Bu eser, klasik eğitsel kaynaklarımızın en derli toplularından birisi, belki birincisidir. Bu eserde kendinden öncekilerde bölük pörçük biçimde yer alan bilgiler, çeşitli nakiller sistemli olarak bir araya getirilip değerlendirildiği gibi, öncekilerde bulunmayan eğitsel meselelere de yer verilmiştir. Yazar mukaddimesinde, kendinden önceki eserlerde bölük pörçük haldeki bilgilerle, bilginlerden dinlediklerini, kendi tecrübelerini bu eserde topluca verdiğini belirtiyor ve şunu ekliyor: ‘Hiçbir kitapta bir arada görmediğim bu ayrıntılı eğitim-öğretim edebi/ahlâk ilkelerini, Allah’a hamd olsun, bu kitapta bir araya getirdim.’ Kitabı neşre hazırlayan da neşretme sebebinden söz ederken şunları söylüyor: “Çünkü bu kitap, eski öğretim usullerini, özellikle de İslâm’ın ilk dönemlerinde yaygınlık kazanan yöntemleri, yükselme devirlerinde yaygın olan âdâbı/ahlâkî tutum ve davranış kurallarını, ilerleme yıllarında geliştirilmiş olan üslûpları ve daha başka bilimsel ve tarihsel nitelikleri içermektedir.”
İslâmî
Gelenekte Eğitim Ahlâkı |
Eğitim-öğretime ilişkin klasik
eserlerimizden, eğitimcilerimizden söz açılınca ilk akla gelen önemli
isimlerden birisi de İbn Cemâa’dır. Tam adı: Bedruddin Ebû Abdillah
Muhammed b. İbrahim Sadullah b. Cemâa el Kinânî el-Hamevî’dir. Hama’da, en
soylu ailelerden birinde dünyaya gözlerini açtı. Babası Ebû İshak İbrahim
Sadullah İbn Cemâa, fakih ve sûfi olarak nitelendirilen ünlü bir bilgindi,
müderristi. Bu aile, ilme beşiklik etmiş olmasıyla ünlenmişti.
İbn Cemâa, sırasıyla Hama, Şam ve
Kahire’de öğrenim gördü. Öğrenim hayatının en önemli kısmı, Kahire’de geçti.
Zekiliği, münazara ve hitabet yeteneğiyle dikkatleri çekti; bu yönüyle devrinde
önde gelen insan olarak kabul edildi. Şam’da müderrisliğe başladı. Değişik
medreselerde, camilerde ve evinde dersler verdi. 687/1288’de Kudüs kadısı,
690/1291 ‘de Kahire başkadısı oldu. 695/1295’de Şam başkadılığına atandı.
1302’de tekrar Kahire’ye döndü ve başkadılık görevine getirildi; kısa bir
aralık müstesna bu görevini 727/1327 yılına kadar sürdürdü. Kadılıklarla
birlikte hatiplik görevi ve ‘Meşihatu’ş-Şuyuh’ unvanı da kendisine
verildi. Mescid-i Aksâ, Emevi (Şam’da) ve Ezher camilerinde hatiplik yaptı.
İbn Cemâa, resmi görevine ilaveten çeşitli
medreselerde müderrislik yaptı. Bununla birlikte, değişik dallarda kitaplar
kaleme aldı. Öğretmenliğiyle ve ilmiyle parmakla gösterilir duruma yükseldi.
İtikatça Eş’ari, amelde ise Şafii olan İbn Cemâa, Fıkıh, Tefsir, Hadis, Usûl,
Tarih ve daha başka dallarda kitaplar, şerhler yazdı; özellikle fıkıh alanında
büyük üne kavuştu. Güzel ahlâk ve takvasıyla da dikkatleri çeken İbn Cemâa,
devrinin İleri gelen edip ve şairleri arasında yer aldı. 94 yaşında Kahire’de vefat
etti ve İmam Şafiî’nin kabrine yakın bir yere defnedildi.” S.37
Tezkiretü’s - sâmi’ ve’l-mütekellim fi
edebi’l-âlim ve’l müteallim isimli
bu eser, adından da anlaşılacağı üzere eğitim-öğretim alanına ilişkin bir
edep/âdâp kitabıdır. Edep kelimesi tarihsel süreç içinde çeşitli anlamlar
yüklense de hicrî ikinci asırdan itibaren genelde toplumun çeşitli kesimlerinde
bireylerin takınması gereken ahlâkî tutum ve davranışları ve bunlara ilişkin
bilgileri, bu bilgi ve davranışların öğretilmesi anlamlarını içermektedir. İbn
Cemâa’nın bu eseri, ilim dünyasına, eğitim-öğretim alanına ilişkin edebi/ahlâkî
tutum ve davranışları konu edinmekte; dolayısıyla bu alanın iki temel unsuru
olan öğretmen ve öğrencinin sahip olması gereken ahlâkı ele almaktadır.
Dilimize çevrilmesi gereken klasik
eğitime, eğitim ahlâkına ilişkin eserlerimizin başında yer alanlardan birisi de
İbn Cemâa’nın (ö. 733/1333) işte bu eseridir. Yazarın, yazım işini 14 Zilhicce
672’de bitirdiği bu eser, geç de olsa dilimize çevrildi.
Bu eser, klasik eğitsel kaynaklarımızın en
derli toplularından birisi, belki birincisidir. Bu eserde kendinden öncekilerde
bölük pörçük biçimde yer alan bilgiler, çeşitli nakiller sistemli olarak bir
araya getirilip değerlendirildiği gibi, öncekilerde bulunmayan eğitsel meselelere
de yer verilmiştir. Yazar mukaddimesinde, kendinden önceki eserlerde bölük
pörçük haldeki bilgilerle, bilginlerden dinlediklerini, kendi tecrübelerini bu
eserde topluca verdiğini belirtiyor ve şunu ekliyor: ‘Hiçbir kitapta
bir arada görmediğim bu ayrıntılı eğitim-öğretim edebi/ahlâk ilkelerini,
Allah’a hamd olsun, bu kitapta bir araya getirdim.’ Kitabı neşre hazırlayan
da, neşretme sebebinden söz ederken şunları söylüyor: “Çünkü bu kitap, eski
öğretim usullerini, özellikle de İslâm’ın ilk dönemlerinde yaygınlık kazanan
yöntemleri, yükselme devirlerinde yaygın olan âdâbı/ahlâkî tutum ve davranış
kurallarını, ilerleme yıllarında geliştirilmiş olan üslûpları ve daha başka
bilimsel ve tarihsel nitelikleri içermektedir.”
