Son yıllarda bazı mübtedi tufeylilerin; Ehl-i sünnet ve’l Cemaatın önde gelen şahsiyetlerinden İmam-ı Eş’ari’ yi (rh.a) hedef tahtasına koymaları, keyfi ve indi şuçlamalarda bulunmalarının bir değil, birden fazla sebebi vardır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in öncüsü İmam “Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (rh.a) ilmî ve fikrî sahada tanınan en önemli isimlerden biri olduğu ve bıraktığı eserlerin, İslâmi ilimlerin bir çoğunda halen canlı olarak devam ettiği İslâmi ilimlerden biraz nasibi olan kimseler için gizli değildir. Yaşadığı dönemde gerek Haşeviyye, gerek Mutezile fırkasının itikadi keyfiyete hâiz ideolojisini mahkûm eden “Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, Allah’ın (cc) sıfatları konusunda ifrad ve tefrite düşen bu fırkaların iddiaların bâtıl olduğunu isbat etmiştir. Bu sayıda tanıtımını yaptığımız eser, sahasında bir ilk olma özelliğini taşımaktadır.
İmam El-Eş’arî
|
Giriş
“İmam el-Beyhakî’nin, Muâz b. Rifâ’a,
İbrahim b. Abdurrahman el-U’zrî tarikiyle rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:
‘Bu ilmi (İslâm dinini),
her neslin adil olanları devralacaktır. Bunlar, aşırıların tâhrifatını, bâtıl
ehlinin intihâlini ve câhil kimselerin tevillerini o ilimden uzak tutarlar.’
İslâm, Allah Teâlâ’nın âlemlere gönderdiği
ve gayretleri hiçbir şekilde körelmeyen kararlı ve adalet sahibi âlimler
marifetiyle ona iç savunma yetisi bahşetmiş olduğu hak dindir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in öncüsü İmam
el-Eş’arî’nin (rh.a)’ ilmî ve fikrî sahada tanınan en önemli isimlerden biri
olduğu ve bıraktığı eserlerin, İslâmi ilimlerin bir çoğunda halen canlı olarak
devam ettiği, İslâmî ilimlerden biraz nasibi olan kimse için gizli değildir.
Bu çalışma, kökleri sabit, dalları semada
olan ilim ağacından, önce bizim sonra da ilim taliplerinin istifade etmesi
maksadıyla ortaya konan çabanın ürünüdür.” (S.14)
Doğumu, İsmi ve Nesebi
“Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (rh.a), H.260
senesinde Basra’da doğdu. İmam el-Eş’arî’nin (rh.a) soyu, hem fazilet hem de
ilim bakımından sahabenin büyüklerinden kabul edilen Ebû Musa el-Eş’arî (r.a)’a
dayanmaktadır.
Efendimiz (s.a.v) ’in, birçok hadis-i
şerifte Ebû Musa el Eş’arî (ra) ve mensup olduğu Eş’ar kabilesi hakkında
övgüyle bahsettiği bilinmektedir.” (S.35)
İmam El-Eş’arî’nin
Yetiştiği Ortam
“İslâm devletinin parlayıp siyasi düzenin
sağlandığı, İslâmiyet’in hızla yayıldığı ve insanların fevc fevc Allah’ın
dinine girdiği dönemde, eski dininden kalan bazı bilgilerin etkisinden
kurtulamayan kimseler ve dolayısıyla yeni dinleri olan İslâm’ı anlamak için
daha fazla bilgiye ihtiyaç duyan insanlar bulunuyordu. Bunların yanında bir
grup daha vardı ki bunlar, görünürde İslâm’a girmiş olan fakat kalplerinin
derinliklerinde İslâm’a ve Müslümanlara karşı planları bulunan kişilerdi. ‘Zenâdika’
olarak tanınan bu kesim, İslâm’a saldırmak için fırsat kolluyor, bu amaçla
ellerinden geldiği kadar çirkinleşebiliyorlardı.
Ayrıca bu dönem Yunanca, Farsça, Hintçe
vd. dillerde yazılan eski ilim eserlerinin tercüme edildiği dönem olarak da
bilinir. Tercüme hareketleri, hem beşeri bilimlere destek olmak hem de hendese,
tıp, eczacılık gibi fen bilimlerinden yararlanmak amacıyla halifeler tarafından
açıkça teşvik ediliyordu. Sorun şuydu ki, söz konusu eski ilimler -özellikle
sapık felsefi bilgiler-, içlerinde birçok yanlışı barındırıyordu. Tercüme
hareketlerinin bazı olumlu etkilerine rağmen bu durum, İslâmi kesimde bu
ilimlere karşı olumsuz bir tepkinin oluşmasına neden oldu.
