İslâm, ilahî rahmetin somutlaşması ve vücûda gelmiş hâli olan Rabbânî bir hidayet ve insan hayatının bütün yönlerini düzenleyen İlâhî bir din olarak, ilk önce insan aklını ve düşüncesini kuruntular ve hurafelerden kurtarmak, açık ve sabit olan esaslara ve yolu anlaşılır metotlara dayanarak eşyanın tabiatı ve fıtratın hakikatiyle uyumlu bir şekilde aklın doğru yönlendirilmesine önem vermiştir. Çünkü nasların anlaşılması ve nasların delaleti aklın sıhhatine dayanmaktadır ve vahye muhatap olan kişi ancak ve sadece akıllı, yani aklî melekelerini fiilî olarak kullanılabilen kimsedir. Selim akıl sahibi olan kimseler; ‘bilmedikleri şeyin ardına düşmedikleri’ gibi, meseleleri ihtisas sahibi olan kimselere sormaktan da çekinmezler. İslâm Hukuk tarihinin ‘elifbasını’ bilen herkes Hz. Peygamberin ashabından fetva ve ictihat ehli olanların azınlıkta olduğunu idrak eder. Ashab-ı Kiram anlamadıkları, bilmedikleri meseleleri bunlara soruyor, dini meselelerde ve başlarına gelen yeni olaylarda fetva istiyorlardı.
İslâm Düşüncesi
|
Asırlar boyu İslâm ümmetinin
problemlerine çözümler üretmiş olan “İslâm düşüncesi”nin bugün özellikle dinî,
ahlâkî, kültürel sahâlarda olmak üzere birçok noktalarda krizler yaşayan
ümmetin problemlerine tekrar hakikî çözümler üretebilmesi için ilim adamları
tarafından bu düşüncenin dayanaklarının, ana esaslarının ve metotlarının tekrar
idrak edilip anlaşılarak bunların üzerine sağlam çözümler inşa edilmesinin
gerekliliği aşikârdır. Bu aynı zamanda düşüncenin hiç olmadığı kadar kıymetli
olduğu günümüzde sahip olduğumuz değerlerin idrakine varmamızın bir vesilesi
olacaktır. Nitekim birkaç yüzyıldır süren yenilmişlik psikolojisi sebebiyle
felç olmuş bize ait düşünce serüvenimizin tekrar harekete geçmesi için ben
idrakinin diriltilmesi gereklidir. Bu da ancak sahip olduğumuz ilmî ve fikrî
mirasımızın ve bunların teorik gücü ve pratik etkinliğinin anlaşılmasıyla
gerçekleşir.
Prof. Dr. Din hocamız gerek aldığı klasik
medrese eğitimine dayanan güçlü bir geleneksel ilim mirasına sahip olması,
gerekse lisans, yüksek lisans ve doktora olarak akademik hayatını geçirdiği
Ezher Üniversitesi birikimi, gerekse de günümüz dünyasının dinî düşünce
sorunlarına vukûfiyeti ile öne çıkmış şahsiyetlerden birisidir. Hocamız az ve
öz yazmayı seven, eserlerde mantıkî çelişkiler ve metodolojik yanlışlardan
kaçınılması gerektiğine sürekli vurgu yapan birisi olarak bu çalışmasında,
günümüzde asıl olarak bir metot ve kaynak yoksunluğundan ve sınırlarının
belirlenmemiş olmasından hareketle kavramsal açıklığın bulunmadığı İslâm
düşüncesi kavramının kendisini hem bir kavram olarak ne olduğunu, hem de bu
düşüncenin dayanması gereken kaynakları ve İslâm düşüncesi çalışmalarında takip
edilmesi gereken metodu kısa ve öz olarak açıklamak istemiştir.
İslâm düşüncesi hakkında Türkiye’de
yapılan tartışmalara önemli bir katkı olmasını temenni ediyor ve hocamıza
sağlık sıhhat ve afiyet diliyorum.
Muhammed Uysal,
İstanbul Eylül 2011
İslâm Düşüncesi
İslâm düşüncesi, Kitap, Sünnet ve onların
verilerine dayanan aklî çabaların ürünüdür.
Dolayısıyla, başlangıç noktası olarak
Kitap ve Sünnet’ten hareket eder ve tekrar onlara döner. İnsanın dünyasındaki
dinî, kültürel, toplumsal ve iktisadî vb. meselelerle muamelesinde bu
kaynaklardan aldığı ışıkla hakikati bulur. Bu yüzden İslâm düşüncesini
oluşturan aklî çabalar, dayanak noktası olan Kuran, Sünnet ve onların
verilerinden uzaklaştığı zaman İslâmîlik vasfını da yitirmiş olur.
İslâm Düşüncesinin Tabiatı
İslâm, ilahî rahmetin somutlaşması ve
vücûda gelmiş hâli olan Rabbânî bir hidayet ve insan hayatının bütün yönlerini
düzenleyen İlâhî bir din olarak, ilk önce insan aklını ve düşüncesini
kuruntular ve hurafelerden kurtarmak, açık ve sabit olan esaslara ve yolu
anlaşılır metotlara dayanarak eşyanın tabiatı ve fıtratın hakikatiyle uyumlu
bir şekilde aklın doğru yönlendirilmesine önem vermiştir. Çünkü nasların
anlaşılması ve nasların delaleti aklın sıhhatine dayanmaktadır ve vahye muhatap
olan kişi ancak ve sadece akıllı, yani aklî melekelerini fiilî olarak
kullanılabilen kimsedir.
