Bu sayımızda tanıtacağımız kitap, Prof. Dr. Şevket Topal tarafından kaleme alınan Sedd-i Zerâi’ isimli eserdir. Maliki fûkahası’nın, asli deliller arasında zikrettiği ’Sedd-i zerâi, dînin maksatlarının sahih bir şekilde gerçekleşmesinin önündeki engellerden kurtulma ameliyesini ifade eder. Bu yolla mükelleflerin, ahkâmın ruhuna aykırı davranışlarlarının önüne geçilmeye çalışılması esas alınmıştır. İnsanların faydasına ve yararına yönelik amaçlar ile bunların araçları, şâyet hakkında açık nass bulunan bir delile dayalı değilse; bu durumda kıyâs, istihsan ya da maslahat gibi delillerden istifâde etmek gerekecektir. Bunun yanında uygulamada, İslâm hukukunun genel amaçlarına aykırı yollar engellenmek isteniyorsa; bu durumda İslâm hukukunda cârî genel kâideler çerçevesinde, meselenin ele alınması gerekecektir. Bu anlamda sedd-i zerâiye uygun fiilleri, ister özel hukuk alanında olsun ister amme hukuku sahasında olsun, fıkhın hemen hemen her alanında tatbik edilmesi mümkündür. Sahasında ender olan bu eserin okunmasını tavsiye ederiz.
Sedd-i Zerâi
|
Pek tabiî ki İslâm hukuku, esâsında dînî
bir hukuk olduğu için, üretilen çözümlerin de dînin gerçek sahibi Allah’ın
iradesine azami uygunluk gösterecek şekilde ortaya konulması gerekir. Bu
irâdeye ne şekilde uyulmuş olacağı üzerinde, Hz. Peygamber’ in tâlimatı, sahâbe
tatbikatı ve müçtehit imamların büyük çabaları, sonradan gelen fakihler
üzerinde oldukça yol gösterici olmuştur. Bu çabalar daima Şâri’in maksadını
gerçekleştirme gayesini gütmüştür. Bu anlamda İslâm hukuk metodolojisinde,
Şâri’in maksadına uygun çözümler üretmede takip edilmesi gereken kaynaklar
hiyerarşisi, fıkıh usûlü eserlerinde ayrıntılı olarak ortaya konmuştur. Buna
göre, doğrudan hukukî hazır çözümlerin elde edildiği Kur’an ve Sünnet aslî
kaynaklar olarak kabul edilmiş, diğer kaynaklar ise bu iki ana kaynak üzerine
binâ edilmiş ve kendileri hukukun fer’î delilleri olarak kabul edilmiştir.
Fer’î delillerin sayısı oldukça fazladır. Bununla birlikte icmâ ve kıyâs
dışındaki diğer fer’î deliller fakihler tarafından aynı ölçüde kabul
görmemiştir. Sedd-i zerâi de bu kategoride değerlendirilmesi gereken bir
delildir. Bu çalışmamızda, söz konusu kavram değişik açılardan incelenmiş;
İslâm hukukunda müstakil bir kaynak değerine sahip olup olmadığı, ayrıca icra
ettiği fonksiyonlar üzerinde durulmuştur.
Sadd-i zerâi konusu, belli ölçüde
tatbîkatla alâkalı olduğundan dolayı, İslâm hukuku araştırmacı ve
uygulayıcıları açısından her dönem güncelliğini korumuştur. Bununla birlikte,
bugün için ülkemizde konuyla alâkalı kapsamlı bir çalışmanın yapılmadığı da
dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu ihtiyaca binâen kaleme almaya çalıştığımız
elinizdeki bu eser, kavramı incelerken sadece fıkıh usûlü açısından değil, aynı
zamanda İslâm hukuk düşüncesinin genel bütünlüğü içerisinde meseleye yaklaşmaya
azami dikkat göstermiştir. Bu amaçla çalışmada işlenen usul konuları, furû-i
fıkıhtan da örnekler verilerek açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışma bir giriş ile
üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde konuya hazırlık sadedinde
verilen genel bilgilerden sonra; birinci bölümde sedd-i zerâi kavramı,
mâhiyeti, kısımları ve fonksiyonları ele alınmıştır. İkinci bölümde sedd-i
zerâinin kaynak değeri üzerinde durulmuştur. Üçüncü bölümde ise, sedd-i zerâi
ile ilgili olarak uygulamadan örnekler verilmiştir.