Bu savunma/karşı koyma yükünü omuzlayanlar
arasında Mutezile’den bir grup da bulunuyordu. İslâm’a saldıranlara karşı koyan
Mutezile, kendini iki düşman arasında buldu. Bu düşmanlardan biri, eski
dinlerinden kalan görüş ve düşünceleri halen taşıyan, dinin dışından saldıran
sinsi bir düşmandı. Diğeri ise, ümmetin içinde bulunan, anlayış yoksunu olan ve
maalesef zahit kişiliklerinin etkisiyle birçok kişiyi aldatan bir düşmandı.
Aslında bunlar, akli meseleleri kavrayacak dirayet ve kapasiteye sahip
olmadıkları için, Yahudi ve Mecusîlerin bir takım sapık fikirlerinin etkisinde
kalmış kimselerdi. Becerebildikleri tek şey -dost düşman bellemeden- kelam
konusunda fikir yürüten âlimlere sataşmaktan ibaretti. Bu kimselere bir iş
verilse gündüz gözüyle bile üstesinden gelemezlerdi.
Mutezile âlimleri, zındıkların
görüşlerinin tutarsızlığını ortaya koyuncaya kadar, içerdeki düşmanı
önemsemeden sürekli dış düşmanla mücadele ettiler. Bu uğraşı tamamlandıktan
sonra içerideki düşmanla ilgilenmeye başladılar ve bunların görüşlerinin değersiz
olduğunu ortaya koydular.
Mutezile, iç ve dış düşmanla mücadele
ederken, hasımlarından kalplerine, hiç de küçümsenmeyecek derecede kalbi ve
fikri hastalıklar/şüpheler bulaşmıştı.
Fikrî mücadelelerin sürdüğü esnada fukaha
ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin birçoğu bu tartışmalara katılmayıp sahabe ve
kibâr-ı tabiinin yolu olan, dinin zaruri ilkelerini ortaya koymakla yetinmeyi
tercih etmişlerdi. Üstelik bu din düşmanlarının kendilerine has bir jargonu
vardı ve onlara ancak bu dili kullanarak karşılık verilebilirdi.
Durum böyle olunca, Mutezile’den İslâm’ı
müdafaa eden cedel ehliyle ümmetin fakihleri ve muhaddisleri arasında büyük bir
uçurum meydana gelmiş oldu.
Daha da vahimi, bu durum devam ederken
Halife Me’mûn, Mutezile’ye destek çıkmış, fukaha ve muhaddislere karşı onlara
yardım etmeye başlamıştı. Halife’yi arkasına alan Mutezile, Ehl-i Sünnet ile
arasında en meşhur ihtilaf olan Kuran-ı Kerim’in mahlûk olduğunu ve Mutezile ve
taraftarlarının tevehhüm ettiği, Allah Teala’ya yakışmayan bir takım görüşlerini
insanlara silah zoruyla söyletmeye başladı. Hâlbuki fikir/düşünceye yönelik
tahrifatın en tehlikelisi, fıkri tartışmalarda devletin taraf tutmasıdır.
el-Me’mûn’un hilafeti sona erdiğinde,
halefi olan el-Mu’tasım da halkına karşı gerçekleştirdiği uygulamalarında
selefi el-Me’mûn’un izinden çıkmadı. El-Mu’tasım’ın hilafetinden sonra yerine
gelen el-Vâsık da, halkına karşı uygulamalarını selefleri gibi devam ettirdi;
hatta daha da ileri giderek, insanları, Allah Teala’nın kıyamet günü
gürülemeyeceğini söylemeye zorladı.
‘Mihne’ diye bilinen, fukaha ve
muhaddislerin pekçok sıkıntı çektiği bu dönem, el-Mütevekkil’in hilafet
makamına geçmesine kadar sürdü. O, insanları bu gibi meseleleri tartışmaktan
yasaklayarak Mihne dönemini sona erdirmiş oldu.
Mihne döneminde ilim ehli birçok eziyet
çekmişti; bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı zindanlara atılmış, amansız
işkencelerden kurtulmak isteyen bir kısım da çareyi gizlenmekte bulmuştu. Bir
kısım ulema daha vardı ki, büyük İmam Ahmed b. Hanbel’in başlarını çektiği bu
ulema işkenceler karşısında dimdik durmuş, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’i
savunmuşlardı.
Şurası bir gerçek ki, Halife
el-Mütevekkil, Ehl-i Sünnet’e yardım etmemiştir. Fakat Mutezile’nin bulduğu
desteği kesmiş ve tarafsız bir tavır sergilemiştir. Böylece fakihler, muhaddisler
vd. Ehl-i Sünnet âlimleri eğitim, kitap telifi ve ilim yolcuğu gibi ilmi
çalışmalarına huzur içinde devam edebilmişlerdir. Burada önemsedikleri en
değerli nokta, dini, önceki nesillerden devraldıkları gibi kendilerinden sonra
gelenlere kusursuz bir biçimde aktarmak olmuştur.