Şu açıktır ki İslâm, beşerî aklın
yönelimleri ve insan düşüncesinin yapısını Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in
sünnetinde temsil edilen masum İlahî vahyin üzerine bina etmiştir. İslâm böyle
yaparak aklı tek başına anlayamadığı veya hakikatini keşfedemediği mevzularda
(Kuran’ın tabiriyle ğayb aleminin meseleleri, felsefî tabirle metafizik
meseleler) şaşkınlığa düşüp sapıtmaktan korumuş ve ona en doğru olan yolu
göstermiştir.
Ve yine akla ilzam (bağlayıcılık)
unsurunun sonuçlarına sahip olmamasından dolayı uygulama safhasına getiremese
de tek başına anlayabileceği meselelerle muamelesinde doğru bir metot
göstermiştir. Yani akıl bazı hukuk kuralları ve ahlâkî davranışların
belirlenmesinde bağımsız olabilir; onların yolunu belirler, metotlarını açıklar
ve onlarla ilgili sonuçlara ulaşır. Fakat bu mücerret akıl, gerek ferdî gerek
toplumsal şeklinde olsun vahyin sahip olduğu ve vahyin kurallarına bağlı olan
düşünceye verdiği ilzam (bağlayıcılık) unsuruna sahip değildir. İlzam olmadan
da başarılı ve bağlayıcı bir kanun koymanın ya da etkili ve iyi sonuçları olan
bir ahlâkın var olması tasavvur edilemez. İslâm düşüncesi, herhangi bir mevzu
ile karşılaştığı zaman onunla asıl olarak vahiy dairesinde kalmak suretiyle
muamele eder ve böylelikle ulaştığı neticelerde veya meselelerden istihraç
ettiği sonuçlarda, kullandığı metotlarda vahyin yol göstericiliğinden
ayrılmamış olur. İslâm düşüncesinin, koruması gereken en alt nokta vahiyle
çatışıp ondan uzaklaşarak İslâmîlik vasfını kaybetmemesi gerekliliğidir.
İslâm düşüncesinin işlediği konular,
ulaştığı neticeler ve bu neticelere ulaşmakta kullandığı metotlarda vahye bağlı
olmasıyla birlikte ilzam unsuruna sahip olması bu düşünceye diğer bilinen
beşerî düşünceler arasında mümeyyiz bir yer verir, onu yegâne ve benzersiz
kılar. Belki de biz bu yegâneliğin kıymetini, Alman filozof Kant’ın ahlâk ve
davranışlar sahasında, kendisinin bilmediği masum vahiy ve bu sahada reddettiği
hatta metafizikte genel olarak aciz kaldığını ilân ettiği salt akıl dışında bir
bağlayıcılık kaynağı bulmak için ne kadar çabaladığını itibara alırsak
anlayabiliriz. Kant bütün çabaları sonunda bu ilzam kaynağını bulamamış, açık
bir şekilde olmasa da başarısızlığını ilân etmekten başka bir şey yapamamış ve
sonunda da -doğru bir incelemeyle- hevâ diyebileceğimiz - ya da en iyi
şekliyle- başlangıçta haklı olarak reddettiği ve sonra da pratik akıl olarak
isimlendiği salt akılla açıklayabileceğimiz “ödev ahlâkı” olarak
isimlendirdiği bir kavrama ulaşmıştır.
İslâm düşüncesinin, vahyin kurallarına
bağlı kalması ve metodunun da vahyin yol göstericiliğine iltizam etmesinin
sonucu olarak kazandığı bu özellik kendisine, ümmetin şerî delil oldukları
noktasında ittifak ettiği kıyas ve icmâ şeklinde bağlayıcı kanun koymanın
kaynaklarından biri olma ehliyetini kazandırmıştır.
Çünkü icmâ, dalalet ve sapkınlık üzerine
toplanmayan müminlerin; yani masum olan vahyin kurallarına bağlı kalıp vahye
muhâlif olan şeylerin yol göstericiliğinde ittifak etmeyenlerin yoludur. Hz.
Peygamber “Ümmetim dalalet üzerine ittifak etmez/hem fikir olmaz” buyurmuştur.
Bundan dolayı Nisa Sûresi 115. ayeti İmam Şafi’ye göre icmâ ve onun delilliği
hakkında bir nastır: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra,
kim Peygamber’e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu
o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” (Nisa,115)
Kıyasa gelince, bunun illetle bağlantılı
olmasına ve diğer milletler tarafından da bilinmesine rağmen kendisine kıyas
yapılan esasın ve delilin nas tarafından açık ve kesin olan bir illet olması
hâlinde kıyas İslâm düşüncesi çerçevesinde etkileri hükme yansıyan masum bir
esas ve delildir. Böylelikle kanun koyma sahasında kıyasın durumu icmânınki
gibi mülzim -bağlayıcı hükmünde olur. Kıyas –meselenin hakikatinde- Allâme
Muhammed Abdu’l Alîm Sıddîki’nin dikkat çektiği gibi bir mesele
hakkında kapalı kalmış olan Allah’ın hükmünün ortaya çıkarılmasından başka bir
şey değildir.
