi boyunca sürekli bir biçimde Orta
Doğu’nun üzerinde dolaşmaya devam etti.
21. yüzyılda aynı zihniyet yeniden ortaya
çıktı. Bugün bölgemizde yaşadığımız sorunların büyük kısmı o düzenin ve
zihniyetin bir ürünüdür. Bu düzen artık herkesin huzurunu tehdit eden bir
nitelik kazanmıştır.
Kendi topraklarında can ve mal güvenliği
bulamayan milyonlar, zorunlu olarak göç ediyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası
emperyalist jeopolitik zihniyetin bir sonucu olarak sınırları yapay bir şekilde
haritada cetvelle çizilen devletler, aynı zihniyetin devamı olarak iç savaşın
gölgesinde yeniden tasarlanmaya çalışılıyor. Devletler tek tek çöküyor. Çöken
bu rejimler terör örgütlerinin ortaya çıkmasına neden olan güvenlik
boşluklarına dönüşüyor. Göç ve terör sadece bu bölgeleri tehdit eden güvenlik
sorunları olarak görülemez. Göçmenler hep daha batıya doğru hareket etmek
isterken, kör terör tüm ülkeleri hedef alır hâle geldi. Terör, bugün Kilis’te
yarın İstanbul’da, öbür gün Paris, Brüksel, Londra ve New York’ta karanlık
yüzünü gösterebiliyor.
21. yüzyılın en önemli güvenlik sorunlarından
biri olan terörizm, uluslararası sistemdeki çifte standardın en açık şekilde
görüldüğü alanların başında gelmektedir. Şiddetin bu kadar yaygınlaştığı
dünyada hiçbir ülke güvende olamaz. Ancak maalesef göç meselesinde olduğu gibi
terör meselesinde de iki yüzlü bir tavır dikkatimizi çekmektedir. Ülke olarak
yıllarca terörün her türlüsüne karşı ilkesel bir tavır etrafında birleşmek
gerektiği fikrimizi paylaştık. Ancak Batılı ülkeler konuyu sadece kendileri
açısından değerlendirme eğiliminde oldular. Bir terör örgütüne karşı mücadele
adı altında başka terör örgütlerine destek verilmesi bir alışkanlık hâlini
aldı. Teröre karşı takınılan iki yüzlü tavır bugün en büyük sorunlarımız
arasında yer alıyor.
Teröre karşı ortak tavır sahibi olmadan
terörizmin sona ermesi mümkün değildir. Böyle bir tavır sadece BM çatısı
altında alınabilir. Ancak bu şartlar altında, bu yapı ve bu sorunlarla BM’nin
uluslararası terörizme çözüm üretmesi mümkün değildir.
Terörizmle ilgili yaşanan ilk sorunlardan
biri kavramın tanımlanmasına ilişkindir. Ne BM ne de başka bir uluslararası
örgüt uluslararası terörizmin ortak kabul gören bir tanımını yapma konusunda
başarılı olabilmiştir. Eğer böyle olsaydı BM Güvenlik Konseyi üyesi olan
ABD’nin Suriye’de YPG terör örgütüyle birlikte çalışması mümkün olur muydu?
Önce uluslararası toplumun üzerinde uzlaşacağı bir terör tanımı geliştirmek
zorundayız.
BM birçok sorunla karşı karşıyadır. BM’nin
en önemli sorunlarından biri ise meşruiyet problemidir. Bu sorun hem
tarihseldir hem de BM’nin günümüz sorunlarıyla ilgilidir. Sorunun kaynağı ise
BM Güvenlik Konseyi’dir. Yasal, işleyiş ve eylem biçimi şeklinde tasnif
edebileceğimiz meşruiyet sorunuyla karşı karşıya bir BM ve Güvenlik Konseyi söz
konusudur. Kurulduğu yıllarda ortaya koyduğu çerçevenin dışına taşan BM
Güvenlik Konseyi özellikle üye devletlerin egemenlik yetkilerinin aşımı
konusunda birçok karara imza atmıştır. Haddizatında amacı çatışmayı önlemek,
barışı sağlamak ve küresel istikrarı tesis etmek olan BM’nin hangi durumlarda
diğer devletlerin egemenlik yetkilerini ortadan kaldıracak ölçüde müdahalede
bulunacağı oldukça karmaşık bir mesele hâline dönüşmüştür.
Örneğin 2003 yılındaki Irak müdahalesinde
BM Güvenlik Konseyi Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna ve terörizmi
desteklediğine dair Amerikan yönetiminin iddialarını inandırıcı bulmamıştır.