İslâm hukuku alanında çalışan bütün
araştırmacıların yakındığı zorlukların başında, incelediği konuyla alâkalı
malzemenin klasik fıkıh eserlerinde farklı başlıklar altında değişik
vesîlelerle zikredilmesi ve bunun kendileri açısından oluşturduğu zorluklar
gelir. Zira dağınık halde bulunan malzemeden hareketle bir çalışma yapmak pek
tabiî yorucudur. Bununla birlikte bu durum bizim açımızdan bir şikâyet vesilesi
olmaktan ziyade, konunun arka planını ve uygulama örneklerini görme açısından
bir zenginlik oluşturmuştur.” S.1-3
Giriş
1-Amaç ve Metot
“İslâm hukukunda Kur’an ve Sünnet aslî
hüküm kaynakları olarak kabul edilmiş, icmâ ve kıyâs gibi fer’î deliller ise bu
ikisi üzerine binâ edilmiştir. Bu, aynı zamanda katîden zannîye doğru bir
sıralamadır. Yani kaynaklar hiyerarşisi açısıdan en üst seviyede Kur’an
bulunur, diğer deliller ise, sünnet, icmâ, kıyâs şeklinde kuvvetliden zayıfa
doğru sıralanır. Ancak fer’î delil tâbirinden de anlaşılacağı üzere, bunların
asıllarla olan ilişkisi yanında, nelerin bu kapsama girdiği ve kaynaklık değeri
üzerinde fakihler öteden beri kafa yormuşlar; bu konuda çeşitli tavırlar
geliştirmişlerdir. Dolayısıyla fer’î deliller üzerinde mezheplerin ve hattâ kimi
zaman mezhep içi müçtehitlerin görüşleri de birbirinden farklı olabilmiştir. Bu
nedenle, hükümlerin elde edildiği delilleri incelemek sûretiyle onların aslî
çıkış noktalarını doğru tespit etmek ve şeklî benzerliğe rağmen farklı kategori
içerisinde olan hükümlerle de karıştırmamak son derece önemlidir. Bu konuda
Amidî (ö. 631 / 1234) şöyle der: ‘Hükmün beyânı, tanımla ve bilinmeyeni
açıklamayla bağlantılıdır. Bu da delille olur. Delil, arzu edilen şeye
ulaştıran yol göstericidir. Bu ise ilimden veya delillerden elde edilen zannî
bilgi ile sağlanır. Beyân; tanımın, delilin veya delilden elde edilen genel
hükmün/anlamın dışında olamaz. Beyan ise, anlamı kapalı olan şeyin kapalılığını
gidererek, onu açıklığa (vuzûh) kavuşturmaktır.’ Bu nedenle,
genellikle delillerin hiyerarşik sıralamasında farklı düşünen
mezheplerin de aslında bu farklı tavırlarının esasa müteallik değil, sadece
lafzi bir ayrılık anlamına geldiği yönünde, son dönem İslâm hukuku
araştırmacıları tarafından kimi zaman yapılan yorumların çok da haklı sebeplere
dayandığını kabul etmek oldukça güçtür. Zira fakihlerin metodolojilerini
geliştirmeleri oldukça uzun bir zaman dilimine yayılmış; esasa müteallik
ilkeler sağlam dayanaklara oturtulmuştur. Bu nedenle fakihlerin deliller
hiyerarşisinde farklı kanaatlere sahip olmalarını sadece lafzî bir ayrılık gibi
görmeyip, onların hangi sâiklerle farklı düşündüklerini tespite çalışmak, hukuk
biliminin ve metodolojisinin gelişimine çok daha fazla katkı sağlayacaktır.
İslâm hukukunda fakihin açığa çıkarmaya
çalıştığı içtihadî neticenin (hüküm), derin bir araştırmanın ve ince bir
kavrayışın ürünü olduğu, bilinmektedir. Aksi takdirde, ince kavrayışın ve derin
bir arayışın olmadığı yerde içtihattan da söz edilemez. Bu nedenle fakihler
tarafından ortaya konulan hükümlerin zâhirî görüntüsüne bakarak bunlar
birbirinin aynısı ya da benzeridir kanaatine sahip olmak, fıkıh ilminin
ilkeleriyle bağdaşmayacaktır. Dolayısıyla, İslâm hukuku sahasında araştırma
yapan bir kimsenin, hükmün zâhirî görüntüsünden ziyade, tarafların delillerini
incelemesi ve bu yolla bir kanaate ulaşması fıkıh ilmi adına çok daha verimli
bir çaba olacaktır. Bu genellemenin konumuzla ilgisi ise şu açıdandır: Fıkıh
usûlünde fer’î deliller arasında sayılan sedd-i zerâi, bütün mezhep
müçtehitlerince, her ne kadar tatbikatta benzer çözümler önerseler de, aynı
derecede kaynaklık vasfını hâiz görülmemiştir. Hal böyle iken, onun kaynaklık
değeri üzerinde fakihlerin farklı düşünce ortaya koymalarını, sadece lafzi bir
ayrılık olarak görme / gösterme çabaları tutarlı görülmemektedir.” S.5-7
2-Sedd-İ Zerâinin Konusu
