İslâm fıkhında, velâyete ve fütüvvete dayanan devlet siyasetinin değişmeyen rüknü, insanların dünyada ve ahirette saadetine vesile olacak hükümlerin tesbiti ve uygulanmasıdır. Araştırmacı-Yazar Asım Cüneyd Köksal ‘Fıkıh ve Siyaset’ konusunda kaleme alınan eserleri tahlil etmiş ve önsüzünde şu tesbitte bulunmuştur: “Tarih boyunca fıkıh ve siyaset ilişkisi, ulema tarafından siyasetin teori ve pratiğine yön veren şer’î ilkeler ışığında incelenmiş, hukuka uygun âdil bir yönetimin nasıl olması gerektiği üzerinde kafa yorulmuş ve bu çerçevede erken dönemlerden itibaren İslâm kamu hukuku ile siyasetin kesiştiği çeşitli meseleleri inceleyen eserler kaleme alınmıştır. İslâm fıkhını esas alan devletler arasında, yönetim tecrübesinin zaman ve coğrafya bakımından genişliği yönüyle Osmanlı Devleti’nin özel bir yeri vardır. Bu kitap Osmanlılarda siyâset-i şer’iyye konusunu bazı teorik ve pratik veçheleriyle ele almayı, temsil edici nitelikte olduğunu düşündüğüm müellif ve eserleri dikkate alarak bu alanın temel meselelerine ışık tutmayı hedeflemektedir.”
Fıkıh ve Siyaset
|
Siyâset-i Şer’iyye şeklinde
terimleştirilen saha, İslâm tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar önemini
sürdüren bir alandır. Tarih boyunca fıkıh ve siyaset ilişkisi, ulema tarafından
siyasetin teori ve pratiğine yön veren şer’î ilkeler ışığında incelenmiş,
hukuka uygun âdil bir yönetimin nasıl olması gerektiği üzerinde kafa yorulmuş
ve bu çerçevede erken dönemlerden itibaren İslâm kamu hukuku ile siyasetin
kesiştiği çeşitli meseleleri inceleyen eserler kaleme alınmıştır.
Müslüman devletler arasında, yönetim
tecrübesinin zaman ve coğrafya bakımından genişliği yönüyle Osmanlı Devleti’nin
özel bir yeri vardır. Bu kitap Osmanlılarda siyâset-i şer’iyye konusunu bazı
teorik ve pratik veçheleriyle ele almayı, temsil edici nitelikte olduğunu
düşündüğüm müellif ve eserleri dikkate alarak bu alanın temel meselelerine ışık
tutmayı hedeflemektedir. Bunu yapmaya çalışırken, siyâset-i şer’iyyeyi yalnız
belirli bir perspektiften ortaya koyan ve bu alanın tartışmalı uygulamalarına
onay veren eserlere değil, Osmanlıların hukukî-siyasî düzenini eleştiren isim
ve eserlere de yer vermeye gayret ettim. Osmanlı müellifleri tarafından İslâm
kamu hukukuna dair telif edilen müstakil eserlerin sayıca azlığı, çalışmamızın
kapsamı ve ele aldığı meselelerin tespiti hususunda etkili olmuştur. Fakat
kitap Osmanlılar döneminde siyasetin yalnız hukukî veçhelerine tahsis edilmiş
eserleri değil, aynı zamanda siyasetin farklı meselelerini ele alan geniş -ve
hatırı sayılır bölümü hâlen yazma hâlindeki- literatürü de dikkate almakta;
şeriat-siyaset ilişkisine dair bürokrat ve tarihçilerin, ahlâkçıların, ulemâ ve
süfîlerin yazdığı risale ve kitaplara da atıfta bulunmaktadır.
Osmanlılar sözkonusu olduğunda siyâset-i
şer’iyye, hem kavram hem de içerik olarak kanunnamelerle çok sıkı bir ilişki
içindedir. Osmanlılarda siyâset-i şer’iyye en çok ceza muhakeme usulü ile
alakalı olduğu için Osmanlı ceza kanunnamelerinin şer’î açıdan tahlili bu
çalışmanın bir parçasını teşkil etti. Kanunnamelerin şer’îliği meselesi bir
bütün olarak Osmanlı hukukunun şer’îliği meselesinin bir uzantısı olduğu için,
ayrıca Osmanlılarda ‘siyâset-i şer’iyye’ denildiğinde Osmanlı hukukî-siyasî sisteminin
fıkıh ile irtibatı meselesinin ehemmiyeti kendisini gösterdiğinden dolayı,
Osmanlı hukukunun şer’îliği hususunda Osmanlı devri müellifleriyle modern dönem
yazarları tarafından ileri sürülen görüşlerin bir değerlendirmesini yapmak
gerekti.
Bildiğim kadarıyla Osmanlılarda siyâset-i
şer’iyye konusu daha önce çağdaş literatürde müstakil şekilde ele alınmış
değilse de, kitapta ele aldığım muhtelif konulardan bir bölümü daha önce ayrı
ayrı monografik çalışmalara konu olmuştur. Bu çalışmalara çok şey borçlu olan
elinizdeki eser ise, incelediği sahalara bir katkı yapabilir ve bu sahada yeni
eserlerin yazılmasına vesile olabilirse kendisini amacına ulaşmış sayacaktır.
(S.12)
Şeriat ve Siyâset-i
Şer’iyye
“Siyaset ve hukuk hem teorik hem de pratik
olarak tarih boyunca birbiriyle çok yakından irtibatlı, zaman zaman da içiçe
geçen iki kavram olarak görülmüştür. Siyaset-hukuk ilişkisinde hangisinin
belirleyici olduğu, bu çerçevede siyasî otoriteyi ellerinde tutanların hukuk
yapma yetkilerinin bulunup bulunmadığı, ‘siyâsî olan’ ile ‘hukukî olan’
sahaların birbirinden özerk olup olmadığı, buna bağlı olarak da hukuk
düşüncesiyle siyaset düşüncesinin iki ayrı tefekkür sahası olup olmadığı,
tartışılmış ve hâlen de tartışılmakta olan meselelerdir.
Şeriat ve siyaset ilişkisi, doğası icabı
sınırları belirsiz ve kısmen bulanık bir sahadır. Bunda rol oynayan etkenlerden
birisi siyasetin fiilî güce dayalı bir saha oluşudur. Bu güç zaman zaman
şeriatla ahenk içinde iş görmüş, kimi zaman toplum nezdinde meşruiyetini
sağlamak için şeriattan destek istemiş, öte yandan buna gerek görmediği
zamanlar da olmuş, hatta bazen de şeriatı temsil edenleri baskı altına
almıştır. Bu bakımdan ‘şer’î olan’ın sınırlarını belirlemekle yükümlü
olan ulemanın söylediklerinde, hatta daha ziyade söylemediklerinde, siyasî
gücün etkinlik derecesini belirlemek hiç de kolay bir iş değildir.
