Bu sayımızda düşünür E.F. Schumacher’in kaleme aldığı ‘Aklı Karışıklar İçin Kılavuz’ isimli eserini tanıtmaya gayret edeceğiz. Geçmişin dışlanması, yeninin kutsanması anlamında kullanılan modernizmi sorgulayan Schumacher, yaşadığı dönemde istisna oluşturan az sayıdaki düşünürlerden birisidir. Batı’nın öz güvenini kaybettiği bir dönemde yaşamış ve yaşanan kafa karışıklıklarına dikkat çekmiştir. Kapitalizmin felsefî tabiatını sorgulayan çizgi-dışı bir iktisatçıdır. ‘İktisadî problem diye bir şey yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Manevî bir problem var yalnızca!’ diyen bir iktisatçıdır. Üstelik, spekülatif düşünen, sadece kuramsal sorunlarla uğraşan bir düşünür de değildir. Eleştirisine ‘entelektüel’ ve metafizik bir temel ararken Doğunun hemen hemen bütün dinî geleneklerinden faydalanmaya çalışmıştır Schumacher. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Hind öğretileri ve diğerleri...
Aklı
Karışıklar İçin Kılavuz
|
Modernlik terimi, on yedinci ve on
sekizinci yüzyıllarda Batı Avrupa’da filizlenmeye başlayan, esas görünümlerine
Kuzey Amerika’da rastlanılan ve o zamandan bu yana Batı dışı dünyaya yayılan ya
da dayatılan bir toplum biçimine karşılık gelmektedir. Eskinin
dışlanması, yeninin kutsanmasıdır modernlik ve esas itibariyle on
dokuzuncu yüzyıl ile birlikte gündelik hayatları tanzim etmeye girişen buyurgan
bir sistem hâlini almıştır. Köklü bir dönüşümü bünyesinde barındıran bu sistem,
kendisinin dışında olanı gelenek olarak kurgular ve ona karşı üstünlük
varsayımında bulunur. O, bu yönüyle daha önceki toplumsal örgütlenme
biçimlerinden farklılaşan bir özellik gösterir.”(1)
“İlerleme kuramcılarının tümü, Batı’nın
kentsel ve endüstriyel toplumuna adeta evrimin son basamağı olarak
yaklaşmışlardır. Pitirim Sorokin’in de ifade ettiği gibi ilerleme kuramlarında,
bütün tarihî süreç ‘mağara-adamından üstün-insana’, ‘barbarlıktan uygarlığa’,
‘budalalıktan bilgeliğe ve dehaya’, ‘hayvanlıktan yarı-tanrılığa’, savaş ve
varoluş mücadelesinden, barış, uyum ve karşılıklı yardımlaşmaya vb. giden yol
boyunca, bazı sapmalar ve ufak tefek dönüp dolaşmalarla bir çeşit ilerlemeci
(müterakki) ilerleyiş olarak görülmektedir. Bu kuramlar, bir yandan Batılı
toplumların ileri durumunun tarihsel gerekçelerini oluşturmaya çalışırken,
diğer yandan Batı dışı toplumların mevcut geriliklerini de açıklamak
istemektedir. Sosyal bilimlerden doğa bilimlerine dek bilgi üretimini
yönlendirenler, ileri olmanın yasalarını katı formülasyonlara başvurarak ortaya
koymakta ve ilerlemenin en son aşaması ve temsili olarak da Batı’yı
göstermektedirler. Tarih, evrimci bir mantıkla işletilen, güçler savaşının
yapıldığı ve mevcut duruma en fazla uyum sağlayanın yaşama şansını elinde
bulundurabildiği bir süreç olarak okunmakta ve elbette bu sürecin galibi olarak
yine Batı selamlanmaktadır. On dokuzuncu yüzyıl boyunca, idealist toplum
düşüncesinin kısmi itirazları dışında, bu zihinsel durum ve özgüven hissi,
toplumsal ve toplumlararası alana dair üretilecek düşüncelerde canlı bir
biçimde temsil olunmuştur. Ancak yirminci yüzyılın bunalım yılları ile birlikte
bu iyimser, ilerlemeci, ırk temelli ve evrimci düşünsel çerçeveler ciddi
eleştirilerle karşı karşıya kaldılar.”(2)
Eserini tanıtmaya çalıştığımız E. F.
Schumacher(3) Batı’nın öz güvenini kaybettiği böyle bir
dönemde yaşamış ve gerek bizde gerek tüm dünyada yaşanan kafa karışıklığını
incelemektedir. Anadolu insanı yaklaşık iki asırdır bu kafa karışıklığı içinde
gelgitler arasında, kaybettiği kimliğini aramaktadır.
Bu kez kulak kesildiğimiz ses, Batı’nın
içinden yükselen bir çığlık bir feryattır..
İbn Meymûn’dan René
Guénon’a Bireyci İnkârın Reddi
“Schumacher, yaşadığı dönemde istisna
oluşturan az sayıdaki örnekten biri. Kapitalizmin felsefî tabiatını sorgulayan
çizgi-dışı bir iktisatçı. ‘İktisadî problem diye bir şey yoktur ve hiçbir
zaman da olmamıştır. Manevî bir problem var yalnızca!’ diyen bir iktisatçı.
Üstelik, spekülatif düşünen, sadece kuramsal sorunlarla uğraşan bir insan da
değil. Aksine, dünyanın birçok ülkesinde (Hindistan, Burma...) orta-teknolojiye
dayanan projeler geliştirip uygulayan, başta kendi ülkedaşları olmak üzere
bütün dünyayı insanî bir iktisadî faaliyete ‘hayırlı bir çalışmaya’ davet eden
bir ahirzaman münadisi.