Fakat ayak takımından bazı câhiller
yeniden ortaya çıkarak Ehl-î Kitap inancından etkilendikleri bir takım
görüşleri yaymaya, boylarını aşan meseleleri kurcalamaya başladılar. Allah
Teala’yı, hareket, intikal, oturmak vb. vasfedilmesi uygun olmayan özelliklerle
vasıfladılar. (Allah Teâla, bir mekânda bulunmaktan yüce ve münezzehtir!)
İçinde herhangi bir fayda barındırmayan, tamamen boş sözlerden oluşan
mukaddimelerden hareketle yanlış düşüncelere vardıkları için ehl-i ilim bu kimseleri ‘Haşeviyye’
nisbesiyle anmaya başladı.
Haşeviyye, Allah Teala’nın sıfatlarını
isbat etmede ifrata düşerek, O’nu tecsim etmeye başlamışken; Mutezile de Allah
Teala’dan noksan sıfatları tenzih etmede o derece tefrite varmıştı ki, artık
O’nun mevcut sıfatlarını inkar etmeye başlamıştı.
Her iki tutum da yanlıştı; eskilerin
söylediği gibi: ‘Allah Teala’nın sıfatlarını iptal eden yokluğa ibadet eder;
O’nu bir şeye benzeten de puta tapar.’
Müslümanlara ve ulemaya yaptığı onca
şeyden dolayı insanlar, Mutezile’nin İslâm’ı ve Kurân-ı Kerim’i müdafaa eden
yönünü unuttu. Ayrıca Mutezile âlimleri, her ne kadar akli vb lügavi ilimlerde
bilgili olsalar da nakli ilimlerde, özellikle Efendimiz (s.a.v.)’in sünneti
konusunda zayıf kalıyorlardı. Haşeviye’nin durumu ise tam tersiydi; akli
ilimlerden tamamen nasipsizdiler. Sünnet’i delil olarak kullanmaya çabalasalar
da onların sünnet konusundaki bilgileri zayıf ve kıymetsiz rivayetlerden
ibaretti. Bu iki taraf ya ifrata düşmüştü ya da tefrite varmıştı.
Orta yolda giden, mutedil olanlar ise,
ümmetin fakihleri, usûlcüleri ve muhaddislerinden oluşan imamların saflarında
bulunan kimselerdi. Fakat bunların sesleri kısıktı. İlim ehli sadece ilim
halkalarında kendi aralarında bilgi alışverişi yapıyordu, câhillerin
borazanları ise bâtıl düşüncelerini her tarafta öttürüyordu.
İslâm ümmetinin geçirdiği böylesine
sıkıntılı bir dönemde imamımız Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (rh.a) ortaya çıkmıştır.”
(S.43-49)
İmam El-Eş’arî’nin
Ortaya Çıkışı
“İmamımız Ebu’l-Hasen el-Eş’arî,
Mutezile’nin içinde yaşamıştı. Mutezile imamlarının en büyüğü olan Ebû Alî
el-Cübbâî, annesinin sonradan evlendiği kocası, kendisi de onun üvey evlâdı
idi. Çocukluğundan beri Ebû Alî el-Cübbâî’ye öğrencilik yapmıştı. Ebû Alî
el-Cübbâî, hastalığı ilerleyene kadar el-Eş’arî’ye Mütezile’nin usul ve
sistemini öğretmişti. Kırk sene boyunca yanından ayrılmayarak ilim öğrenen İmam
el-Eş’arî’nin, onun yakın talebesi olduğunda şüphe yoktur. Öyle ki, Ebû Alî
el-Cübbâî’nin başına, onu ilim ortamında bulunmaktan ve münazara etmekten
alıkoyan hastalık vb. bir durum geldiğinde ‘Benim yerime sen git!’ diyerek
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’yi gönderirdi.
Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Mutezile kelamı
üzerine çalışarak i’tizal konularındaki bilgisini öylesine derinleştirdi ki,
onların gözünde parmakla gösterilecek kadar saygın bir konuma ulaştı. Fakat o,
parlak bir akla ve selim bir fıtratfa sahip olan, gerçeği, taassuba kapılmadan
araştıran biriydi. Nitekim derste hocalarına sorduğu bazı sorulara tatmin edici
cevaplar alamadığında bu durum onu şaşkınlık içinde bırakıyordu. Allah
Teala’dan, ona feraset ilham etmesini ve onu, razı olduğu doğruya iletmesini
isteyerek hakikati bulma arzusuyla araştırıyordu.
Kırk yaşında fikrî ve aklî olgunluğa
ulaştığında, Allah Teala’dan kendisine doğruyu göstermesini isteyerek hakikati
araştırdıkça şaşkınlığı daha da arttı. Sonunda Allah’ın tevfiki gelmiş ve
aklındaki bulanık konular açığa kavuşmaya başlamıştı. Fakat bu şaşkınlık
yakasını bırakmamıştı; kalbini tatmin edecek ve onu ilme’l-yakînden
ayne’l-yakîne götürecek ruhi bir güce ihtiyaç duyuyordu. Bu iltica ve tazarru
hali, Allah Teala’nın ona doğruyu ve rüşdünü ilham edinceye kadar sürmüştü.”