İslâm ilim ve düşünce muhiti söz konusu
olduğunda, hukuk ile siyaset ilişkisi üzerinde düşünebilmek için, öncelikle
şeriat ile siyaset ilişkisi hakkında ortaya konulan düşünceleri değerlendirmek
gerekir. İslâmda hukûkî olan ile siyâsî olan, birbirinden farklı iki varoluş ve
meşruiyet biçimine mi tekabül eder? İyi ve kötü eylemlerle ilgili ilâhî
bildirimler toplamı olarak şeriat ve şeriatın bilimi olan fıkıh dışında bu ölçütlerle
ölçülmediği halde ‘meşrû’ kabul edilebilecek nitelikte bir siyasî alan var
mıdır? Veyahut şeriata dâhil olmakla birlikte, fıkıhtan ayrı bir siyaset
sahasından söz edilebilir mi? Bunlarla bağlantılı olarak şeriat, fıkıh ve
siyasetin sınırları tespit edilebilir mi?
Osmanlılarda şer’î siyaset konusuna
girmeden önce konuyla ilgili kavramların tahlil edilmesi, ardından da tarih
boyunca yukarıda sıralanan sorularla yüzleşmiş İslâm âlimlerinin görüşlerinin
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Kavramsal Çerçeve
1. Siyaset
‘Siyaset’ kelimesi, sözlükte esas olarak,
sağlam ve düzgün alınası için bir nesneyi onu ıslah edecek şekilde ihtimam ile
görüp gözetmek anlamına gelir. Bu temel anlamla ilişkili olarak atı tımar ve
terbiye etmek anlamında kullanılan siyaset, raiyye denilen insan
topluluklarının işlerini üzerine almak suretiyle onlara vali ve hâkim olmak,
yani kısaca yönetmek anlamında terimleşerek yaygınlaşmıştır.
Şeriat ile siyaset arasındaki ayrılmaz
ilişki, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin (ö. 910/1504-5) Osmanlı uleması nezdinde çok
rağbet gören ve defalarca tercüme edilen Ahlâk-ı Muhsinî isimli eserinde şöyle
formülleştirilir: ‘Şeriat kâidesi olmadan hiçbir hak, merkezinde karar bulmaz.
Siyaset zâbıtası olmadan da şer ve din işi intizama eremez. Meliklerin siyaseti
şeriatı takviye, şer’î ahkâm ise mülkü tervîc eder.’
Mâverdî, toplumu yönetecek olan
hükümdarların, iyi huyları kesbetmek suretiyle işe önce kendileri üzerinde
siyaset icra ederek başlamaları, kendilerini ıslah ettikten sonra raiyyeyi
siyaset etmeye (yönetmeye) geçmeleri gerektiğini söyler. Siyaset, bu geniş
çerçeveden hareketle kişinin kendi şahsiyeti (ahlâk), ev halkı (ev
idaresi-ekonomi) ve toplum (şehir-ülke siyaseti) üzerinde uygulanmasına göre üç
kısımda incelenmiş ve ahlâk kitapları bu üçlü bölümlemeyi esas almışlardır.
2. Siyâset-i Şer’iyye
Siyâset-i şer’iyye ‘Kamu otoritesinin
yönetilen topluluğun yararına olacak ve dinin genel ilkelerine ters düşmeyecek
düzenlemeler ve bu çerçevede uygulamalar yapma yetkisini ifade eder.’ Buna göre
siyâset-i şer’iyye şeriata aykırı olmayacak biçimde ilave yasalar yapma
yetkisini ifade ettiği gibi, şer’î hukuka uygun yönetim ve hükümet etme
biçimini, yönetimin şeriata uygun olmasının yanısıra onun vasıtasıyla
gerçekleştirilmesini de ifade etmektedir. ‘Siyaset’ kelimesinin, birçok
bağlamda ‘siyâset-i şer’iyye’nin kısaltması olarak kullanıldığı görülür.
Siyâset-i şer’iyye, geniş ve dar olmak
üzere iki temel anlamda kullanılmıştır:
l. Halkın dünyevî işlerini dinin vaz‘
ettiği şer’î esaslar dairesinde çözümlemek.
2.İmam’ın mevcut bir fesadı ortadan
kaldırmak yahut henüz vâki değilse de gerçekleşmesini öngördüğü bir fesadı
ortaya çıkmadan engellemek yahut da belirli bir duruma çare olmak üzere uygun
gördüğü veya kanun olarak vaz‘ ettiği hükümlerdir.
Siyaset ile siyâset-i şer’iyye
terimlerinin özellikle fıkıh kitaplarında aynı anlamda, ilkinin ikincisinin
kısaltması olarak kullanıldığına tekrar işaret etmeliyiz. Bunun yanısıra bu iki
terim arasında belirgin bir farklılık bulunduğu da açıktır. Siyaset, siyâset-i
şer’iyye anlamında kullanılmadığı takdirde mutlak bir kavram olup şeriat gibi
belirli bir hukuk nizamına uygun olsun veya olmasın, devlet adamlarının akla,
şahsî bilgi ve tecrübelerine dayalı olarak devlet idaresiyle ilgili işlerde
yürüttükleri uygulamaların bütününü, sonraki ulema tarafından ‘âdil’ ve ‘zâlim
siyaset’ diye nitelendirilen yönetim türlerinin tamamını içine alır. Siyâset-i
şer’iyye ise en geniş kullanımıyla şeriatın devlet idaresiyle ilgili, günümüz
hukukunun bölümlemesiyle anayasa, idare, devletler umumi ve hususi, usul ve
maliye hukukuna dair hüküm ve uygulamalarının bütününü, fıkıh ilminin siyasetle
ilgili bölümlerini, bazı müelliflerin tercih ettiği bir terimle söylenecek
olursa fıkhu’s-siyâseyi ifade eder. Bununla birlikte ‘siyâset-i şer’iyye’nin
İbn Teymiyye’den sonra bir anlam daralması geçirdiği, devlet idaresinin bütün
unsurlarıyla şeriata uygun olarak işlemesi anlamından, mevcut veya muhtemel
fesadın önlenmesi, bu bağlamda da ceza ve bilhassa ağırlaştırılmış ceza ve
nihayet ölüm cezası şeklinde bir semantik daralma yaşadığı tespit edilebilir.
Yunus Apaydın, siyâset-i şer’iyyenin fıkıh
ilmindeki yerini ve varoluş sebebini şöyle ifade etmektedir: ‘Fakihlerce şârîin
naslarda somutlaşan iradesi doğrultusunda büyük bir titizlikle sistemleştirilen
şer‘î hukuk dindarlığın zayıflaması veya yüzeyselleşmesi, genel ahlâkın
bozulması ve istismarların artması karşısında yer yer etkisiz ve çaresiz
kalınca âlemin bekası ve nizamı, ümmetin maslahatı için devlet başkanına
şeriatın düzenlediği konular dışında (özellikle esas teşkilât, idare, ceza ve
vergi hukuku gibi kamu hukuku alanına giren dallarda) ilâve düzenleme yapma
yetkisi verilmesi ihtiyacıyla karşılaşılmıştır. Bu durum, Kur’an ve Sünnet’te
kamu hukuku alanında ayrıntılı düzenlemeler yer almayıp genel ilkelere atıf
yapılmasıyla ilgili olduğu kadar bu alanın esneklik ve dinamizm gerektiren
yapısıyla da ilgilidir.