‘’İsİâm Düşüncesinde Eğitim Öğretim’ adlı orijinal araştırmasını gerçekleştirmek için
çeşitli alanlarla ilgili çok sayıda yazma ve matbu eseri, özellikle de
eğitim-öğretime ilişkin klasik eserleri gözden geçirmiş olan A. Çelebi de,
tanıtımını yaptığı bu tür eğitsel eserlerden çok yararlandığını vurguladıktan
sonra şöyle devam ediyor: ‘Mesela İbn Cemâa, birçok meseleye ilaveten,
özellikle ders halkasını, yatılı kısımlardaki öğrencilerin uyması gereken
kuralları, öğrencilerin yaşlarını, sonra kütüphanelerden ödünç kitap alma
esaslarını açıklamıştır. Bildiğim kadarıyla, bu meseleleri İbn Cemâa’dan
başkası ele almamıştır.” S.40
“Birinci Bölümde, İbn Cemâa,
bilgilenmenin, öğrenmenin, ilim tahsil etmenin önemini açıklayarak ve bir
anlamda İslâm eğitim ahlâkının, ahlâk felsefesinin neliğine ilişkin ipuçları
niteliğinde birtakım tespitler ortaya koyarak, Müslüman insanın niçin ve nasıl
ilim tahsil edeceği meselesini değerlendirmek suretiyle kitabına giriyor. Bu,
son derece isabetli bir yaklaşımdır. Zira, kitabın geri kalan kısımlarında
söylenenler, işte bu felsefeye dayanmaktadır. Bu felsefe ortaya konurken,
ilim-amel, ilim-ahlâk ilişkisi, özellikle vurgulanmaktadır. Bunların, bugün
üzerinde ciddiyetle durmamız gereken öncelikli sorunlarımız olduğu rahatlıkla
söylenebilir.
İkinci Bölümde öğretmen konu edilmektedir. Burada, öğretmenin alan
bilgisi, pedagojik formasyon, genel kültür bakımından nasıl bir cehd ve
donanıma sahip olması gerektiği meselesiyle ilgili bilgiler verilmekte,
önerilerde bulunulmaktadır. Bu bölümde, özellikle üzerinde durulan konu ise
öğretmenin kişilik özellikleri, ahlâkî nitelikleridir. Çağımızda eğitim
bilimcilerin yaptıkları alan araştırmaları, öğretmenin ‘ne bildiği’nden
ziyade ‘ne olduğu’nun ön planda olduğu gerçeğini ortaya çıkardı.
Öğretmen, öğrencilerini daha çok kişiliğiyle etkilemektedir. Bu gerçeği, altı
asır önce İbn Cemâa’nın dile getirip üzerinde ayrıntılı biçimde ve ısrarla
durması, fevkalade anlamlıdır.
Üçüncü Bölümde, öğrencinin kişisel ahlâkî tutum ve davranışları,
ders esnasında ve diğer vakitlerde öğretmeniyle ve arkadaşlarıyla ilişkileri,
bu hususlarda uyması gereken ahlâk kuralları üzerinde durulmaktadır. Öğrencinin
öğrenimle yöneldiği amaçtan öğretmenine hitap tarzına, kişisel özelliklerinden
ders esnasındaki tutumuna, temizlikten beslenmeye, dinlenmeye... kadar
eğitim-öğretim olgusuyla ve eğitim ahlâkıyla doğrudan ve dolaylı olarak ilgili
olan meseleler üzerinde durulmakta, tavsiyeler sıralanmaktadır.
Her ne kadar açıkça belirtmiyorsa da İbn
Cemâa’nın, bu eserinde öğrenci derken temel eğitimini bitirmiş kişileri
kastettiği anlaşılmaktadır. Zira, öğrenci olarak sahip olmasını tavsiye ettiği
ve beklediği güçlü irade, sorumluluk bilinciyle hareket etme... gibi
davranışlara/vasıflara, daha küçük yaştakilerin sahip olması beklenemez.
Üstelik, medrese, üstad, şeyh, müderris, muîd ve benzeri,
medrese düzeyindeki eğitimle ilgili isim ve unvanlardan söz etmesi
de, söz konusu eğitim düzeyini işaret etmektedir.
Dördüncü Bölümde, kitapların tashihi, zaptı, taşınmaları,
konuluşları, satın alınmaları, ödünç verilip alınmaları, nüshalarının
çoğaltılması... gibi meseleler, ayrıntılı olarak ele alınmakta ve bu konularda
uyulması gereken ilkeler ve ahlâk kuralları üzerinde durulmaktadır. Matbaanın
olmadığı; eğitim-öğretimİn, kitap esas alınarak yürütüldüğü; sınıf geçmenin
değil kitap bitirmenin ölçü alındığı o dönemlerde bunlar, oldukça önemli
konulardı.
Son Bölümde ise medreselerde kalan yatılı öğrencileri
ilgilendiren ahlâkî ilkeler, çeşitli meseleler üzerinde durulmakta, ayrıntılı
biçimde kurallar ortaya konmaktadır.