ve Önemi
“Sedd-i zerâi, dînin maksatlarının sahih
bir şekilde gerçekleşmesinin önünde engel olan durumları önleyen koruyucu bir
tedbirdir. Bu yolla mükelleflerin, bilinçli ya da , bilinçsiz olarak kanunun
ruhuna aykırı davranışlar sergilemek süretiyle, Şâri-i Teâlâ’nın maksadına
aykırı davranmalarının önüne geçilmeye çalışılmıştır. İnsanların faydasına ve
yararına yönelik amaçlar ile bunların araçları, şâyet hakkında açık nass
bulunan bir delile dayalı değilse; bu durumda kıyâs, istihsan ya da maslahat
gibi delillerden istifâde etmek gerekecektir. Bunun yanında uygulamada, İslâm
hukukunun genel amaçlarına aykırı yollar engellenmek isteniyorsa; bu durumda
İslâm hukukunda cârî genel kâideler çerçevesinde, meselenin ele alınması
gerekecektir. Dolayısıyla İslâm hukuku bünyesinde sedd-i zerâi ilkesi; iyi veya
kötü davranışların ya da yapılıp yapılmaması dînî açıdan bir sakınca doğurmayan
(mübah) fiillerin uygulaması ile alâkalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda
sedd-i zerâiye uygun fiilleri, ister özel hukuk alanında olsun ister amme
hukuku sahasında olsun, fıkhın hemen hemen her alanında tatbik etmek
mümkündür.” S.9
Birinci Bölüm
Sedd-i Zerai Kavramı ve
Mahiyeti
“Öte yandan; genel maslahatın (siyaset-i şeriyye)
gereği olarak devlet yetkililerince uygulanan yasaklamaların veya serbest
bırakılması durumunda ciddi mefsedetin doğmasından korkulan hallerin
yasaklanmasını meşru kılan hukukî prensip de sedd-i zerâidir. Yasaklama fiili
dînî ya da hukukî otoriteye bağlı olarak uygulama alanı bulacağından, toplum
telakkilerinin ve çağın değişmesinin getirdiği problemler karşısında hukukî
otorite; dînin genel ilkelerini göz önünde bulundurarak yeni yasaklar koyabilir
ya da önceden yasak kabul edilmekle birlikte, zamanla aynı sakıncaların ortadan
kalktığına kanaat getirirse, bu yasakları uygulamadan kaldırabilir. Şer’i
hükümlerin tespiti açısından son derece önemli bir prensip olan sedd-i
zerâinin, pratik hayatta da pek çok sorunun çözülmesinde kullanılabilecek bir yöntem
olduğu ifâde edilebilir.” S.10-11
“Sedd-i zeraîinin konusunu belirlerken;
zerîa kavramının anlam yapısından kaynaklanan iki farklı bakış açısını dikkate
almak gerekir. Bu nedenle mutlak anlamda zerîa bir yandan iyiliklere vesîle
olan yolların açılması (feth-i zerâi), onların vesîlelerinin devreye konmasını
ifâde ederken, öte yandan kötülüklere / mefsedetlere yol açan vâsıtaların
engellenmesini (sedd-i zerâi) ifâde eder. Bununla birlikte kavramın sedd-i
zerâi anlamı zamanla daha da ön plana çıkmıştır. Buna göre sedd-i zerâinin
konusunu; esas itibarı ile kendisi mübah olan, ancak uygulamada dînen yasak
olan bir başka fiilin meydana gelmesine sebebiyet veren fiillerin önceden
yasaklanması prensibi oluşturur. Buna göre sedd-i zerâi prensibinin ilgi
alanına giren fiiller, şekil itibarı ile hukuka aykırı olmayan fiillerdir.
Buradaki şekli uygunluk ile kanunun ruhu arasında bir parelellik
kurulamadığından dolayı, zâhiren mübah kabul edilen fiilin mefsedet doğurması
ihtimâline binâen yasaklanması söz konusudur.” S.11-12
Sede-i zerâinin dayandığı usûl ve fıkıh
kâidelerinden bazıları şunlardır:
‘Vâcibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey
de vaciptir.’
‘Zarar ve mukabele bi’z-zarar yoktur.’
(Zarar vermek ve zarara uğramak yoktur).
‘Zarar-ı âmmı def için zararı ehaf izâle
olunur.’
‘Meşakkat teysîri celbeder (zorluk
kolaylığı gerektirir).’
‘Eşyâda aslolan ibâhadır.’
‘Def-i mefâsid, celb-i menâfîden evlâdır.’
‘Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü
inkâr olunamaz.’
‘Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.’
‘Kim bir şeyi vaktinden evvel isti’câl
eyler ise, mahrûmiyetle muâteb olur.’
‘Asıl sâbit olmadığı halde fer’in sâbit
olduğu vardır.’
‘İtibar gâlib-i şâyiadır, nâdire değil.’
‘Tâbi olan şeye ayrıca hüküm verilemez.’