Biz kesin olarak biliyoruz ki İslâm
düşüncesi İslâm’ın kendisi değildir veya başka bir tabirle İslâm düşüncesi
dayandığı vahiy gibi masum değildir. Ashâb-ı Kiram da, Hz. Peygamber’in
hayatında zaman ve mekânla bağlantılı şartların temel alındığı meselelerde
görüşlerini Allah Rasulu’ne bildirirken bu ince farkı idrak etmişler ve mesela
Bedir savaşında olduğu gibi o konuda vahiy gelmediğini bilmişlerdir.
O hâlde, diğer beşeri düşüncelerden farklı
olarak İslâm düşüncesi yalnızca çıkış noktası ve yönelimlerinde vahye
dayanmasından dolayı eşsiz ve yegâne bir düşünce değil aynı zamanda vahye bağlı
olmasına binaen ilzam unsuruna sahip olmasından dolayı da eşsiz ve
diğerlerinden ayrılan bir düşüncedir.
İslâm Düşüncesinin Eşsizliğinin
Özellikleri
İslâm düşüncesinin eşsiz olması ona
cevherî bir özellik vermiştir, o da; tabiat ve metafizik konuları ve
problemleriyle muamelesinde -bu konuların değişkenleri ve sabitelerinde-
tenakuzun pençelerine yakalanmadan ve çelişkiye düşmeden problemleri çözme
yeteneğidir. Bu, beşeri sistemlerle eski ve yeni felsefenin gerçekleştirmekten
aciz kaldığı bir iştir. İnsanın dünyasında ve kâinattaki sabiteler ve
değişkenlerin, görülen âlem ve ğayb âleminin, madde ve ruhun temiz ve saf bir
şekilde İslâm inanç esaslarının şemsiyesi altında kaynaştırılıp birleştirilmesi
İslâm düşüncesinin özelliklerinden ve en önemli ayırt edici vasıflarındandır.
İslâm bilgi metodunun asıl karakteri Aristo’nun temsil ettiği sabiteler metodu
(Klasik Mantık) ya da Hegel’de görme imkânımız olan diyalektik metot değil,
bilakis insanın değişik kapasiteleri ve farklı idraklerini toplayan bambaşka
bir karakter idi. İslâm bilgi metodu sadece aklî, sırf deneysel, idealist ya da
aşırı duyusal olmadı.
Doğu ve batıda İslâm düşüncesinin
dışındaki değişik felsefe ekollerinin temsil ettiği bu metotların hepsi
insanla, onun içinde yaşadığı âlem, bu âlemdeki etkenler ve etrafındaki şartlar
arasında uzlaşmayı sağlamak bir tarafa insanın iç âlemindeki değişik
kapasiteleri, melekeleri, saikler ve dürtülerini, heyecanlarını uzlaştırma ve
birleştirmekten aciz kalmıştır.
İslâmî düşünce metodu, bunların hepsini
tevhit inancının intizama koyduğu psikolojik, aklî, metafizik ve ruhî boyutları
olan bir metottur.
Tevhit inancı gereğince insan, nefsini
Allah’a bağlar ki bunun neticeleri içerisine yansısın ve bunun sonuncunda da
bütün farklı idrakleri ve kapasiteleri bir bütün olarak tekrar Allah’a yönelmek
için birleşsin. Burada bilgide İslâmî metot uyumluluk ve insicam içinde rolünü
en kâmil bir şekilde yerine getirmek için öne çıkar.
Bu metot, bütün cephelerinde hayatın
gidişatına hükmeden küllî usuller ve ğayb alemi olarak tasnif edebileceğimiz
sabitelerde tamamen masum ilahi vahye dayanırken, bu iki saha dışında
-değişkenler aleminde- ise akla hareket hürriyeti bırakır. Fakat İslâm akla bu
hürriyeti vahiyden tamamen bağımsız hareket edecek bir şekilde vermemiş bilakis
onu vahyin kurallarına ve vahyin küllî esaslarına boyun eğdirmiştir.
İslâm, bilginin sahâlarını şehadet ve ğayb
âlemi (görünen ve görünmeyen âlem) olarak ayırdıktan sonra aklı, ğayb âlemiyle
ilgili meselelerde; inanç esasları ve ahlâkî değerler ve aynı şekilde hukuk
usulleri ve davranış esaslarında vahye uymakla yükümlü tuttu.
Bu kapsamlı metotla İslâm insanın bütün
idrâkî melekelerini birbiriyle çatışma olmaksızın içine almakla birlikte aynı
zamanda sabiteler ve değişkenlerin, ğayb ve şehadet âleminin arasını uyumlu bir
şekilde birleştirmeye muvaffak olmuştur. Aynı zamanda birbirine ters düşme ve
çatışma olmaksızın insandaki bütün idrakî melekeleri içine almıştır. Eğer İslâm
-iki esas kaynak olan- vahiy ve aklı, aklı vahiyle sınırlamadan kendi hâline
bıraksaydı bu ahenk ve uyuşmayı sağlayamazdı ve bunun sonucunda da tabii bir
netice olarak akıl ve vahiy arasında bir çatışma olurdu.
Öyleyse sözün özü İslâm düşüncesi masum
vahiyle bağlantısından dolayı eşsiz bir düşüncedir ve sabiteler ve değişkenler
âleminde insanın değişik fikrî ihtiyaçlarını bunlarla çatışmadan karşılamaya
gücü yeten tek düşüncedir. İslâm düşüncesinde insan, âlem ve Allah (cc.)
