İslâm dünyasında Batı'yı Şeyhü'l İslâm Mustafa Sabri Efendi’den daha iyi tanıyan birisi çıkmamıştır. Modernizmin etkisinde kalan aydınların, gaybı hafife alan bütün tezlerini ilmi delillerle çürütmüştür. Tanıtımını yaptığımız 'El-Kavlu’l-Fasl' isimli eseri, Peygamber’in (sav) dâhîliğini vurgulayarak nübüvvet makamını âdeta ilâhî elçilik bağlamından koparan Ferîd Vecdî, Muhammed Abduh, Muhammed Mustafa el-Merâgî, Mahmud Şeltût, Muhammed Hüseyin Heykel gibi isimlere karşı kaleme alınmış bir eserdir. Batılılaşmanın etkisinde kalıp İslâm dinini Batılılaşmanın getirdiği yeni değerlere ve düşünce kalıplarına göre yorumlayan bu isimlerin fikirlerini sertçe eleştiren eser, meseleyi bütün vecheleriyle ortaya koymuştur. Nübüvvet, mucizeler ve ölümden sonra yeniden dirilme konularında pozitivist düşünceye sahip kişilerin ortaya çıkardığı kafa karışıklığını gideren ve bu düşünceleri bertaraf eden Mustafa Sabri Efendi’nin bu eseri çağdaş Müslümanların sorunlarına da derman oluyor.
Gaybın Önünde
|
Mustafa Sabri Efendi, Osmanlı’nın son
devrindeki en önemli İslâm âlimlerinden biri olarak Batı medeniyeti karşısında
yaşanan fikrî ve itikadî bocalamayı engellemek için tüm hayatını mücadele
içerisinde geçirmiştir. Bilhassa günümüzde olduğu gibi o dönemde de İslâm
âlemini zehirleyen ve toplum üzerinde nüfuzu yüksek bazı kişilerin benimsediği
pozitivist görüşlerle mücadele etmiştir. Görüşlerini savunurken ilmî arka planı
ve güçlü kalemi sayesinde etkili birçok eser ortaya koymuş ve temel İslâmî
esasları ustalıkla müdafaa etmiştir.
Mustafa Sabri Efendi’nin el-Kavlu’l-Fasl eseri,
Peygamber’in (sav) dâhîliğini vurgulayarak nübüvvet makamını âdeta ilâhî
elçilik bağlamından koparan Ferîd Vecdî, Muhammed Abduh, Muhammed Mustafa
el-Merâgî, Mahmud Şeltût, Muhammed Hüseyin Heykel gibi isimlere bir karşı
çıkıştır. Batılılaşmanın etkisinde kalıp İslâm dinini Batılılaşmanın getirdiği
yeni değerlere ve düşünce kalıplarına göre yorumlayan bu isimlerin fikirlerini
sertçe eleştiren kitap, Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır veliahtının iltifatına
mazhar olmasına neden olmuştur.
Nübüvvet, mucizeler ve ölümden sonra
yeniden dirilme konularında pozitivist düşünceye sahip kişilerin yarattığı kafa
karışıklığını gideren ve bu düşünceleri bertaraf eden Mustafa Sabri Efendi’nin
bu eseri çağdaş Müslümanların sorunlarına da derman oluyor. (arka kapak)
Mütercimin Önsözü
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin İlmî
ve Fikrî Mirası
“Mustafa Sabri Efendi ismiyle ilk
karşılaşmam lisans eğitimi almak için gittiğim İslâmabad Uluslararası İslâm
Üniversitesi vesilesiyle vuku buldu. Pakistan âlimlerinden olan ve üniversitede
ders veren Üstad Abdullah Kakeheyl hocamız bir gün Türkiye’den gelen
öğrencilere ‘Siz eğer Mustafa Sabri Efendi’nin ve Allame Zâhid
el-Kevserî’nin eserlerini okuyup anlarsanız eğitim almak için buralara
gelmenize gerek kalmaz’ demişti. Yine Usûluddin Fakültesi’nin en
önemli hocalarından olan Prof. Dr. Din Muhammed ‘Müslümanlar 20. yüzyıl
boyunca Batı ile daha içli dışlı olmalarına ve bizzat Batı üniversitelerinde
okumalarına rağmen şu ana kadar İslâm dünyasında Batı’yı Mustafa Sabri
Efendi’den daha iyi tanıyan biri çıkmamıştır’ tesbitinde bulunmuştur.
