Yeryüzünün halifesi olan insan, eşref-i mahlukattır. İnsanın yaratılışı konusundaki en kadim yalanlardan birisi de evrim teorisidir. Charles R. Darwin'in türlerin menşeini tespit ve izaha yönelik teorisiyle birlikte oldukça keskin bir ivme kazanarak daima gündemde kalan evrim teorisi, insanlık tarihinin en kadim yalanlarından birisidir. Bu teoride dikkate alınması gereken iki muğlak ifade vardır. 'özel koşullar' ve 'uzun bir tarihi süreç.' Hâlbuki bu iki ifadenin de bilimsel bir kimliği yoktur. Birisi bize inorganik maddelerin organik maddelere yani cansız maddelerden dönüştüğünü iddia ettiğinde bunu 'özel koşullar' ve 'uzun bir tarihi süreç' sözleri dışında bir delille doldurmadığı sürece bu ifadelerin bilimsel bir değeri olabilir mi? Önümüze bu özel koşulların neler olduğunun serilmesi gerekir. İşte burada büyü bozulur. Çünkü o özel koşulları tümüyle tespit mümkün değildir. Dolayısıyla cevaplar daima muğlak ifadelerin arkasına yerleştirilmeye mahkûmdur.
Eşrefi Malûkâtı Anlamak
|
Giriş
Bismillahirrahmanirrahim.
"Charles R. Darwin'in (ö. 1882)
türlerin menşeini tespit ve izaha yönelik teorisiyle birlikte oldukça keskin
bir ivme kazanarak daima gündemde kalan evrim, insanlık tarihinin en kadim
meraklarından bir tanesine cevap teklif etmekteydi. Temelde biyoloji
disiplininin bulguları içerisinde yeşeren bu cevap, Darwin henüz hayattayken dahi
sadece biyolojinin konusu olmaktan çıkıp felsefi, tarihi, içtimai, dini ve
iktisadi tartışmaların bir parçası olmaya başladı. Söz konusu teorinin bu kadar
geniş bir alana yayılması ona karşı bir cazibe oluşturduğu gibi, yer yer
teorinin istismarına da sebebiyet verdi. Teorinin çıkış noktası olan biyoloji
sahasında bile henüz genel-geçer bir kabul görmeden ve önemli boşluklarla
birlikte üzerinde düşünülmeye değer addedilen mezkûr teorinin diğer sahalarda
tereddütsüzce kullanılması ve hatta hararetle savunulması adeta, evrimin hiçbir
zaman sadece biyolojinin konusu olarak kalamayacağını gösteren bir işaret
fişeği oldu.
İçtimai ve iktisadi buhranların
sancısı içerisinde ilerleyen, üstüne bir de fikri/ilmi bir buhran eklenen
bir ahval de Batı mütefekkirleri kahir ekseriyetle felsefi uğraşların
yerini bilimsel çalışmalara bırakması gerektiğine yanaşarak pozitivist bir
kabule yürümekteydi. Osmanlı Devleti'nin son ve en sıkıntılı dönemine
denk gelen bu temayül birçok Osmanlı münevverinin de ilgisini çekti
ve içinde bulunulan darboğazın bilimsel kabullere, pozitivist bir anlayışa
sahip çıkmakla aşılacağını dillendirenler oldu. Söz konusu yaklaşım Garp
dünyasında üretilen çeşitli eserlerin süratle dilimize kazandırılmasına vesile
oldu. İşbu evrim meselesi de evvela söz konusu teşebbüsler neticesinde düşünce
hayatımıza dâhil edildi. O günden bugüne evrim, gündemimizin hep bir parçası
olarak kaldı. Çünkü evrimin bahsi geçen felsefi, ictimai, dinî ve iktisadi
uzantıları hâl-i hazırda muhtelif kabulleri olan Osmanlı'nın ve Müslümanların
hemen uzlaşabileceği şeyler söylemiyordu. Bu açıdan konunun en merak edilen
noktası şüphesiz bu iddianın dini kabullere muvafık olup olmadığıydı. Sadece
Osmanlı yahud Müslümanlar için değil aslında herhangi bir dini inanca
sahip tüm insanlar bu cazip teorinin kendi dini inançlarına uygun olup
olmadığını merak etmekte haklıydılar. Müslüman âlimler de
aynı hissiyatla evrime ve ona dair, ondan hareketle söylenilenlere yönelik
malumat edindikçe bu konuda bir şeyler söyleme
ihtiyacı hissettiler. Takdir edileceği üzere her mevzuda olduğu gibi bu
mevzuda da fikir ayrılıkları ve farklı kabuller zuhur etti.
Evrim konusuna yönelik beynelmilel
alakanın ülkemizde de ciddi bir karşılığı olduğu malumdur. Memleketimizde evrim
mevzuunu tüm alt başlıklarını ve taalluk ettiği meseleleri kapsayacak şekilde
ele alan, telif ve tercüme çalışmaların artık ciddi bir yekûna baliğ olduğu ve
geniş bir literatür meydana getirdiği söylenilebilir. Söz konusu literatürün bu
genişliğine karşın, İslâm ve evrim münasebeti noktasında çoğu demagojik ve
spekülatif sınırlı sayıda çalışmanın mevcut olması, sahada bir ihtiyacın
mevcudiyetini hissettirerek bizi elinizdeki çalışmayı yapmaya teşvik eden
önemli saiklerden olmuştur. Tarihten günümüze İslâm ve evrim münasebetini
vuzuha kavuşturmak gayesiyle sarf- kelam eden ilim erbabının pek
çoğu, söz konusu teorinin bilimsel ayağına vakıf olmadan sadece hissi
bir reaksiyon ile mukabelede bulundu. Yine tarihi vetirede evrimi müdafaa
gayesi güden ve İslâm ile evrimin uyumlu olduğunu ifade eden ve işin bilim
cephesini temsil eden isimlerde büyük oranda İslâmi ilimlere hakkıyla vakıf
olmadan zorlama te'vil ve tefsirlere tevessül etti, zayıf argümanlarla karşılık
verdiler.