Eleştirisine ‘entelektüel’ ve metafizik
bir temel ararken Doğunun hemen hemen bütün dinî geleneklerinden faydalanmaya
çalışıyor Schumacher. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Hind öğretileri ve
diğerleri... ‘Aklı karışıklar İçin Kılavuz’ başlığı XII. yüzyıl
İspanyasının ünlü Yahudi bilgini Maimonides’in (İbn Meymûn) eserinden alınmış.
Moses Maimonides (1135-1204), Yahudi
düşüncesinin her veçhesine hükmeden otantik bir dehâ, bir ha-Rav (Üstad).
Literatürde çoğu kez ‘Öbür Musa’ olarak anılıyor, eseri
ise ‘Mishneh Torah’ (İkinci Tevrat). Maimonides’in Kılavuz’u,
felsefî yönden eğitilen dindar Yahudi’ye Tevrat’ın daha derin mânâlarını
anlaması için bir anahtar sunuyor.” (S.10)
Küçük Güzeldir’e Karşı
,Büyük Kârlıdır
“Kartezyen akıl yürütme sonuçta insanı
‘anlamak için bilim’den ‘manipüle etmek için bilim’e götürmüştür. Bilginin amacı gerçekliğin yapısıyla örtüşmek değil,
maddi dünyada etkin biçimde faaliyet göstermektir artık. Böylece ‘çoğulcu’bir
dünyaya ulaşılmıştır, tanrılarla dopdolu bir dünyaya: servet, bilgi
için bilgi, hareket hızı, piyasa büyüklüğü, değişim hızı, eğitim ‘miktarı’,
hastane sayısı ve daha nice ‘kutsal inek.” (S.10)
“Whitehead yirminci yüzyılın
başlarında ‘etkisiyle çevresini tahrip eden fızikî bir nesne intihar
ediyordur’ diyordu. Batı dünyası bu gerçeği geç de olsa fark etti ama
kulakları hakikate hâlâ tıkalı. Çünkü kâinat üzerindeki maddi egemenliğinden,
insanlar üzerindeki siyasî, iktisadî, kültürel iktidarından vazgeçmeye niyeti
yok. Schumacher’in şakirtleri ‘Küçük Güzeldir’ e zeyl
olarak ‘Küçük Mümkündür’ü yazdılar. Ama Batı (şimdi de Doğu)
burjuvazisi ‘Büyük Kârlıdır’ da diretiyor. Ve gemi,
içindeki yolcuların çoğunun ‘keşke toprak olsaydık...’ diyecekleri kaçınılmaz
akıbete doğru yol almaya devam ediyor.”
“Gemidekiler için yapabildiğim hayırlı
işlerden biri, ‘Aklı Karışıklar İçin Kılavuz’u Türkçeleştirmek
oldu. Yararlı olmasını diliyorum.” (S.11)
Mustafa Özel / Ağustos 1990
Birinci Bölüm: Felsefî Haritalar Üzerine
“Birkaç yıl önce bir Leningrad gezisi
sırasında, nerede olduğumu bulmak için bir haritaya başvurmuş, ama işin içinden
çıkamamıştım. Birkaç tane kocaman kilise görüyordum, ancak haritada bunlardan
eser yoktu. Sonunda bir rehber imdadıma yetişti: ‘Biz haritalarımızda
kiliseleri göstermeyiz.’ Söylediğinin aksine, çok açık olarak belirtilmiş
birini işaret ettim. ‘Bu bir müzedir’ dedi, bizim ‘yaşayan (ibâdete açık)
kilise’ dediklerimizden değil. Sadece ‘yaşayan kiliseleri’ göstermiyoruz biz.’
O an bana öyle geldi ki, gözlerimin önünde
açıkça seçebildiğim birçok şeyi göstermeyen haritaların bana sunulduğu ilk
durum değildi bu. Bütün okul ve üniversite süresince, bana hayat ve
bilgi haritaları sunuldu: Üzerinde, en çok önem verdiğim ve hayatıma yön
vermede mümkün en büyük etki gibi gördüğüm şeylerden hiçbir iz taşımayan
haritalar. Şaşkınlığımın yıllardır eksilmeden sürdüğünü hatırladım;
yardım için hiç bir rehber de gelmedi. İdrâkimin sıhhatinden şüphe etmeyi
bırakıp, haritaların doğruluğundan şüphe etmeye başlayıncaya kadar sürdü bu.”
(S.15)
“Ne yapmalıyım?’ veya ‘Kurtulmak için ne yapmak gerekir?’
gibi sorular garip sorulardır, çünkü sadece araçlarla değil amaçlarla da
ilgilidirler. ‘Ne istediğini kesin olarak söyle bana, ona nasıl erişeceğini
sana söyleyeyim’ gibi hiçbir teknik cevap yeterli değildir. Bütün mesele şudur:
Ben ne istediğimi bilmiyorum. Belki bütün istediğim mutlu olmaktır. Ama ‘Mutlu
olmak için neye ihtiyacım olduğunu söyle, o zaman sana ne yapman gerektiğini
söyleyebilirim’ cevabı, bu mükerrer cevap, yetmiyor, çünkü ben mutlu olmak için
neye ihtiyaç duyduğumu bilmiyorum. Belki biri diyebilir ki: ‘Mutluluk için
hikmete ihtiyacın var.’ İyi ama hikmet nedir? ‘Mutluluk için, seni hür kılacak
hakikate ihtiyacın var.’ Peki, bizi hür kılacak hakikat nedir? Onu nerede
bulabileceğimi bana kim söyleyecek? Ona gitmek için kim bana rehberlik edecek
veya en azından ilerlemek zorunda olduğum yönü kim gösterecek?