Siyâset-i şer‘iyye diye anılan bu tür ilâve düzenleme yetkisinin temelindeki
anlayış şer’e ters düşmeme esası olup ona dinamizm kazandıran ve onu işler
kılan da budur.’
Siyâset-i şer’iyye, bazı fıkhî delillerle
irtibatlandırılmış ve meşruiyeti bu deliller üzerinden savunulmuştur.
l. Re’y ve Siyaset
Müctehidlerin re’yi ‘ictihad’ ismini
alırken, devlet başkanının idareye dair belirli bir konudaki re’yine ‘siyaset’
denilmektedir. Bu re’y mevcut ictihadlardan birinin tercihi, kanun boşluğunun
doldurulması, somut bir durumla ilgili icrâî veya kazâî bir karar
olabilmektedir. Müctehidin re’yinin ilmî bir kanaatin ifadesi olması bakımından
bağlayıcı olmamasına mukabil, devlet başkanının re’yinin uygulamada bağlayıcılık
arz ettiği görülmektedir. Ancak bu tarz bir re’yin siyâset-i şer’iyye
çerçevesinde değerlendirilebilmesi için, şeriatın temel ilkelerine ve nasların
açık anlamına aykırı olmaması gerekmektedir.
2. Örf ve Siyaset
Gerek ‘selim tabiatlarca hüsnükabul görmüş
söz ve davranışlar’ anlamıyla gerekse ‘tavr-ı akıl üzere kanun koyma’ -bilhassa
da bu ikinci anlamıyla- örf ile siyasetin birbiriyle ayrılmaz bir şekilde
bağlantılı olduğu açıktır. ‘Örfün her iki anlamıyla da iç içeliği siyâset-i
şer’iyyenin yasa ve töre ile bağlantılı olmasının bir sonucu olarak da
görülebilir.’ Osmanlılar bağlamında örfi hukuk ile siyâset-i şer’iyye arasında
büyük ölçüde örtüşme söz konusudur.
3. İstihsan ve Siyaset
İctihadın bir türü olan ve Hanefî
mezhebinde özel bir yeri bulunan istihsan ile siyaset arasında özel bir ilişki
vardır. İstihsanda hakkaniyet ve adalet gibi üst ilkelerin gözetilebilmesi için
hukukun genel kuralından bir sapma sözkonusudur, siyasette de kimi durumlarda
standart normun dışına çıkmak vardır. Zaman zaman kesişen bu iki kavramı
birbirinden ayıran en temel unsur ise istihsanın fakih, siyasetin ise kamu
yetkilisi tarafından yapılmasıdır. Ancak istihsan yoluyla gerekçelendirilen
siyasî vakıalar incelendiğinde bunların hepsinin altında bir maslahat düşüncesinin
yattığını, dolayısıyla istihsan ile temellendirilen siyasetin, maslahata dayalı
siyasetin bir alt kümesi olduğu görülecektir.
4. İstıslah (Mesâlih-i Mürsele) ve Siyaset
Siyâset-i şer’iyyenin en önemli, hatta
yukarıda sayılanların da kendisine râci olduğu başlıca şer’î dayanağı; naslarda
kabul veya red edildiğine dair açık beyan bulunmayan (mürsel) maslahatların
esas alındığı bir fıkhî istidlâl metodu olan istıslahtır. Devlet başkanının ve
genel olarak da kamu otoritesinin halkın geniş bölümünü ilgilendiren siyasî
uygulamaları, Karâfî ve İbn Kayyim gibi âlimlerin izahlarında görülebileceği
üzere, en çok istıslah ilkesiyle savunulmuştur. Siyasetin şer’î açıdan meşru
kabul edilebilmesi için maslahat esasına dayalı olması gerektiği de sıklıkla
ifade edilmiştir. Hallâf’ın da söylediği gibi, İbn Nüceym’in tarifindeki
anlamıyla siyaset, hakkında cüz’î bir delil bulunmasa bile görülen maslahata
binaen yapılan uygulamalar olduğu için, bu anlamıyla siyâset-i şer’iyyenin kamu
alanında mesâlih-i mürsele ile amel etmek anlamına geldiği söylenebilir.
‘Raiyye, yani tebaa üzerine tasarruf maslahata menûttur’ (Mecelle, 58) küllî
kaidesi, siyâset-i şer’iyyenin maslahat esasına dayalı olduğu düşüncesinin özlü
bir ifadesidir.
Hakkında açık nas bulunmayan konuların
yöneticinin takdir yetkisiyle doldurulması konusunda kaynaklarda raşid
halifeler döneminden verilen örnek uygulamalar, bir fıkıh metodu olarak
istıslâh (mesâlih-i mürsele) için verilen örneklerle aynıdır. Bu tür uygulama
ve kuralların ‘siyâset-i şer’iyye’ şeklinde isimlendirilmesi de, bunların
şeriata uygunluğu ve şer’î hükümleri tamamlamalarıyla alakalıdır.” (S.29-38)
Osmanlıların Tevârüs
Ettiği İslâm Kamu Hukuku Mirasına Genel Bir Bakış
“İslâm kamu hukukunun olması gerektiği
ölçüde gelişemediği, mesela fıkhın özel hukuka ilişkin bölümleri kadar veya
modern Batı’daki kamu hukuku nispetinde işlenmediği, bu durumun da naslarda
kamu yönetimine dair çok az sayıda ve genel ilkeler bulunmasından, Emevilerden
itibaren Müslüman toplumların idaresinin hilafetten saltanata evrilip İslâm’ın
yönetimle ilgili bazı temel prensiplerinin gözardı edilmesinden, otoriter bir
yönetim tarzı kurulmak suretiyle ideal ilkeleri hatırlatan âlimlerin zaman
zaman susturulmasından, dolayısıyla ulema ile umera arasındaki irtibatın
zayıflamasından, hatta pratikte din ve dünya işlerinin birbirinden
ayrılmasından kaynaklandığı, modern çalışmalarda yaygın bir kanaat hâline
gelmiş durumdadır. Bu gerekçelerin teker teker analiz edilip doğruluk
derecelerinin tespit edilmesi bir yana, buna benzer birtakım sebeplerden dolayı
İslâm kamu hukukuna dair eserlerin özel hukukla ilgili eserlere nispetle sayıca
az olmasından başka, bunların en azından bir bölümünün fıkıh kitaplarının şahsî
hayata ilişkin meselelerinde olduğu gibi bir sistematik içerisinde ele alınmadığı,
bu türden kitaplarda daha çok hükümdara ve iş başındaki diğer yöneticilere
ahlâki tavsiye kabilinden kısımlarla, hak ve sorumlulukları ele alan ve ‘hukukî’
diye niteleyebileceğimiz bölümlere içiçe ve karışık bir şekilde yer verildiği
de bir vakıadır. İslâm kamu hukukunun özel hukuk kadar gelişememesinde fıkıh
ilminin mahiyetine ilişkin başka bir sebep daha vardır ki, o da fıkhın devleti
herhâlükârda itaat edilmesi gereken mutlak bir otorite olarak benimsemeyip
bugünkü anlamıyla bir kurum olarak tüzel kişiliği kabul etmemesi, sorumluluğu
fertlere hasretmesidir. Fertlerin sorumluluğunun temelini akıl ve zimmetin
beraberliğinde bulan fıkıh usûlü âlimleri sorumluluk için yalnız aklın değil,
zimmetin de mevcut olması gerektiğini, bu niteliğe sahip varlığın ise yalnızca
insan olduğunu söylemişlerdir. Bundan dolayı beytülmal ve vakıf gibi bazı kısmî
tüzel kişilik örnekleri dışarıda bırakılacak olursa, insan fertlerini aşan bir
kurumsal sorumluluk anlayışının fıkıhta yer almadığı söylenebilir. Bu sebeple
de fakihler, sorumluluğunu taşıyan gerçek şahıslardan bağımsız bir tüzel
kişilik olarak devlet kavramı ve soyut siyasî kurumlar yerine, devletin iktidar
aygıtlarını yöneten (râ’î) ve yönetilen (ra’iyye) gerçek şahısları fıkhın
mükellef insan anlayışı çerçevesinde muhatap almışlardır. Bütün bunlardan
başka, günümüzdeki anlamıyla kamu hukukunun gelişiminin, modern devletin
gelişimiyle paralel gerçekleştiği de unutulmamalıdır. Bu bakımdan Fransız
Devrimi sonrasında gelişen modern devlet, kurumları ve idarî yapısıyla
birlikte, bunlara uygun bir hukukun gelişimini de hızlandırmış ve fert
karşısında hukukî bir kurum olarak devletin varlığı gitgide daha fazla önem
kazanmıştır. Modern hukuktaki kamu hukuku-özel hukuk ayrımı fıkıhtaki Allah
hakları-kul hakları ayrımıyla mukayeseye elverişli bazı unsurlar taşıyorsa da
bunların farklı ilkeler üzerinde temellenen ve farklı tarihî gelişimlere sahip
hukuk sistematiklerinin ürünü kavram ve ayrımlar olduğu unutulmamalıdır.