Bugün de söz konusu manzarada büyük bir
değişiklik olduğunu söylemek mümkün değildir. Yine bilimsel çalışmalarda
mütehassıs olan ve evrimi kabul eden Müslüman isimler evrimi reddedenleri
biyoloji bilmemekle suçlarken, evrimi reddeden Müslümanlar ise bilim
insanlarını İslâmi ilimleri bilmemekle suçlamaktadır. Her iki zümrenin de haklı
olduğu noktalar bulunmakla birlikte bu durumun hakikati ortaya çıkarmak adına
bir fayda getirmeyeceği de inkâr edilemez. Dolayısıyla bugün evrimin 'bilimsel
anlamda' ne olduğunun; felsefi, dini, tarihi vb. uzantılarının mezkûr
kabulün zorunlu uzantıları olup olmadığının güncel çalışmalar
ışığında ortaya konulması ve oradan hareketle İslâmi buyruklara muvafik olup
olmadığı, izahı vb. hususların konu edilmesi gerekmektedir. Böyle bir ön
çalışma olmaksızın serdedilen tüm beyânlar ya bilimsel çalışmaların haksız yere
zemmedilmesine yahud nasların zorlama te'viller ile tahrif edilmesine sebebiyet
verecektir.
Elinizdeki eser evrimi biyolojik açıdan
tartışmayı hedef edinen bir niyetin ürünü değildir. Öte yandan âyet-i
kerimelerden hareketle bilim yapmak gibi absürt bir yolu makul bulan ve ona
sürükleyen bir çalışma da değildir. Yani çalışmaya herhangi bir ön kabul ile
başlamış ve çalışmayı o kabul minvalinde sürdürmüş değiliz. Bizim, eldeki
çalışmayla arzu ettiğimiz şey; evrim konusundaki bilimsel bilgilerin ne ifade
ettiği, bu bilgilerle muhtelif ayetler arasındaki irtibatın doğru kurulup
kurulmadığı ve bu kabulün taalluk ettiği/ edebileceği dini meselelerin
yeterince anlaşılıp anlaşılmadığını tartışmak ve kendi değerlendirmelerimizi
konunun ilgililerine sunmaktır. Tabi yaptığımız okumalardan hâsıl olan kanaatin
üslubumuza sirayet etmiş olabileceğini de en baştan kabul ve ikrar edebiliriz.
İnsanlık tarihi kadar eski olan insanın
kendini anlama ve anlamlandırma mücadelesi yani bizim nazarımızda eşref-i
mahlûkâtı anlama gayreti bugün de hız kesmeden devam ediyor. Bu çalışmamız
hakikat yolculuğunda olan insanlara umarız ki mütevazı bir katkı sağlar."
Evrim Nedir, Ne
Değildir?
"Evrim ve taalluk ettiği meseleler hakkında
konuşabilmek için takdir edilir ki evvela onun ne olduğunu, nasıl tarif
edildiğini bilmemiz icap eder. Fakat evrimin bir tarifini talep etmek ve bulmak
zannedildiği kadar kolay bir iş değildir. Nitekim evrim ile ilgili tartışmalar
arz edildikçe görüleceği üzere, evrimle ilgili görünen pek çok hususa, onun
evrim değil Lamarcksizm, Darwinizm, Sosyal Darwinizm yahut onun felsefi,
iktisadi yönü, yorumu vb. şeklinde değerlendirmelerle karşı çıkıldığı
görülecektir. Peki, evrimin, tüm bu 'izm'lerden ve yorumlardan ayrıldığında
sadece onun bilimsel mânâsını ifade eden 'efrâdını cami ağyârını
mâni' bir tarifi var mıdır?
Bu basit görünen tarif meselesinin bile
ciddi bir müşkül olduğu ve evrime dair ortaya konulan her izahın mevcut
teorilerden birine daha yakın, felsefi vb. taalluk ettiği mevzulardan birine
daha sıcak olduğu görülmektedir. Çünkü evrimi tarif etmekle,
mezkûr teorilerle ispatlanmaya çalışılan şeyi tarif etmek arasında
hemen herhangi bir fark yoktur. Bu durum ise herhangi bir tarifi daima ya
ön kabule ya nakıs olmaya yahut felsefi vb. 'yorumlu' bir şekilde
tanımlanmaya götürmektedir. Ortada böyle bir müşkül olduğunu -yani mevcut
teorilerden birine yakınlaşmadan tarif edilemeyen bir 'evrim' kabulü olduğunu-fark
eden bazı isimler evrimin bu teorilerden ve uzantılarından ayrılmış haline 'olgu' diyerek
meseleyi çözmeye girişmektedirler.
Bilim'i, 'bir konuyu sistemli bir
şekilde inceleyerek kesin bilgiye ulaşmak için yürünen yol' olarak
tarif etmek genel çerçeveyi sunmak açısından zannediyorum ki yanıltıcı
olmayacaktır. Bilimsel incelemeye konu olan inceleme ve çalışmalar eğer; (I)
deney ve gözlemden bağımsız, mantık öncül ve ölçülere dayalıolarak
gerçekleşirse bunlara istidlali ilimler, (II) gözlem, deney ve ölçümlere
dayanarak gerçekleştirilirse bunlara da tabiat (doğa) ilimleri denilir ve
böylece ana iki gruba ayrılır.
Tabiat ilimleri ilgilendiği konunun daima
'nasıl'ını tespite çalışır. Mesela;
maddenin hâl geçişleri nasıl olur? Canlılar nasıl nefes alır? Gök cisimleri
nasıl yörüngede kalır? Belirttiğimiz bu misaller gibi daima 'nasıl' sualinin
cevabını arar, 'niçin/neden' sualine cevap aramaz ve
zaten veremez. Eğer böyle bir suale cevap verme teşebbüsünde bulunursa burada
tabiat ilimlerinin sınırlarını aşarak, ihlal ederek başka bir sahaya girmiş
olacaktır. Çünkü tabiat ilimleri ele aldığı konuyu belli temel ilkelere riayetle
izaha çalışarak bilimsel bir cevabın dışına çıkmamaya, bu kimliğini
kaybetmemeye gayret eder. Bu temel ilkelerin başlıcaları; (I) nedensellik
ilkesi, (II) belirlilik ilkesi, (III) ölçülebilirlik ilkesi, (IV) tutarlılık
ilkesi ve (V) yanlışlanabilirlik ilkesi olarak anılabilir.