İbn Cemâa’nın bu kitabında, her konuda
insana saygının, insana son derece önem vermenin temel ilke olarak benimsenmiş
olduğu, baştan sona kitabın her yerinde açıkça gözlenmektedir. Gerek öğretmenin
öğrenciyle ilgili ahlâkî tutum ve davranışlarında, gerekse öğrencinin
öğretmeniyle ve öğrenci arkadaşlarıyla münasebetlerinde gözetmesi istenen ahlâk
kurallarının tümünde, ‘İnsana saygı’, ‘İnsana değer verme’, dolayısıyla onu
rahatsız etmeme ilkesinin egemen olduğu bariz biçimde öne çıkmaktadır. Bu
konuda, son derece hassasiyet sergilenmektedir. Bu anlayışın gereği olarak,
bütün ilişkilerin karşılıklı sevgi ve saygıya dayanması ön görülmektedir.” S.42
“Bu eser, kendi tarihsel bağlamı içinde
değerlendirilmelidir. Onun için bu kitap okunurken onun, altı asırdan fazla bir
zaman önce yazıldığı; sınıf geçme yerine kitap geçmenin esas alındığı, yaş
sınırının olmadığı, eğitim-öğretimden devletin değil halkın sorumlu olduğu,
öğretmenin bugünkü eğitim sisteminde bağlı olduğu kayıtlarla kayıtlanmadığı;
kısacası bugünkünden çok farklı eğitim anlayışı ve sisteminin geçerli olduğu
ortamda kaleme alındığı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu gözle okunur ve
değerlendirilirse daha isabetli sonuçlara varılabilir.” S.43
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın
İlim, Âlim, Öğrenme ve
Öğretmenin Fazileti (S.59-69)
Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Allah,
sizden inananları ve kendilerine ilim verilenlenleri yüksek derecelere
erdirir.’ (Mücadele Sûresi: 58/11) İbn Abbas, ‘Alimler,
müminlerden yüz derece üsttedirler. İki derece arasında ise yüz yıllık mesafe
vardır.’ diyor.
Allah Teâlâ buyuruyor: ‘Allah,
kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de
O’ndan başka tanrı olmadığına adaletle şahitlik ettiler.’ (Âl-i İmrân
Sûresi: 3/28) Ayette Yüce Allah, zatıyla başlıyor, ikinci olarak melekleri,
üçüncü sırada da ilim sahiplerini zikrediyor. Şeref, üstünlük, değer ve asalet
olarak bu, onlara yeter.
İşte birkaç ayet daha: ‘’De ki hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ (Zümer Sûresi: 39/9) ‘Bilmiyorsanız
bilenlere sorunuz.’ (Nahl Sûresi: 16/43) ‘Bu misalleri,
insanlara anlatıyoruz; ama onları âlimlerden başkası düşünüp anlamaz.’
(Ankebut Sûresi: 29/43)
‘Hayır, o (Kur’an),
kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir.’ (Ankebut
Sûresi: 29/49)
‘Kulları içinde ancak âlimler
Allah’a karşı saygı duyarlar.’ (Fâtır Sûresi:35/28)
‘İman edip salih ameller işleyenler
var ya işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. Rableri katında onların
mükafatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak
kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan. İşte bu ödül,
Rabbi’ne karşı derin saygı duyanlara mahsustur.’ (Beyyine Sûresi:
93/7-8)
Şu son iki ayet, âlimlerin, Allah’a karşı
derin saygı duyanlar olduklarını; Allah’a karşı derin saygı duyanların da
yaratıkların en hayırlısı olduklarını ortaya koymaktadır. Böylece, âlimlerin,
halkın en hayırlıları oldukları sonucu çıkmaktadır.
Allah’ın Resulü (sav) de şöyle
buyuruyor: ‘Allah, kimin hakkında hayır dilerse onu, dinde ince
kavrayışlı (fakih) yapar.’
‘İlim adamları,
peygamberlerin varisleridirler.’
Şeref, övünç ve değer olarak bu derece ve
bu rütbe sana yeter. Zira peygamberlik rütbesi üstünde hiçbir rütbe yoktur.
Dolayısıyla bu rütbenin varisinin şerefi üstünde de hiçbir şeref yoktur.
Peygamber (sav), huzurunda biri abid
diğeri âlim ki adam anılınca, şöyle buyurdu: ‘Alimin âbide üstünlüğü,
benim sizin en aşağınıza üstünlüğüm gibidir.’
‘Kim ilim talep edeceği bir yola
girerse, o sayede cennetin yollarından birine girmiş olur.’
‘Gerçekten melekler, Allah’ın
rızasını kazanmak amacıyla ilim talep eden için kanatlarını yayıp sererler.’
‘Doğrusu âlim için göklerdekiler ve
yerdekiler; hatta su içindeki balıklar bağışlanma dilerler (İstiğfar).’
‘Âlimin âbide olan
üstünlüğü, mehtaplı gecede ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.’
‘Muhakkak âlimler, peygamberlerin
varisleridirler. Peygamberler ne dinar miras bıraktılar ne de dirhem. Onlar,
sadece İlmi miras olarak bıraktılar. Bu nedenle kim ilmi alırsa tastamam bir
pay almış olur.’
Bil ki meleklerin ve başkalarının, kendisi
için dua edip bağışlanmasını dilemekle/ istiğfarla meşgul oldukları ve
ayaklarının altına meleklerin kanatlarını serdikleri kimsenin rütbesi üstünde
hiçbir rütbe yoktur. Salih adamın veya salih olduğu sanılan kimsenin duası için
can atılıp yarışılırsa, meleklerin duası için nasıl olur!
Meleklerin kanatlarını sermesi ne demek?
Bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmüş: İlim yolcusuna, meleklerin tevazu
göstermesidir. Onun yanına inmeleri ve onunla birlikte bulunmalarıdır. Ona
saygı göstermeleridir. Onu kanatları üstünde taşıyıp maksadına ulaşması için
kendisine yardım etmeleridir.
İlim yolcuları için istiğfar etmelerinin
hayvanlara ilham edilmesi meselesine gelince, bu konuda şöyle denilmiştir:
‘Zira hayvanlar kulların yararları ve iyiliği için yaratılmışlardır. Alimler de
onlardan helal olanlarla haram olanları açıklayan ve onlara iyi davranılmasını,
onlara zarar verilmemesini tavsiye eden kimselerdir.’