Mamafih bütün bu söylenenler, İslam’da
kamu hukuku alanında hatırı sayılır yekûne ulaşmış bir literatürle karşı
karşıya olduğumuz gerçeğini de değiştirmez. Nitekim anayasa, ceza ve idare
hukukuyla ilgili ahkâm-ı sultaniye ve siyâset-i şer’iyye literatürü, devletler
umumi ve hususi hukukuna dair fıkıh külliyatı içerisindeki siyer bölümü ile
bundan ayrı gelişen kitâbü’s-siyer kitabiyatı, malî hukukla alakalı harâc ve
emvâl kitaplığı, ceza hukukuna ilişkin siyâset-i şer’iyye kitabiyatı dışında
füru fıkıh külliyatı içerisindeki bölümler, yargılama (usul) hukukuna dair
fıkıh kitaplarındaki kaza bölümleri ile bunun dışında gelişen edebû’l-kâdî
kitabiyatı, araştırmacıyı kendi içinde geniş ve zengin bir literatürle karşı
karşıya bırakmaktadır. Bu literatür içerisinde bilhassa Ebu Yusuf’un
Kitâbü’l-Harâc, Muhammed Şeybânî’nin es-Siyerü’l-Kebîr (ve Serahsî’nin buna
yazdığı şerh), Mâverdî’nin ve Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’nın el-Ahkâmu’s-Sultâniyye,
Cüveynî’nin Giyâsu’l Ümem fî’ltiyâsi’z-Zulem, İbn Teymiyye’nin
es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye fî Islâhi’r-Râ’î ve’r-Ra’iyye, İbn Kayyim’in et-Turuku’l-Hükmiyye,
İbn Cemâa’nın Tahrîrü’l-Ahkâm fî Tedbiri Ehli’l-İslâm adlı eserleri, İslâm kamu
hukukunun köşetaşları mesabesindedir.
Siyâset-i şer’iyyenin fıkıh ilminin genel
sistematigi içerisinde, füru fıkıh eserleri içerisinde değil de, bir alt tür
olarak ayrı eserler hâlinde ve füru kitaplarının ortaya çıkmasından çok daha
sonra geliştirilmiş olmasının sebeplerinden birisi, bu alanın devlet idaresinin
pratik gereklilikleri karşısında sürekli olarak yeniden düşünmeyi gerektiren ve
belirli değişmez kalıplara hapsedilmeyi kabul etmeyen doğası olmalıdır. Ayrıca
şer’î siyaset alanında belirli ilkelere ulaşılıp bunların fıkıh diliyle ifadeye
büründürülmesi için Müslüman toplumların tarihinde yeteri kadar uzun bir
yönetim tecrübesinin yaşanmış olması da gerekmiştir. Bu bakımdan bu alan,
fıkhın mükellef insanın amellerini konu edinen diğer kısımları gibi İslâmî
ilimler tarihinin erken dönemlerinde tedvin edilme imkânı bulamamıştır. Ayrıca
gücü elinde bulunduran ulü’l-emr’in takip etmesi gereken ilkeleri ahlâkî değil
hukukî bir formda ifade etmenin fiilî güçlüğü de, fakihlerin bu sahada çok
fazla telifte bulunmamalarında etkili bir husus olmuştur.
Ebu Hanife’nin önde gelen talebelerinden
Ebu Yusuf’un, Abbasi halifesi Harun Reşid’in isteği üzerine kaleme aldığı Kitâbü’l-Harâc,
İslâm kamu hukukuna dair kitapların en erken örneklerinden biri olması ve
Hanefî mezhebinin devlet idaresi sahasındaki ilk kaynaklarından birini teşkil
etmesi hasebiyle özel bir yere sahiptir. Vergi ve toprak hukukunun yanısıra
ceza hukuku ve devletlerarası hukuka dair bazı konuları da ele alan
Kitâbü’l-Harâc’da halifenin sorduğu sorular hadislere, sahabi uygulamalarına ve
ictihada dayalı olarak cevaplanmakta, yer yer halifeye nasihat edilmekte, bazı
meselelerde birden fazla ictihad ortaya konularak halifenin bunlardan birini
tercih etme hakkı bulunduğu belirtilmektedir. Ebu Yusuf’un eseri Osmanlılar
döneminde birkaç defa tercüme edilmiştir. Eserin âlimlerin yanısıra Osmanlı
devlet adamlarının da ilgisini çektiği, Rodosîzâde Mehmed Ayasluğî’nin (ö.
1113/ 1701-1702) 1094/ 1683 yılında tamamladığı tercümesinin girişindeki
açıklamalardan da anlaşılmaktadır. Mütercim, Ebu Yusuf’un bu eserini sadrazam
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın isteği üzerine tercüme etmiştir.
Mustafa Paşa’nın kamu hukukuna dair bir
esere ihtiyaç duyduğunu söylemesi üzerine bazı âlimlerin o devirden dokuz asır
önce yazılmış Kitâbü’l-Harâc’ı tavsiye etmeleri, bir yönüyle Ebu Yusuf’un
eserinin bir klasik olarak değerini göstermekte ise de, diğer yönden yeni
ihtiyaçlara göre her dönemde yeni eserlerin yazılması gereken bir alanda
Osmanlı ulemasının telif hususundaki isteksizliğine de işaret etmektedir.