Evrimi nasıl tarif ettiğimiz; onun
bilimsel kimliğinden, hangi sunumu ihtiva ettiğine kadar pek çok şeyi
değiştirebileceğini hatırlattıktan sonra şimdi bizzat evrimi anlatan isimler
tarafından evrimin nasıl tarif edildiğine dair birkaç numune sunalım.
'Evrim; bir canlı organizmanın hayatta
kalması için en uygun özellikleri geliştirdiği yönde, çevresine yavaş, devamlı
bir adaptasyon sürecine işaret eder.', 'Evrim, organizma
popülasyonlarının özelliklerinde zaman içinde meydana gelen değişimdir.'," Evrim,
fiziksel ve işlevsel doğa olaylarının belgelendiği yöntemler ve delillerle
ispat edilemeyen, tarihi bir süreçtir.', 'Evrim bir değişim kuramıdır.
Şimdi gördüğümüz canlı çeşitlerinin zamanın başından beri var olmadıklarını,
belli süreç sonucunda başka türlü canlılardan -veya cansızlardan-öyle veya
böyle değişerek türediklerini varsayan bir değişim.'
Evrimin bilimsel menşei olan biyoloji
sahasında hangi anlamlarda kullanıldığının genel olarak ortaya çıkmasının bir
önemli katkısı da evrim ile eş anlamlı olarak kabul edilen/kullanılan istihale,
inkişaf ve tekâmül gibi kelimelerle gerçekten eş anlama sahip olup olmadığını
tespite vesile olmasıdır. Bu kelimeler arasındaki nüans ortaya konulmaması
İslâm âlimlerinin evrim kabulüne sahip oldukları gibi bir iddiayla hataya
düşülmesine sebebiyet vermektedir. Bu nedenle zikredilen kelimelerle
nüanslarını ortaya koymak için bir miktar ilgili bahsin üzerinde duralım.
Tekâmül:
(k-m-1) kökünden türeyen, kemâl bulmak, olgunlaşmak manalarında kullanılan bir
kelimedir. Evrim ise, (Evolutiononnisme) dönüşüm, değişim, zaman içinde
birbirini takip ederek gerçekleşme anlamında kullanılan bir kelimedir. Evrim
kelimesinin muhtevasında kemâl bulmak gibi bir vurgu ve mânâ kesinlikle söz
konusu değildir. Hatta bu itibarla (Evolutionnisme) kelimesinin tekâmül
kelimesiyle Türkçeye tercümesine itirazlar da getirilmiştir. BabanzadeAhmed
Naim Efendi (ö. 1934), Evolutionnisme'nin karşılığının tekâmülden ziyade 'inkişaf'
olduğunu belirtir. Çünkü evrimde asıl vurgulanan bir yeni bir türün
zuhuru, ortaya çıkmasıdır ve bu itibarla inkişaf kelimesi, bir türün kendi
içerisinde tedrici olarak kemâle ulaşmasını/yolculuğunu ifade eden tekâmül
kelimesinden daha münasiptir. İsmail Fenni Ertuğrul (ö. 1946) Lûgatçe-i
Felsefe'sinde ve Mustafa Namık Çankı (ö. 1965) da Büyük Felsefe Lûgatı'nda aynı
nüansa temas eder ve tekâmülün Evolutionnisme kelimesinin karşılığı olarak
kullanılmasını isabetli görmezler.
"Istılahta ihtilaf olmaz' kaidesince
bir şeyin hangi kelime ile ifade edildiğinden ziyade onun nasıl tarif edildiği
ana husustur." Bu itibarla biz,
evrimin türler arası geçiş ve canlılık çeşitliliği oluşturduğu vurgusuna
eğilmeyi önceliyor ve önemsiyoruz. Çünkü evrim konusunda çalışma yapan bilim
insanları, ellerinde daha evvel zikrettiğimiz ilkelere uygun süreçler
neticesinde hâsıl olan bir bilginin mevcut olduğunu söylemektedirler. Bu beyân
ise insanları başka kanallardan gelen bilgilerle uyum/uyumsuzluk incelemesine,
merakına sevk etmektedir. Buradan da iki bilginin tearuzu ve tenakuzu gibi bir
hadisenin izaha kavuşturulması zarureti doğmaktadır. Hâlbuki böyle bir
zaruretin gerçekten olup olmadığı ancak bilginin anlamı, kaynakları ve
derecesinin/değerinin bilinmesiyle tespit edileceği malumdur.
İnsanların tamamı bilgiye ulaşırken onun
doğruluğundan emin olmak istemektedir. Bu ise ancak şaibe ve şüphe durumlarının
ortadan kaldırılması ve müşterek kabul-teyid alanının genişlemesi ile
gerçekleşmektedir. Dolayısıyla doğru bilgiye ulaşmamızı sağlayan ve genel-geçer
kabule mazhar olmuş bazı bilgi kaynakları bulunmaktadır. Bunlar; doğru haber,
sağlıklı duyu ve akıldır."S.13-20
Bilginin Kaynakları
"Kendimize şu suali sorabiliriz:
Evrim konusunda yapılan çalışmalar ve ortaya çıkan neticeler o konuda çalışma
yapan herkes için farklı bir netice çıkarmaya imkân bırakmayacak
derecede açık ve sabit midir? Evrim konusundaki bilimsel izahlar meselenin tüm
noktalarını/safhalarını boşluksuz ve ama'sız izah edecek kadar mütekâmil midir?
Bu konuda yapılacak yeni hiçbir çalışmanın mevcut bilgileri değiştiremeyeceği,
şekillendiremeyeceği kat'i midir?
Teslim edilecektir ki bu gibi sualler, bu
konuyu farklı vecheleriyle inceleyen insanlar için aynı cevapları ihtiva
etmemektedir. Dolayısıyla evrim konusundaki bilgilerimizin kaynağı bizim
sıhhatli bir bilgi kaynağı olarak gördüğümüz sağlıklı duyulara ve istidlallere
dayansa bile bu konudaki neticeyi bizlere ulaştıranların yorumlarından bağımsız
bir yalınlık arz etmediği ve bu nedenle de kendisinden daha kuvvetli bir
bilgiyi ilzam edemeyeceğini, onunla tearuz durumu yaşayamayacağını da teslim ve
ikrar etmemiz gerekmektedir. Hal böyleyken evrim ile Kur'ân'ın tearuzundan söz
etmek teknik olarak mümkün değildir.