(S.57)
İmam El-Eş’arî’nin
Hakikati Araştırma Yöntemi
“İmam el-Eş’arî’nin hidayet serüvenine
bakarak, onun hakikati araştırırken takip ettiği usûl ve yönteme dikkatimizi
vermemiz gerekiyor. Bunu birkaç maddede özetleyebiliriz:
1. Hakikati araştırırken
taassuptan kaçınmak. .. Hakk/doğru açık bir şekilde ortaya çıkınca,
Mutezile içinde geçirdiği kırk senesi, İmam el-Eş’arî’nin doğruya dönmesine
engel olmamıştı. İmam el-Eş’arî’nin bu davranışı, hakikati araştıran herkes
için, uzun bir süre inanıyor olsa bile hiçbir fikrin onu esareti altına
almaması, aksine hakikat ortaya çıktığında onun peşinden gitmesi gerektiği
konusunda dersler barındırır.
2. Düşünce faaliyetini ara
vermeden sürdürmek ve zihnin meşguliyederden arınması için belli vakitlerde
uzlete çekilerek düşünce mesaisini artırmak...
3. Allah Teala’ya sığınarak O’nun
önünde aciz olduğunu itiraf etmek, sürekli O’na itaat ederek doğruya
eriştirmesini O’ndan istemek. .. Zira O, tek başına hidayeti yaratacak ve
ona ulaşaracak kudrete sahiptir. Sebeplere sarılmayı ihmal etmemek fakat bu
sebeplere değil, Allah Teala’ya güvenmek..
4. Şer’î konularda eşsiz kaynak
olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’i dayanak kabul etmek; dini hükümler söz konusu
olduğunda onlara uyanları kabul edip diğerlerini reddetmek... Bu yaklaşım
aklın değerini düşürmez. Çünkü aklın sahası akli konulardır. Şer’î konularda
ise aklın yetkisi şu üç şey ile sınırlıdır:
Söz konusu şer’î konunun doğruluğunu
ortaya koymak,
Şer’î konuyu doğru bir şekilde anlamayı ve
gereğince amel etmeyi sağlamak...” (S.62)
Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat’in İmam El-Eş’arî İsmiyle
Anılması
“O, Ehl-i sünnet dilini konuşan ilk kimse
değildir. Kendi dışındaki (Ehl-i Sünnet kimse)lerin yolundan gitmiş ve Ehl-i
Sünnet’e yardım etmiştir. Böylece mezhebin beyanı artmış, delilleri
güçlenmiştir. Ne yeni (bi’dat) bir görüş ortaya atmış ne de kendi başına bir
mezhep oluşturmuştur. EhI-i Sünnet’e yardım noktasında mezhep içinde onun kadar
telif, şerh ve hacimli eserler meydana getiren bulunmamaktadır.’
İbn Asâkir, müslümanların önder
şahsiyetlerinden oluşan büyük bir kitlenin İmam el-Eş’arî hakkındaki sözlerini
şöyle aktarır:
‘O, hem hadis ehlinin imamlarından hem de
usulcülerin öncülerindendir. Onun yolu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yoludur.
İnancı da, hem hadis hem de usul ehlince razı olunmuş, kabul görmüştür.’
İmam el-Eş’arî’nin; ‘Hâris el-Muhâsibî,
Abdullah b. Küllâb vb. Ehl-i Sünnet’in önemli isimleri arasından temeyyüz
etmesinin sebebi olarak İbh Asâkir, fakih İbn Ammâr el-Külâ’î el-Mayurkî’den
şunları nakleder:
El-Me’mûn ve el-Mu’tasım’ın hilafeti
döneminde mihne, Mutezilenin eliyle iyice şiddetlendiğinde Ahmed b. Hanbel
onlarla (kelami) mücadeleye girmekten kaçınmıştı. Mutezile ise, bâtıla yardım
zafiyetini bildiği ve sunacak bir delilleri de bulunmadığı için İmam’ın bu
tavrını çarpıtarak halifelere (Ehl-i Sünnet’i kastederek) ‘Onlar, bizimle
münazaradan kaçıyorlar’ demişler, bu durumu fırsat bilerek Ehl-i Sünnet
alimleri hakkında iğrenç şeyler söylemişlerdir. Öyle ki, bu dönemde Ahmed b.
Hanbel ve daha birçok Ehl-i Sünnet âlimi çok büyük eziyetler görmüştür.
Mutezile, mihne döneminde insanları,
Kuran-ı Kerim’in mahlûk olduğunu söylemeye o derece zorlamıştır ki, Kuran-ı
Kerim’in mahlûk olduğunu söylemeyen hiçbir şahidin şehadeti kabul edilmiyor,
hiçbir kâdıya fetva sorulmuyor, hiçbir müftî fetva veremiyordu!