Bu kitapta dünyaya bakacak ve onu bir
bütün olarak görmeye çalışacağız.”
(S.20)
İkinci Bölüm: Varlık Düzeyleri
“Bizim görevimiz dünyaya bakmak ve onu
bütün olarak görmektir.
Atalarımızın her zaman görmüş olduklarını
görürüz: doğal olarak dört bölüme ayrılır gibi görünen büyük bir ‘Varlık
Silsilesi’; (eskiden adlandırıldığı gibi dört krallık) maden,
bitki, hayvan ve insan. Bu, gerçekte bir asır öncesine kadar,
eşyanın genel düzeni, kâinatın oluşturucu örgüsü hakkında belki de en yaygın
olarak bilinen görüştü.
Canlı bir bitki ile ölü ve dolayısıyla en
aşağı Varlık Düzeyi olan cansız maddeye inmiş bir bitki arasındaki hayret
verici ve gizemli farkı anlamakta herhangi bir güçlük çekmeyiz. Nedir bu
kaybedilen güç?
‘Hayat’ diyoruz ona. Bilim
adamları bize diyorlar ki bir ‘hayat gücü’nden söz etmemeliyiz, çünkü böyle bir
gücün mevcudiyetine bugüne kadar rastlanılmamıştır; ama gene de fark ortadadır.
Orada bulunan, dikkat edilecek ve üzerinde çalışılacak fakat izah edilemeyecek
bir şeyi ifade için ‘x’ diyebiliriz. Eğer maden (mineral) düzeyine ‘m’
diyeceksek, bitki düzeyini m + x olarak adlandırabiliriz.
Bütünüyle yeni ve ilave bir şeydir ‘x’ ve
onun mahiyetini ne kadar derinden tefekkür edersek, burada ‘ontolojik
süreksizlik’ veya daha basit olarak, Varlık Düzeyinde bir ‘sıçrama’ olarak
adlandırılabilecek durumla yüz yüze olduğumuz o kadar berrak olarak ortaya
çıkar.
Bitkiden hayvana doğru benzer bir sıçrama,
tipik tam gelişmiş hayvanı, tipik tam gelişmiş bitkinin imkân alanının tamamen
dışında kalan şeyleri yapmaya muktedir kılan bir benzer güçler ilavesi
görüyoruz. Bu güçler, gene, güvenli ve tam anlamıyla isimsizdir. Onlara ’y’
harfi aracılığıyla işaret edebiliriz. En emin yol olacaktır bu, çünkü onlara
iliştirebileceğimiz herhangi bir etiket insanları bunun sadece bir ipucu değil
de yeterli bir tasvir olduğu düşüncesine götürebilir. Ancak, kelimeler olmadan
konuşamayız, onun için ben de bu gizemli güçlere ‘şuur’ etiketini
takacağım. “ (S.30)
“Hayvan düzeyinden insan düzeyine
ilerlerken ortada gene ilave güçler olduğunu kim cidden inkâr edebilir? Onların
kesin olarak ne oldukları modern zamanlarda bir tartışma konusu oldu; ama
insanın, en gelişmiş hayvanın bile imkân alanının bütünüyle dışında kalan
sayısız şeyleri yapabildiği ve yapıyor olduğu tartışılamaz ve hiçbir zaman da
inkâr edilmemiştir. İnsan, bitki gibi hayat güçlerine, hayvan gibi şuur
güçlerine ve sarih olarak daha fazla bir şeye sahiptir: gizemli ‘z’ gücü. Nedir
o? Nasıl tanımlanabilir? Ne diye adlandırılabilir? Bu ‘z’ gücü şüphesiz büyük
ölçüde şu gerçekle bağlantılıdır: İnsan sadece düşünebilen değil, fakat aynı
zamanda düşünmesinin farkında olandır. Şuur ve idrâk sanki
kendi üstlerine geri çekilmişlerdir. Ortada sadece şuurlu bir varlık değil,
fakat şuurunun şuurunda olabilen bir varlık vardır; yalnızca
bir düşünür değil, fakat bizzat kendi düşüncesini gözleme ve tetkik etme
yeteneğine sahip bir düşünür. ‘Ben’ demeye muktedir olan ve şuuru kendi
amaçları doğrultusunda yönlendirebilen bir şey var; bir usta veya denetçi,
şuurun kendisinden daha yüksek bir düzeyde olan bir güç. Bu ‘z’ gücü, bu kendi
üzerine geri çekilen şuur, maksatlı olarak bilginin öğrenilmesi, incelenmesi,
araştırılması, formüle edilmesi ve biriktirilmesinde sınırsız imkânlara kapı
açar. Ona ne ad vereceğiz? Etiketlere ihtiyaç olduğundan, ona ‘kendinin-farkında-olma’ diyorum.”(S.31)
“Modern dünyanın vahşileşmesine hiçbir
şey, bilim adına insanın ‘çıplak maymun’ gibi yanlış ve alçaltıcı
tanımlamalarından daha fazla yardımcı olamaz. İnsan böyle bir yaratıktan,
diğer ‘çıplak maymunlar’dan veya hatta kendisinden ne bekleyebilir? İnsanlar
hayvanlardan ‘hayvan makinalar’ olarak söz edince, bir süre sonra buna göre
davranmaya başlarlar; insanları çıplak maymun olarak düşününce de, vahşiliğin
serbestçe içeri girmesi için bütün kapılar açılmış olur.” (S.35)
Üçüncü Bölüm: İlerlemeler
“İç hayatı olan herhangi bir varlık
yalnızca bir nesne olamaz. Kedinin fareye yaptığı gibi, diğer varlıklara nesne
muamelesi yapabilen bir öznedir o. İnsan düzeyinde, ‘Ben’ diyebilen bir özne