İslâm’ın bilgi metodunun üstünlüğü sebebiyle fikrî çatışma ve aklî kavganın
yaşanmadığı sahâlardır, bilakis bunlar arasında tam bir uyumluluk ve büyük bir
insicam olduğu öne çıkar.
İslâm Düşüncesinin Kaynakları
Şimdiye kadar söylediklerimizden ortaya
çıkan sonuç İslâm düşüncesinin kaynakları iki esasla sınırlı olduğudur:
— Kitap ve sünnet olarak vahiy veya nas.
— Sınırlarına riayet eden, vahyin
kuralları ve yönlendirmelerine uyan akıl.
İslâm düşüncesi, insanın dünyasında ortaya
çıkan çeşitli sorunların çözümünde aklın nas ile etkileşime girmesinden başka
bir şey değildir.
Bu iki kaynaktan ilki ismet ve korunma ile
ikincisi ise düşünceyi hatalardan, sürçmelerden ve sapmalardan korumak için bir
takım şartlar ve kurallar ile çerçevelenmiştir. Burada bu şartlardan,
kurallardan ve bu kaynakların etrafını çevrelemiş olup aşılmaması gereken
sınırlardan bahsetmemiz gereklidir.
1. Vahiy ya da Nas:
Vahyin Kur’ânî şekli ilâhî bir koruma
altındadır bu yüzden tahrif edilmekten ve içerisindekilerin değiştirilmesinden
korunmuştur.
“Hiç şüphe yok ki,
Kur’ân’ı biz, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 9)
“Onu (Kur’an-ı) hemen
okumak için dilini depretme (Hareket
ettirme). Kuşkusuz onu toplamak ve okumak bize aittir. O hâlde biz onu
okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak ta bize
aittir.” (Kıyamet, 16-19)
Sünnet ise Kur’an’ın hem teorik olarak
açıklaması hem amelî olarak tatbik edilmesi olmasından dolayı Kur’an’ın
korunmasına tâbî olarak korunmuştur. Allah (cc.) şöyle buyurmaktadır.
“Biz o peygamberleri
mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da Kur’ân’ı indirdik
ki,insanlara vahyedileni açıklayasın.
Belki onlar da düşünürler.” (Nahl:
44)
Ayetteki açıklamanın manası ayetin
umûmunun ifâde ettiği üzere şu ayetteki beyan ve açıklamadır. “Sonra
onu açıklamak ta bize aittir.” (Kıyamet:19)
Rasûlullah bu sebeple şöyle buyurmuştur.
“Bana Kur’an ve onunla birlikte onun
benzeri verildi.” Dolayısıyla
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve selem) hevâsından konuşmuyordu.
“O, hevâdan (arzularına göre) konuşmaz.”
(Necm:3)
Bu bağlamda ayette Rasûlullah’ın ismetine
açık bir delalet olduğu gizli değildir.
Çünkü Rasûlullah Kur’an’ın öğretilerinin
somutlaşmış hâli ve bu öğretilerin amelî olarak tatbik edilmesidir. Allah (cc.)
O’nu her müminin dertlerine deva bulması, esintilerinden faydalanması gereken
bir güzel örnek kılmıştır.
“Şanım hakkı için muhakkak ki size
Resullulah’da pek güzel bir örnek vardır. Allah’a ve son güne ümit besler olup
da Allah’ı çok zikreden kimseler için.” (Ahzap: 21)
Hz. Aişe, kendisine Resulullah’ın
ahlâkından sorulduğunda “O’nun ahlâkı Kur’an’dı” diyerek bu
hakikate işaret etmiştir.
Nass’ın Güvenilirliğini
Sağlama Metodu: Ulûmu’l Kur’an ve Usûl-u Hadis İlmi
Kur’an nassının selameti, korunması ve
ismeti hakkında bütün tarihî, aklî, tecrübî ve ilmî deliller toplanmış, İslâm
ümmeti ve diğer milletler onun doğruluğu hakkında ittifak etmişken İslâm
uleması bütün himmet ve çabalarını bir taraftan bu ilahi hıfz ve korumanın
yolları ve vesilelerini beyan etmeye, hevâ ehlinin bu hıfz yollarıyla
oynamasını engellemeye bir diğer taraftan da Kur’an nassından istifa etmenin
kolaylaştırılmasına harcamışlar ve bunun sonucunda da -ıstılahî manasında-
Ulûmu’l Kur’an adı verilen ilim ortaya çıkmıştır.
İslâm düşüncesinin dayandığı ikinci kaynak
olan ve vahyin ikinci şekli olan sünnete gelince o da genel olarak Kur’an’ın
korunmuşluğuna tâbi olarak korunmuş olsa bile Kur’an’da olduğu gibi bütün
tafsilatı ile bir ilâhî muhafaza kazanmamıştır.
İşte bundan dolayı âlimler Nebevî Sünnetin
metinlerinin doğrulanması için dayanaklarının güçlü olduğu sağlam bir metot
oluşturmak için büyük bir çaba göstermişlerdir. Bu metot ‘Hadis
Usulü’ olarak bilinir ve bu usuller Nebevî Sünnetin
metinlerini sağlamlaştırarak, sahih olanı olmayanlarından ayırarak, illetleri
ve şaz olan unsurları ortaya çıkararak sünnetin korunmasını hedefleme hususunda
bir bütünlük içinde toplanan ilimlerin tümüdür.