Ancak BM kararını hiçe sayarak Irak’a müdahalede bulunan ABD’ye yönelik bu
davranışını sorgulayan bir mekanizma BM tarafından geliştirilememiştir.
Benzer bir durum, terör, insani müdahale ve
yaptırımlar konusunda da geçerlidir. Hangi durumlarda insani müdahalede
bulunacağına yönelik objektif kriterler söz konusu olsa da BM ve Güvenlik
Konseyi’nin insani müdahale pratiklerini uygulaması pek mümkün olmamıştır.
Yasallık ile meşruiyet arasında sıkışmış
bir BM düzeniyle karşı karşıyayız. Bosna’da soykırım karşısında geciken BM
Güvenlik Konseyi, Kosova konusunda Güvenlik Konseyi’ndeki çıkar çatışmaları
nedeniyle müdahale kararı alamamış, NATO müdahale etmek durumunda kalmıştır.
Suriye krizi konusunda da benzer bir tutum söz konusu olmuştur. 500 bine yakın
insanın hayatını kaybetmesine rağmen BM, Suriye krizinin çözümü konusunda
hareketsiz kalmıştır. Böylesi bir örgütün meşruiyeti olur mu? Çıkar
çatışmalarına kurban verilen, her geçen gün prestiji azalan bir BM böylesi
dinamik ve karmaşık bir uluslararası sistemde otorite tesis edilebilir mi? Hem
krizler karşısında hareketsiz kalacaksınız hem de beş üyenin çıkarları uyduğu
sürece dünyanın yasama organı gibi hareket edeceksiniz.
Mazlumu değil, zalimi kollayan küresel
güvenlik sisteminin insanlığa güven vermeyen mevcut yapısının
sürdürülebilirliği kalmamıştır. Batı merkezli dünyanın geride kaldığını, artık
çok merkezli bir dünyanın ortaya çıktığını hep birlikte kabul etmek
durumundayız. Avrupa ülkeleri başta olmak üzere Batı’ya yönelik mülteci ve
göçmen akını, işte bu gerçeğin kabul edilip ona uygun yapısal dönüşümlerin
hayata geçirilmemesinden kaynaklanıyor. Akdeniz’in doğu kıyılarından botlara,
köhne teknelere, hurda gemilere binip Avrupa’ya yönelen insanlar aslında sadece
huzuru, refahı veya yaşama imkânını arıyor.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra temel insan
hak ve özgürlük kriterlerini belirleyen, onların sembolü hâline dönüşen Batı
ülkeleri, bugün aynı değerlere maalesef sırtlarını dönmüş durumdalar. Huzura ve
refaha kavuşmak isterken Akdeniz'de, Ege'de boğularak ölen ve cesetleri
kıyılarımıza vuran erkek, kadın, çocuk, yaşlı, genç, her insan için bizim
yüreğimizde derin bir yara açılıyor. Ama bu insanları, Akdeniz'de, Ege'de ölüme
terk edenlerden en küçük bir pişmanlık, vicdan azabı emaresi görmüyor,
duymuyoruz. Merhametini yitirmiş bir dünya sistemi, insanlığın hiçbir derdine
derman olamaz.
Sınır komşusu ve halkıyla yakın bağları
olan bir ülke olarak, Suriye’de yaşanan dramın etkilerini ilk günden beri çok
yakından hissediyoruz. Türkiye bugün 3,6 milyonu Suriyeli ve 365 binden fazla
diğer uyruklardan olmak üzere, 4 milyon civarında mülteciyi topraklarında
barındırıyor. Bu mağdur insanların tamamına, inanç ve köken farkı gözetmeksizin,
kapılarımızı açtık. Bu tavır, her şeyden önce, bizim için bir insanlık
vazifesidir. S.78
Ancak karşı karşıya bulunduğumuz bu örneği
görülmemiş sorun, bir ülkenin tek başına üstesinden gelebileceği boyutu çoktan
aşmıştır. Esasen, sorunun derinleşmesi, evlerinden, vatanlarından uzaklaşan bu
insanların geriye dönüş ümitlerinin her geçen gün zayıflamasından
kaynaklanıyor. Suriye’de, ülkede yaşayan herkesin kabul edebileceği bir çözüm
üzerinde uzlaşılmadan, göçmenler ve terörizm başta olmak üzere, bu bölge
kaynaklı sorunların üstesinden gelinemez. Uluslararası toplumun iş birliği
yapması şarttır.