vardır, bir kişi; edilgenlikten etkinliğe, nesneden özneye diğer bir belirgin
değişiklik. Bir insana, sanki o bir nesneymiş gibi davranmak, suç
demesek bile, bir sapıtmadır. Bir kişi ne kadar çökmüş ve şartların
esiri olmuşsa olsun, kendini kabul ettirme ve şartların üstüne yükselme imkânı
her zaman mevcuttur. İnsan, çevresi ve dolayısıyla hayatı üzerinde denetim
kurarak, çevresindeki eşyayı kendi amaçları için kullanabilir. Her yerde
tanıması ve saygı göstermesi gereken pratik sınırlamalar olsa da, insanın
imkânlarına tanımlanabilir bir sınır yoktur.” (S.42)
Dördüncü Bölüm: Yeterlilik I
“İnsanı, çevresindeki dünya hakkında
herhangi bir şey bilmeye muktedir kılan nedir? ‘Bilmek, nesneye uygun organı
gerektirir’ diyordu Plotinus (ö. MÖ 270). Bilenin yapısında uygun bir ‘alet’
bulunmadıkça hiçbir şey bilinemez. Bilenin kavrayışı bilinecek şey için yeterli
olmalıdır.” (S.53)
“Bir insanın kendi düşüncelerinin
ön-kabullerinin farkında olmasından daha zor bir şey yoktur. Sayesinde
gördüğümüz göz dışında her şey doğrudan görülebilir. Her düşünce doğrudan
incelenebilir, incelemeyi onun vasıtasıyla yaptığımız düşünce hariç. Özel bir
çabaya, bir kendinin-farkında-olma çabasına ihtiyaç vardır -kendi üstüne geri
çekilen düşüncenin hemen hemen imkânsız eylemi; hemen hemen, ama bütünüyle de
imkânsız değil. Hakikatte, beşeri insan yapan ve aynı zamanda onu insanlığını
aşmaya muktedir kılan güçtür bu. İncil’in tabiriyle insanın ‘iç kısımlarında’
(derûnunda) bulunmaktadır o. Daha önce açıklandığı gibi, iç ‘yükseğe’, dış ise
‘aşağıya’ tekabül etmektedir. Duyular, insanın en dışsal araçlarıdır;
‘bakarlar, görmezler; duyarlar işitmezler’ gibi bir durum olduğunda, hata duyularda
değil, iç kısımlardadır. ‘Zira bu insanların kalpleri mühürlüdür;’ “kalpleriyle
idrâk edemezler”(S.59)
Beşinci Bölüm: Yeterlilik II
“Birçok insanlar kendinin-farkında-olma güçlerinin
o kadar az farkındadırlar ki, diğer insanlarda bu gücü göremez ve dolayısıyla
onları ‘yüksek hayvanlar’ olarak telakki ederler.
‘Dışındaki dünyayı bilmesi için insanın
sahip olduğu aletler nelerdir?’
sorusu, o halde, gayet kaçınılmaz olarak şu şekilde cevaplandırılır: Sahip
olduğu her şey, canlı bedeni, aklı ve kendinin-farkında-olan Ruhu.
Descartes’tan beri, varoluşumuzu bile sadece merkezi kafamızda bulunan düşünme
vasıtasıyla bildiğimize inanmaya eğilimliyiz; düşünüyorum ve böylece
varolduğumu biliyorum. Ama her zanaatçı, bilme gücünün sadece kafasındaki
düşünceden değil, aynı zamanda bedenindeki akıldan oluştuğunu bilir. Parmak
uçları, düşüncesinin hakkında hiçbir şey bilmediği şeyleri bilmektedir, tıpkı
Pascal’ın (1623-62) ‘kalbin hakkında’ bildikleri gibi. Hatta insanın birçok
kavrayış aletinin bulunduğunu söylemek bile yanıltıcı olabilir, çünkü gerçekte
tüm insan bir tek alettir. Eğer insan kendini, sahip olmaya değer ‘veriler’in
sadece beş duyunun sağladıkları olduğuna ve onlarla uğraşmak için beyin
adı verilen ‘bir bilgi işlem birimi’nin bulunduğuna
inandırırsa, bilgisini kendisi için bu aletlerin yeterli olduğu Varlık
Düzeyiyle, yani esas olarak cansız madde düzeyiyle sınırlamış olur.” (S.66)
“Batı insanının alakasının ‘en yüce
şeylerden elde edilecek en küçük bilgiden’ (Thomas Aquinas) daha aşağı şeylerin
matematiksel olarak kesin bilgisine kayışı, ‘anlamak için bilim’den
‘yönetmek için bilim’e -’Dünyada, bilgisi bu şeylerden daha fazla
arzulanabilir veya daha faydalı hiçbir şey mevcut değildir’ (Christian Huygens,
1629-95) geçişi göstermektedir. Öncekinin amacı kişinin aydınlanması
ve ‘kurtuluşu’ idi; sonrakinin amacı iktidardır: ‘Bilginin
bizzat kendisi güçtür’ diyordu, Francis Bacon (1561-1626); Descartes
insanlara ‘tabiatın efendileri ve sahipleri’ olacaklarını vaad
ediyordu. Daha sonraki gelişme evresinde, ‘yönetmek için bilim’ hemen hemen
kaçınılmaz olarak tabiatın manipülasyonundan insanın manipülasyonuna geçmeye
meyleder.” (S.69)
Altıncı Bölüm: Dört Bilgi Alanı -Birinci Alan
“Büyük Varlık Zincirinde yukarı doğru
yükseldikçe, birincisine karşı ikincisi görece çok daha önem kazanır. İç
deneyimler mevcuttur şüphesiz, ama olağan duyularımızla gözlenemezler.