Yine Resulallah (sav) buyuruyor: ‘Kıyamet
günü âlimlerin mürekkebi ile şehidlerin kanı tartılır.’
Kimileri diyorlar ki ‘Bu, esasen şehidin
en değerli şeyi kanı, âlimin en aşağı şeyi ise mürekkebi olmasına rağmen,
böyledir.’
Allah’ın Resulü’nden (sav) naklediliyor: ‘Dinde
ince kavrayışlı olmaktan (fıkh) daha üstün hiçbir şeyle
Allah’a kulluk/ibadet edilmemiştir. Doğrusu, dinde ince kavrayış sahibi bir
kişi (fakih), şeytan karşısında bin abidden daha zorludur.’
‘Bu ilmi, her sonraki neslin
adilleri taşır ve azgınların tahrifini, iptalcilerin intihalini (hırsızlığını) ve
cahillerin tevilini ilimden uzaklaştırırlar.’
‘Kıyamet günü, üç zümre
şefaat eder: Peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehitler.’
Rivayet edildi ki ‘Kıyamet günü
âlimler, nurdan minberler üzerinde olacaklar.’
Kadı Hüseyin b. Muhammed(rh), Ta’lîk’inin başında
Peygamber’den (sav) şunların rivayet edildiğini nakletmektedir:
‘Kim ilmi ve âlimleri severse,
yaşadığı günlerin kabahati (hatia) aleyhine yazılmaz.’
‘Kim âlime ikramda bulunursa yetmiş
peygambere ikram etmiş gibidir. Kim de öğrenciye ikram ederse, adeta yetmiş
şehide ikramda bulunmuş olur.’
‘Kim âlimin arkasında namaz kılarsa,
sanki peygamberin arkasında kılmıştır. Kim de bir peygamberin arkasında namaz
kılarsa bağışlanır.’
Malikî Şeremsahî, Nazmü’d-Dürer kitabının
başlangıcında Peygamber’den (sav), şövle dediğini nakletmektedir:
‘Her kim, âlime saygı gösterirse,
Yüce Allah’a saygı göstermiş gibidir. Her kim de âlimi hor görürse, doğrusu bu,
Allah’ı ve Resulü’nü hafife almaktır.’
Ali (r.a.) şöyle diyor: ‘İyi
biçimde ilim yapamayan kimsenin dahi ilme sahip olduğunu iddia etmesi ve
kendisine ilim nispet edildiğinde sevinmesi ilme şeref olarak yeter. Cehalet
içindeki kimsenin bile cehaletten kendini uzak göstermeye çalışmaşı da, cehaleti
yermeye yeter.’
Önceki bilginlerden (selef) biri de şöyle
diyor: ‘İlahî vergilerin en iyisi akıldır. Musibetlerin en kötüsü ise
cahilliktir.’
Ebû Müslim El-Havlanî “Yeryüzünde
âlimler açığa çıktıklarında kendileri sayesinde insanların yol buldukları,
gizlendikleri zaman da şaşkına döndükleri gökteki yıldızlar gibidirler” diyor.
Ebu’l-Esved de şöyle diyor: ‘İlimden
daha değerli ve güçlü hiçbir şey yoktur. Krallar (idareciler) halka
egemendirler; âlimler ise krallara.’
Vehb de şöyle diyor: ‘İlimden, sahibi
alçağın biri de olsa şeref; zayıf birisi de olsa güç; uzak birisi de olsa
yakınlık, fakir de olsa zenginlik; hafif meşrep de olsa vakar (heybet)
doğuverir.’
Muaz (b. Cebel) ‘den (r.a.) rivayet
ediliyor: ‘İlim tahsil ediniz. Çünkü o, sevap kazandıran güzel
davranıştır, talep edilmesi ibadettir, müzakeresi tesbihtir, araştırılması
cihaddır, harcanması (başkalarına aktarılması) Allah’a yaklaşma aracıdır
(kurbet), bilmeyenlere öğretilmesı ise sadakadır.’
Fudayl b. İyaz şöyle diyor: ‘Öğreten
âlim, gökler aleminde ‘büyük’ diye (çokça) çağırılır, ‘
Süfyân b. Uyeyne (ö. 198) şöyle
diyor: ‘Allah katında en yüce makamı olan insan, Allah ile
kulları arasında bulunan kimsedir. Onlar da Peygamberler ve alimlerdir.’
Yine o diyor ki; ‘Dünyada peygamberlikten daha üstün bir şey hiç
kimseye verilmemiştir. Peygamberlikten sonra da ilimden ve fıkıhtan daha üstün
hiçbir şey yoktur.’ Bu kimden diye sorulunca da ‘Fakihlerin tümünden’ diyor.
Sehl: ‘Kim, peygamber meclislerini
görmek isterse, âlimlerin meclislerine baksın.’
Şafiî (r.a.): ‘İlminin gereğince
davranan (amel eden) âlimler, Allah’ın dostları olmayacaklarsa, Allah’ın hiçbir
dostu yok demektir.’
İbn Ömer: ‘Bir ilim meclisi, altmış
yıllık (nafile) ibadetten daha hayırlıdır.’
Süfyân es-Sevrî (ö. 161) ve Şafiî’den naklediliyor
(r.a.): ‘’Farzlardan sonra, ilim tahsilinden daha üstünü yoktur.’
Zührî’nin (r.a.) şöyle dediği
naklediliyor: ‘İlmin/fıkhın benzeri hiçbir şeyle Allah’a kulluk/ibadet
edilmemiştir.’
Ebû Zerr ve Ebû Hüreyre’den naklediliyor
(r.a.), şöyle demişler: ‘İlimden bir bölüm (konu) öğrenmemiz, bizim
için, nafile bin rek’at namazdan daha iyidir. İlimden bir bölüm öğretmemiz,
kendisiyle amel edilsin veya edilmesin, nafile yüz rek’at namazdan bize daha
sevimlidir.’