Ulûmu’l Hadis, bir şekliyle Ulûmu’l
Kur’an’la birlikte nassın güvenilirliğinin sağlanması ve korunmasının metodunu
oluşturur ki bunlardan İslâm düşüncesi sadır olsun. Nasıl ki Ulûmu’l Kur’an’dan
uzaklaşmak düşünceyi Kur’anî naslardan derin ve dikkatli bir şekilde istifâde
etmekten mahrum ediyorsa, Ulûmu’l Hadis’ten uzaklaşmak ise aklı onsuz Kur’an
metinlerinin anlaşılamayacağı sünnetten tamamen mahrum eder. Çünkü Kur’an’ın
metninin delaleti ve fikrin bundan istifâde etmesi nebevî beyanla -sünnet-
bağlantılıdır. Allah (cc.) bu konuda şöyle buyurmaktadır.
“Biz o peygamberleri
mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey Peygamberim! Sana da Kur’ân’ı indirdik
ki, insanlara vahyedileni açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.” (Nahl:
44)
Bu ayet açık bir şekilde Kur’an metinleri
konusunda nebevi açıklamanın alınmadan düşüncenin doğru olmayacağını belirtir.
2. Akıl:
Akla gelince bu İslâm düşüncesinin ikinci
kaynağıdır. İslâm düşüncesi sahasında akıl ile insanın gerek zâhiri gerekse
bâtıni bütün idraki meleke ve kabiliyetleri kastedilmektedir. Bundan dolayı
tarih boyunca felsefî ekollerin yaptığı tariflerin sınırlandırmalarına
İslâm’daki akıl kavramında yer yoktur. Felsefî ekollerin anladığı bu dar akıl
kavramından bilgide akılcı, duyusal, deneysel ekoller ve bunlara benzer dar
sınırlandırmaların çerçevesinde hepsi birbirine zıt farklı ekoller ortaya
çıkmıştır. Doğru bir tahlille bu şekliyle var olmalarını anlamlandıracak
herhangi bir sebep yoktur. Varlıkları fikrî bir abes, hevâ ve heveslerin
peşinde koşmaktan başka bir şeyi temsil etmemektedir.
İslâm geniş ve bütün beşeri kavrama
kabiliyetlerini kapsayıcı manasında aklı düşüncenin bir kaynağı olarak itibara
aldığı, insanın sorumlu olmasını akıllı olmasına bağladığı ve akla dayanarak
delil getirdiğinden dolayı aklı sapmalardan koruyacak ve vahyin gölgesinde
yapacağı güncel hayatın sabiteleri ve değişkenleri ile ilişkisinde başarıya
ulaştıracak ve doğruluğunu garanti edecek bir takım kurallar ve şartlar
koymuştur.
İslâm ve Felsefî Düşüncede Aklın Bilgi
Kaynağı Olarak Değeri
Felsefî düşünce uzun yolculuğunda aklın
koruyucusu olduğunu iddia etmiş ve kendisini özgür aklın sahibi olduğunu kabul
etmiş ve bunu kendisi için diğer düşüncelerde olmayan bir övünç kaynağı
zannetmiştir. Fakat şu noktayı kaçırmıştır; o da dayandığı ve övünç kabul
ettiği bu unsurun asıl olarak aklın kıymetini düşüren bir unsur olduğudur.
Bir insana taşıyamayacağı bir yük veya
kendisinin yirmi misli bir yük yükleyen ve sonra da bunu taşıyamadığı için onun
yüzüstü düşmesini seyreden bir insanı düşün. Bu kötü işle övünen bir aklıselim
tasavvur edilebilir mi? Akıl sahiplerinin yapması gereken bu insanı seyretmektense
ona nasihat etmesi ve dengeli olmaya çağırmasıdır.
Felsefî düşüncenin uzun yolculuğunda akla
yaptığı bu kabilden bir şeydir. Kudretleri sınırlı olan aklı güç yetiremeyeceği
sahâlara sokmuş ve sonrada kovulmuş bir şekilde dönerken veya vurulmuş bir
şekilde yere düşerken seyretmeye başlamıştır. İlk denemelerinde akla nasihat
etmesi gerekirken aklı defalarca anlamadığı hatta güç yetiremeyeceği sahâlara
sokmuştur. Bundan daha büyük aklı rezil etme ve kıymetini düşürme görebilir
misin? Eski ve yeni felsefe mirasının mesela metafizik sahasında bütün
ürettiklerini incelediğinde felsefenin ulaştığı öncelikle doğru, genel ve
kapsayıcı özelliğe sahip sonra da ilzam ve sebat unsuru olan bir netice
bulabilir misin? Ne kadar uğraşırsan uğraş böyle bir neticeye ulaşamazsın.
Bu konuştuğumuz unsurların hepsi felsefî
düşünceye zıttır ve onun varlığını tehdit eder. Çünkü felsefe şüphe olmadığı
zaman varlık sebebini kaybeder. Nitekim her hangi bir meselede herkesi bağlayan
neticelere ulaşmak ya da kapsayıcılık ve umumla vasıflanan tabiata sahip olmak
bu meselede ya da o sahada felsefi düşüncenin önünü kapatmaktır. Bir
felsefecinin ulaştığı neticeleri kendinden sonra gelenin tekrar gözden
geçirmesi gereklidir zira felsefenin temel kaidesi budur.