Bu iki çiftten ‘Ben’ ve ‘Dünya’, ‘Dış
Görünüş’ ve ‘İç Deneyim’ şu şekilde ifade edebileceğimiz dört ‘kombinezon’ elde
ederiz:
(l) Ben-iç (derûn)
(2) Dünya (sen) -iç
(3) Ben-dış (zahir)
(4) Dünya (sen)-dış
Bunlar, her birisi her birimiz için büyük
ölçüde ilginç ve önemli olan dört bilgi alanıdırlar. Bizi bu bilgi alanlarına
götüren dört soru şöyle vazedilebilir:
(1) İç dünyamda gerçekte neler olmaktadır?
(2) Diğer varlıkların iç dünyalarında
neler olmaktadır?
(3) Diğer varlıkların gözünde ben neye
benziyorum?
(4) Çevremdeki dünyada gerçekte ne
gözlüyorum?” (S.78)
“Daha önceki herhangi bir çağdan çok daha
fazla psikoloji teorileri ve literatürü üretse bile modern dünya bütün bunlar
hakkında çok az şey bilmektedir. Ouspensky’nin dediği gibi, ‘Psikolojiye bazen
yeni bir bilim denmektedir. Gayet yanlış bir görüştür bu. Psikoloji belki de en
eski bilimdir ve maalesef, en aslî özellikleri bakımından unutulmuş bir
bilimdir. Bu ‘en aslî özellikler’ kendilerini öncelikle dinî
öğretiler halinde ortaya koyarlar ve onların gözden kaybolması son birkaç
yüzyıl içinde dinlerin gerilemesine bağlanmaktadır.
İnsanları ‘selamet’,
‘aydınlanma’ veya ‘kurtuluş” dağının zirvesine
erişebilecek, yeryüzündeki ‘hacılar’ ve ‘yolcular’ olarak
gören geleneksel psikoloji olarak normal duruma getirilecek hasta insanlarla
değil süpernormal olmaya ehil ve hatta mukadder olarak öyle olmaya yönelik
normal insanlarla ilgilenmekteydi.” (S.82)
“İçe doğru yolculuğun’ sadece kahramanlara
özgü olduğu düşünülmemelidir. Bir iç taahhüt gerektirir o; ve bilinmeze karşı
her taahhütte biraz kahramanca bir şey vardır, ama herkesin yapabilirliği
içindeki bir kahramanlıktır bu. Açıktır ki bu ‘ilk bilgi alanı’nın incelenmesi
bütün (kâmil) insanı gerektirmektedir, çünkü ancak kâmil insan bu iş için
yeterli olabilir.” (S.82)
“Bu iç duaya aynı zamanda ‘kalbin
duası’ da denir; Batı’da hiç bilinmiyor değilse de, asıl olarak Yunan
ve Rus Ortodoks Kiliselerinde kemale erdirilmiştir. Özü, ‘Rabbin
huzurunda, akıl kalpte olarak durmak’tır. Bu durum aşağıdaki
biçimde izah edilmiştir:
Ortodoks insan öğretisinde ‘kalp’
terimi özel bir öneme sahiptir. Bugün Batı’daki insanlar kalpten söz ederken,
ekseriya duygu ve sevgileri kasdetmektedirler. Ama Kitab-ı Mukaddeste, Ortodoks
Kilisesinin en zahid metinlerinde olduğu gibi, kalbin çok daha derin bir anlamı
vardır. Fizikî veya ruhî, insan varlığının temel organıdır o; hayatın
merkezi, bütün faaliyet ve emellerimizin belirleyici ilkesidir. Bu
haliyle kalp sevgi ve duygularımızı da ihtiva eder, ama bunların yanısıra
birçok başka şeyi de: hatta ‘kişi’ dediğimiz şeyi oluşturan her şeyi kuşatır
o.” (S.89)
Yedinci Bölüm: Dört Bilgi Alanı -İkinci Alan
“Diğer insanlardan başlayalım. İçlerinde
olan biten hakkında nasıl bilgi ediniriz? Bir görünmeyen insanlar dünyasında
yaşıyoruz; birçoğu, iç hayatları hakkında herhangi bir şey bilmemizi
istememektedir bile; ‘karışma, beni yalnız bırak, kendi işine bak’
demektedirler. Hatta birisi bir ara bir başkasına ‘ruhunu açmak’ istediğinde,
bunun olağanüstü zor olduğunu görür, kendini nasıl ifade edeceğini bilemez ve
en azından yanıltma niyeti taşımadan asla doğru olmayan birçok şey söylemeye
meyleder; çaresizlik içinde kelimesiz iletişim kurmayı dener. Jestler
işaretler, bedensel temas, bağırma, ağlama, hatta şiddet ile.” (S.97)
“Eğer günlük hayatımızda bize en yakın
insanlarla gerçek bir ‘akılların buluşması’nı başaramıyorsak, varoluşumuz bir
ıstırap ve felakete dönüşür. Onu başarmak için, ‘sen’ olmanın nasıl bir şey
olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalıyım ve ‘sen’ de ben olmanın nasıl
bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalısın. Her ikimiz de, benim
ikinci bilgi alanı dediğim alanda bilgi sahibi olmalıyız. Doğal olarak
birçoğumuza ancak çok az bilgi geldiğini ve daha iyi bilgi kazanımının çaba
gerektirdiğini bildiğimizden, kendimize şu soruyu sormak zorundayız: Daha iyi
bilgi elde etmek için, kendileriyle yaşadığım insanların içlerinde olanlar
hakkında daha fazla kavrayışa sahip olmak için ne yapabilirim?