Ahkâm-ı sultaniyye tarzı eserlerin en
meşhurunun müellifi olan Mâverdî (ö. 450/1058) döneminde İslâm toplumunun karşı
karşıya geldiği en mühim problemlerden birisi halifeliğin gitgide
itibarsızlaşıp sembolik hâle gelerek fiilî gücün Büveyhî ve Selçuklu
sultanlarının eline geçmesiydi. Gücün halife olmayan yöneticilere geçmesinin
ortaya çıkardığı şer’î durum, yani bu yöneticilerin yaptığı bütün
tasarrufların, tayin ettiği kadıların verdiği hükümlerin, onların yetki
sahasındaki memleketlerde uygulanan bütün hukukî muamele ve sözleşmelerin fıkıh
açısından meşruiyeti, bugün ‘anayasa hukuku’ dediğimiz saha açısından temel bir
sorun olarak kendini gösteriyordu. Birkaç halife adına bu iki devletle yapılan
müzakerelerde diplomatik vazife görmüş olan Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye’de,
bir yandan hilâfetin İslâm ümmetinin birliğini temsil eden bir kurum olarak
merkezî önemine vurgu yapmış, diğer yandan da gasp yoluyla ele geçirilen
bölgelerin yöneticilerinin (imâretü’l-istîlâ) halifeyi tanımaları ve şeriata
uygun davranmaları şartıyla yönetimlerinin meşru olduğunu zaruret ilkesine
dayanarak onaylamıştır. Eserleri günün meselelerinden uzak teorik çalışmalar
olmayan Mâverdî imâmetin icmâen vacib olduğunu söylerken Hâricîler’in, imamın
seçimle işbaşına gelmesi gerektiğini belirtirken Şia’nın, aynı anda iki halife
bulunamayacağını söylerken Fâtımîler’in ve halifenin Kureyş’ten olması
gerektiğini savunurken Fâtımîler, Hâricîler ve Mu’tezile’nin iddialarına cevap
verir. Mâverdî’nin güç yoluyla hâkim olan yöneticilerin idarelerine onay veren
bir yol bulmuş olması sonradan eleştiri konusu yapılmış ise de, Mâverdî’nin
amacının fiilî durumu meşrulaştırmaktan ziyade bu tarz idareleri şer’î hukuk
sahasında tutmak ve ümmetin birliğini korumak olduğunu söylemek daha isabetli
olur. Mâverdî sonrasında bu yaklaşımın mantıkî sonucu olarak halifenin idarî
görevini vekâlet yoluyla tamamen sultanlara devretmesi Gazzâlî gibi âlimler
tarafından sözkonusu edilmiştir. Noah Feldman bu mantıkî sonucu da içine alacak
şekilde Mâverdî’nin yapmaya çalıştığı şeyi, hilafetin iş göremez olduğu
durumlarda bile şeriatın ulema eliyle işleyebileceği bir mekanizmayı tesis
etmek olarak yorumlamış ve klasik İslâmî anayasada güçler dengesinin yedi asır
daha sürmesinin Mâverdî’nin oluşturduğu entelektüel zemin üzerinde
gerçekleştiğine vurgu yapmıştır. Mâverdî’nin çağdaşı Hanbelî âlim Ebu Ya’lâ
el-Ferrâ’nın (ö. 458 / 1066) Mâverdî’ninkiyle aynı ismi taşıyan eseri, aynı
sorunları aynı terimler etrafında ele alan bir diğer klasik eserdir. Bu iki
eser de imametin şartları ve özellikleri ile vezirlik, kazâ, mezalim, cihad,
ganimet, namaz imamlığı, zekât, hac, harac ve cizye vergileri, cezaların uygulanması,
hisbe gibi başlıklar etrafında İslâm anayasa, idare, ceza, yargılama ve vergi
hukuklarının temel meselelerini ortaya koymuşlardır.
Siyasî sahada kaleme alınan fıkıh
literatürünün diğer önemli bir eseri Cüveynî’nin Nizamülmülk’e ithaf ettiği
Gıyâsü’l-Ümem fi’ltiyâsi’z-Zulem adlı eseridir. Mâverdî’nin kitabında olduğu
gibi el-Gıyâsî’de de hilafet/imamet meselesi önemli bir yer tutar. Eserin
yarısından fazlası devlet başkanının tayin edilmesi, nitelikleri, vazifeleri ve
hal edilmesi gibi meselelere ayrılmıştır. Eserin ikinci bölümünde devlet
başkanı olmak için gerekli şartları taşıyan insanların bulunmamasının doğurduğu
sonuçlar ele alınmakta, iktidarın zorla ele geçirilmesi ve devrin idareciden
yoksun olması durumu incelenmektedir. Eserin üçüncü bölümünde ise,
müctehidlerin, mezhep âlimlerinin, hatta ulemanın ve dinin tamamen silinip yok
olduğu bir zaman farz edildiğinde dinî hayatın nasıl yaşanabileceği, şer’î
ahkâmın nasıl bilinebileceği tartışılmaktadır. Cüveynî’nin eserinin bilhassa
orijinal olan tarafları, farazî nitelikli bu üçüncü bölüm ile tartışma konusu
olan fıkhî-siyasî meselelerin kat’î ve zannî olmak üzere tasnif edilmesi ve bu
ayrıma bağlanan sonuçlardır. Nizamülmülk özelinde birinci derece kamu
yöneticilerinin belli durumlarda hac yapmasının toplum menfaatleri açısından
doğru olmayacağı ve bütün kazanç yollarına haram bulaşmış olması durumunda
nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğiyle ilgili açıklamaları da eserin kendine
mahsus özellikleri arasındadır.
Siyâset-i şer’iyyeyi bir terim hâline getiren
İbn Teymiyye’nin es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye’si; hilâfet/imametin şekli ve şartları,
yönetimin biçimi gibi meseleleri hiç ele almamasıyla daha önceki eserlerden
ayrılır. Moğol istilası devrinin sıkıntılı şartlarında kaleme alınan eserin
temel meselesi, yönetimin başında bulunan kişinin özellik ve niteliklerinden ve
yönetime hangi yolla geldiğinden ziyade, şer’î ilke ve esasların bilflil
uygulanıyor olması anlamında siyasî sistemin şer’îliğidir. Müellifin bu eserde
vermek istediği temel mesajlardan birisi, sultanların siyasî meselelerde
şeriatın dışına çıkmak zorunda kalmadan, birbiriyle uyuşmaz veya sahaları
tamamen farklı bir şeriat-siyaset ikilemine düşmeden, kamu idaresiyle ilgili
uygulamaları tamamen şer’î dairede çözebileceği ve çözmesi gerektiğidir. Eserini
Nisâ 58-59. âyetlerin bir nevi tefsiri olarak kurgulayan İbn Teymiyye, birinci
âyetteki emirlerin muhtevasına uygun olarak ilk bölümde emanetlerin ehline
verilmesi bağlamında kamu görevlerini ve devletin mâlî esaslarını, ikinci
bölümde de adaletle hükmetmek bağlamında ceza hukukunu incelemektedir.