Yaratılış hakkında felsefecilerin
görüşlerini tenkit ederken Berzencî’nin tabiri ne güzeldir. ‘Kısır
beşerî akılların ğayb perdelerinin arkasındakiler hakkında günümüzde
söyleyecekleri bir şey yoktur. O yüzden felsefecilerin ve onları takip
edenlerin fikirlerinde hep bir ihtilaf ve çelişki görürsün. Bu nedenle de -felsefede-
her zaman eskisine muhâlif yeni bir metot ve yeni bir ekol ortaya çıkar.’
O zaman netice nedir? Netice aklın felsefî
düşüncede zayi olması ve felsefenin aklı kötü bir şekilde yönlendirdiğidir.
Burada aklın doğru bir şekilde kıymetini
nerde bulduğunu ve nerede hürmet edildiğini takdir etmek sana kalmıştır. Aklı
kudreti olmayan sahâlara süren felsefede mi yoksa aklın sınırlarına hürmet
eden, kudretlerine saygı gösteren ve aciz kaldığı meselelerde ona yardımcı olan
gücü ve kudreti olan sahâlarda onu doğru bir şekilde yönlendirip inhirafa
düşmekten koruyacak kurallar koyarak başarısını garantileyip önünü açan
İslâm’da mı?
Felsefe aklın adıyla akla hakaret etmek
olduğundan İslâm uleması İslâm dünyasında felsefenin propagandası yapılmaya
çalışıldığında felsefenin karşısında durmuşlar ve bunun neticesi olarak da
felsefe ile uğraşanlar hep toplumdan uzak ve soyutlanmış bir azınlık olmuştur.
Farabi, İbn-i Sina ve onların yolunda gidenlerin fikirleri -metafizik
felsefeciler olmaları itibariyle- İslâm dünyasında kabul görmedi. Ve hâlâ da
onların fikirleri İslâm dünyasında yüz çevrilmiş bir durumda ve bu fikirlerle
ilgilenenler çekinerek ilgilenen bir azınlık hâldedirler.
Akıl ve din arasında çatışma İslâm’ın
tarihi boyunca olmayan bir şeydir ve olması da mümkün değildir. Kendisini vahiy
ve akıl üzerine bina eden İslâm’ın tabiatı böyle bir çatışmaya müsaade etmez.
Bu çeşit bir çatışma ancak Volter’in mizâhi bir üslupla isabetli olarak
söylediği gibi Hıristiyanlıkta olur.
Diğer alanlardaki faydalı fikirler yerine
metafizik ve şerî meselelerde felsefî düşüncelerini kendilerinden önceki
felsefecilerden almış olan yazarlar tarafından ümmetin modern tarihinin bir
döneminde dile getirilmiş olan ve sadalarının günümüze kadar ulaştığı bu ‘Din
ve felsefe arasındaki çatışma olduğu’ fikri bize psikolojik yansıma
hastalığının neticesi olarak Hıristiyan dünyasından ihraç edilen
fikirlerdendir.
Bu da Alman Filozof Kant eliyle oldu. Kant
aklı metafizik dünyasından uzaklaştırmaya çalıştı ve aklî ilkeler ve
kategorilerin sadece fizik dünyanın fenomenleri ile muamele etmekle donatıldığı
bu yüzden de onun kategorilerinin metafizik meselelere tatbik edilemeyeceği
fikrine vardı.
Ona göre akıl bize ancak Allah’ı kainatın
mühendisi, illeti ya da yaratıcısı olarak isbat edebilirdi. Fakat bunun
dışındaki hakikatler ve O’nunla ilgili sıfatlarda akıl acizdir. Kant, Will
Durant’ın naklettiğine göre şöyle demiştir. ‘Aklımız âlem ve Yüksek
Hikmet arasındaki alakayı bize göstermekten tamamen acizdir. Filozof bu konuda
özel avukat rolüne soyunmamalıdır ve doğruluğunu anlamaktan aciz olduğu ve
felsefeye has düşünce metotlarıyla başaramayacağı meseleleri savunmamalıdır.’
Kant’ın aklın vazifesini belirleme ve
sınırlama çabası, akla isyan eden Hıristiyan Teolojisi’nin içindeki darboğazdan
çıkışı olabilir. Bu benim neredeyse kesin olduğuna inandığım kendi kanaatimdir.
Fakat bunu objektif bir girişim olarak görsek bile ‘ed-Din fî Hududi’l Akl’
isimli kitabının metinlerinde gözlemlenebileceği gibi olgunlaşmamış bir girişimdir
ve Kant’ın istediği şekilde tatbik edilmesi zordur. Bütün bu ihtimallerle
birlikte biz Kant’ın çabasını üzerinde düşünülmesi gereken bir çaba ve girişim
olarak kabul ediyoruz.
Yukarıda bahsettiklerimizin gölgesinde
özetlersek akıl en geniş manasıyla ifrat ve tefrit olmaksızın hak ettiği yeri
kâmil olarak sadece İslâm’da bulmuştur. İslâm akılla çatışmaya izin vermeyen
Hak bir dindir. İslâm’ın koyduğu kurallara uyan aklın -daha önce açıkladığımız
manada- düşünme hareketi ve vahiyle ilişkisi İslâm düşüncesi dediğimiz şeyi
doğurmaktadır.