Mütekellimlerden, Abdulaziz el-Mekkî,
Hâris el-Muhâsibî, Abdullah b. Küllâb gibi bir çok isim de Mihne dönemini
görmüşlerdi. Fazlaca zühd ve çile hayatı süren bu insanlar ehl-i bid’ata destek
çıkmak bir yana onların arasına asla karışmıyor, aksine bidat ehlinin
görüşlerini etkisiz hale getirmek için reddiyeler yazıp kitaplar telif
ediyorlardı. Bu durum, bir kısmından sonra gelen, bir kısmının da muasırı olan
Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail b. Ebî Bişr eI-Eş’arî ortaya çıkıncaya kadar devam
etti. O, Ehl-i Sünnet mezhebinde kelam ilmiyle ilgili Mutezile’nin delillerini
çürüten ve heveslerini kıran birçok eser telif etti, birçok kitap yazdı.
İmam el-Eş’arî, tek başına onların
yanlarına gider ve onlarla münazara ederdi. Bu davranışı mevzubahis olduğunda
ona; ‘Bid’at ehlinden uzak durman söylenmişken neden tek başına onların yanına
gidip aralarına giriyorsun?” diye sorulunca İmam el-Eş’arî şöyle karşılık
verdi:
‘Onlar yönetici kesim olduğu için bana
gelmeye tenezzül etmezler. Onlar bana gelmiyorlarsa benim onlara gitmem
gerekir; aksi halde hak nasıl ortaya çıkar, Ehl-i Sünnet’i delilleriyle
destekleyen birinin bulunduğunu nasıl bilirler?!”
İmam el-Eş’arî’nin birçok münazarası
el-Cübbâî ile gerçekleşmiş, birçok mecliste ona galebe çaldığı vuku bulmuştur.
İmam el-Eş’arî, telif eserleri artıp tüm
gayretiyle Ehl-i Sünnet’e yardım etmeye başlayınca Ehl-i Sünnet mezhebinden
Malikî, Şafî ve bir kısım Hanefîler onun izinden gitmeye başladılar. Doğusuyla
batısıyla tüm Ehl-i Sünnet, onun ağzıyla konuşuyor, onun kanıtlarıyla delil
getiriyordu. Onun, sayılamayacak kadar çok eseri bulunmaktadır.
Seleflerinin yaşadığı dönemde bid’at
ehlini eleştirmek suretiyle onlarla mücadele etmekten kaçınmak, görüşlerinin
yayılmaması ve bid’at görüşlerin insanların dikkatini çekmemesi adına hikmetli
ve ferasetli bir davranış idi. Buna bağlı olarak selef-i salihin, dünyevi
şeylerin cazibesinden kalplerinin etkilenmesi endişesiyle, devlet erkânı ve
ehl-i dünyanın meclislerinde bulunmaktan da uzak duruyordu.
Fakat bid’at ehli hâkim güç haline gelip,
devlet ve ricali onlar için çalışmaya başlayınca hikmetin gereği sayılan bu
durum ortadan kalkmış; selef âlimlerinin söz konusu kaygıyla onlarla münazara
etmekten kaçınmasının fayda vermeyeceği anlaşılmıştı. Tersine, artık ümmete
fayda verecek maslahat, onlarla münazaraya gidip onları susturmak ve böylece
uydurdukları şeyler yüzünden câhil kesimin aldanmasının önüne geçmek olmuştu.
Burada şunu belirtmek gerekir: İkinci
tavırdaki hikmet, Allah korkusundan (vera’) doğmuştur. Allah korkusunun ise
herhangi bir sınırı bulunmamaktadır. Ümmetin maslahatı, ferdin maslahatından
önce geldiğinden İmam el-Eş’arî, keskin basirtetiyle seleflerinin hedefini
gerçekleştirmiş, fakat bunu yaparken onların yönteminden farklı bir yol
izlemiştir.
Önemle vurgulanması gereken bir diğer
husus da şudur:
İmam el-Eş’arî ve ondan sonra gelen
takipçileri yeni bir yol/inanç uydurmuş değillerdir. Aksine onlar, Allah
Rasulü(s.a.v)’in ashabı, Tabiin ve bu ümmetin âlimlerinin büyük çoğunluğunun
akidesini açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Onun çabası, bu inancın
yerleşmesini sağlamak ve üzerindeki tozları silkelemek amacını taşımıştır. Bu
gayret, Ehl-i Sünnet mezhebine yardım ederken, bir takım yeni araçlar/
olanaklar kullanmasına engel değildir. Bu açıdan bakıldığında, vesile/araç
bakımından değil, sistem/ metod bakımından selefe tabi olunması gerektiği
ortaya çıkmaktadır.” (S.67)
Nassların Tefsirinde
İmam El-Eş’arî’nin Metodu
1. İtidal/Mutedil olmak:
İmam el-Eş’arî, aşırılık ve tarafgirlik
nedeniyle kimi zaman yöntem kimi zaman sistem bakımından ehl-i İslâm arasında
baş gösteren ihtilaflar konusunda çok hassastı.