Bugün dünyanın en önemli sorunu terörün
sadece kendisi değildir. Bugün dünyanın en önemli sorunu, terör örgütleri
karşısında takınılan iki yüzlü ve samimiyetsiz tutumdur. Çünkü terör örgütleri,
en büyük gücü, en büyük desteği işte bu tutumdan alıyor. Maalesef kimi Batılı
ülkeler, son derece yanlış bir şekilde, terör örgütlerine karşı tavırlarını,
onların söylemlerine ve ideolojilerine bakarak belirliyor veya açıklıyorlar.
Teröristin iyisi kötüsü olmaz. ‘Senin teröristin iyi, benim teröristim kötü’
diye bir mantık olmamalıdır.
Uygulanan çifte standart karşısında,
insanımıza zarar veren bu eylemler karşısında, sessiz kalamayız. Batılı
ülkelerin kendi çıkmazlarını, kendi bunalımlarını İslâm dünyası ve Müslümanlar
üzerine yansıtarak perdelemesine daha fazla tahammül edemeyiz. Çünkü biz
tepkimizi demokrasinin imkânları içinde ortaya koymazsak, bu tavrın sahipleri
daha fazla cesaret bulacaklar. Biz haksızlıkları yüzlerine vurmazsak, korkarım
ki Batı’nın pervasızlığı daha da artacak. Biz sessiz kalırsak, Batılı ülkeler
için El Kaide, DEAŞ gibi terör örgütleri ‘kötü’; ama şu an için onlara zarar
vermeyen PKK, YPG, DHKP-C, FETÖ gibi yapılar ‘iyi’ olmaya devam edecek.
Biz Türkiye olarak terör karşısında çok
fazla acılar yaşadık. Maalesef bu acılarımızı anlamak konusunda müttefiklerimiz
çok geç davrandılar. 34 yıldır yaklaşık 50 bin insanımızı katleden PKK’ya karşı
yürüttüğümüz mücadelede yaptığımız fedakârlıklar, aynı şekilde örgütün harf
oyunlarına kurban edilmeye çalışılıyor. Çocuklarının gözlerinin önünde
öldürülen siyasetçileri asla gündemlerine almıyorlar. Aynı çevreler, İsrail'in
Gazze sınırında katlettiği gençler ya da kumsalda oyun oynarken füzelerin
hedefi hâline gelen çocuklar karşısında tek bir kelime dahi etmiyor. Meşru
mücadelemiz sebebiyle bizi kıyasıya eleştirenler, Filistinlilerin kameraların
önünde kurşuna dizilmesine ses çıkarmıyor. Ülkemizi, kimi hırsızlık, kimi gasp,
kimi terör suçundan hapse atılan sözde gazeteciler üzerinden suçlayanlar, tek
suçu İsrail’in katliamlarını belgelemek olan gazetecilerin infaz edilmesine
âdeta alkış tutuyorlar. İslâm ülkelerini azınlık hakları konusunda
sıkıştıranlar, birçok Afrika ve Asya ülkesinde Müslümanlara yönelik etnik
temizlik faaliyetlerini görmüyorlar. Bu çifte standartlı, iki yüzlü tutum hâlen
devam ediyor. Türkiye'ye yönelik algı operasyonları azalmak yerine artıyor.
Amerikan tarihinin en büyük terör
saldırısına maruz kaldığı 11 Eylül günü Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5’inci
maddesini işleten bir topluluğun; Türkiye’nin 15 Temmuz günü yaşadığı felaket
karşısında sergilediği tavrı, açıkçası, anlamakta zorlanıyoruz. Terör
örgütlerine karşı gösterilen müsamahalı tavrı kesinlikle tasvip etmiyoruz.
Türkiye’nin terörle mücadelesinde tek başına bırakılmasını içimize
sindiremiyoruz. Demokrasimize kasteden, 251 insanımızın canına kıyan
katillerin, dost bildiğimiz ülkelerce himaye edilmelerini kabullenemeyiz.
Avrupa’da yaşanan saldırılar takdir
edersiniz ki bir sürpriz değil. Şiddetin bu kadar yaygınlaştığı, şiddetin
içeriden ya da dışarıdan bu kadar taraftar, bu kadar sempatizan bulduğu bir
ortamda dünyanın hiçbir ülkesi güvenli ve güvende olamaz. İslâm coğrafyasında
her gün onlarca masum insanın katledilmesine seyirci kalınır, buna hiç ses
çıkarılmaz, hatta bu katliamlar desteklenirken; hiçbir ülke ve şehirde
güvenlikten söz edilemez. Paris’te terör eylemi olunca ses çıkıyor, Brüksel’de
olunca ses çıkıyor; fakat Lahor, Kabil, Ankara, Bağdat, İstanbul veya
Diyarbakır’da onca masum insanın ölmesi karşısında Batılı ülkeler susuyor.