Bu zikrettiklerimizle açığa çıkıyor ki
Allah rızası için ilimle meşgul olmak; namaz, oruç, tesbih, dua ve benzeri
bedenî nafile ibadetlerden daha üstündür. Çünkü ilmin faydası, sahibiyle
birlikte diğer insanları da kapsar. Oysa bedenî nafile ibadetler, sahibine
mahsustur. Yine ilim, kendisi dışındaki ibadetleri düzelticidir; dolayısıyla
ibadetler, ilme muhtaçtırlar, ona bağlıdırlar. Ama ilim onlara bağlı değildir.
Zira âlimler, peygamberlerin (salât ve selâm onlara olsun) varisleri oldukları
halde, bu mirasçılık rütbesi, diğer ibadet edenler için söz konusu değildir,
Âlime, ilimde itaat etmek, başkalarının görevidir. İlmin eseri, sahibinin
ölümünden sonra baki kalırken, onun dışındaki nafile (ibadet)ler, sahibinin
ölümüyle kesilivermektedirler. Ve yine ilmin baki kalmasında, dinin
diriltilmesi ve dinin yüce değerlerinin korunması vardır.
Gerçekten bil ki ilmin ve âlimlerin
faziletiyle ilgili bütün bu söylenenler, ancak ve ancak, ilimle Allah’ın
hoşnutluğunu ve Naîm cennetlerinde Allah’a yakın olmayı amaçlayan müttakî,
erdemli, ilmiyle amel eden âlimler hakkındadır; yoksa, kötü niyetle, saklı bir
kötülük düşüncesiyle (soysuz bir düşünceyle) veya mal, makam, bağlılarının ve
öğrencilerinin arasında büyüklenmek gibi dünyevî maksatlar için ilim talep eden
kimselerle asla ilgili değildir.
Nitekim Peygamber’den (sav) şunlar
naklediliyor:
‘Her kim, ilmi, onun vasıtasıyla
sefihlerle boş tartışmalara girmek ve onun çokluğuyla âlimlere galip
gelmek (onlarla boy ölçüşmek) için veya onun sayesinde
insanları kendisine yöneltmek (ilgilerini çekmek) amacıyla
talep ederse Allah, onu cehenneme sokar.’
‘Kim ki Allah’tan
başkası için ilim tahsil eder veya onunla Allah’ın hoşnutluğundan başka bir
şeyi dilerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.’
‘Her kim, kendisiyle Allah’ın
hoşnutluğu istenecek olan ilmi sırf dünyalık bir maksada ulaşmak için öğrenirse
o, kıyamet günü cennetin kokusunu koklayamaz.’
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) naklettiğine göre
Resulullah (sav), ‘Kıyamet günü aleyhine hüküm verilecek İlk
insanlar.. (diye başladığı hadisinde) üç kişiyi zikretmiş.
Orada şu ifade de var: ‘İlim öğrenmiş ve onu öğretmiş, Kur’an okumuş
adam. Bu adam getirilir ve (Allah) ona nimetlerini tanıtır o da onları tanır.
(Allah), ‘O nimetlerle ilgili ne yaptın?’ der. O da, ‘Senin rızan için ilim
öğrendim ve öğrettim, senin rızan için Kur’an okudum.’ der. Allah şöyle der:
‘Yalan söylüyorsun! Bilakis sen ‘âlim’ desinler diye ilim tahsil ettin,
‘karî/okuyucu’ desinler diye Kur’an okudun ve öyle de dendi.’ Sonra emredilir
ve yüzü koyun sürüklenerek cehenneme atılır.’
Hammad b. Selem ‘den rivayet ediliyor: ‘Kim
Yüce Allah’tan başkası için hadis talep ederse, onunla tuzağa düşürülür
(cezalandırılır).’
Bişr’den naklediliyor: ‘Allah,
Dâvûd’a (a.s.), ‘Benimle senin arana aldanmış (meftun) bir âlim sokma; şekke
düşürerek seni benim sevgimden saptırır. Bunlar, kullarımın yollarım
kesenlerdir’ diye vahyetti.’
Öğrencinin Tutum ve
Davranışları (Âdâbı) (S.135-147)
1. Öğrenci, kalbini her tür hıyanetten,
kirden, kinden, hasetten, kötü inanç ve ahlâktan arıtıp tertemiz etmelidir.
Çünkü o, ancak bu sayede ilmi almaya, bellemeye, ilmin mana inceliklerini ve
zor meselelerinin hakikatlerini kavramaya elverişli olabilir. Zira ilim,
birilerinin dediği gibi, insanın özünün namazı, kalbinin ibadeti ve kişinin
içinin Allah’a yakınlaşma vasıtası/tapınmasıdır. Görünür organların ibadeti
olan namaz ancak hadesten ve pisliklerden insanın zahirini temizlemekle sahih
olduğu gibi kalbin ibadeti olan ilim de ancak nitelik pisliklerinden, ahlâkî
kusur ve rezalet kirlerinden kalbi temizlemek suretiyle sahih olur.
Kalp, ilim için tertemiz ve elverişli
olursa, ilmin bereketi ortaya çıkar ve artar. Tıpkı ziraata elverişli olduğu
zaman ekini iyi gelişip artan toprak gibi!
Hadis’te şöyle buyuruluyor: ‘Doğrusu,
bedende bir et parçası var ki o sağlıklı olduğu zaman bütün beden sağlıklı
olur; o bozulduğu zaman da bedeninin tümü bozulur. Dikkat edin, o, kalptir.’
Sehl, ‘İçinde Allah’ın hoş
görmediği bir şey bulunan kalbe, nurun girmesi haramdır/önlenmişir’ diyor.