S.12-13
Sedd-i Zerai Kavramı ve
Unsurları
Dînin gerçekleşmesini amaç edindiği
birtakım temel maksatlar (makâsıd) vardır ve bunlara vesîleler (vesâil) yoluyla
ulaşılır. İslâm hukuk metodolojisinde bu anlamı ifâde etmek üzere kullanılan
kavramlardan birisi de zerâidir. Zerâi, mutlak anlamda kullanıldığında, cevaz
ya da yasaklama tarzında bir başka şeye aracı kılınan her türden vesîleyi ifâde
eder. Bu yönüyle zerâi, mefsedete götüren yolların kapatılması (sedd) yanında,
iyiliğe ulaştıran yolların açılmasını da (feth) ifâde eden genel anlamlı bir
kavram olarak karşımıza çıkar.
Amaçlar (makâsıd) ile vesîleler arasında
(vesâil/zerâi) arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Zira bir şeyin
vesilesi anlamında kullanılan zerâi, makâsıda götüren yolların genel adıdır ve
onların elde edilmesine yardımcı olan unsurlardır. Yapısı gereği zamana ve
şartlara bağlı olarak değişkenlikler gösteren vesâil, makâsıda ulaştırdığı
ölçüde meşrûdur. Bu anlamda bir amel / davranış, maslahatları elde etmek için
yapılabileceği gibi, mefsedetleri terk etmek gayesiyle de yapılabilir. Kişi,
hangi maksadı gerçekleştirmeye yönelik bir amel / tutum sergiliyorsa, bu
amelini gerçekleştirmeye aracı kıldığı vesilesi de ona göre vasıf kazanacaktır.
Ama değişen bu vâsıtaların Şâri’in temel maksadını yansıtma özelliğine sahip
olması gerekir.
Kişinin makasıda ulaşmak için sergilediği
davranışlar, maslahatlar ve mefsedetler şeklinde tezahür edeceğinden dolayı
mükellefe düşen görev; Şâri-i Teâlâ’nın iradesine uygun olarak maslahatları
elde etmek, mefsedetlerden ise kaçınmak olmalıdır. Ancak, burada nelerin
mefsedet olduğu ve bunların ne şekilde tespit edileceği problemi ortaya
çıkmaktadır. Kaçınılması istenen mefsedetler hakkında, dînin kaynaklarından
açık bir nass ya da yasaklanmasını gerektirecek münâsib bir illet tespit
edilebiliyorsa, bu durumda o fiilin terki hususunda büyük bir zorlukla
karşılaşılmayacaktır. Aksi takdirde, mefsedetlerin tespitinde başka yollara
müracaat etmek gerekecektir. S.18
A- Sedd-i Zerâi
Kavramının Sözlük Anlamı
Sedd-i zerâi’, sedd ve zerâi’
kelimelerinin birleşmesinden elde edilen bir isim tamlamasıdır. Bu nedenle
sedd-i zerâi’nin sözlük anlamına geçmeden önce, terkipte yer alan sedd ve
zerâi’ kelimelerinin anlamlarına ayrı ayrı değinmemiz, sonra da her ikisinin
bir araya getirilmesinden elde edilen kavramın sözlük ve terim anlamlarını
vermemiz uygun olacaktır.
Sedd kelimesi sözlükte; bir şeyin önünü
kapamak, tıkamak, durdurmak, engel koymak, çatlağı onarmak gibi anlamlara
gelir. İki şeyin arasını kapatan ya da tıkayan şeye bu anlamda sedd denilir.
Zerîa sözlükte; vesîle, vâsıta, özür,
bahane, harekete geçme, genişleme gibi anlamlara gelmektedir. Buna göre zerîa
‘bir şeye vesîle olan, yol açan her şeyi’ ifâde eden Zerîa kelimesi sözlükte
genel olarak ‘vesîle’ ve ‘vâsıta’ anlamına gelebilecek değişik manalarda
kullanılmakla birlikte, buradaki vesîlenin/vâsıtanın olumlu veya olumsuz,
somut/hissi ya da soyut / manevi olması arasında fark gözetilmemesi, kendisinin
ıstılahta biri genel diğeri özel iki farklı bakış açısına göre tanımlanması sonucunu
doğurmuştur.
Genel anlamda zerâi, bir şeye ulaşmak için
vesîle edinilen her şeyi kapsamaktadır. Burada zerâi/ vesîle yoluyla elde
edilmesi hedeflenen şeyin, yasak bir fiil olup olmaması dikkate alınmamıştır.
Bu yönüyle zerâi, seddedilen (kapatılan) ve fethedilen (önü açılan / teşvik
edilen) davranışları ifâde etmede kullanılan vesîleler anlamındadır.”
Özel anlamda zerâi ise, aslı itibarı ile
mübah olan ve fakat yapılması durumunda yasak bir fiile götürmesi kuvvetle
muhtemel olan şeyleri ifâde eder; Bu hâliyle kelime (başında sedd lafzı olsun
ya da olmasın), sedd-i zerâi (yani vesîlelerin engellenmesi) anlamını içerir.