Usûl-u Fıkh ya da Aklın Nas’la
Etkileşiminin Doğru Bir Şekilde Yapılma Metodu
İslâm âlimleri aklın Kur’an ve Sünnet
naslarını anlama çabasının doğru bir şekilde yapılması için titiz ve doğru bir
metot belirlenmesi gerekliliğinin bilincinde idiler. Bununla bir yandan metnin
doğru anlaşılması, metinden yapılan istinbat ve çıkarımların isabetli olmasını
ve nasların rehberliğinden doğru bir şekilde faydalanmayı diğer taraftan da
aklın kurallar dışına çıkıp sapmasının, insanı yönlendirme ve rehberliğinde
nefsin arzularına göre hareket etmesinin önüne bir engel olmayı
hedefliyorlardı. Buna binaen usûl-u fıkh, metot ve mevzusuyla İslâmî ilimlerin
en büyüğü ve haklı olarak da en önemlisi kabul edilmiştir. İmam Gazali bunu
şöyle açıklar: ‘Usûl-u Fıkıhçının çabasının, semî delillerin şerî hükümlere
delalet şekillerini incelemek olduğunu bildiğinde, amacın delillerden hareketle
hükümlerin bilinmesi olduğu sana kapalı kalmayacaktır.’ Bu nedenle
usûl-u fıkıhçının en önemli işi ve ilk görevi ‘Kitap ve sünnet
metinlerinin anlamlarının delaletlerinden usulî kaidelerin bulup çıkarılması ve
bu kaidelerin kurulmasıdır.’ İmam Şafi’nin er-Risale’yi telif ettiği usûl-u
fıkh ilmi bütün zamanlarda İslâm aklının övünç kaynağı, İslâm düşüncesinin
dikkat ve derinliğinin şahididir. Usûl-u fıkh ilmî, derinliğinden dolayı
akılların teslim olduğu bir metot sunmuş, alimler ise onun usulü ve
kaidelerinin sağlamlığını itiraf etmişlerdir. Bu ilmin çok hassas olan
inceliğini idrak etmeye götürecek şeylerden birisi şudur: Bazı ilim adamlarımız
haklı olarak Farabi, İbni Sina ve onların yolundan gidenlerin temsil
ettiği ‘geleneksel ekolün’ felsefesinin gerçek İslâmî
öğretileri temsil etmediğini görmüş ve batı fikrinin karşısına asil İslâmî
düşünce ve İslâmî aklın derinliği ile çıkmak istemişler ve usûl-u fıkıhtan
başka bir yerde İslâm aklının ibdası, yaratıcı buluşları ve sonsuz derinliğinin
örneğini bulamamışlardır.
Tabiat ilimleri, saha ve laboratuar
çalışmalarına tâbi olan ilimlerde ve tarihsel metotların kullanıldığı ilimler
gibi dini bir renk taşımayan ilimlerde vahiy, ancak, daha önce zikrettiğimiz
beşerî makâsıd ve ‘Lâ darara velâ dırâr’ kaidesi gereğince, onların insan
hayatını ifsat etmeyecek şekilde kanunlara riayet etmeleri noktaları hariç
müdahil olmamıştır. Bu ilimlerin dışındaki ilmî sahâlarda ve İslâm’daki diğer
fikrî çabalarda ise şerî nasların anlaşılmasında aklı koruyan ve naslardan
vâkıanın yenilenen ve değişen problemlerini çözmede nasıl istifâde edileceğini
açıklayan usûl-u fıkhın metoduna teslim olunmalıdır.
Hangi düşünce nass -Kur’an ve sünnet- ile
ilişkisinde bu ilmin kaideleri ve metoduna uymazsa İslâm’a bağlılığını unutması
gerekir. Böyle bir durumda kendisini ilahî hidayet ve masum vahiyden uzak hevâ
ve hevesler üzerine bina edilmiş fikirlerin içine dâhil etmesi gerekir.
Düşünce ancak usûl-u fıkhın kaideleri,
metodu, takrirleri ve araştırmalarına iltizam edip tutunursa İslâm düşüncesi
olur. İslâm gerek geçmiş tarihinde gerekse günümüzde -daha çok modern tarihte-
İslâm düşüncesi başlığı altında kendisini sunan hevâlar ve zehirlere ancak bu
ilimden uzak durulma sebebiyle mübtelâ olmuş ve maruz kalmıştır. İslâm
ümmetinde delillerin verilerinden uzak, nefsin arzularından kaynaklanan birçok
konudaki ihtilaflar bu ilmin ihmal edilmesi ve kaidelerinin unutulması
sebebiyle gerçekleşmiştir. Aklın, kurallarının dışına çıktığı, düşüncenin
sınırları ve uyması gerektiği esaslardan bağımsız olduğu bir şekilde herkes
Kur’an ve Sünnet metinlerini nefsin isteklerine göre anlamaya yönelmiş ve
fikir, fikirden başka; akıl, akıldan başka; metot, metottan başka bir şey
olmuştur.
İslâm Düşüncesi İctihat Demektir
Geçmiş açıklamalardan anlaşıldığına göre
İslâm düşüncesi hakikatte açıkladığımız kaynaklara dayanarak ve metotlara
iltizam ederek herhangi bir mevzuda şeriatın hükmünü beyan etmektir. İslâm
mütefekkiri de bir veya birkaç meselede ya da herhangi bir sahada şeriatın
hükmünü açıklayan müctehitten başka birisi değildir.
Müctehitler fikir adamlardır ve şüphe yok
ki fikrî problemlere doğru çözümler aradığımızda asıl olarak kendilerine
sığınmamız talep edilen zikir ehli kimseler onlardır.