Şimdi, şayan-ı dikkat gerçek şudur ki,
bütün geleneksel öğretiler bu soruya bir ve aynı cevabı vermekteler: ‘Diğer
varlıkları, ancak kendini tanıdığın ölçüde anlayabilirsin.’ Tabiatıyla,
iyi gözlem ve iyi dinleme de gereklidir; ama mesele şudur ki, bu şekilde elde
edilen veriler doğru olarak yorumlanıp anlaşılmadıkça mükemmel gözlem ve
mükemmel dinleme bile bizi hiçbir yere götürmez; ve doğru anlama kabiliyetimin
ön şartı kendi öz-bilgim, kendi öz iç deneyimimdir. Başka bir deyişle ve önceki
terminolojimizi kullanarak, kalem kalem, parça parça ‘yeterlilik’
mevcut olmalıdır. Bedensel ağrıyı (acıyı) şuurlu olarak hiçbir zaman
tecrübe etmemiş bir kişi diğerleri tarafından çekilen ağrı hakkında muhtemelen
hiçbir şey bilemeyecektir.” (S.100)
Sekizinci Bölüm: Dört Bilgi Alanı -Üçüncü Alan
“Herkes, neye benzediği, nasıl göründüğü
ve başkalarının üzerinde nasıl bir izlenim bıraktığı konusunda çok tabiî bir
meraka sahiptir. Ama belki de rahmet kabilinden, hikâyenin (ahirette tanıyıp ta
tahammül edemediği, tiksindiği kişinin aslında kendisi, kendi aynası olduğunu
öğrenen adam) o ‘çok özel aynaları’ yeryüzünde mevcut değildir. Onların
vereceği sarsıntılar bizim altından kalkabileceğimizden daha çok olabilir.
Kendimizin gerçekten çok kusurlu olduğunu anlamak her zaman acı verir ve
kendimizi bu ifşadan korumak için birçok mekanizmaya sahibiz. Bu bakımdan,
tabiî merakımız bizi üçüncü alanda çok uzaklara götürmez ve pek kolayca kendi
hatalarımızı değil başkalarınınkileri araştırmaya çevriliriz.” (S.115)
Dokuzuncu Bölüm: Dört Bilgi Alanı -Dördüncü Alan
“Dördüncü alandaki çeşitli bilimlerin
fiiliyatta ne yaptıklarına dikkatle bakarsak, onları kabaca iki gruba
ayırabileceğimizi görürüz: Öncelikle, fiilen görülebilen veya başka türlü
tecrübe edilebilen şeyleri tasvir edenler ve öncelikle
belirli sistemlerin nasıl çalıştığını ve öngörülebilir sonuçlar elde etmek için
nasıl ayarlanabileceğini öğreten bilimler. Botanik’i
birinciye, kimya’yı ise ikinciye örnek olarak verebiliriz. Bu iki grup
arasındaki fark çoğu kez esgeçilmekte, bu tavrın sonucu olarak çoğu bilim
felsefelerinin sadece öğretici bilimleri anlattığı, tasviri (betimleyici)
olanlarına ise mevcut değil muamelesi yaptığı görülmektedir. Çoğu kez ileri
sürüldüğü gibi, ‘tasvirî’ ve öğretici bilimler arasındaki farkın sanki sadece
bir bilimin gelişmesindeki olgunluk derecelerine yahut merhalelerine delâlet
ettiği düşünülmemelidir.” (S.122)
“Tasviri ve öğretici bilimler
arasındaki fark, daha önceki bir bölümde tartıştığımız ‘anlama bilimleri’ ile
‘yönetme bilimleri’ arasındaki farka benzer, ama onunla özdeş değildir.
Sadık bir tasvir (betimleme) şu soruya cevap verir: ‘Gerçekte karşıma çıkan
nedir?’ Etkin bir öğretme ise gayet farklı bir soruya cevap verir: ‘Belirli bir
sonucu elde etmek için ne yapmalıyım?’ Ne tasviri ne de öğretici bilimlerin
tabiatın sunduğu biçimiyle olguların bir araya getirilmesi olmadığını söylemeye
gerek yok; her iki durumda da olgular ‘saflaştırılmakta’ yahut ‘idealize’ edilmektedirler;
kavramlar inşa edilmekte ve teoremler ileri sürülmektedir. Ne var ki, sadık bir
tasvire ‘önemli olan hiçbir şeyi dışarıda bırakmama hususunda dikkatli
olmalıyım’ endişesi hâkimken, bir öğretme mutlaka gerekli olmayan bütün
faktörleri şiddetle dışladığı ölçüde etkin olur.