İbn Teymiyye sonrasında siyâset-i şer’iyye
literatüründe, anayasa ve idare hukukundan ziyade yargı usulü konularına
yönelme eğilimi başlamıştır. Bu eğilimin sebepleri üzerinde ayrıca durmak,
Memlüklü Devleti’nin idarî sisteminde bu tarz eserler yazılmasına vesile olan
etkenler olup olmadığını, bu durumun Moğol istilasıyla ve İslâm memleketlerinin
bir bölümünde Cengiz yasalarının yürürlüğe konulmasıyla ne derece ilgili
olduğunu araştırmak için müstakil çalışmalara ihtiyaç vardır. Her hâlükârda İbn
Teymiyye’nin öğrencisi olan İbn Kayyim el-Cevziyye’nin
et-Turuku’l-Hükmiyye’sinin, karar merciinin delil yokluğunda şahsî bilgisine,
firâsetine, hâl ve söz karinelerine dayalı olarak hüküm verip veremeyeceği gibi
konulara odaklandığı görülmektedir. İbn Kayyim’in bu eserinde ve
İ’lâmü’l-Muvakki’în’in ilgili yerlerinde ortaya koyduğu usûl hukuku ağırlıklı
siyâset-i şer’iyye yaklaşımı, İbn Ferhun ve Trablusî gibi müelliflerin yargı
usulüne dair eserlerinde siyâset-i şer’iyye konusuna ayrı bir bölüm tahsis
etmelerinde müessir olmuş, bu tür eserler vasıtasıyla da Osmanlı siyâset-i
şer’iyye tasavvurunu etkilemiştir. Memlüklerin son dönemlerine ait iki eser,
İbn Teymiyye sonrası siyâset-i şer’iyye tasavvurunu temsil edici niteliktedir.
Bu eserlerden ilki, Hanefî bir âlim olan Togan Şeyh el-Eşrefî’ye ait (6. 881/
1476-7) el-Mukaddimetü’s-Sultâniyye fî’s-Siyâseti’ş-Şer’iyye olup, Memlüklü
sultanı el-Melikü’l-Eşref Kayıtbay’a (ö. 901/ 1496) ithaf edilmiştir. Bu
hacimli eserin hemen hemen tamamı yargı ve ceza hukukuyla ilgilidir. Sözü
edilen ikinci eser ise, Sultan Kansu Gavri (ö. 922/ 1516) için kaleme alınan,
Şâfıî âlim Muhammed b. Abdülvehhab Ebû’l-Fadl el-A’rec’in (ö. 925/ 1519) kaleme
aldığı Tahrîrü’s-Sülûk fî Tedbîri’l-Mülûk’tur. Togan Şeyh’in eserine nispetle
oldukça muhtasar olan Tahrîrü’s-Sülûk’ün büyük bölümü yine yargı hukukuna
dairdir.
Hicrî 5/11. yüzyıldan itibaren klasik
ürünlerini vermeye başlayan ahkâm-ı sultaniye ve siyâset-i şer’iyye
literatüründe Şâfiî ve Hanbelî âlimlerin katkısı daha fazladır. Hanefîler bu
sahada daha sonraki yüzyıllarda eser vermeye başlamışlardır. Baber Lohansen
Hanefî mezhebinde ilk siyâset-i şer’iyye kitaplarının 15. yüzyılda yazılmaya
başladığını söylüyorsa da, 14. asır ortasında vefat eden Necmeddin Tarsusî’nin
(Ö. 758/ 1357) Tuhfetü’t-Türk adlı eseri, Türklerin devlet yönetimine ehil ve
idarelerinin meşru olduğunu, hilafet için Kureyşîliğin şart olmadığını, devlet
idaresinde Hanefî mezhebinin Şâfiî mezhebine göre daha uygun olduğunu ortaya
koymak amacıyla yazılmış bu türe ait bir eserdir. Yine bir 14. yüzyıl Hanefî
âlimi olan Saîd b. İsmail el-Aksarâyî’nin Siyâsetü’d-Dünyâ ve’d-Dîn adlı eseri,
itikat, ibadet ve devlet idaresiyle ilgili konuları aynı kavramsal çerçevede ve
bir arada ele alması bakımından, Özgür Kavak’ın ‘siyaset ilmihali’ şeklinde
nitelendirdiği farklı ve özgün bir eserdir.
Osmanlı fıkıh-siyaset düşüncesi zikri
geçen klasik eserlerden beslenmiştir. Ancak bilhassa kadim İslâm topraklarının
tek bir siyasî yapı altında birleştirildiği 16. yüzyıldan itibaren,
Osmanlıların bu sahadaki öncelikli meselelerinin, mesela Mâverdî ile İbn
Teymiyye gibi müelliflerin zamanlarına göre çok farklı olduğuna dikkat
edilmelidir, Kendisinden önceki Müslüman devletlerin kurum ve uygulamalarını tevarüs
etmiş, idarî ve hukukî yapısı uzun zaman önce kurumlaşmış, ilmiye sınıfının
bürokrasiye entegrasyonunu gerçekleştirmiş, şer’î hukuk sisteminin temelinde
yer alan ifta ve kazâ gibi klasik kurumları şeyhülislâmlık gibi kendisine
mahsus katkılarla geliştirmiş olan Osmanlı klasik nizamında, mevcut
hukukî-siyasî sistemi bütünüyle değerlendirmeye alan, eksiksiz bir devlet ve
anayasa teorisi niteliğindeki çalışmalardan ziyade, toplumun nizam ve
selametini temin etmeyi amaçlayan, -adına ’halife’ denilsin veya denilmesin-
İslâm toplumunun fiilen lideri konumundaki padişaha itaat etmenin gerekliliğini
vurgulayan, ferdî maslahat karşısında kamu maslahatına ağırlık veren ve
bilhassa ceza muhakemesi usulüne dair meselelere odaklanan türden çalışmalar
yapılmıştır.
İslâm siyaset literatürü, fıkıh ilmi
çerçevesinde kaleme alınan es-siyasetü’ş-şer’iyye ve el-ahkâmü’s-sultâniyye
türündeki eserlerin yanısıra, İslâm öncesi İran, Hind ve Yunan gibi kültür
havzalarının siyasî birikimini içeren ‘mir’âtü’l-mülük’, ‘nasîhatü’l-mülük’
gibi başlıklar taşıyan eserleri de içermektedir. Hukuki bir bakış açısına sahip
birinci türdeki eserlerden farklı olarak ikinci tür eserler tecrübeye dayalı
nasihat, ahlâk, pratik bilgelik ve anekdot ağırlıklıdır. Ancak ikinci türdeki
eserlerin de çoğunlukla fakihler tarafından kaleme alınmış olması sebebiyle, bu
iki farklı yazım türünün birbiriyle irtibatsız olduğunu ve ikincilerin fıkhî
bakış açısından büsbütün uzak olduğunu söylemek mümkün değildir. Nitekim
Sirâcü’l-Mülûk yazarı Turtûşî; Teshîlü’n-Nazar ve Ta’cîlü ’z-Zafer,
Kavânînü’l-Vizâre ve Siyâsetü’l-Mülk ile Nasîhatü’l-Mülûk adlı eserlerin
müellifi Mâverdî, et-Tibrü’l-Mesbûk’ü kaleme alan Gazzâlî, Osmanlı devrinde de
Ahlâk-ı Alâî müellifi Kınalızâde Ali Efendi ile Şerhu Ahlâki’l-Adûdiyye müellifi
Taşköprîzâde, geniş entelektüel ilgileri olan fakihlerdir ve fıkhî
birikimlerini zaman zaman eserlerinde yansıtmışlardır.