S.22
Sedd-i Zerâi Kavramının
Terim Anlamı
“Zerîa; kendisi bizzat yasak olmayan,
ancak yapılması durumunda bir başka yasak fiili doğurması muhtemel olan
vesilelerin, henüz fiiliyata geçirilmeden önce hukuken yasaklanmasıdır.’ Bu tanımla biz de, zerîanın hukuktaki varlık
nedeninin önleyicilik/ korumacılık düşüncesi üzerine inşâ edildiğini,
dolayısıyla kendisi bir parça feth-i zerâiyi içerse de, esas itibarı ile sedd
yönünün ön planda olduğunu kabul etmiş olmaktayız.” S.25
Sedd-i Zerai İle İlgili
Bazı Kavramlar
Feth-i Zerâi
“F-t-h” kök fiilinin mastar şekli olan
‘feth’, en özlü deyişle ‘sedd/kapatmanın’ zıddı; yani
‘açma’dır. ‘Feth’in daha pek çok anlamı vardır. Bunlardan bazıları şu
şekildedir: ‘Bir yeri sulamak için salıverilen su, akarsu, yardım etmek,
dâvâlarda hüküm vermek...’ Feth kelimesinin zerâiye muzaaf yapılmasından elde
edilen feth-i zerâi ise, bir fıkıh terimi olarak ‘netice itibarı ile
maslahata ulaştıran sebeplerin elde edilmesi, ona ulaştıran yolların açılması’ anlamına
gelir. İslâm hukuk düşüncesinde feth-i zerâi ilkesi ‘vâcibin kendisiyle
tamamlandığı şey de vâcip olur’ ve ‘mübahın kendisiyle meydana
geldiği şey de mübahtır’ şeklinde formüle edilen fıkıh usûlü
kaidelerine dayanır. Zerîa kelimesi mutlak anlamda ele alındığında, kendisinin
bir yönünü sedd-i zerâi diğer yönünü ise feth-i zerâi oluşturur. S.27
Mefsedet, Maslahat ve
Sedd-i Zerâi İlişkisi
İnsanlar için gerek dünyevî gerekse uhrevî
açıdan belirtilen önem ve derecelerde ihtiyaçlarını gideren veya onlara yarar
sağlayan şeyler maslahat, buna karşılık ister dünyaya yönelik olsun ister
âhirete, kişinin zararına olan şeyler ise mefsedettir. Maslahat ve
mefsedetler, ‘def-i mazarrat celb-i menâfîden evladır’ fıkıh
kuralı üzerine binâ edilmişlerdir. Bu maslahatlar, aynı zamanda dînin
gerçekleştirmeyi istediği maksatlardır. Dînin maksadına uygun maslahatlar /
yararlar ise önem sırasına göre; zarûret derecesinde olan faydalar, ihtiyaç
derecesinde olan faydalar ve nihâyet güzelleştirme derecesinde olan faydalar
şeklinde üçdereceye ayrılır. Maslahatla mefsedetin aynı konuda çakışması
hâlinde öncelik mefsedetin define verilir.
Maslahat kavramı hem menfaatleri ve hem de
mefsedetleri içeren bir anlama sahiptir. Bununla birlikte maslahat kavramı
sanki menfaatin elde edilmesiyle özdeşleşmiş gibidir. Mefsedetlerin defi ise,
esas itibarı ile Sedd-i zerâi ilkesi ile bağlantılı görülmüştür. Çünkü Sedd-i
zerâi ilkesi özde, mübah olan ve fakat mefsedet olan fiillere vesîle edilen
yolların kapatılması esasına dayanır. S.44
Maksat/Makâsıd ve
Vesile/Vesâil
“Türkçe’ de ‘kastetmek, azmetmek,
yönelmek, niyet etmek, merâmını ifâde etmek, istek, arzu’ anlamlarına
gelen ve esas itibarı ile Arapça bir kelime olan maksat, ‘k-s-d’ fiilinin
mastar şekli olup, çoğulu makâsıddır. Fakihler arasında makâsıd kelimesi
sıklıkla kullanılır. Bir fıkıh terimi olarak maksat / makâsıdın tanımı ise,
maslahat terimi ile izah edilerek yapılmıştır. Buna göre makâsıd ‘insanların
dünyaya ve âhirete yönelik maslahatlarının temin edilmesi’ demektir.”