Tasviri bilimin esas olarak küllî hakikat
ile ilgilendiği -veya ilgilenmesi gerektiği-, öğretici bilimin ise esas olarak
hakikatin yönetme ( manipulation) için faydalı olan parçaları veya veçheleriyle
ilgilendiği söylenebilir. Her iki durumda da ‘esas olarak’ diyorum, çünkü bu
mutlak bir fark meselesi değildir ve olamaz.” (S.123)
Onuncu Bölüm: İki Tip Problem
“Bu dünyada yaşamak ne demektir? Yaşamak,
çoğunluğu zor olan her türlü durumla başa çıkmak, mücadele etmek ve altta
kalmamak demektir. Zor durumlar problemler doğurur ve denebilir ki yaşamak, her
şeyden önce, problemlerle uğraşmak demektir.
Çözülmeyen problemler bir çeşit varoluşsal
acının doğmasına meylederler. Bunun her zaman böyle olup olmadığı pekâlâ
sorgulanabilir, ama modern dünyada böyle olduğu muhakkaktır ve acıya karşı
modern savaşın bir bölümü Kartezyen yaklaşımdır: Sadece vazıh, belirli ve
herhangi bir makul şüphenin ötesindeki kesin fikirlerle meşgul ol; dolayısıyla;
geometri, matematik, hesap, ölçümleme ve kesin gözleme güven.’ Problemleri
çözmek için bunun biricik yol olduğu söyleniyor bize; ilerlemenin biricik yolu;
eğer bütün duygu ve diğer akıldışılıkları terkedersek, o zaman bütün problemler
çözülebilir ve çözülür, Niceliğin Egemenliği çağında
yaşıyoruz, tevafuken, çağımızın birkaç önemli metafızikçisinden biri olan René
Guénon’un zor ve mühim bir kitabının başlığıdır bu. Nicele dönüştürme ve
fayda-maliyet analizinin, hepsine değilse de, problemlerimizin çoğuna cevap
olduğu söylenmektedir; her ne kadar biz, insanlar gibi karmaşık varlıklarla
veya toplumlar gibi karmaşık sistemlerle uğraşıyorsak da, yeterli veriler kısa
bir zaman içinde toplanıp tahlil edilebilir. Medeniyetimizin problem çözmede
üstüne yoktur ve bugün dünyada bütün önceki nesillerinkinin toplamından fazla
bilim adamı ve benzeri insanlar mevcuttur ve onlar vakitlerini kâinatın
harikaları üzerinde düşünmekle veya kendi hakkında bilgiye ulaşmaya çalışmakla
(boş yere) harcamıyorlar: onlar problem çözüyorlar. (Bazılarının bu noktada
biraz endişelenip şöyle sorduklarını tahayyül edebiliyorum: Eğer böyleyse,
problemlerimiz hiç tükenmiyor mu? Onları tatmin etmek kolay. Şu anda daha
önceki herhangi bir neslin öğünebileceğinden daha çok ve daha büyük
problemlerimiz, hatta hayatta kalma problemlerimiz var.) (S.142)
“Çözülmüş problemlere bakalım önce. Bir
tasarım problemini alalım, iki tekerlekli, insan gücüyle çalışan bir taşıma
aracını nasıl yapabiliriz? Çeşitli çözümler sunulur, bunlar tedricen ve giderek
artan bir hızla biribirine yaklaşır, ta ki sonunda ‘cevap’ olan bir tasarım
ortaya çıkıncaya kadar, bir bisiklet, zamanında hayret verici ölçüde muhkem bir
cevap. Neden bu cevap o kadar muhkem? Çünkü kâinatın yasaları, cansız tabiat
düzeyindeki yasalar ile uyum içinde.
Tabiatı böyle olan problemlere ‘yakınsayan
problemler’ demeyi öneriyorum. Onları ne kadar akıllıca
incelerseniz, cevaplar kim olursanız olun, o kadar fazla birbirine
yaklaşacaktır. Onları ‘çözülmüş yakınsayan problemler’ ve ‘henüz çözülmemiş
yakınsayan problemler’ diye sınıflayabiliriz. ‘Henüz’ kelimesi önemlidir, çünkü
ilke olarak bir gün çözülmemeleri için hiçbir sebep yoktur.
Her şey zaman alır, onları çözmek için de
henüz yeterli zaman geçmemiştir. Gerekli olan, daha çok zaman, araştırma ve
geliştirme için daha fazla para ve belki, daha çok yetenek. (S.143)
“Örneğin, hayat karşımıza çok büyük bir
problem çıkarmaktadır. İki tekerlekli taşımanın teknik problemi değil,
çocuklarımızı nasıl eğiteceğimize dair beşerî problem. Ondan kaçamayız;
onunla yüz yüze gelmek ve aynı ölçüde akıllı birçok insana bize tavsiyelerde
bulunmalarını rica etmek zorundayız. Bazıları, çok berrak bir sezgiye dayanarak
bize şunu söylerler: Eğitim, mevcut kültürün bir sonraki nesle aktarılması
işlemidir. Bilgi ve tecrübesi olanlar (veya öyle varsayılanlar) öğretir, bilgi
ve tecrübesi henüz eksik olanlar ise öğrenirler. Gayet açıktır bu ve orta yerde
bir otorite ve disiplin durumunun olması gerektiğini ima eder.
Hiçbir şey bundan daha basit, doğru,
mantıklı ve açık olamaz. Mesele mevcut bilginin bilenlerden öğrenenlere
aktarılması olduğundan, sunulanı almak için öğrenenler arasında disiplin
olmalıdır. Diğer bir deyişle, eğitim öğretmenlerin otoritesinin, öğrencilerin
ise disiplin ve itaatlerinin tesisini gerektirir.