Siyaset başlığı genel anlamda İslâm kültür
ve düşüncesinde olduğu gibi, Osmanlı dönemi sözkonusu olduğunda da çeşitli
ilimlerin sahasını ilgilendiren geniş ve kuşatıcı bir sahayı işaret eder.
Osmanlı döneminde kaleme alman ‘siyasetname’ ünvanlı veya bu muhtevaya sahip
eserlerin bir bölümü bürokratlar tarafından yazılan, devlet teşkilatına dair
tasvir ve teklif niteliğinde eserlerdir. Bu türün Lütfi Paşa’nın Asafname’si,
Koçi Bey’in risaleleri ve Hasan Kâfî Akhisârî’nin Usûlü’l-Hikem fî
Nizâmi’l-Âlem’i gibi birçok örneği vardır. Siyasete dair çalışmaların bir
kısmı, süfilerin kaleme aldığı, manevî yönetimin esaslarıyla ilgili bazı tasavvufî
meselelerle birlikte yöneticilere nasihat ve tavsiyeleri içeren eserlerdir.
Süfîlerin yazdığı siyasetnamelere Sarı Abdullah Efendi’nin Nasîhatü’l-Mülûk’ü
ile Abdülmecid Sivasî’nin Nesayihü’l-Mülûk’ü örnek verilebilir. Bu türün de
kendi içinde -İsmail Hakkı Bursevî’nin Tuhfe-i Hasekiyye’si gibi farklı
niteliklere sahip daha özgün örnekleri bulunduğu kuşkusuzdur. Osmanlı döneminde
kaleme alınan siyaset eserlerinden bir bölümü ise, bir literatür olarak Eski
Yunan’da başlayan ve Fârâbî’den itibaren Müslüman âlim ve düşünürlerin de
yüzyıllar boyunca emek verip geliştirdikleri, İslâm dünya görüşü ve varlık
anlayışı çerçevesinde yeniden inşa ettikleri ‘ahlâk’ ilmi içerisindeki siyaset
bölümüdür. Esasen felsefî bir mahiyet arzeden bu literatür, Müslümanların elinde
İslâm kültürünün diğer unsurlarıyla beslenerek geliştirilmiştir. Osmanlılar
devrinde en tanınmışı Kınalızâde’nin Ahlâk-ı Alâî’si olan bu tür içerisinde,
Adududdin İcî’nin kısa metni üzerine Taşköprîzâde ile Müneccimbaşı’nın
yazdıkları Ahlâk-ı Adûdiyye şerhleri ile Muhyî-i Gülşenî’nin Ahlâk-ı Kirâm ve
Sîret-i Murâd-ı Cihân isimleriyle bilinen eseri de girmektedir.
Osmanlılar döneminde siyasetle ilgili
kaleme alınan eserlerin bir bölümü ise fıkıh ilminin sahasına girmektedir.
Bizim bu çalışmamız, ‘siyâset-i şer’iyye’ adıyla bilinen bu grup eserle alâkalı
olup Osmanlılar döneminde şer’î siyaset çerçevesinde belirli müellifler ve
meseleler üzerine eğilen bir araştırmadır. Elinizdeki kitap, Osmanlılar
döneminde siyâset-i şer’iyye konusunda kaleme alınmış olan eserlerle, doğrudan
bu sahaya ait olmamakla birlikte siyâset-i şer’iyyeye ilişkin bazı görüşlere
yer veren eserleri dikkate alarak, bu metinlerin merkeze aldığı başlıkları
incelemeyi hedeflemektedir. Birinci bölümde siyâset-i şer’iyyenin mahiyeti,
kavramsal analizi ve meşruiyet kaynağı gibi meseleler incelendikten sonra
Osmanlı müelliflerinin fikir ve yaklaşımlarının kökenlerini ortaya çıkarmak
amacıyla bir kısmı Osmanlı öncesinde, bir kısmı da Osmanlı kültür coğrafyası
dışında yaşayan âlimlerin fıkıh ve siyaset ilişkisine dair görüşleri analiz
edilmiş, bu eserlerdeki kurucu ve yön verici düşüncelere dikkat çekilerek
aradaki devamlılık ilişkisi ortaya konulmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde
siyâset-i şer’iyyenin somut bir tezahürü olan kanunnamelerden hareketle, şer’î
hukuk ile örfi hukuk, şeriat ile kanun ilişkisine dair klasik ve modern
görüşler değerlendirilmiş, kanunnamelerdeki cezaî hükümlerin şer’î açıdan
analizi yapılmış, böylelikle bu bölümün Osmanlı hukukunun şer’îliği
tartışmalarına bir katkı olması amaçlanmıştır. Üçüncü bölümde; Osmanlılarda
siyâset-i şer’iyyenin teorisini yapan, bu sahanın çerçevesini belirleyen,
siyâset-i şer’iyyenin Osmanlılardaki çeşitli tezahürlerini ortaya koyan, klasik
tartışmaları Osmanlılara mahsus problemlerle güncelleyip eleştiri ve
tekliflerde bulunan, bu alandaki tartışmalı bazı uygulamaları umumun maslahatı
lehine benimseyen veya fertlerin hukuku lehine eleştiren müellifler, eserler ve
bu eserlerle bağlantılı kavram ve meseleler incelenmektedir. Bu iki bölümde
temel aldığımız kitaplar Muhyiddin Kâfîyeci’nin (Ö. 1474) Seyfü’l-Mülûk
ve’l-Hükkâm isimli risalesi, Dede Cöngî’nin (ö. 1567) es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye
veya Siyasetname diye bilinen eseri ile Şeyhülislâm Mehmed Arifin (ö. 1858) bu
esere yaptığı şerhli tercüme, Âşık Çelebi’nin (ö. 1572) İbn Teymiyye’den
yaptığı Mi’râcü’l-Eyâle tercümesi, Lütfî Paşa’nın (ö. 1563) Halâsü’l-Ümme fî
İhtilâfî’l-E’imme adlı risalesi, Bereketzade Abdullah Cemâleddin Efendi’nin (ö.