S.44
İslâm hukukçularının tamamına yakını
nassların gelişi güzel, hiçbir amaca yönelmeksizin teşri edildiğini kabul
etmedikleri gibi; aynı zamanda bunların temel amacının mükellefleri körü körüne
kanun otoritesine boyun eğdirmek olduğu düşüncesini de kabul etmezler. Aksine
onlar, nassların Şâri Teâlâ’nın gerçekleşmesini arzu ettiği birtakım gâyelere
yönelik olduğu beyan ederler. Dînin, korunmasını zarurî gördüğü esaslar/
maksatlar beş tanedir: ‘Nefsin/ canın korunması, dînin korunması, malın
korunması, aklın korunması ve neslin korunması.’ Bunların korunması dînin
öncelikli maksatlarıdır. Zira bunlara yönelecek herhangi bir fesat, Cenâb-ı
Hakk’ın kurmuş olduğu bu dünyaya yönelik düzeni kökten sarsacak, kargaşalar
doğuracaktır. Öte yandan fakihler, dînî açıdan korunması gereken maksatlar bir
başka açıdan şu kısımlara ayrılmıştır: ‘Zarûrî olarak korunması gerekenler
(zarûri), hacet olarak korunması gerekenler (hâcî) ve güzelleştirici/
tamamlayıcı bir unsur olmaları hasebiyle korunması gerekenler (tahsînî)’ olmak
üzere üç ana grupta toplanmıştır. Bunların ihlaline ya da yok edilmesine sebep
olan şeyler ise mefsedet olarak nitelendirilmiştir. Dolayısıyla bu maksatların
korunması, Şâri tarafından mecburi görülmüş; bunların korunması hâlinde söz
konusu maslahatların elde edileceği, mefsedetlerin de ortadan kalkacağı
öngörülmüştür. Zira makâsıd özü itibarı ile Şâri’ in insanlara yönelik vaz
ettiği hükümlerde gerçekleşmesini istediği dünyevî ve uhrevî talebi; bir
anlamda hükmün olması gereken istikametini belirttiği irâdesidir. Bu irâdenin
gerçekleşmesinden kasıt ise insanların, dünya ve âhirete yönelik maslahatları
elde etmesidir.” S.46
Vesîle/Vesâil
Arapça ‘v-s-l’ kök
fiilinin mastar şekli ‘vesîle’nin çoğulu olan ‘vesâil’ sözlükte; derece, konum,
yaklaşma, başka bir şeye vâsıta olan gibi anlamlara gelir. İslâm hukuk
terminolojisinde ise vesâil makâsıddan olan şeylerin gerçekleştirilmesi
kendilerine bağlı olan şeyler, bir başka ifâdeyle makâsıda ulaştıran yollar’
anlamında kullanılmıştır. Buna göre; abdest namazın vesilesidir. İbâdet
kulluğun vesilesidir. Akitlerde tarafların kullandığı ‘siga’ rızanın
vesilesidir.
İslâm hukukçuları vesîlenin hükmünün,
gerçekleştirdiği fiilin hükmüne tâbi olacağı hususunda hemfikirdirler. Örneğin;
dînî hüküm bakımından ‘vâcip olan bir fiilin vesilesi vacip, haram olan
fiilin vesilesi haram’ olur.” S.46
Sedd-i zeraiye gerekçe oluşturan unsurlar:
İhtiyât, Töhmet/Şâibe ve Şüphe başlıkları altında incelendikten (S.49-58)
sonra, Sedd-i zerainin Hiyel, Mukaddime, Kolaylık (Teysir) Prensibi ve Örf
kavramları ile ilişkisi (S. 70-81) değerlendirilir.
Sedd-i Zerainin
Kavramsal Gelişimi ve Mahiyeti
Zerâi, genel anlamda vesîle / vâsıta demek
olduğundan; söz konusu kavram iyilik yollarının açılması anlamında feth-i zerâi
anlamında kullanıldığı gibi, kötülük ve suiistimalleri önlemek anlamında sedd-i
zerâi şeklinde de kullanılmıştır. Bununla birlikte zamanla kavram, olumsuz
durumları ifâde etmek üzere kullanılmış; sedd-i zerîa yönü ağır basmıştır. Bu
konuda Karafî (ö. 684/1285)’nin tespiti oldukça yerindedir: Zerâiyi
seddetmek vâcib olduğu gibi, fethetmekte vaciptir... çünkü zerîa vesîle
demektir. Bu nedenle harama vesile olan bir şeyin hükmü haram; vâcibe vesîle
olan şeyin hükmü ise vâciptir.’
Sedd-i zerâi, aynı kavramlarla ifâde
edilsin ya da edilmesin, hüküm anlamında Kitap’ta, sünnette, sahâbe
uygulamalarında ve fıkıh kaynaklarında oldukça yaygın bir kullanıma sahiptir.