Bu durumu dile getirmek, bazen yapılan
bilimsel çalışmaları hafife almak ya da yok saymak hatta bilime düşman olmak
gibi takdim edilerek psikolojik bir manipülasyon gerçekleştirilmekte ve ilmi
hakikat zemini ihlal edilmektedir. Bu manipülasyonu fark edemeyen pek çok isim
psikolojik bir ikilem içine hapsolmak ve sırf bu sebeple hatalı tercihlerde
bulunabilmektedir. Hâlbuki bu esasları paylaşmaktaki gayemiz ne bilimsel
çalışmaları hafife almak ne de bilime düşman olmaktır. Müslümanların bilime
düşman değil ona hadim oldukları baştan sona İslâm tarihi ile sabit bir
hakikattir. Bizim maksadımız ilmin ölçütlerine riayet talebinden başka bir şey
değildir.
Aynı şekilde Kur'ân-Kerim'in lafzi
mütevatirle bizlere ulaşmış olması onun âyetlerinin mânâsının da doğru
anlaşılacağı konusunda bir garanti sağlamaz. Zaten işbu sebeple Kur'ân'ı keyfi
anlayış iddialarından muhafaza etmek gayesiyle bir usûl tesis edilmiştir. Eğer
bir gün evrim çalışmaları temas ettiğimiz kat'iyyeti taşırsa o zaman âyetlerle
ilgili bilimsel neticelerin nasıl bir araya getirileceği konuşulabilir. Lakin
evrimin varlığı ve menşei/tarihi konusunda öne sürülen özel koşulların tespit,
ölçüm ve gözlem gibi bilimsel imkânlardan mahrumiyetinin hiçbir zaman tam
mânâsıyla giderilemeyeceğini düşündüğümüz için bu durumun mevzubahis olacağına
ihtimal vermediğimizi de belirtmeliyiz.
Belki de her sorunun cevabının bilim tarafından
verilebileceğini düşünmenin ne derece doğru ve isabetli olduğu da bu meyanda
tartışılabilir. Salt bilim açısından düşündüğünüzde bir ölünün canlanması,
yeniden hayat unsurlarını kazanması -özellikle vurguluyorum- bilimsel anlayış
açısından mümkün müdür? el-Cevap: Değildir. Çünkü bilim ne böyle bir olayı
gözlemlemiş ne ölçümlemiş ne de netice olarak bunu kabul ve izah edecek
bilimsel verilere erişmiştir. Hâlbuki naslar bunun vaki olduğunu mütevatir
olarak bize beyân buyurmaktadır. Bu durumda bilimsel gözlemlerle ölünün
dirilemeyeceğine, çürüyeceğine dair yaptığı sayısız gözlemden sonra bunu
reddetmek Müslüman bir bilim insanı için mümkün ve makul müdür?
Bu durumda ne yapılacaktır? 'Bilim mi, din
mi?' ikilemi mi yaşanacaktır? Elbette hayır. Bilimin anlam ve sınırı
hatırlanarak onun böyle bir tümevarım hükmüne ulaştıracak yeterliliğe sahip
olup olmadığı düşünülecek, dolayısıyla sınırlı inceleme ve gözlemlerin 'mutlak
hakikat' olarak takdim edilen neticelere dönüşmesinin, evrilmesinin imkânı
sorgulanacak ve aslında tüm bu çıkarımların, vaktiyle dünyanın sadece
görebildiği kısmını gözlemlediği için düz olduğuna hükmeden 'bilim
insanlarında(!) görüldüğü gibi hatalı ve eksik yorumlar olmasına -en azından
ihtimaline- hamledilecektir. Aksi takdirde bilim, materyalist felsefenin âleti
olmaktan öte bir kıymete malik olmayacak bir 'nasılcılık' hareketi olarak
kalacak ve fakat tabiatta niçin öyle olduğunu düşündüğümüz meseleler bilim dışı
olmaları hasebiyle daima ademe mahkum edilecektir.
Bugün ehl-i insaf pek çok bilim insanı,
insanlığın bilim nâmına tespit ettiği, ulaştığı bilgilerin henüz bilinmesi
gerekenlere ve hakikati idrâke ulaştıracak seviyelere nispetle zerre misali
olduğunu itiraf etmelerinde de ilgili sorgulamaları ve itirafları görmek
gerekir.
Sübutu kat'i olmasa da bilim adına yaptığı
yorumdan taviz vermeyenler kendi eksikliklerini Kur'ân âyetlerinin te'vil
edilebileceği konusundaki imkân ile aşmaya çalışmakta ve âdeta işi tersine
çevirerek sanki evrimin sübutu kat'i de Kur'ân'ın'ki zannî imiş gibi bir ortam
oluşturmaktadırlar.
Kur'ân-ı Kerim'i keyfi te'vil
hamlelerinden muhafaza eden en önemli ölçü ehlinin bildiği üzere, 'kelâmda
zahiri mânânın esas olduğu' ilkesidir. Bu ölçü Kur'ân'ın nazil olduğu
arapçanın, herhangi bir âyetindeki kelimelere dair sunduğu potansiyel anlam
imkânından hareketle keyfi mânâlandırmalara gidilmesinin önüne geçmiştir. Bu
kaide selef-isalihin neslinden itibaren üzerinde ittifak edilen esaslardan bir
tanesi olduğu için aslında dini bir meşruiyete malik olduğu ifade edilebilir.
Tabi bu kaidenin belli incelikleri ve istisnaları da mevcuttur." S.21-27
Tefsir Kimin İşi?
"Genelde pozitif ilimlerinin özelde
ise tabiat ilimlerinin işleyişinde en temel ilkelerden olduğuna temas ettiğimiz
Nedensellik İlkesi/Neden-Sonuç ilkesi ele aldığı mevzunun nasılını bulmayı
amaçlayan bir disiplin için ön kabul durumundadır. Çünkü bu ön kabule sahip
olmadan 'nasıl' sualinin cevabının bulunacağını düşünmek ve bu uğurda çalışmak
muhaldir, tutarsızlıktır.