“Eğer bilmiyorsanız zikir ehline
sorun.” (Nahl:43)
Sünnet ve ona tâbi olarak icmâ İslâmî
düşüncenin ancak ictihat olduğunu kabul etmiştir.
Büyük sahabi Muaz b. Cebel’in meşhur
hadisinden bu açıkça anlaşılmaktadır. Rasûlullah Muaz. b. Cebel’i Yemen’e
gönderirken şöyle sordu: “(Sana bir dâva getirildiğinde) insanlar
arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hz. Muaz bin Cebel:
‘Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm”’dedi. “Ya O’nda
yoksa?” buyurunca, ‘Peygamberin (s.a.v.) sünneti ile hüküm ederim’
dedi. “Ya onda da yoksa?” buyurunca, ‘İctihâd ederek,
anladığımla hükmederim, elimden geleni yapmada geri durmam’ dedi.” Gördüğün
gibi burada ‘anladığımla’ ictihat etmekten kastedilen herhangi bir mesele
hakkında nassın verilerinde aklı çalıştırarak şerî hükmün bilinmesinden başka
bir şey değildir. İslâm düşüncesinin görevi de budur.
İctihat için konan isabetli şartlar ve
sağlam ve yerleşmiş kaidelere uyarak kendisini ictihada ehil hâle getirmeyen
hiç kimsenin İslâm adına görüşünü beyan etmemesi ve kendisini İslâm düşünürü
kabul etmemesi gerekir. Bu kimsenin yapması gereken İslâm ümmetindeki ehli zikr
âlimler arasına kendisinin adını koymaktan kaçınmasıdır dersek hakikatin
dışında bir şey söylemiş olmayız.
İslâm Hukuk tarihinin elifbasını bilen
herkes Hz. Peygamberin ashabından fetva ve ictihat ehli olanların azınlıkta
olduğunu idrak eder. Ashab-ı Kiram
anlamadıkları, bilmedikleri meseleleri bunlara soruyor, dini meselelerde ve
başlarına gelen yeni olaylarda fetva istiyorlardı. Bu şekilde yapmaları
kıymetini tam olarak bildikleri ictihadın ciddiyetinin idrakinde olduklarından
ve ictihat ehliyetine sahip âlimlerin derecesinin yüksekliğindendir.
Yoksa eğer şerî görüşleri açıklamak için -
kendilerini ehli hadis olarak tanıtan asrımızdaki bazı bidatçilerin istediği
gibi- bazı hadis metinlerinin bulunup onların mütalaa edilmesi yeterli olsaydı
Ebu Hureyre (r.a) sahabelerin en çok fetva vereni ve en büyük fakihi olurdu.
İctihat vesilelerine ve yeteneğine sahip
olmayan ve bunun şartlarını yerine getirmeyen kimsenin bilmediği şeyleri zikir,
fikir ehli âlimlere sorma ve onların dediklerine uymaktan başka yapması gereken
bir şey yoktur.
Bazı kalem sahipleri âlimlerin ictihadî
meselelerde takrir ettiklerini yaymaya kadir olabilirler, bunları İslâmî
düşünceler olarak gösterebilir, yazma yeteneklerinden ve uygun bir üslupta
bunları sunma maharetlerinden dolayı insanlara bu düşünceleri sunabilirler.
Böylelikle toplum ve müctehit âlimler arasında bir bağ olurlar. Onlar bu
durumda göz ardı edilmemesi gereken toplumsal bir zorunluluktur. Ancak bunlara
bu kavramın taşıdığı tam ve orijinal manasında ‘İslâm düşünürleri’ olarak
itibar edilemez.
İslâm Düşüncesinin Aktüel Haline Kısa Bir
Bakış
Günümüzün fikrî durumuna baktığımızda
İslâm dünyasında bir meseleyi tahlil eden, bir problemi arz eden veya bir
düşünceyi ele alan herkes -bunu yaparken derinlikli olup olmadığı ve bu konuda
yeteneği olup olmadığını bir tarafa bırakırsak- İslâmî düşünür kabul
edilmektedir.
Bunun bu lakabı alan kimseye bu sahada
amelî ve ilmî istidatlarına en ufak bir nazar etmeden ve bunların hepsinden
daha önde gelen akidevî ve ahlâki istikamet ve doğruluğuna bakılmadan din ve
dünya işlerinde İslâm düşüncesinin problemlerini çözme ve karara bağlama, İslâm
adına fetva verme yetkisi bahşetmesinden dolayı İslâm düşüncesi üzerinde kötü
etkileri vardır. Günümüzde modern İslâm düşüncesinin birçok meselesinde doğru
bir bakıştan yoksunuz. Kavramlar birbirine karıştı. Bunun neticesi olarak da
İslâm dünyasındaki her yazar ‘İslâm düşünürü’ veya kelimenin bütün boyutlarıyla
müctehit oldu.
Eğer biz İslâm düşüncesinin doğru yolunda
yürüyüp devam etmesini istiyor ve inanç, hukukî ve fıkhî problemlerle etrafı
sarılmış, fert ve toplum bazında meydan okumalara maruz kalan günümüz hayatında
meyvelerini vermesini istiyor ve bu problemlere çözüm üretmesini istiyorsak,
öncelikle yapmamız gereken şey farklı kavramların sınırlarını belirlemek,
bunların değişmez sınırlarını çizmek ve ilk olarak da İslâm düşüncesi ile
İslâmî konularda yazı yazmak arasındaki sınırları çizmek olmalıdır.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 327 / Şubat 2018