Bu nedenle sedd-i zerâi bazen anlam bazen de hüküm olarak sıklıkla karşımıza
çıkan önemli fıkıh prensiplerinden birisidir. Ancak ilk dönem usul eserlerinde
zerîa, henüz müstakil bir delil olarak kullanılmadığından, bu anlamı
çağrıştıracak başka ifadelerden hareketle onun varlığına emâreler
bulabilmekteyiz. Erken dönem usul eserlerinde zerîa anlamına gelebilecek
kavramlar; asl, delil, istidlâl, kaide, hazr/ mahzûr, istinbat gibi
genel anlamlı ifâdeler içerisinde yer almıştır. Bununla birlikte bu ifâdelerin,
sedd-i zerâiye delâlet açısından kesinlik içerdiği söylenemez.” S.83
Sedd-i zerâi, hüküm bazında kullanılmakla
birlikte, bir hukuk prensibi olarak konu başlığı şeklinde ilk defa İbn Hazm’ın
(ö. 456/ 1063) ‘el-İhkâm fi Usûli’l-Ahkâm’ adlı eserinde ele alınmıştır. Ancak
burada zâhirî fakih İbn Hazm, onu ispat ve dinen meşrû bir delil olma yönü ile
değil, aksine onun dinen geçerli bir delil olamayacağını ispat amacıyla
incelemiştir. O’na göre; ihtiyat düşüncesi üzerine binâ edilen ve zanna
dayanılarak, ileride mahzur doğurabilir şüphesiyle mübah olan bir fiilin
yasaklanması dînen kabul edilemez. Bu nedenle zâhirîler, sedd-i zerâi
düşüncesine dayalı olarak mübah bir fiilin yasaklanması düşüncesine şiddetle
karşı çıkarlar. Onlara göre zanna, ihtiyâta ya da töhmete binâen hüküm
verilemez. Bunlar üzerine binâ edilen hüküm yalan ve bâtıl üzerine binâ edilmiş
olur.
Buna karşılık, İbn Hazm’ın çağdaşı olan
Endülüslü Mâlikî fakih Bâcî’nin (ö. 474 / 1063) Usûl’ünde Sedd-i zerâiye yer
vermekle birlikte, konuyu istihsan başlığı içerisinde ve genel kaide düzeyinde
ele alması dikkatlerden kaçmamaktadır.” S.85
Zerîa lafzı İmam Şâfiî (ö. 204/ 819)
tarafından da kullanılır. ‘Helâl veya harama vesîle olan şeyler, haram
ya da helâl olan fiilin benzer hükmünü alır.’ Şâfiîlerin kısmen de
olsa zerîayi dikkate aldıklarına bir başka örnek ise şu şekildedir: ‘Düşmanın
düşman aleyhine olan şâhitliği kabul edilmez. Zira şehâdet, netice itibarıyla
başkalarının zararına ve kötülüğüne sebep olacaksa, bu durumda hasımların
birbiri aleyhine yaptıkları şahitlik ortadan kalkar.’ Esas itibarı ile
meşrû olan şâhitlik etme fiili, sonuçları itibarı ile mefsedet doğuracaksa, bu
fiilin gerçekleşmesine izin verilmez. Aksi takdirde sonuçları iptal edilir.
Hanefîlerde Sedd-i zerâi ilkesini dikkate
almışladır. Sözgelimi, iddet bekleyen kadına evlenme teklifinde bulunmak, haram
bir fiilin doğmasına sebebiyet verebileceğinden yasaklanmıştır. Zira, iddet
bekleyen kadın için henüz evlenme şartları tahakkuk etmemiştir.
Hanefîler de, zulüm etmesinden korkulan
kimsenin, kamu görevine atanması yasaklanmıştır. Zira o kimse bu görevini
kötüye kullanmak süretiyle insanlara ve topluma zarar verebilir.
Haram olan bir şeyi özendirecek ya da
sevdirecek lafızlar, haram olan bir şeyin methedilmesine sebebiyet vereceğinden
dolayı yasaklanmıştır. Örneğin, hadislerde müslümanı övmek üzere kullanılan
‘k-r-m’ lafzı, aynı zamanda üzüm bağı anlamını da ihtiva ettiğinden dolayı,
şarap imalatında da kullanılması mümkün olan üzüm için bu lafzın kullanılması
hoş karşılanmamıştır.
Burada tabiî ki, Hanefî ve Şâfiîlerin
furû-i fıkıhta belli ölçülerde de olsa benimsedikleri bir hukuk ilkesine usûlü
fıkıhlarında yer vermemeleri şu şekilde izah edilebilir. Kişi için asıl olan
hürriyettir ve bu hürriyetin bir gereği olarak medeni haklarından azami
istifâde sağlamasıdır. Şâyet bu hakların kullanımına bir kısıtlama
getirilecekse, bunun açık ve kesin hukukî karînelere bağlanması gerekir. Aksi
takdirde zanna ve töhmete/vehme dayanarak kişilerin hakları iptal edilmiş
olacaktır. Bu nedenle onlar, hukukî istikrar ve bireylerin hak kaybının
önlenebilmesi adına bu ilkeyi zorunlu olmadıkça kullanmaktan çekinmişlerdir.