Siyasetin dünyada dürüst olmadığını görüyoruz. Bölücü örgüt, eylemi açıkça
sahiplendiği hâlde, ne teröre karşı hassasiyet gösterdiğini iddia eden ülkeler
ne insan hakları örgütleri ne de medya bu meseleyle ilgilenmiyor.
Sadece 2014 yılında, Gazze’de, çoğu çocuk
ve kadın olmak üzere, yaklaşık 2.500 insan katledildi. BM ses çıkarmadı. AB
bunu duymazdan geldi. İnsanlık, bu devlet terörü karşısında, bu çocuk katilleri
karşısında maalesef susmayı tercih etti. 2014 yılında, 2.500 kişiyi acımasızca
katleden İsrail Başbakanı, hiç utanmadan, sıkılmadan, ar hayâ etmeden, en ön
safta Paris’teki terör karşıtı yürüyüşe katıldı. Terörle mücadele, teröre karşı
ortak duruş, ortak akıl bu değildir.
Terör sadece terör örgütlerinden
kaynaklanmıyor. Bugün dünyanın gözü önünde devlet terörü yaşanıyor. Suriye’de,
yüz binlerce insan ölürken, 10 milyon insan yerlerini terk ederken, aynı
uluslararası kuruluşlar ve ülkeler, bu trajediyi umursamadılar. Dokuz senedir
komşumuz Suriye’de şahit olduklarımızın, bundan 25 sene önce Bosna’da
yaşananlardan bir farkı yoktur. Aynı sahneler yaşanıyor. Dram aynı, acı aynı;
değişen bir şey yok. Dün Boşnaklara karşı sergilenen çifte standart ile, bugün
Suriyeli mazlumlara uygulanan arasında bir fark yoktur. Bosna’daki vahşeti
görmeyenler, Arakan’daki vahşete de kör ve sağırlar. Arakan’da şiddete maruz
kalan, evleri-ocakları yakılan binlerce mazlum Rohingyalı Müslüman çok zor
şartlar altında ya komşu ülkelerde ya da okyanusun azgın dalgaları arasında
yaşam savaşı veriyor. Bosna’da Srebrenista’daki soykırıma ses çıkarmayanlar,
bugün Halep, Hama ve Guta’daki soykırıma da ses etmiyorlar.
O gün kadın ve çocukların vahşice
katledilmesine kayıtsız kalanlar, bugün de Myanmar’daki teröre benzer bir tavır
takınıyor. O gün katillere alan açanlar, bugün de terör örgütlerini silaha
boğuyor. İnsan hakları, demokrasi, millet iradesi ve özgürlükler dün Boşnaklara
çok görülüyordu, bugün de Suriyelilere, Filistinlilere, Libyalılara lüks
görülüyor.
Tarihin en büyük işkence iddiaları
karşısında Batı dünyası suskun kalmayı tercih etti. Guantanamo’da olanları,
diğer cezaevlerinde, hapishanelerde yaşananları tüm dünya izledi. Mazlumlar ve
zalimler değişse de zulmü tribünden seyredenler değişmedi, değişmiyor. Avrupa
Bosna’da ölmüş, Suriye’de gömülmüştür.
Filistin meselesine adil bir çözüm
bulunmadan, bölgemizde barış ve istikrarın sağlanması mümkün değildir. Bunun
için öncelikle uluslararası hukuka ve alınan kararlara saygı gösterilmesi
gerekiyor. Hiç kimse, hiçbir ülke hukukun üstünde değildir, olamaz. Ancak
Filistin meselesinde yıllardır ‘güçlülerin hukuku’ işliyor. İsrail, çeşitli
güçlerden aldığı cesaretle, hukuk tanımazlığını ısrarla ve inatla sürdürüyor.
Aleyhine alınan onca karara rağmen, işgale, zulme, şiddete ve Kudüs’ü
‘Müslümansızlaştırmaya’ devam ediyor. İsrail yönetiminin mevcut
uygulamalarının, eskiden Amerika’daki, yakın zamana kadar Güney Afrika’daki
siyahilere uygulanan ırkçı ve ayrımcı politikalardan hiçbir farkı yoktur. Batı
Şeria’nın dört bir tarafını zehirli bir sarmaşık gibi saran, Filistinli
kardeşlerimizin hayatını zindana çeviren yerleşimcilerin, hukukta yeri yoktur.
Gazze’ye hâlen uygulanan kısıtlamaların, vicdanla, adaletle, insanlıkla izahı
mümkün değildir.