Dini bir nazarla bakıldığında tabiatta her
şeyin neden-sonuç ilişkisi içerisinde cereyan ettiğini söylemek mümkün müdür?
Tabiatın işleyişinde sünnetullah/âdetullah olarak anılan işleyiş kanunların
mevcudiyetini kabul etmekle birlikte bu kanunların zorunlu, mutlak, her an ve
mekâna şâmil olduğunu, kesintisiz, istisnasız, harici müdahaleye kapalı
olduğunu söylemek söz konusu değildir. Temas edildiği üzere 'mucize' hadisesi
bu neden-sonuç ilişkisini, algısını bozan önemli bir delildir.
Bilim insanı gözüyle âyet-i kerimeler
tefsir edilebilir mi sualinin en kestirme cevabı ve reddi de ancak bu yolla
ortaya konulabilir. Yani hadiselere bakıştaki temel ayrımdan hareketle. Mesela
bir fizikçiye göre ateş ile kâğıt yahud herhangi bir yanıcı madde buluştuğunda
yanma hadisesi gerçekleşeceği sabittir. Bu kabul neden-sonuç ilişkisi ve tekrar
edilebilirlik ilkesi gereği bir fizikçi için tereddüt götürmez bir hakikat
olabilir. Onun ulaştığı ve iddia edeceği hüküm şu olacaktır:
Yakıcı ve yanıcı maddelerin buluşması
yanma fiilini netice verir. Fakat Hz. İbrahim (a.s.)'ın ateşle buluştuğu ve
fakat yanmadığını da bizlere bizzat Kur'ân söylemektedir. Şimdi
Hz. İbrahim (a.s.)'ın kıssasını tefsir etmesi için onu Müslüman
fakat İslâmi ilimlere vakıf olmayan bir fizikçiye teslim ettiğimizde o, bu
kıssayı tevil etmenin zaruri olduğuna hükmedecektir. Fakat ateşin yanıcı her
maddeyi her zaman yaktığı konusundaki hüküm kat'i bir hakikat değildir. Ayrıca
tüm zamanlara şâmil bir tümevarım iddiası zaten bilimsel de olmayacaktır.
Çünkü varlığın başlangıcından bugüne özel koşullarını bilmediğimiz
pek çok safha mevcuttur ve bu itibarla -herhangi fizikçinin bunu kati kabul
etmesi neticeyi değiştirmez- bu gibi âyetlerin işin erbabına havale
edilmesi adı altında aslında 'bilim dini'ne teslim
edilmesi demek olacaktır ki bu, dini yok etmekle yani sadece onun bildirmesi
vasıtasıyla bilinecek hakikatleri inkâr etmekle aynı kapıya çıkan bir fiildir.
Bu gibi âyetleri meselenin itikadi yani
kelâmi ve felsefi uzantılarını da dikkate alarak imkân-mümkün tasnifi ile
nasların delâletiyle bir bütünlük içerisinde anlamaya mükellefiz. Sadece fizik
bildiği için içerisinde 'ateş' kelimesi geçen ayetleri bir fizikçiye teslim
edemeyeceğimiz anlaşıldıysa, içinde canlılığın oluşum ve gelişim safhalarına
dair kelimeler yer aldığı için bu âyet-i kelimeler hakkında izah ve tefsir
vazifesini biyologlara tevdi edemeyeceğimiz de anlaşılmış olmalıdır. Bu ikisi
birbirlerinden şeylerdir.
Elbette tabiat ilimleri ile meşgul ilim
adamlarının gerçekleştirdiği çalışmalardan istifade edilmesi tefsiri
zenginleştirecek ve Müslümanların ufkunu açacak malzemeler sunacaktır. Fakat
onların bilgilerinin âyetlerle 'sahih' bir şekilde münasebetini kurmak, İslâmi
ilimlere ve özelde de tefsir ilmine vâkıf olanların mesuliyetindedir.
Bu noktada insafımızı harekete geçirmesi
için İslâmi ilimlere vâkıf olan mütekaddim ve müteahhir ulemânın bile tefsir
yapabilmek için sadece bu vukûfiyeti kâfi görmediğini ve bu vazifeyi -Allah
kelâmı hakkında konuşmak söz konusu olduğu için- üstlenecek kimselerde üst
düzey bir yeterlilik aradığını bilmeliyiz. Bugün bu değerler ve hassasiyetler
dikkat-i nazara alınmıyor olsa da -ki zaten alınmadığından dolayı sıkıntılar
yaşıyoruz-bunun hakikate nispetle bir değeri olmayacağı izahtan varestedir.
Her dönemden sayısız müfessir ve âlim,
Kur'ân-ı Kerim'i tefsir yani Allah kelâmının mânâsını ve izahını ortaya koymak
vazifesine soyunan kimselerin bu iddiasını gerçekleştirmesine vesile olup onu
'müfessir" olarak anmamızı sağlayacak vasıfları on beş madde olarak
sıralamaktadırlar.
Muhyiddin el-Kâfiyeci'nin et-Teysîr fî
Kavaidi İlmi'tTefsîr'inden iktibasla:
İlm-i Nahiv, İlm-i Lûgat, İlm-i
Sarf, İlm-i İştikâk, İlm-i Meâni, İlm-i Beyân, İlm-i Belagat,
İlm-i Kıraat, İlm-i Kelâm, Usûl-ü Fıkıh, Fürû-u Fıkıh, İlm-i Hadis, Tarih
(Asar), İlm-i Tasavvuf ve Esbab-ı Nüzûl.
"Fahreddin er-Razi (ö. 606/1210) gibi
remz şahsiyetlerin tefsirlerine müracaat edildiğinde bu ilimlere ek olarak
tabiat bilimlerinin ve mantık ilminin de yer aldığı, ayrıca zikredilen tüm bu
vasıfların mütekaddim ve müteahhir müfessirlerin te'lif ettiği tefsirlerde
mevcut olduğu teslim edilecektir. Bunlar mübalağalı bir liste oluşturmak için
alt alta sıralanmış ilimler gibi gelebilir, fakat söz konusu her ilmin bir
gerekliliği ve ehemmiyeti mevcuttur. Bugün ilahi kelâm hakkında konuşan bizler
bu ilimleri taşıma noktasında neredeyiz? Dile kolay gelen bu ilimler için
ömrünü vakfetmiş ulemânın sözlerini bir çırpıda yok sayan, âdeme mahkûm
edenlerin bu ilimlerden hissedâr olmaması pek hazin ve şaşırtıcı değil midir?