Mutezile, aklı nakil/nasslar
(Kitab-Sünnet) üzerine hâkim kılarak, akla ters düştüğü için Allah Rasulü
(s.a.v)’den sabit birçok nassı inkâr; Kuran-ı Kerim’in birçok ayetini de
zorlama yorumlarla tevil etmişti.
Haşeviye, aklı tümüyle devre dışı
bırakmış, tamamen nakle yönelmişti. Öyle ki, yalan-uydurma rivayetlerin çoğuyla
amel ediyordu. Aynı zamanda nassların zahirine göre amel etme konusunda
tavizsiz bir tutum sergilemeleri onları, tecsim akidesine ve uzuv-yön gibi
Allah Teala’ya yaraşmayacak şeyleri O’na yakıştırmaya sürüklemişti. (Allah
Teala zalimlerin attığı iftiralardan çok yüce, münezzehtir)
İmam el-Eş’arî geldiğinde insanları,
şunları savunarak İslâm’ın vasat/ mutedil olan yoluna davet etmişti:
Akıl, Allah Teala’nın katından gelen ve
üzerine mükevvenatı kuran Allah Teala’nın bir kanunudur. Nakil ise Allah
Teala’nın mahlukatına gönderdiği bir elçidir. Kendisinden ancak sonsuz hikmet
sadır olan hakîm Allah’ın katı bu ikisinin kaynağı olduğuna göre akıl ve naklin
birbirine ters düşmesi ihtimali bulunmamaktadır. Bunların arasında bir ihtilaf
bulunuyorsa orada mutlaka bir eksiklik vardır; nakil ya sağlam değildir veya
sağlamdır ama anlamı açık değildir yahut akıl sandığımız şey salim/ sağlıklı
değildir. İkinci olarak, kusuru akıl veya nakilde değil kendi anlayışımızda
aramamız gereklidir.
2. İhtilafın kaynağını araştırıp
tüm yönleriyle ortaya koymak:
Aklı ve nakil kaynakları itibariyle
birbiriyle uyumlu olduğuna göre aralarında vuku bulacak uyuşmazlık ancak insan
anlayışından kaynaklanabilir. İmam el-Eş’arî ve peşinden gelen ekolü, ihtilafın
düğümlendiği noktayı araştırmak suretiyle Müslümanlar arasındaki ihtilafları
çözmeye kendilerini adamışlardı. Bu da, ihtilaf ve ittifak edilen konuları
ortaya çıkarmak suretiyle mümkün olabilirdi. İmam el-Eş’arî bu yöntemle
Müslümanlar arasında baş gösteren birçok ihtilaflı meseleyi çözüme
kavuşturmuştu.
3. Meseleleri hassas ilmi
yöntemlerle değerlendirmek:
İmam el-Eş’ad ve ekolü, usullerinin hassas
olmasıyla temayüz etmiştir. Eş’arîlik, neticeleri/ hükümleri, kesin olgular ve
tüm kanıtlar üzerine inşa etmeyi yöntem olarak benimsemiş; Kuran-ı Kerim ve
Sünnet’i, seçici davranmadan bir bütün olarak kabul etmiştir.” (S.81-85)
İmam El-Eş’arî ve
Ekolünün Tekfir Bid’ati Karşısındaki
Tutumu
“İmam el-Eş’arî ve ekolü, akidesinde
Müslümanları tekfir etmekten sakındırmayı ve bu tutumun din aleyhine
oluşturduğu tehlikeye dikkat çekmeyi esas kabul etmiştir. O, bu konuda Şöyle
der:
“Bizim görüşümüz, ehl-i kıbleden, zina,
hırsızlık ve içki içme gibi günahlar işleyen hiçbir kimseyi tekfır etmeme
yönündedir. Nitekim Hariciler, tekfir fenalığına düşmüş ve bu kimselerin kâfir
olduğunu iddia etmişlerdir. Biz şunu savunuyoruz: Büyük günahları veya benzeri
günahları, helal sayarak işleyen kimse, onların haram olduğuna inanmıyorsa bu
durumda dinden çıkabilir. ”
Mutezile, Şia ve Hariciler vb. ehl-i
kıbleden olan muhaliflerinin hiçbirini tekfir etmeyen bu davranış Eş’arî
ekolünün ana hatlarından birini oluşturmaktadır. Bunun izahı şudur: Bu fırkalardan
her biri, Kuran-ı Kerim ve Sünnet’in delaleti kat’i olmayan / müteşabih
nasslarını dayanak kabul edip bu nassları kendi anlayışları doğrultusunda
yorumlamışlardır. İslâm’ın temeli ve aslı iman olduğuna göre, nasıl ki o iman
ancak yakin/ kesin inanma gerçekleştiğinde bir insanı İslâm’a sokuyorsa aynı
şekilde yakin / kesin inkâr sebebiyle İslâm’dan çıkartır; kesin olmayan
düşünceler sebebiyle çıkartmaz.