Peki, İsrail yönetiminin bu gücü ve pervasızlığı
nereden geliyor? Çünkü işlediği suçların, tüm dünyanın gözü önünde
gerçekleştirdiği katliamların karşılıksız kalacağını biliyor. Sahilde oyun
oynarlarken İsrail bombalarıyla parçalanan masum çocuk bedenlerinin hesabının,
hiçbir şekilde kendisinden sorulmayacağını iyi biliyor. En temel insan
haklarını ayaklar altına alan uygulamalarının herhangi bir yaptırımla
karşılaşmayacağını da çok iyi biliyor. Cezasız kalan her suç, faili daha da
azgınlaştırır. Filistin’de İsrail’in işlediği suçların giderek artmasının
sebebi budur. İşlenen cinâyetlerin, katliamların ve zulmün uluslararası hukuk
içinde hesabı sorulmadan, bölgede barış ve istikrar arayışları akim kalmaya
mahkûmdur.
ABD’nin Kudüs konusunda aldığı karar ne
uluslararası hukukla, ne vicdanla, ne adaletle ne de bölge gerçekleriyle
bağdaşıyor. Bu karar, en büyük darbeyi Amerika’nın da üyesi olduğu BM Güvenlik
Konseyi’ne vurmuştur. ABD, altında kendi imzası olan, Güvenlik Konseyi’nin 1980
yılında aldığı 478 sayılı kararını, son davranışıyla yok saymıştır. Bu karara
göre, hiçbir ülke Kudüs’te büyükelçilik bulunduramaz. Güvenlik Konseyi’nin
daimi üyelerinin dahi dikkate almadığı, itibar etmediği bir BM’nin, diğer
ülkeler nezdinde itibarı ve inandırıcılığı da olamaz. Hiç kimse hukukun üstünde
değildir. Hiçbir ülke kuvvetine güvenerek uluslararası hukuku yok sayamaz.
Amerika silahlarıyla güçlü bir ülke olabilir. Ancak haklıysanız güçlüsünüz.
Eğer haklı değilseniz, güçlü olamazsınız. Milyonlarca insanın kaderini
etkileyecek böylesi hassas bir meselede hoyratça davranamazsınız.
Çatısı altında bulunduğumuz BM'ye,
uluslararası kurum ve kuruluşlara karşı vicdanlarda oluşan güvensizlik duygusu,
adalet duygusunu zedelemekte, milyonlarca insanı umutsuzluğa sevk etmektedir.
Bugün karşı karşıya kaldığımız uluslararası terörün en temel beslenme
kaynaklarından biri de işte bu güvensizlik duygusudur. Tüm dünyanın
temsilcileri sıfatıyla BM çatısı altında bir araya gelen devletler, terör
örgütlerinin cinâyetlerine, insani krizlere ve mağduriyetlere engel olacak bir
irade ortaya koyamadığı için, herkes başının çaresine bakmanın yollarını
aramaktadır. Mazlumlara yönelik çifte standart, çocukların katledilmesine karşı
sergilenen kayıtsızlık, tüm dünyada teröre oksijen sağlamaktadır. BM'den ve
uluslararası kurumlardan umutlarını kesen kitleler, çaresizlik ve umutsuzluk
içinde terörün tuzağına düşüyorlar. Dünyamız yeni bir kaos ve zulüm
fırtınasının içine sürükleniyor. S.37-127
Birleşmiş Milletler
Reformu
BM’nin yeniden yapılandırılması sürecinde
ikincil konular bir kenara bırakılmalıdır. Ucu açık tartışma süreçleri terk
edilmelidir. Devletler ve devlet grupları kendi dar çıkarları yerine BM
sistemini kökünden dönüştürecek gerçek bir reformcu tavır geliştirebilmelidir.
Stratejik hedeflerine odaklanmayı becerebilmelidir. Ancak o zaman imtiyazlardan
arınmış, adil ve sürdürülebilir bir gündem inşa etmek mümkün olacaktır.
Adil ve sürdürülebilir bir BM hem her
devletin adil temsilini sağlamak hem de uluslararası sistemdeki mevcut güç
dengelerini yansıtmakla ancak mümkün olabilir. Yani hem adalet hem de güç
dengesini kurmak gerekir. Bu amaçla üretilebilecek işleyebilir çözüm için Genel
Kurul ile Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkinin artık samimiyetle masaya
yatırılması gerekir. Genel Kurul’u yasa koyucu, Güvenlik Konseyi’ni de icracı
bir yapıya kavuşturmadan ne adalet sağlanır ne de BM kendini kurtarabilir.