1901) es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye fî Siyâdeti’r-Râ’î ve Sa’âdeti’r-Ra’iyye adlı
eseri, Şehzâde Korkud’un (ö. 1513) Da’vetü’n-Nefîsi’t-Tâliha ve Hallu
İşkâli’l-Efkâr isimli eserleri, Taşköprîzâde Ahmed Efendi’nin (ö. 1561)
Miftâhu’s-Saâde’sinin siyaset bölümü, Kınalızâde Ali Efendi’nin (ö. 1572)
Ahlâk-ı Alâi’si ve Birgivî Mehmed Efendi’nin (ö. 1573) Zuhrü’l-Mülûk adlı
risalesiyle et-Tarîkatü’l-Muhammediyye adlı meşhur eseridir. Bu eserlerde
tezahür ettiği şekliyle Osmanlı siyâset-i şer’iyye anlayışını ortaya koymaya
çalışırken, sınırlı bir literatürü analiz etmede tematik bir sunumun doğru bir
yöntem olmayacağı kanaatine vararak, her bir eserin kendine mahsus ve yer yer
ana konu dışında kalan özelliklerini de ortaya koyabilmek amacıyla müellif-eser
eksenli bir inceleme yapmayı tercih ettim. Bu tercihin sonucu olarak siyâset-i
şer’iyyenin temel meseleleri, bu eserlerde kendilerine verilen yerle mütenasip
olarak farklı başlıklara dağılmış oldu. Tazir, siyaseten katl, işkence, sabıka,
dokunulmazlığın düşmesi gibi meseleler, Osmanlı siyâset-i şer’iyye tasavvurunun
temel kitabı sayabileceğimiz Dede Cöngî’nin es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye’siyle ilgili
başlıkta incelendi. Lüfi Paşa’nın Halâsü’l-Ümme fî İhtilâfî’l-E’imme başlıklı
risalesi, klasik ahkâm-ı sultâniyye literatürünün temel meselelerinden olan
iktidarın meşruiyeti ve hilâfet başlıklarının ele alınmasına vesile oldu. Yine
ahkâm-ı sultâniyye sahasının temel kavramlarından olan adalet ile velâyet
başlıkları, ‘Muhyiddin Kâfiyeci - Seyfü’l-Mülûk ve’l-Hükkâm’ başlığında ele
alındı. Âşık Çelebi’nin Mi’râcu’l-Eyâle isimli tercümesi, tercümeye eklenen
kısımlar vasıtasıyla İbn Teymiyye’nin eserinin 16. yüzyıl için güncellenmesi
itibarıyla önemlidir. Eklenen bu bölümler arasında, mütercimin, fetva
kâtipliğini yaptığı Ebussuud Efendi’nin Osmanlı toprak sisteminin hukukî
esaslarını açıkladığı fetvalar önemli bir yer tutar. Mi’râcu’l-Eyâle’deki bu
kısımları vesile kılarak, özgün bir Osmanlı şer’î siyaset problemi olarak
toprak meselesi hakkında Ebussuud Efendi’nin toprak sistemini Hanefî doktrini
ile uyumlu hâle getirme çabaları bu başlık altında incelenmiştir. Yine
beytülmalin gelir ve masraflarıyla ilgili bir bahis de Âşık Çelebi başlığında
ele alınmıştır. 19. yüzyıl âlimlerinden Bereketzade Abdullah Cemâleddin
Efendi’nin es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye fî Siyâdeti’r-Râ’î ve Sa’âdeti’r-Ra’iyye
başlıklı Türkçe eseri, klasik siyâset-i şer’iyye eserlerinin güzel bir özetini
sunmasından başka, İslâm âleminin güncel problemlerine şer’î siyaset
ilkelerinden hareketle eleştiriler getirmesi bakımdan da mühimdir. Bunlar
arasında istibdad ve hediyelik eleştirisi bu eserin özgün başlıkları arasında
yer alır. Yine Batılı devletlerin İslâm memleketleri üzerinde kurduğu tahakküm
vesilesiyle, Müslümanların içerisinde bulunduğu problemlere bu eserde dikkat
çekilmektedir.
Şehzâde Korkud’un hanedan mensubu bir
Şâfiî âlimi olması dolayısıyla hayatı, idarî vazifelerden kendi isteğiyle
çekildiğini söylemesi, çelişkili davranışları, bilhassa Arapça olarak kaleme
aldığı iki eserde Osmanlı hukukî-siyasî düzenine karşı ortaya koyduğu
eleştiriler, ona çalışmamızda özel bir yer vermemizi gerektirdi. Korkud hem bu
saydığımız özellikleri, hem yukarıda ismi geçen ve aşağıda sayacağımız
müelliflerin -Kâfiyeci hariç- hepsinden önce yaşaması hem de Osmanlı Siyâset-i
şer’iyye uygulamalarına dair yazdıklarının hacmi sebebiyle bu kitapta geniş bir
şekilde ele alındı. Korkud’un yazılarında (ve kitabımızın Korkud başlıklı
bölümünde) şeriat-örf ilişkisi, siyaseten katl, müsadere, kul-cariye sisteminin
şer’îligi, ideal bir Müslümanın yönetici olup olamayacağı gibi meseleler önemli
bir yer tutar. Kitapta görüşlerine yer verdiğimiz diğer üç isim siyâset-i
şer’iyye sahasında fazla yazmamış olmakla birlikte, eserlerinde bu alanla
ilgili değerlendirmeler yapmış, siyaseten katl gibi bazı uygulamalar karşısında
eleştirel tavır takınmışlardır. Böylelikle Taşköprîzâde, Kınalızâde ve
Birgivi’nin ilgili yazıları da kendilerine ait başlıklarda ele alınıp
değerlendirilmiştir.
Elmahlı M. Hamdi Yazır’ın, 1909 (1325)
yılında Kanun-ı Esâsî üzerinde gerçekleştirilen kapsamlı tadilâtın
gerekçelerini ortaya koymak amacıyla kaleme aldığı rapor (mazbata) ile,
Mehâkim-i Şer’iyye Kanunu’nun gerekçelerini ortaya koyduğu diğer bir rapor,
Osmanlılarda siyâset-i şer’iyye hakkında yazılan son metinler arasında kabul
edilmelidir. Bu iki raporun metinlerini ve şer’î siyaset açısından tahlilini
bir başka kitapta neşrettiğimiz için, elinizdeki çalışmada Elmalılı’nın bu
metinlerine dair bir değerlendirmeye yer vermedik. II. Meşrutiyet dönemi
dergilerinde neşredilen çok sayıda makale üzerinde siyâset-i şer’iyye açısından
yapılacak bir çalışmanın ilgi çekici sonuçlar ortaya koyması mümkündür. Bunlar
arasında en çok dikkatimizi çeken, İbn Hâzım Ferid’in Beyânülhak dergisinde
neşrettiği 27 yazıdan oluşan ‘Siyâset-i Şer’iyye’ makale serisidir. Esas olarak
1858 tarihli Ceza Kanunnamesi’nin bazı maddelerini şer’î siyaset açısından
eleştirmeyi hedefleyen bu makale serisi ilmî bakımdan fazla bir öneme sahip
değilse de, yeni bir siyasî dönemde ortaya konulan bir teşebbüsün ifadesi
olması bakımından kayda değerdir.” (S.13- 26)
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 333 / Ağustos 2018