Bu bakımdan bizim bu kimselerle ilmi bir
zemin üzerinde münazaralar yaparak onları hakka/ doğruya götürmemiz
gerekmektedir.” (S.88-92)
İmam El-Eş’arî’nin
Müteşabih Nasslar Karşısındaki
Tutumu
“İmam el-Eş’arî (rh.a) ve ekolü müteşabih
nasslar konusunda iki yol izlemiştir.
Birincisi, görünüşünden Allah Teala’ya el,
yön gibi madde / cisimlik isnat eden bir ayetle karşılaştığında zahir anlamını,
O’na cisimlik atfetmeyecek bir manaya tevil etmiş, söz konusu müteşabih
kelimelerin Arap dilindeki anlamlannı inceleyerek içlerinden Allah Teala’nın
şanına en yaraşır olanını tercih etmiştir.
İkincisi ise, ilgili nasslara, tevile
başvurmadan zahir anlamları üzerinden yaklaşarak, tecsim akidesine düşmeden
mezkur nassların bilgisini Allah Teala’ya bırakmıştır. Bunu yaparken, nassların
ilk bakışta görünen zahir anlamlarının kesinlikle gayr-ı murad olduğuna
inanmıştır. Dolayısıyla söz konusu nassların yorumuna girişen müfessirin: ‘Bu
ayetten kastedilen şeyi en iyi bilen Allah’tır’ demesi elzem olup, herhangi
bir insanın sorumluluktan kurtulması için ‘Allah’tan (cc), Allah Rasulü’nden
(sav) ve Allah Teala’nın muradı üzere gelen şeylerin tamamına iman ettim’ demesi
yeterlidir.
Gerçek şudur ki, Yüce Mevla’yı noksan
sıfatlardan tenzih etme noktasında bu yolların ikisi de aynıdır. Müteşabih
nasslanrın manalarına dalıp gitmek herhangi bir fitne ve kargaşaya zemin
hazırlayacaksa, Selef âlimlerinin genelinin tavrına uyarak, onları tevil ve
tefsir etmekten kaçınınız. Fakat tersi bir durum olur da müteşabih nassların
manalarına kayıtsız kalmak herhangi bir fitnenin çıkmasına ve İslâm’a saldırmak
için fırsat kollayanların bu fitne ortamından çıkar sağlamasına sebep olacaksa,
Selef alimlerinin bir kısmının, Halef alimlerinin ise genelinin tavrına uyarak,
onları dinin kesin temelleri ve fasih Arap dili ışığında tefsir ederiz. Bu
bakımdan her iki yolun da hedefinin Allah Teala’yı, O’na yaraşmayan
özelliklerden tenzih etmek ve fitneyi kökünden söküp atmak olduğunu söylemek
doğrunun ifadesi olacaktır.” (S. 96)
İmam El-Eş’arî’nin Fıkhî
Mezhebi
“İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, selef-i
salihinin büyük imamlarından ve aynı zamanda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in de
önde gelen isimlerinden biri olduğu için fıkıh mezhepleri müntesipleri büyük
imamın kendi mezheplerinin müntesibi olduğunu savunarak onur yarışına
girişmişlerdir. Doğrusu İmam el-Eş’ari gerçekten onur duyulacak biridir.
Biyografisini kaleme alan Hanefiler kitaplarında onun Hanefi olduğunu
söylerken, Malikiler ve Şafiiler de onu kendi mezheplerine nispet etmişlerdir
Hanbelilerin durumu da farksızdır.
Merhum Allame Muhammed Zahid eI-Kevseri,
İmam el-Eş’ari’nin başlarda Hanefi olduğunu, Mutezile mezhebinden çıkıp da
Ehl-i Sünnet mezhebine döndükten sonra Hanefilikten ayrıldığına dair herhangi
bir bilginin sabit olmadığı görüşünü tercih etmiştir.
Zahit el-Kevseri merhum, fıkıh
mezheplerinin onu paylaşamamasının sebebi olarak şu noktaları vurgular:
İmam el-Eş’arî, mezheplerden herhangi
birini taraf tutarak diğerlerine cephe almıyor; yeri geldiğinde mezheplerin
fıkhi görüşleri hakkında kendi nazarını işletebiliyordu. Öyle ki, müctehidlerin
bazı fer’î meselelerdeki görüşlerini tashih ettiği bile nakledilmiştir. Onun bu
dirayet ve kişiliği Ehl-i Sünnet kavramının, onun hakk daveti hakkında
kullanılmasını kolaylaştırmıştır.