Evrim meselesi özeline tekrar dönüldüğü
takdirde bugün sadece biyoloji konusunda çalışma yaptığı, bu alana
vâkıf olan fakat söz konusu ilimlerden uzak kimselere Kur'ân'ın tefsirini,
izahını, te'vilini teslim etmek ve onların yaptığı izahlara gönül rahatlığıyla
teslim olmak ilme, edebe, tarihe uygun olabilir mi? Buradan hareketle
Müslüman ile Kur'ân Allah arasına bir sınıf sokmaya çalışıldığı iddia edilemez.
Aslında biz Müslüman ile Allah arasına nâehil kimselerin girmemesini
arzuluyoruz. Yoksa ehil olan hiç kimsenin konuşmasından rahatsızlık duymak söz
konusu değildir. İslâm tarihi farklı kabullere sahip âlimlerin
beyanlarıyla doludur. Bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir."S.55-59
Kur'ân-ı Kerim Bilim
Kitabı Değildir
"Kur'ân-ı Kerim'i bir bilim kitabı
olarak görmek ve bilhassa hâlihazırda üzerinde çalışılan, neticeye varmamış,
sübût kazanmamış teorileri Kur'ân'a nispet etmek, söz konusu bilimsel
çalışmalar neticeye varana değin geçirdiği her safhada ve
yaşadığı değişimde sanki Kur'ân'ın sıhhati de
değişiyormuş intibaı yaşatacağından dolayı son derece tehlikelidir.
Bunda bilimsel bulguları kesinlik
kazanmadan Kur'ân'a nispet etme sevdasında olanların payı inkâr edilemez.
Kur'ân'ı Kerim'de yer alan bazı ayeti kerimelerdeki kelimelere tarihi serencamda
dönem dönem muhtelif anlamlar verildiği görülmektedir. Bu, söz konusu
aceleciliğin en müşahhas misalidir ve tarihte bunun misali bir hayli fazladır.
Nitekim tek bir kelimenin çok fazla değişik manada kullanılması artık onun
kavl-i sarihinin tespit edilebilirliğinin ve ona güvenirliğin önündeki en büyük
engel haline dönüvermektedir. Bu kadar âlim böyle söylüyor, şu kadar âlim şu
manayı veriyor, tarihte şu manalar da verilmiş...
Peki, bütün muhtemel manaları bir kelime aynı anda kastetmiş olamayacağına
göre?
Hanefi usûlcülerin de beyân ettiği üzere
bir kelimenin bir anda birçok mânâyı yansıtması aslında hangi mânâyı ortaya
koyduğunu belirsiz hale getirmek olacağından bu mânâsız söz haline gelen bir
cümleyi/ayeti kabul etmeye götürür. Hâlbuki Kur'ân ayetlerinin bir anlamı
olduğu muhakkaktır. Bu durum yani ayetlerin ve kelimelerin tek bir anlamı
vermesi Kur'ân'ın çok vücûh oluşuna mâni değildir. Bu iki durum arasında önemli
nüanslar vardır. Velhasıl kelam, evrimin Kur'ân'da olup olmadığına dair
âyetlerden istidlallerde bulunanlar ve bu manada çeşitli kelimeleri zorlama
yollarla te'vile tabi tutmaya girişenler Kur'ân'ın muhataplarında mana
zedelenmesi oluşturmak gibi bir garabetin de hissedârı olacaklarını
unutmamalıdırlar.
Pozitivizm ile birlikte bilimsel çalışmaların
dini, felsefi beyanlara karşı kazandığı karizma bugün 'bilimcilik' inancına
evrilmiş durumdadır. Bilimsel bir beyân olduğu iddia edilen herhangi bir kabule
itiraz etmeniz -gerekçeniz her ne olursa olsun-sizi bilimden anlamayan, bağnaz,
tutucu vb. biri olarak nitelemeye yetecektir. Bugün hemen her konuda ancak
bilim insanları konuşmalıdır gibi bir algı yayılmakta ve bu algı sebebiyle
bilim insanları kendi sınırlarını aşan konularda cesurca söz söylemektelerdir.
Konjonktürel psikolojik gücü kullanan bazı bilim çevreleri bundan hiç
rahatsızlık duymamakta ve dini de felsefeyide sosyolojiyi ve tarihi de kendi
kabulleri çerçevesinde âdeta yeniden inşa etmektedirler.
Evrim konusunda konuşacak, bu konuyu
doğrulayacak ya da yanlışlayacak kimselerin evvela biyoloji bilen kimseler
olmasını talep etmek haklı ve gereklidir. Bu inkâr edilmez bir hakikattir. Bu
konuda haklı bir titizlik ve talep içerisinde olan bilim adamlarının dini
konuları konuşmaya başladıkları vakitlerde bu titizlik ve haklı taleplerinden
neden vazgeçtiklerini anlamak mümkün değildir. Evrim hakkında konuşacak
kimselerin biyoloji bilmesini istemek hak da İslâm adına, Kur'ân adına
konuşacak ve hüküm verecek, tefsir gerçekleştirecek kişilerin İslâmi ilimler
bilmesini istemek suç mudur bilinmez.
Bir insanın Müslüman olması onun İslâm
hakkında konuşabilmesini ve bu konuşmanın sıhhatli sürmesini garanti eder mi?
Elbette etmeyecektir. Mevzu buraya gelince ne yazık ki o ana kadar bilimsel
aristokrasiden yana olanlar bir anda bu ölçüleri hatırlatanları 'dinde
ruhban sınıfı talep etmekle' itham etmektedirler. Bu
argüman İslâm açısından gerçekte pek bir kıymet ifade etmese de halk
tarafından isabetli olarak değerlendirilebilmektedir.