Bundan doğacak boşluklar, Şâfiîlerde kıyâsın genişletilmesiyle, Hanefîlerde ise
istihsan prensibiyle kapatılmaya çalışılmıştır. Bunların yeterli olmadığı
hallerde ise sedd-i zerâi ilkesine başvurulmuştur. Burada, sedd-i zerâinin de
kendisinden neşet ettiği mesâlih-i mürselenin, Hanefîlerdeki istihsânı ve
Şâfiîlerdeki kıyâsı da içine alacak derecede geniş bir kavram olduğunu
vurgulamak yerinde olacaktır.” S.88
Sedd-i Zerainin Hukuki
Niteliği
Sedd-i zerâinin hukukî mahiyetinin
belirlenebilmesi açısından, fakihlerin bu prensibi hangi alanlarda ve ne kadar
kullandıklarının tespit edilmesinin yerinde olacağını düşünüyoruz. Gerek klasik
ve gerek çağdaş dönem İslâm hukuku eserlerinde konuyu ele alan fakihlerin bir
genellemeye giderek, bu konuda iki farklı görüşün olduğunu; buna göre Mâlikî ve
Hanbelîlerin sedd-i zerâi prensibini kabul ettiklerini, Şâfiî ve Hanefîlerin
ise böyle bir delile usul eserlerinde yer vermediklerini ve dolayısıyla onu
hukukî bir delil olarak kabul etmediklerini, aktardıkları görülür. Yine bu
görüşler çerçevesinde mezkûr eserlerin, Sedd-i zerâiyi delil olarak kabul
etmeyen mezheplerin uygulamalarında bu prensibin yer aldığı ve dolaylı olarak
onların da bu delîli kabul ettikleri görüşlerine yer verilir. Bu konuda
Şevkâni, Kurtûbî’nin şu tespitlerine yer verir: ‘Sedd-i zerâi, İmam Mâlik ve
O’nun mezhebinde yer alan diğer fakihlere göre bir asıl olarak kabul edilir.
Fakihlerin çoğunluğu ise sedd-i zerâiyi usul açısından kabul etmezler, ancak
pek çok furû meselesinde onunla amel ederler.” S.89
İkinci Bölüm
İslam Hukukunda Sedd-i
Zerainin Kaynaklık Değeri
Bir şeyin ilk çıktığı yer demek olan
‘kaynak’, hukukta değişik anlamlarda kullanılır. Aslî kaynak, tamamlayıcı
kaynak, yardımcı kaynak ifâdeleri bunlardan bazılarıdır. Konu ile ilgili
detaylar ve tartışmalar bir yana, burada ‘kaynak/edille-i şer’iyye’ kavramı ile
kastedilen, İbrahim Kafi Dönmez’in ifadeleriyle ‘hukuki bir meselenin
İslâm hukukuna göre çözümlenebilmesi için neye müracaat edilmesi gerektiği,
varılacak sonucun neye dayanılarak tespit edileceği’ anlamındadır.
Buna göre kaynak, müşahhas bir hukuki meselenin sırf o
sorunun özel şartlarına göre çözümlenmesi değil, onun türündeki bütün
meselelere uygulanabilecek bir sonucun tespiti anlamına gelmektedir.
Başka bir ifadeyle, ‘kaynak’ kavramının içeriğinde bir subjektif hukuk
faaliyeti değil, bir objektif hukuk faaliyeti söz konusudur. Bu açıdan konuyu
ele aldığımızda, yapısı gereği subjektiflik yönü ön planda olan sedd-i zerâinin
ele aldığı meselenin, türündeki bütün meselelere uygulanabilecek bir sonucun
tespitine elverişli olup olmadığı fakihler arasında tartışmalıdır. Zira bir
şeyin vesilesi demek olan zerîanin hükmü, tâbi olduğu şeyin hükmüne göre tespit
edilir. Bu konuda Karâfî sedd-i zerâi bağlamında şöyle der: ‘Maksadın
dikkate alınmasını gerektirecek haller ortadan kalktığında, ona götüren vesîle
de ortadan kalkar. Zira vesile maksada tâbidir.’ Bu ifadelerden de
anlaşılacağı üzere, sedd-i zerâinin uygulanabilmesi, bir başka fiilin sonucu
ile ilişkilendirilmiş olmaktadır. Dolayısıyla zerîaya kaynaklık vasfı
verilecekse, bu vasıf müstakil değil, ancak tâbi bir kaynak vasfı olabilir.
Fakihlerin sedd-i zerâinin kaynaklık vasfı ile ilgili farklı görüş
belirtmelerinin temelinde, bunların hakkında açık nassın bulunmadığı alanlara
ilişkin içtihat yöntemlerine dâhil olmaları bulunmaktadır.” S.118
Sedd-i Zerâinin Dayandırıldığı Deliller
başlığı altında¸ Kur’andan, Sünnetten, Sahabe Uygulamasından, İcmadan örnekler
ele alınmıştır. (S.124-154)
Sedd-i zeraiyi delil olarak kabul eden
Mâlikî ve Hanbelîler daha sonra ise Sedd-i zeraiyi delil olarak kabul etmeyen
Şâfiî, Hanefî ve Zâhirîlerin konuya bakış açıları
değerlendirilmiştir.(S.154-184)
Üçüncü bölümde, klasik fıkıhta sedd-i
zerai uygulamasına ilişkin bazı örnekler ve sedd-i zerainin aktüel değeri
incelenmiştir. (S.184-210)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 322 / Eylül 2017