2- Öğrenci, ilim talebinde, güzel niyete
sahip olmalıdır. Bu da, onun ilim tahsil etmekle, Yüce Allah’ın rızasını, o
ilme göre davranmayı/ameli, dini ihyâ etmeyi, kalbini/zihnini aydınlatmayı,
içini arındırıp süslemeyi, kıyamet günü Allah’a yakın olmayı, ehli için
hazırlanmış olan Allah’ın rızasını ve büyük fazlını kazanmayı... amaçlamasıyla
olur.
Süfyân es-Sevrî, ‘Benim için, ele alıp
üzerinde çalışmış/uğraşmış olduğum en zor şey, niyetimdir’ diyor.
Yine öğrenci, başkanlık, makam ve mal elde
etme, akranlarına karşı böbürlenme, kendisine insanların saygı göstermesi,
meclislerde başta/üstte oturtulması ve benzeri dünyevî maksatları ilim tahsil
etmesinin amacı edinmemelidir. Aksi takdirde, en bayağı olanı, en iyi olanla
değiş tokuş etmiş olur. S.135
Ebû Yusuf (ö. 182), ‘Dostlar !
İlminizle Yüce Allah’I (n rızasını) murad ediniz. Gerçekten ben, alçakgönüllü
olmaya niyet ettiğim halde katıldığım her mecliste, mutlaka oradakilere üst
çıkmış olarak kalktım. Yine başkalarına üst çıkayım diye katıldığım her
meclisten de ancak utanç duyarak kalktım’ diyor.
İlim, ibadetlerden bir ibadet, Allah’a
yaklaşma araçlarından bir araçtır. İlimde niyet katıksız/halis olursa, ilim o
kişiye yönelir, gelişir, İlmin bereketi artar. Yok, eğer öğrenci ilimle, Yüce
Allah’ın hoşnutluğundan başka bir şeyi kastederse, boşa çıkar, kaybolur,
alışverişi zarar eder. Hatta belki o maksatları bile gerçekleşmez, onlara
ulaşamaz: Amacı kaybolur, gayreti boşa gider.
3- Öğrenci, daha gençliğinde ve ömrü
boyunca ilim tahsiline koşmalı; işi geleceğe erteleme ve arzu planında tutma
hileleriyle aldanmamalıdır. Çünkü ömrünün her anı, karşılıksız ve bedelsiz
geçip gitmektedir. Ayrıca, öğrenimi için bütün gücünü ve gayretini
sarfetmesini, tamamen tahsile kendini vermesini önleyen engeller ve meşgul
edici alakalardan gücü dâhilinde olanları ortadan kaldırmalıdır. Zira onlar,
yol kesiciler gibidir. Bu yüzden selef, ailesinden ve vatanından uzaklaşıp
gurbette kalmayı tercih etmişlerdir. Çünkü fikri dağılırsa, gerçekleri ve gizli
ince anlamları anlamaktan aciz kalır. Allah, hiç kimse için göğsünde iki kalp
yaratmış da değildir. Nitekim, ‘Sen ilme kendini tamamen vermedikçe ilim
sana bir kısmını vermez’ denilmiştir.
Hatib el-Bağdadî (ö. 463/1072), el-Camî’de
birisinden şunu naklediyor: ‘Bu ilmi ancak, dükkanını kapatan, bostanını
harabe bırakan, kardeşlerinden ayrılan/hicret eden, ailesinde en yakını öldüğü
halde cenazesinde bulunmayan kimse elde edebilir.’
Bütün bunlarda abartma olsa da, onlarla
kasdedilen husus, ilim yolunda mutlaka kalbin/zihnin toparlanması, fikrin o
noktada yoğunlaştırılmasının gerekliliğidir.
Denildiğine göre üstadlardan birisi,
Hatib’in naklettiğine benzer şeyleri bir öğrencisine emreder ve buyruklarının
sonunda da ‘Elbiseni boya da, onu yıkama düşüncesi seni meşgul etmesin’ der.
Şafiî’nin de, ‘Bir baş soğan satın almakla yükümlü tutulsaydım, bir
mesele bile anlayamazdım’ dediği naklediliyor.
4- Öğrenci azıktan yana, az da olsa,
kolay/hazırda olanla; giyecekten yana da yine eski bile olsa kendisi gibisini
örtenle (veya kolay olanla) yetinmelidir. Zira, ancak yaşam darlığına karşı
sabırlı olmak suretiyle ilmin genişliğini/zenginliğini elde edebilir. O,
kalbini/zihnini dağınık arzulardan uzak tutup dağınıklıktan kurtarmaIı (tamamen
ilme vermeli) ki onda hikmet kaynakları fışkırıversin.
Şafiî (r.a.) diyor ki ‘Varlıkla,
nefsini aziz tutarak bu ilmi talep eden hiçbir kimse yoktur ki başarmış olsun.
Fakat kim, nefsini zelil ederek, yaşam darlığı içinde ve bilginlere hizmetle
ilmi talep etmişse umduğunu elde etmiştir.’ O; ‘İlim talebi, ancak
müflis için elverişlidir’ der. ‘Varlığıyla yetinen zengin için de mi
elverişli değildir?’ diye sorulunca, ‘Varlığıyla yetinen zengin için de
değildir’ der. Malik, ‘Hiç kimse, kendisine fakirlik dokunmadıkça ve ilmi
her şeye tercih etmedikçe bu ilimden istediğine ulaşamaz’ diyor.
Ebû Hanife de şöyle diyor: ‘Fıkha,
bütün çabaları birleştirmekle güç yetirilir; İlme engel olan bağları ortadan
kaldırmaya da, ihtiyaç anında az ve kolay olanı alıp fazlasıyla uğraşmamakla
muktedir olunur.’
İşte bütün bunlar, ilimde tartışmasız yüce
nasibin/payenin sahibi olan imamların/lider, bilginlerin sözleridir ve onların
durumları da işte buydu. Allah, onlardan razı olsun!