İslâm, din-i mübin hakkında ona
muhatap olan herkesin konuşabilmesi gibi bir hürriyet vermediği gibi pek çok
nasta da bundan sakındırmıştır. Bu sakındırmalar ilk Müslüman topluluk olan
Ashab-ı Kiram efendilerimiz tarafından da böyle kabul edildiği içindir ki onlar
hiçbir zaman biz Kur'ân'ın diline, vahyin inzaline, Hz. Peygamber (sav)'in
sünnetine, zamanın gereklerine vs. muttaliyiz dolayısıyla meselelerimizi
kendimiz çözer, Kur'ân'ı kendimiz anlarız diye bir iddiada bulunmamışlardır.
Aksine Kur'ân'ın tefsiri ve hükümleri üzerine söz söylemeyi daima
fakih sahabilere tevdi etmiş, kendileri bundan mümkün olduğunca
sakınmışlardır. Bu selef-i salihinde böyle olmuştur, bugüne değin
ümmetin tarihinde de böyle olmuştur." S.61-67
İslâm Âlimleri ve Evrim Kabulü
"Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerin doğru
anlaşıldığı konusunda birçok teyid usûlü vardır. Bunlardan bir tanesi de erken
dönemlerde bu anlayışın mevcut olduğunu gösteren kayıtların mevcudiyetidir.
Çünkü her Müslüman bilir ve kabul eder ki, Müslümanların yüzlerce yıldır
bilmediği bir mânâyı bugün bizim bilmemiz ve geçmiş tüm ümmetin yanlış bir
bilgiyle hayatlarını idame ettirmiş olmaları mümkün değildir. Dolayısıyla bugün
Kur'ân'ın ilk muhatabıymış gibi ondan daha evvel kimsenin anlamadığı şeyler
çıkarmak ve bunun Kur'ân'ın söylediği yegâne hakikat olduğunu iddia etmek söz
konusu olamaz.
Hz. Peygamber (sav)'in, ashabın, yahud
selef-i salihin nesli içerisinde dolaylı olarak da olsa herhangi bir aslı
bulunmayan görüşler bu nedenle bidat olarak nitelendirilmiş ve bunlar kıymeti
kendinden menkul şaz görüşler olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenledir ki
bugün Kurân'a dair söz söylemeye çalışan herkes söylediklerinin tabir caizse
dini meşruiyetini göstermek ve nevzuhur bir beyân olmadığını ispat için
tarihten referanslar bulmaya çalışmaktadır. Bu referanslar Hz. Peygamber
(sav)'e doğru ne kadar geriye giderse ve ne kadar büyük bir yekûn baliğ olursa
o kadar güçlü ve kıymetli addedilir. Hal böyle olunca evrim kabulünde olan
Müslümanlar için, böyle bir şeyin mevcudiyeti konusunda ima yoluyla da olsa
söylenmiş her sözün bir kıymet ifade ettiği anlaşılacaktır.
Tarihten örnek bulmak yöntemi hakikî bir
burhan şekli olmasa da iknaî bir tarafı ve psikolojik bir tesiri bulunduğu
inkâr edilemez. Aslında İslâm
tarihinde evrim kabulüne sahip isimler konusundaki ilk bağlantıları evrimi
kabul eden Müslümanlar bizzat kendileri keşfetmiş de değillerdir. Bu da
tuhaftır ki bizzat evrim kabulü gibi, ilk olarak batılı araştırmacıların
tespitleri vasıtasıyla Müslümanların gündemine girmiştir.
Melikşah Sezen, çoğu Mutezilî ve Şiî olan
isimlerin düşüncelerini ya da Mutezilî ve Şiî olmayanların düşüncelerin nasıl
çarpıtıldığını aktardıktan sonra aşağıdaki değerlendirmede bulunur;
Bazı araştırmacılar tarafından âdeta
listenin kabarması adına birkaç isim daha 'evrim kabulüne sahip İslâm âlimi'
olarak takdim edilmişse de aslında paylaştığımız hataların temelde onlar için
de mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bu itibarla bizce İslâm âlimlerinin bu
şekilde bir anlayışa sahip olduklarına kesin bir şekilde hükmetmek mümkün
değildir. Bu kullanımın psikolojik bir etkisi olduğu/olacağı için ısrarla
kullanan kimselerin aslında önümüze ilmi bir delil sunmuş olduklarını
söyleyemeyiz.
Temas ettiğimiz noktaların peşinden şunu
da özellikle belirtmeliyiz ki evrim konusunda konuşmak ve onu kabul ya da
reddedebilmek için biyoloji bilmenin şart olduğunu beyân eden kimselerin,
evrimi kabul ettiği iddia edilen İslâm âlimleri söz konusu olduğunda biyoloji
bilme gerekliliği kabullerini yok saymış olmaları aslında o söylemlerinin de
psikolojik bir kalkan olarak kullanıldığını gösterir niteliktedir."S.89-106
Din - Bilim Çatışması
"Özelde Müslümanların genelde de
tüm inananların kabuledeceği bir söylem olarak kullanılan ve ilahi
buyruklarla bilimsel hakikatlerin çatışmayacağını beyân eden ifadeler
elbette doğruluğundan tereddüt edilmeyecek bir asıldır. Kâinatı tüm
unsurlarıyla halk eden, onun işleyiş nizamını tanzim eden ve peygamberler
vasıtasıyla buyruklarını insanlara ulaştıran yaratıcının iki fiilinin
birbiriyle tenakuza düşmemesi yani kevnî âyetlerle lafzi âyetler arasında
herhangi bir tearuzun olmaması en tabi beklentidir. Bu beklenti sebebiyle
bilimsel ve dini kabullerin çarpıştığı noktalarda hemen bu argüman devreye
sokulmakta ve daha önce izaha çalıştığımız te'vil kapısının meşru bir şekilde
açıldığı iddia edilmektedir. Hâlbuki bu durum bazen gerçekten ilgili nasların
kavl-i sarihinin tayin edilememesinden kaynaklandığı gibi bazen de bilim adına
ortaya konulan şeyin bir yorum, eksik bir inceleme vb. gibi arızalara
dayanmasından sudur etmektedir.