Güvenlik Konseyi üyelerinin daimi ve
sınırsız yetkilere sahip oldukları ve Genel Kurul’a hesap vermedikleri bir yapı
sürdürülemez. Güvenlik Konseyi, Genel Kurul’dan bağımsız olamaz. Onun içinden
çıkmak ve ona hesap vermek zorundadır. BM, ancak o zaman adalet ve istikrar
arayışına hizmet edebilir. Fakat Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi arasındaki
ilişkiyi kurgulamak için atılacak stratejik adım ise öncelikle veto yetkisiyle
yüzleşmeyi gerekli kılar, Veto yetkisi ortadan kaldırılmadan hiçbir reform
çabası başarılı olamayacaktır. Bu nedenle diğer tüm konuları bir kenara bırakıp
veto yetkisi üzerine odaklanmak ve bu konu başlığı etrafında uluslararası
toplumu harekete geçirmek gerekir. Diğer başlıklarla vakit ve çaba israf etmek
ve çıkışı olmayan sokaklara savrulmak yerine asıl hedefe odaklanmak tek çıkar
yoldur. Eğer BM’nin reformunda samimiysek ‘dünya beşten büyüktür’ ilkesini
kabul etmemiz ve öncelikle bu imtiyazları kaldırmamız gerekecek.
Milletler Cemiyeti eşit temsil ilkesine
dayanıyor gibi görünmesine rağmen ne adil oldu ne de etkin. İkinci Dünya Savaşı
patladığında Milletler Cemiyeti’nin ne kadar aciz kaldığını insanlık çok acı
biçimde test etti. Bir daha test etmeye gerek yok. ‘Dünya Hükümeti’ fikrine
dayalı bir uygulama ne kimsenin tercih edeceği ne de başarı şansı olan bir
uygulamadır. Devletlerden egemenlik haklarını ‘dünya hükümetine’ terk
etmelerini beklemek bir hayal ürünüdür. Veya bazı devletlerin daha etkin
olabileceği bir kurumda tüm devletlerin egemenlik haklarını güçlülerin hâkim
olduğu bir organa terk etmelerini beklemek de doğru değildir.
BM 1945 yılında sadece 51 imzacı devlet
tarafından kuruldu. Bugün 193 üyesi var. Üye sayısı dört kat arttı. Artık
sadece İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından kurulan bir uluslararası
örgüt olarak görülemez. BM tüm dünyanın katıldığı bir örgüt hâline geldi.
İkinci Dünya Savaşı’nın iki mağlup ülkesi olan Almanya ve Japonya artık BM
bütçesine en çok katkı yapan ikinci ve üçüncü ülke konumuna geldiler. Fransa,
İngiltere ve Rusya gibi Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin maddi katkısı gittikçe
azalırken, yükselen yeni güçlerin katkısı artış göstermektedir. Ancak BM bu
yeni şartlara göre şekillenmiyor.
BM reformunun en önemli hedeflerinden biri
temsilde adaleti sağlamak olmalıdır. Bu nedenle öncelikli olarak coğrafi
temsilin adil bir şekilde sağlanması için yeniden dizayn edilmesi gerekir.
Güvenlik Konseyi’nde Avrupa tek başına iki ülkeyle temsil edilirken, Güney
Amerika ve Afrika’dan tek bir üye bile bulunmamaktadır. Hâlbuki tüm Avrupa
nüfusu dünya nüfusunun ancak yüzde beşine karşılık gelmektedir. 600 milyonun
üzerindeki Güney Amerika Güvenlik Konseyi’nde herhangi bir ülkeyle temsil
edilmemektedir. 1,2 milyarlık Afrika’dan da bir ülke konseyde yer almamaktadır.
Temsilde adaleti zedeleyen bir başka unsur da çok kültürlüğü yansıtmamasıdır,
Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisiyle donatılmış dört Hıristiyan nüfusa sahip
ülke varken, bir buçuk milyarı aşan İslâm dünyası hiç temsil edilmemektedir.
Kapsamlı ve adil bir reform dünyanın kültürel çeşitliğini yansıtmalıdır.
Temsil sorununun bir başka açıdan ortaya
çıkmasına neden olan diğer bir husus da demografidir. Hindistan, Brezilya,
Endonezya ve Pakistan sadece dördü dünya nüfusunun dörtte birini meydana getirmektedir.