Hatip, ‘Öğrenci için, mümkün
olduğu müddetçe bekâr kalması tercih edilir. Çünkü böylece eşlik haklarıyla ve
geçim çabalarıyla meşgul olma, onu, öğrenimini tamamlamaktan alıkoymaz’ diyor.
Süfyân es-Sevrî ise şöyle diyor: ‘Kim evlenirse, denizde yolculuğa çıkmış
demektir. Eğer onun bir de çocuğu olursa, kayığını kırmış olur.’
Sözün özü, evlenmeye ihtiyacı olmayan ve
evlenmeye gücü olmayanın, evliliği terketmesi en iyisidir. Özellikle de bütün
sermayesi zihnini toplama, kalbini/kafasını rahat tutma ve düşünmekle meşgul
olmaktan ibaret olan öğrenci için.
5- Öğrenci, gecesinin ve gündüzünün
saatlerini taksim etmeli, ömrünün geri kalanını ganimet bilmelidir. Çünkü
ömrünün geri kalanının bir kıymeti yoktur.
Ezberleme için en iyi vakitler,
seherlerdir. Araştırma için, sabahın erken vakitleri; yazı için gündüzün
ortası; dersleri mütalaa ve müzakere etmek için de gecedir.
Hatib (el-Bağdadî) diyor ki ‘Ezber için
en iyi vakit seherlerdir. Sonra gündüzün ortası; sonra da sabah vaktidir.’
Yine o şöyle diyor:
‘Geceleyin ezberleme, gündüzleyin
ezberlemeden; aç karnına ezberleme de tok vakitteki ezberlemeden daha
faydalıdır.’
‘En iyi ezberleme yerleri, odalar ve
eğlenceden uzak her yerdir.’
‘Yeşil bitkilerin arasında, nehirlerin
kenarında, yol başlarında/ortasında, gürültüler bağırtılar içinde istenen
ezberleme olmaz. Çünkü bunlar, genelde kalbi meşgul ederler.’
6- İlimle meşgul olma, iyi kavrama ve
usanmamanın en önemli faktörlerinden birisi de, helalinden ve az miktarda
yemektir. Şafiî (r.a,), ‘On altı seneden beridir, doymadım’ diyor.
Bunun sebebi şudur: Çok yeme, çok su
içmeye neden olur. Çok su içme de uykuya, kalın kafalılığa, zihinsel zayıflığa,
duyuların gevşekliğine ve bedeninin tembelliğine yol açar. Kaldı ki çok yeme ve
içmeyi din de hoş görmemiş ve onda bedensel hastalıklar tehlikesine maruz kalma
söz konusudur. Nitekim bir şiirde şöyle deniyor:
‘Doğruşu, gördüğün çoğu hastalıklar,
Hep yemekten ve içmekten oluşurlar,’
Allah dostlarından ve lider
bilginlerden/imamlardan, çok yemeyi öven veya onunla övülen biri görülmemiştir.
Çok yeme, ancak idrakten yoksun hatta sırf iş için hazırlanmış olan hayvanlarda
hoş görülebilir.
Sağlam zihn(e sahip olma), neticede ne
hale dönüştüğü bilinen birazcık yemek yüzünden onu dağıtmaktan ve onu etkisiz
hale sokmaktan daha şereflidir.
Şayet çok yeme ve içmenin zararlarından
sadece çokça tuvalete gitmek zorunda kalmak olsaydı bile, yine de akıllıya,
ondan kendini mutlaka koruması yaraşırdı. Kim çok yeme, çok içme ve çok
uyumasına rağmen ilimde ve ondaki amacına ulaşmada başarılı olmayı arzu ederse,
gerçekte, adeten imkansız olanı istemiş olur. En uygunu, en fazla alacağı
yemek, Peygamber’in (sav) hadisinde belirtildiği kadar olmalıdır: ‘Ademoğlu,
karnından daha kötü hiçbir kap doldurmamıştır. Adem Oğluna, belini doğrultacak
birkaç lokmacık yeter, Mutlaka yemesi gerekiyorsa o zaman, midesinin üçte
birini yiyeceğine, üçte birini içeceğine ve üçte birini de nefesi için ayırsın.
Eğer bundan fazla yerse, o durumdaki
fazlalık israftır, sünnetten ayrılmaktır. Allah Teâlâ, ‘Yiyiniz, içiniz,
israf etmeyiniz’ (A’raf Sûresi: 7/31) buyuruyor.
Âlimlerden birisi de ‘Allah, bu
kelimelerle, tıbbın tümünü bir araya toplamış’ diyor.
7- Öğrenci, işlerinin tümünde kendini
takva ile yükümlü tutmalıdır. Yiyeceğinde, içeceğinde, giyeceğinde, meskeninde,
kendisinin ve ailesinin ihtiyaç duyduğu her şeyde helali araştırmalıdır ki,
böylece kalbi aydınlanıp ilmi ve onun nurunu kabul etmeye ve ondan faydalanmaya
elverişli olabilsin. O kendisini bir ihtiyaç zorlamadıkça ve takva üzere
hareket etmesi mümkün oldukça şahsı için, dince zahiren helal olanla
yetinmemeli veya caiz olanı kendi nasibi kabul etmemeli; bilakis yüce rütbeyi
talep etmelidir. Öğrenci, bilginlerin ‘caizdir’ diye fetva verdikleri
çoğu şeyden sakınma hususunda salih selef bilginlerine uymalıdır. Bu konuda
izlenmeye en lâyık olanı da Efendimiz Resulullah (sav)’dir. Zira o, yolda
bulduğu hurmayı bile sadaka olacağından korktuğu için, böyle olması uzak
olmasına rağmen, yememiştir. İlim ehli, izlenecek ve kendilerinden bilgi
alınacak olanlardır. Durum bu olunca haliyle, onlar takva sahibi olmazlarsa kim
olacak?
Bu bilginlere uymuş olmak için, yeri
geldiğinde öğrencinin, ihtiyaç duyduğu ve sebebi bulunduğu zaman ruhsatları da
kullanması gerekir. Çünkü Allah, azimetlerinin yapılmasından hoşlandığı gibi
ruhsatlarının kullanılmasından da hoşlanmaktadır.