Şimdi, probleme en büyük dikkatle yaklaşan
danışmanlarımızdan diğer bir grup şöyle buyuruyor: ‘Eğitim, aşağı yukarı, bir
kolaylığın temininden başka bir şey değildir. Eğitimci, içinde genç bir
bitkinin güçlü kökler büyütüp ondan sonra ihtiyaç duyduğu gıdaları emdiği iyi,
sağlıklı, verimli toprağın elde edilmesiyle uğraşan iyi bir bahçıvan gibidir.
Genç bitki, herhangi bir insanın kavrayabileceğinden çok daha ince olan kendi
varlık yasalarına uygun olarak gelişir ve tam ihtiyaç duyduğu gıdaları seçmede
mümkün olan en geniş özgürlüğe sahip olduğu zaman en iyi biçimde boy atar.’
Eğitim, diğer bir deyişle, disiplin ve itaatin değil, özgürlüğün tesisini
gerektirir, mümkün olan en geniş özgürlük.
Eğer birinci gruptaki danışmanlarımız
haklı iseler, disiplin ve itaat ‘iyi bir şeydir’ ve eğer bir şey ‘iyi bir şey’
ise, fazlasının çok daha iyi bir şey olacağı kâmil bir mantıkla ileri
sürülebilir; bu mantık biçimi tam disiplin ve itaatin mükemmel bir şey oluğu
sonucuna götürür bizi... Ve okul yerine bir hapishane çıkar karşımıza.
Diğer yandan, ikinci grup danışmanlarımız
eğitimde özgürlüğün ‘iyi bir şey olduğunu ileri sürüyorlar. Öyleyse eğer, daha
fazla özgürlük çok daha iyi bir şey olur ve tam özgürlük mükemmel bir eğitim
çıkarır ortaya. Okul ıssız bir çöle, hatta bir tımarhaneye dönüşür.
Özgürlük ve disiplin/itaat: İşte size
mükemmel bir karşıtlar çifti. Hiçbir uzlaşma mümkün değildir. Herhangi bir
gerçek durumda, ya biridir ya diğeri. Ya ‘İstediğin gibi yap’, ya Sana
söylediğim gibi yap.’
Burada, benim ‘ıraksayan
problem’ diye adlandırdığım çok tipik ve çok temel bir problem
vardır ve sıradan, ‘düz-çizgili’ mantığa boyun eğmez; hayatın mantıktan daha
büyük olduğunu gösterir.
‘En iyi eğitim metodu nedir?’ sorusu
kısaca tam anlamıyla ‘ıraksayan bir problem’ çıkarır karşımıza. Cevaplar
birbirinden uzaklaşmaya, farklı olmaya meyleder; ne kadar mantıkî ve tutarlı
iseler, farklılaşma o kadar büyük olur.” (S.144)
“Bir problemi çözmenin onu öldürmek
olduğunu söyledim. Yakınsayan bir problemi ‘öldürmekte’ hiçbir sakınca yoktur, çünkü o zaten hayat, şuur ve kendinin-farkında-olma
dışlandıktan sonra geriye kalanla ilgilidir. Fakat ıraksayan problemler
öldürülebilir mi yahut öldürülmeli mi? ‘Nihaî çözüm’ sözünün bizim
neslin kulaklarında hâlâ korkunç biçimde çınladığını duyuyorum.” (S.147)
“Özgürlük ve düzen, büyüme ve zeval gibi
karşıt çiftler dünyaya gerilim verirler, insanın duyarlılığını bileyen ve
kendinin-farkında-olmasını arttıran bir gerilim. İnsanın yaptığı her şeye nüfuz
eden bu karşıt çiftlerin farkında olmaksızın hiçbir gerçek kavrayış mümkün
değildir.” (S.148)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 324 / Kasım 2017
__________________
1- Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı, Küre
Yayınları, İst 2011, S.11
2- Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı, Küre
Yayınları, İst 2011, S.40
3- E. F. Schumacher, Almanya’da doğdu. 1930’da Oxford
New College’da ekonomi eğitimine başladı. 22 yasına geldiğinde Columbia
Üniversitesi’nde aynı sahada ders veriyordu. Uygulama olmaksızın teorilerle
uğraşmayı tatmin edici bulmadığı için iş hayatına girdi; çiftçilik ve
gazetecilik yaptı. Savaş yıllarında bir aralık Oxford’da akademik hayata geri
döndü. 1946-50 arası Almanya’daki British Control Commission’da; 1950-70 arası
da National Coal Board’ta ekonomik danışmanlıklarda bulundu. Intermediate
Technology Development Group Ltd.’i kurdu ve yönetti. 1977’de vefat etti. Dr.
Schumacher daha sonra yazacağı kitaplardaki görüşlerini oluştururken ana
hatlarıyla zikredilen bu yoğun tecrübenin büyük katkısı olmustur. Yazılarında
hâkim olan yönlendirici fikir, Batı’nın ekonomi ve teknoloji uygulamalarının
insan ve tabiatı çevreleyen tabiî ve ilâhî sınırları ihlâl ettiği yolundadır.
Türkçe’de de tercümesi yayınlanan Small is Beautiful [Kücük Güzeldir, çev.
Osman Deniztekin, e yayınları]. isimli kitabı çok ilgi uyandırmış olan yazarı
sonraki kitabı Good Work [Hayırlı Ekonomi, çev. Murat Çiftkaya, İz Yayıncılık]
adlı küçük risaledir.