İmam el-Eş’arî’nin yolunu izleyenlerin
fıkhi mezheplerine değinecek olursak, ilim ehlinin de açıkça belirttiği gibi,
Medine imamı olan İmam Malik’in bidat ehline ve onların sapkın düşüncelerine
karşı tavrı net olduğundan Malikilerin tamamının Eş’arî olduğundan Şafiîlerin
dörtte üçünün, Hanefîlerin üçte birinin, Hanbeli mezhebinin ise önemli
isimlerinin Eş’arî mezhebine müntesip olduğu söyleyebiliriz.
Hanefi mezhebinin kalan müntesiplerinin
çoğu, Maveraünnehir ülkelerinde Ehl-i Sünnet’in imamı olan Ebu Mansur
el-Maturidi’nin yolunu izlemişlerdir. Maturidilik çok az bazı farklar dışında
Eş’arî mezhebine benzemektedir. Ebu Mansur el-Maturidi ve Ebu’l-Hasen
el-Eş’arî, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin iki imamıdırlar. Allah kendilerinden razı
olsun.” (S.101)
İlmî Dirayeti
“İslâmi ilimlerin farklı alanlannda nice
telifat vermesi ve aralarında birçok velî, müttaki, sâlih ve âlimin bulunduğu
ümmetin genelinin akidede onun yolunu izlemesi, İmam el-Eş’arî’nin ilminin
genişliğini ve marifetinin yüksekliğini göstermesi bakımından önemlidir. Zira
saydığımız insanlar bu ümmet-i masumenin seçkin kesimi olduğundan dalalet
üzerinde hemfikir olmaları imkân dâhilinde değildir.” (S.103)
Zühdü ve Takvası
“Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, ömrünün büyük
bölümünü, Fahr-i Kainat Efendimizin (sav) hayırlı oldukları yönünde haklarında
şahitlik buyurduğu ve bitimiyle selefi salihin devrinin sona erdiği ‘ilk üç
asır’dan üçüncü asırda yaşadığı için selefi salihinin büyük imamlarından
sayılmıştır.
Dünyaya ve hiçbir dünyalığa değer vermeyen
biri olan imamımız, aç kalmasını engelleyecek bir avuç dünyalıkla hayatını
sürdürmüştü. Dedesi Bilal b. Ebî Burde b. Ebî Musa el-Eş’ari’nin varislerine
bıraktığı arazinin mahsulünden yiyeceğini karşılıyordu ve senelik geliri sadece
on yedi dirhemdi.
Ortalama bir zenginin bir günde harcadığı
bir miktardı bu...
Allah Teala’ya olan ibadeti ile ilgili
olarak onun gece namazlarını çokça kıldığını söyleyebiliriz. Yirmi seneye yakın
bir zaman boyunca sabah namazını sürekli yatsı namazı abdestiyle kılmıştır.
Riya endişesiyle, ibadetini insanlardan gizler ve bu gayretinden hiç kimseye
bahsetmezdi.” (S.106)
Eserleri
“İmam el-Eş’arî, özellikle Ehl-i Sünnet
inancına dair eserler telif etme konusunda bitmek tükenmek bilmez bir enerji ve
kararlılığa sahipti. O ve takipçilerinin müntesibi olduğu Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat inancını ortaya koyarak savunduğu, birbirinden farklı ama fakat
aynı amacı hedefleyen iki yüzü aşkın eseri bulunmaktadır.” (S.110)
Vefatı
“İmam el-Eş’arî, ruhunu teslim etme ve
yüceler yücesine kavuşma anı geldiğinde bile Mutezile’yi, uydurdukları
görüşleri, sapkınlıklarını ve insanları Allah Teala’nın Kitab ’ında bulunan
sahih inançtan saptırmalarını eleştirmekten geri durmamıştır. Tekfir etmenin
başa getireceği tehlikelerden endişe duyduğu için ahirete intikal etmeden önce,
ehli kıbleden olan hiçbir kimseyi tekfir etmediğine dair bazı talebelerini
şahit tuttuğu kaynaklarda bildirilmektedir. Öyle ki, bidat ehlinden bile olsa
hiçbir Müslümanın günahını yüklenecek bir gayrete girdiği vaki olmamıştır.
İmam el-Eş’arî, ilim tahsil edip, onu
yaymak ve insanlara öğretmek suretiyle ilimle dopdolu bir hayat yaşadıktan
sonra bu dünyadan intikal etmiştir. Kaynaklar onun, Bağdat’ta, hicri 326 (veya
330) yılında vefat ettiğini belirtmektedir. Bazı kaynaklar ise vefat tarihini
330’lu yıllar olarak vermiştir. Tarihçilerin çoğu büyük imamın, hicri 324
tarihinde vefat ettiği görüşünü tercih etmişlerdir.”(S.124)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 328 / Mart 2018