Ancak hiçbiri Güvenlik Konseyi’nde yer almamaktadır. Daha genel bir ifadeyle
söylemek gerekirse, beş daimi üye bugün dünya nüfusunun sadece dörtte birine
karşılık gelmektedir. Diğer dörtte üç temsil edilmemektedir. 1945 yılında bu
beş daimi üye dünya nüfusunun yüzde 60’ını meydana getiriyordu. Ancak bugün
sadece yüzde 26’sını temsil ediyor. Dünya nüfusunun yüzde 74’ü etkisiz ve
yetkisiz bırakılmıştır. Dünya nüfusunun ancak dörtte birini meydana getiren beş
daimi üye veto imtiyazını hesapsızca ve keyfi biçimde kullanabiliyor. Böylesi
bir temsille adaletin sağlanması mümkün olabilir mi? BM temsilde adaletsizliğin
bu ölçüde derinleştiği bir dönemde gerçek misyonunu hayata geçirebilir mi?
Elbette hayır. Güvenlik Konseyi’nde daimi sandalyeye sahip ülkelerde bile BM’ye
olan destek son derece azdır. Geri kalanlar ise BM’nin işini iyi yapamadığı
konusunda neredeyse hemfikir görünüyor.
Ekonomi penceresinden bakınca da BM’de bir
temsil açığı olduğu görülmektedir. Beş daimi üye BM bütçesinin yüzde 42’lik bir
parçasını karşılarken, yüzde 58’lik parçasını karşılayan ülkeler kendi söz
haklarının olmadığı bir kuruma ödeme yapmaya devam etmektedirler. ABD’nin yüzde
22’lik katkısı düşünüldüğünde diğer dört üyenin sadece yüzde 20’lik oranda
katkı sunması daha da çarpıcı bir tablo ortaya koymaktadır. Dört ülke sadece
beşte birlik bir katkı sunarken, tüm imtiyazları sonuna kadar kullanıyor.
Böylesi bir tablonun sağlıklı bir yapının oluşmasına katkı sunması mümkün
olabilir mi? Dünya 1945’in dünyası değil. Hiçbir gösterge sabit kalmadı.
Ekonomik, askeri, toplumsal, kültürel hangi açıdan bakarsak bakalım, büyük
değişimler yaşandı. Ancak bu değişimlerin hiçbiri BM düzeyinde anlamlı bir
düzenlemeye yol açmadı. BM kendini bu yeni şartlara göre ayarlamaktan
kaçınıyor. Adalet beklentilerini karşılamadığı gibi yeni gerçekliklere de uyum
göstermiyor.
İnanç gruplarına baktığınız zaman BM
içerisinde de temsil sorunu var. Küresel karar alma ve uygulama
mekanizmalarındaki temsil adaletsizliği de Müslümanlar arasında önemli bir
rahatsızlık sebebidir. Örneğin BM Güvenlik Konseyi'nde, dünya nüfusunun önemli
bir kısmını teşkil eden Müslümanların tek bir daimi temsilcisi bulunmamaktadır.
İran, Irak, Filistin, özellikle Suriye'yle ilgili karar alınacağı zaman, bu
kararı İslâm ülkeleri değil, BM'nin beş daimi üyesi alıyor. Bu beş üyeden biri
alınacak doğru kararları veto edip süreci durdurabiliyor.
Karar mekanizmasında Müslüman, Hıristiyan,
Musevi ve Budist hepsi olması daha adil kararların alınmasını sağlayabilir. Bu
yapıda dini temsil noktasında bir adalet söz konusu değildir. Mevcut yapıyı on
beş ülke, yirmi ülkeden müteşekkil hâle getirmek BM’nin daha kapsayıcı bir
kurum hâline dönüşmesini sağlayabilir. Bu üye ülkeler iki yılda veya yılda bir
değişebilir olmalı. Sürekli değişmek suretiyle, şu anda 193 üyesi bulunan BM’de
tüm ülkeler Güvenlik Konseyi üyeliği hakkına sahip olmalıdır. Her bir ülke, dünyayı
yönetmede söz söyleyebilme hakkına kavuşmalıdır.
BM sadece günümüz şartlarıyla uyumsuz
değil. Maalesef ilk günlerinden bu yana hem adalet hem etkinlik konusunda hep
sorun yaşadı. Soğuk Savaş boyunca BM'nin işlediğini kim iddia edebilir? ABD ve
Sovyetler Birliği arasındaki bir mücadelenin diplomatik ayağı olmanın ötesinde
çözüm üretebildiği çok az konu oldu. Daimi üyeler veto yetkilerini sorumsuzca
kullanmakta sorun görmediler. Sovyetler Birliği Soğuk Savaş boyunca bu hakkı 90
kez, Amerika 68 kez kullandı. Dünyanın tüm diğer ülkeleri bir araya gelse de
tek bir vetoyu aşmayı başaramadı. Sovyetler Birliği Batı ittifakının tüm
taleplerini reddederken, ABD İsrail’in sergilediği sınır tanımaz uygulamaları
savunmakta sorun görmedi. Filistin-İsrail meselesinde tüm barış ve adalet
arayışlarını vetoyla engelledi. Filistin on yıllardır çaresizliğe itildi.