8- Ekşi elma, baklagiller gibi kalın
kafalılığa ve duyuların zayıflamasına sebep olan yiyecekleri öğrenci, az
tüketmeli, sirkeyi az içmelidir. Aynı şekilde, fazla süt, balık ve benzerleri
gibi balgamı artıran şeyleri de az almalıdır. Zira balgam zihni gevşetir ve
bedeni hantallaştırır.
Öğrenci, Allah’ın zihin zindeliği için
sebep kıldığı şeyleri kullanmalıdır. Adete göre reçine, sakız... çiğnemek,
erkenden kuru üzüm yemek, gül suyuyla karıştırılmış bal veya şeker ve
benzerlerini yemek gibi ki, burası onları açıklama yeri değildir.
Ayrıca, unutkanlık meydana getiren
şeylerden de öğrencinin kaçınması gerekir. Özellikle de fare artığını yemek
gibi, kabirlerin levhalarını okumak gibi, yüklü iki deve arasına girmek, bit
atmak gibi bu konular da denenmiş şeylerdendir.
(Bu söylenenlerin, bugünkü tıp biliminin
elde ettiği sonuçlara göre değeri nedir? Bu, tartışılabilir. Ancak, burada
üzerinde durulması gereken ve oldukça ilgi çekici olan husus, yaklaşık yedi
asır önce, beslenmenin problem edinilmiş ve eğitim-öğretim meseleler; arasında
beslenmeye değer verilmiş olmasıdır. Çev.)
9- Öğrenci, bedenen ve zihnen kendisine
bir zarar/rahatsızlık gelmedikçe, uyumayı azaltmalı; gece ve gündüz sekiz
saatten fazla uyumamalıdır. Bu, zamanın üçte biridir. Durumu, bundan daha azına
tahammül ederse onu yapar.
Ruhunda, kalbinde. zihninde, gözlerinde
bir yorulma veya zayıflama meydana gelirse, eski haline dönecek ve bu konuda
zamanını zayi etmeyecek şekilde, gezinti yerlerinde gezinip seyretmek suretiyle
onları rahatlatmasında hiçbir sakınca yoktur.
Yürümeye çabalayıp o yolla beden sporu
yapabilir. Bunun, harareti yükselteceği, karışımların (veya eski tıpta insan
bünyesinin temel dayanaklarından sayılan balgam, safra. kan ve sevda
salgısının) fazlalıklarını eriteceği ve bedeni zindeleştireceği söylenmiştir.
Öğrencinin, ihtiyaç duyduğu zaman helal
yoldan cinsi ilişkide bulunmasının da bir sakıncası yoktur. Doktorlar, ihtiyaç
anında ve ölçülü olursa bunun, salgıyı/ ifrazatı kurutacağını/azaltacağını,
zihni zindeleştirip arıtacağını söylüyorlar. Ama bunun fazlasından da,
düşmandan sakınırcasına sakınmalıdır. Çünkü denildiği gibi bu, rahimlere
dökülen hayat suyudur; İşitmeyi, görmeyi, sinirleri, harareti, sindirimi
zayıflatır ve başka kötü hastalıklara neden olur. Araştırmacı doktorlar,
zaruret nedeniyle ve şifa talebiyle yapılması dışında, bunun terk edilmesini
daha uygun görüyorlar.
Kısacası, usanç duyacağından korktuğu
zaman, öğrencinin kendini dinlendirmesinde hiçbir sakınca yoktur.
Büyük bilginlerin kimisi, yılın bazı
günlerinde, birtakım gezinti yerlerinde arkadaşlarını toplar, din ve namus
konusunda kendilerine zararı olmayacak biçimde aralarında şakalaşırlardı.
10- Öğrenci, işreti (ahbaplarla düşüp
kalkmayı) terk etmelidir. Zira bunu bırakmak, özellikle de karşı cinsle olanı
bırakmak, öğrenci/ilim talep eden için, hele de oyunu çok ve tefekkürü az
olanlar için gerekli görülenlerin en önemlilerindendir. Doğrusu insanın
tabiatı, pek hırsızdır (çevresinde gördüklerini kapar). İşretin kötülüğü; ömrün
boşu boşuna zayi edilmesi, layık değilse malın ve namusun gitmesi ve yine
ehline ait değilse dinin gitmesidir.
Öğrenciye yaraşan, ancak faydalı olacağı
veya kendisinden faydalanacağı kimselerle haşır neşir olmaktır. Çünkü
Resulullah’tan şu naklediliyor: ‘Ya âlim/öğreten ol, ya da öğrenci. Sakın
üçüncüsü olma; helâk olursun!’
Öğrenci, beraberliğinde vaktinin zayi olacağı;
ona faydalı olamayacağı gibi ondan da faydalanamayacağı; üzerinde durduğu
konuda (ilimde) kendisinden yararlanamayacağı kimselerle sohbete başlar veya
buna maruz kalırsa, sohbet iyice koyulaşmadan daha işin başında onunla
beraberliğini centilmence kesmelidir. Çünkü işler iyice oturup sağlamlaşınca
ortadan kaldırılmaları güçleşir. Fakihlerin dillerinde pelesenk ettikleri bir
söz var: ‘Defetmek (yaklaştırmamak, uzaklaştırmak), yerleşmiş olanı ortadan
kaldırmaktan daha kolaydır.’
Birilerini arkadaş edinme ihtiyacı
duyarsa, arkadaş edineceği kişi; salih, dindar, takva sahibi, zeki, hayrı çok,
şerri az, güzel geçinimli, çekişmesi/geçimsizliği az, unutursa kendisini
anacak, anarsa yardımına koşacak, ihtiyacı olursa onu karşılayacak, kızarsa
sabredecek bir arkadaş olmalıdır.”
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 331 / Haziran 2018