Bu konuda bugün psikolojik üstünlüğü
elinde bulunduran bilim cephesi kendi söylediği sözün daima asıl
olduğunu peşinen kabul etmiş durumdadır. Hâlbuki söz konusu bilimsel
söylemin ne derece kat'i olduğu konusunda bir durum sabit olmadığı halde böyle
bir pozisyona geçmek asla uygun değildir. Söz konusu durumun ortaya çıkmasında
elbette konjonktürel tasavvurun önemli bir tesiri mevcuttur. Çünkü pozitivist
anlayışın güçlenmesiyle kırılma yaşayan dini/felsefi hakikatlerin bağlayıcılığı
meselesi bilim adına yapılan her çalışmayla zıtlaşma haline dönmüş ve bilim bir
kutsal haline getirilmiştir.
Bilim ve din temelde çarpışmaya sebebiyet
vermeyecek sahalardır. Çünkü menşei itibariyle birdir. Bu doğru. Lakin onların
menşei birliği bizim onları hakkıyla idrak ettiğimizi, yerli yerine
oturttuğumuzu garanti altına almaz. Zaten zahiri tearuz durumları da kaynak
farklılığı münasebetiyle değil muhatapların bilgi birikimi ve anlayış
farklılığı münasebetiyle olmaktadır. Bilimi din haline getirip onu farklı bir
kaynaktan geliyor gibi ayrı bir kategoriye çekmek bu gibi durumlarda uzlaşı
zemininin ortadan kalkmasına sebebiyet veren en önemli amillerdendir.
Evrim özeline dönüp baktığımızda bilim-din
ikileminin yaşandığı inkâr edilemez. Fakat burada diğer meselelerden daha
farklı bir durum mevcuttur. O da yaratılışçılık görüşünü çürüttüklerini iddia
eden ve bilimle din arasında uzlaştırılamayacak bir uçurum bulunduğunu iddia
edenlerin din olarak karşılığına kahir ekseriyetle Hristiyanlığı aldıkları ve
onu yanlışladıkları görülmektedir. Hâlbuki bu değerlendirmenin sıhhati
açısından muteber değildir. Nitekim -Müslümanlar nazarında- muharref bir metnin
yanlışlanmasının genellenmesi kabul edilebilir mi? Bizler de önceki kitapların
muharref olduğuna itikad ettiğimiz için tahrif edilen kısımlarda elbette
bilimsel hataların bulunabileceğini kabul ederiz. Richard Dawkins gibi evrimi
ateist kabullerinin kanıtı olarak telakki eden isimlerin İncil'deki
ifadelerle savaşarak tüm semavi dinleri çürüttüğünü düşünmesi tam da böyle bir
arızaya delâlet etmektedir. Öte yandan bilim insanlarının ön kabullerinin bilim
yerine konması da bilim-din ikiliği konusunda hatalı neticelere ulaşılmasının
sebepleri arasındadır. Mesela doğal seçilimi gerçekleştiren 'hayat
kavgası' ilkesi farazi bir ilkedir, bir ön kabuldür. Bir canlı türünün
neden hayat kavgasına girip elendiği konusundaki her beyân bir tahmindir ve son
derece spekülatiftir. Belki daha da iddialı ve çarpıcı olması için şöyle ifade
edebiliriz: Seçilimi belirleyen doğal faktörlerin hiçbir canlı türü için mutlak
olarak belirlenmesi mümkün değildir. 'Hayat kavgası' adı verilen ve doğal
seçilimi tetikleyen, aktif hale getiren hadisenin tek bir kesin örneği tespit
edilmiş değildir. Fakat evrimi kabul eden hemen tüm biyologların bunu
tereddütsüzce kabul ettikleri müşahede edilmektedir. Hâlbuki bir türün seçilimi
tetikleyen hayat kavgası -eğer varsa-bir savaşı başlatan sebep ve kişileri
topyekûn tespit etmenin imkânsız olması gibi imkânsızdır. Çünkü bu hadise özel
koşulları tespit ve tekrar edilemez büyük bir kaosun içerisinde cereyan
etmiştir.
Velhasıl bu gibi tearuz durumlarının
herhangi bir hakiki ikilik oluşturduğunu söylemek isabetli olmasa gerektir.
Çünkü bu gibi durumlarda dinin karşısına çıkarılan bilim değil bilim adına
savunulan ön kabul yahud sezilerdir. Tabi bu ifademizden hareketle evrim
sunumunun hiçbir noktasının makul, ikna edici olmadığı
anlaşılmamalıdır. İtiraf edilmelidir ki, evrim konusunun alt başlıklar
içerisinde cazip ve etkileyici noktalar bulunmaktadır. Fakat cüzi konularda
başarılı izahatların başarılı bir sistemle birleştirildiği kanaatinde değiliz.
Zaten meselenin 'biyologların hiçbir söylediği kabul edilmiyor' noktasında
olmadığını herkes itiraf edecektir. Yani hiçbir Müslümanın böyle absürt bir
yolu kanıksama söz konusu olmadığı gibi vaki de değildir. Aslında meselenin
dönüp dolaşıp geldiği nokta daima boşluklar, muğlaklıklar, ama'lar ve tüm
bunlara rağmen Kur'ân'ın buyruklarının göz ardı edilmesi; etkileyici ve cazip
argümanları ispatlanmış sanmanın hafifliğine dönüşmesidir.
Hayat kavgası kadar dikkate alınması
gereken iki muğlak ifade daha bulunmaktadır: 'özel koşullar'
ve 'uzun bir tarihi süreç.'Hâlbuki bu iki ifadenin de bilimsel bir
kimliği yoktur. Birisi bize inorganik maddelerin organik maddelere yani cansız
maddelerden dönüştüğünü iddia ettiğinde bunu 'özel koşullar' ve 'uzunbir
tarihi süreç' sözleri dışında bir delille doldurmadığı sürece bu
ifadelerin bilimsel bir değeri olabilirmi? Önümüze bu özel koşulların neler
olduğunun serilmesi gerekir. İşte burada büyü bozulur. Çünkü o özel
koşulları tümüyle tespit mümkün değildir. Dolayısıyla cevaplar daima
muğlak ifadelerin arkasına yerleştirilmeye mahkûmdur."S.117-122
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 360 / Kasım 2020