Yapılan onca zulme rağmen BM tek bir gerçekçi adım atamadı. İngiltere ve Fransa
da yine kendi dar çıkarlarını ilgilendiren konularda benzer tavır göstermekten
kaçınmadı. Bu iki ülke Süveyş Krizi’nde yaşandığı gibi kendi ulusal çıkarları
söz konusu olduğunda hemen veto silahını çekti. BM elli yıl boyunca Soğuk Savaş
şartlarına mahkûm edildi.
Soğuk Savaş’ın bittiği dönemde bir umut
doğabilirdi. Ancak bu umut da çok kısa sürede boğuldu. Başta Amerika olmak
üzere büyük güçler BM’yi kendi uluslararası siyasetinin bir aracı olarak
görmeyi bırakmadı. Amerika kendi tercih ettiği askeri operasyonları BM
zemininde meşrulaştırma gayreti gösterirken, Rusya ve diğer ülkeler BM’yi ve
Güvenlik Konseyi’ndeki imtiyazlarını işlerine geldiği gibi kullanmayı
sürdürdüler. Yeni bir düzen arayışı ve yeni bir adalet arayışı maalesef hiçbir
zaman samimiyetle değerlendirilmedi. 2003 yılında, Irak Savaşı öncesinde
yaşananlar bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. ABD, Irak işgalini
meşrulaştırmak adına Saddam yönetiminin kitle imha silahları bulundurduğu
iddiasını Güvenlik Konseyi önünde seslendirdi ancak muhataplarını ikna etme
noktasında başarısız olunca BM meşruiyetini de göz ardı edebileceğini gösterdi.
BM’nin içi bir kez daha boşaltıldı.
BM’nin bütün tarihine bakıldığında veto
yetkisi maalesef en kritik konularda ve rahatça kullanılmaktadır. Rakamlarla
söylemek gerekirse, BM Güvenlik Konseyi’nin önüne gelen 2446 tasarıdan 249’u
veto edilmiş, Bunların 112’si Rusya, 81’i Amerika, 29’u İngiltere, 16’sı Fransa
ve 11’i Çin tarafından kullanıldı. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse,
masaya gelen konuların neredeyse % 10’u bir veya birkaç daimi üye tarafından
veto edilmiş ve sonuçsuz kalmıştır. Kimse diğer % 90’a aldanmasın, Konsey’de
kabul edilen konu başlıkları nadiren kritik konular üzerinedir. Veto yetkisinin
kullanıldığı % 10 kritik konuları kapsamaktadır. Veto yetkisinin
kullanılmasından daha kötüsü, veto tehdidinin kullanılmasıdır. Maalesef bu
istatistiğe girmeyen yüzlerce konu bu tehdit nedeniyle Konsey’in önüne
gelebilme şansını bile yitirmiştir. Kapalı kapılar arkasında bir ve/veya daha
çok daimi üyenin veto edeceğini bildirmesi sonrasında birçok siyasi ve
stratejik başlık masaya gelmeden rafa kaldırılmaktadır. Dünya siyasetinde
onlarca konu başlığı çözüm beklerken, Güvenlik Konseyi’ndeki bu oyunlar
sayesinde BM işlevsiz hâle gelmekte ve dünya barışını ilgilendiren konulara
çözüm üretememektedir.
Daha adil ve etkin bir BM için Güvenlik
Konseyi’nin yetkilerinin daraltılması ve Genel Kurul yetkilerinin
genişletilmesi bir zorunluluktur. Fakat böylesi bir reformun gerçekleşmesi için
öncelikle odaklanılması gereken konu veto yetkisidir. Güvenlik Konseyi’nin
daimi üyelerinin veto yetkileri kaldırılmadığı müddetçe hiçbir reform arayışı
mümkün olmayacaktır. Son yıllardaki gelişmeler bize açıkça gösteriyor ki, veto
yetkilerini kaldırmak hukuken çok zor olmasına rağmen, siyaseten
gerçekleştirilme şansı vardır. Yeter ki odak noktası kaybolmasın. Dünyanın
büyük çoğunluğu belki pozitif bir gündem üzerinde bir araya gelmekte güçlük
çekebilir ancak beş ülkenin imtiyazlarını sorunsallaştırmak son derece
mümkündür. Bu nedenle ilk gündem maddesi bu olmalıdır. Dünyanın büyük çoğunluğu
bir araya gelmeli ve şu noktada karara varmalıdır:
Dünya beşten büyüktür. S.129-211
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı:373 / Aralık 2021