Mustafa Sabri Efendi ülkemizde, özellikle
de entelektüel çevrelerde ve hatta garip bir şekilde İslâmcılar arasında dahi
hak ettiği ilgiyi görmemiş büyük bir âlim ve mütefekkirimizdir. Mustafa Sabri
Efendi’nin ülkemizde var olan şöhreti daha çok siyasî tutum ve görüşleri ile
bağlantılıdır. Şeyhülislam’ın siyasi görüşlerinin önemini göz ardı etmeden şunu
kolayca söyleyebiliriz ki onun asıl ve daha önemli olan yönü, ilim ve fikir
yönü ve fikirleri uğruna verdiği destansı mücadeledir. Tahminimiz bu ilgisizlik
genel anlamda ülkemizdeki entelektüel kuraklıkla yakından ilgilidir ve siyasî
gündemlerin baskınlığı önemli simalarımızın esas değerlerini gölgede
bırakmaktadır. Şeyhülislam’ın kitaplarında ele aldığı konular bugün ülkemizde
hâlâ tartışılan ve son noktası konulmamış konulardır. Özellikle de tercümesini
yaptığımız bu kitabın içerdiği Nüzül-i İsa, Peygamber Efendimiz’in (sav) kevnî
mucizelerinin olup olmadığı, sünnetin İslâm’daki konumu, hadis kitaplarının
değeri, modern Batı biliminin ve Batı zihniyetinin entelektüel Müslümanlar
üzerindeki etkisi gibi konu başlıkları hâlâ tartışılan önemli meselelerdir.
Kitabı okuyanlar şunu açıkça görecekler ki sanki Mustafa Sabri Efendi onu
günümüz için özel olarak yazmıştır. Şeyhülislam derinleştiği meseleleri çok
yönlü bir şekilde tartıştığı için kitabında ilim arayanlar ilim, felsefe
arayanlar felsefe, fikir arayanlar fikri oldukça bol bir şekilde bulacaklardır.
Mustafa Sabri Efendi’nin en önemli
(reddiye) kitabı, Arapça olarak yazdığı ‘Mevkıfu’l-‘Akl ve’l-‘İlm ve’l-‘Âlem
min Rabbi’l-“Âlemîn ve ‘İbâdihi’l-Mürselîn’ isimli dört ciltlik kitabıdır. Bu
kitabı Mısır’a hicretinden sonra oradaki bazı âlim ve yazarlarda gördüğü
sapmalara karşı yazmıştır. Elimizdeki kitap da işte bu kitabın dördüncü
cildinin ilk bölümüdür. Burada, Muhammed Hüseyin Heykel’in ‘Muhammed’in Hayatı’
isimli kitabını Peygamber Efendimiz’in (sav) kevnî mucizelerinden
bahsetmeksizin yazması ve bu mucizelerin gerçekleşmediğini ispat etmek için
kevnî mucizelerden bahseden hadislere ve genel olarak hadis kitaplarına dil
uzatmasına karşı bir reddiye vardır. Diğer taraftan, ayetleri zorlama tevillerle
anlamından uzaklaştıran Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’ya ve Nüzül-i İsa
meselesinin anlaşılması hususunda Mahmud Şeltût’a reddiyeler vardır.
Türkiye’deki bazı çevrelerin yenilikçilik bayrağının dalgalandırıcıları kabul
ettikleri Şeyh Muhammed Abduh ve Şeyh Reşid Rıza’nın nasıl bir yenilik
yaptıklarını ortaya koyması açısından bu reddiyeler oldukça önemlidir.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin bazılarının hadis yalanlayıcısı olduğunu,
bazılarının ise ayetleri taşımadıkları manalarla tevil ederek onların
anlamlarını tahrif ettiklerini söylediği bu reformistlerin fikirleri pek çok
kişinin düşüncesini etkilemiştir.» S.7-13
El-Kavlu’l-Fasl’ın
Yayımlanma Hikâyesi
“Ezher âlimlerinden birkaç hoca bir gün
Mustafa Sabri Efendi’yi ziyarete gelmişler. Geliş sebeplerini de şöyle
açıklamışlar:
‘Efendim bilirsiniz vaktiyle Maârif
Bakanlığı da yapmış olan, son günlerde de Ayan meclisi reisliğinde bulunan
Muhammed Heykel Paşa ‘Muhammed’in Hayatı’ adıyla bir kitap yazdı. Kendisi
Fransa’da okuduğu için Fransız yazarlarından birinin aynı isimle yazıp
yayınladığı bir eserin tesirinde kalarak bu kitabı yazıp yayınladığı
söyleniyor.
Paşa bu kitabında mucizeleri inkâr ediyor,
hepsini bir şekilde tevil ederek açıklamaya çalışıyor, peygamberin Kur’an’dan
başka mucizeye ihtiyacı olmadığını yazıyor.
Maddecilik, pozitivizm denen canavar
bunların akıllarını ruhlarını zehirlemiştir, imanları sarsılmıştır. Mucizeleri
tabi tabiat kanunlarına aykırı diye kabul etmeye yanaşmıyorlar. Peygamber’i
(sav) de büyük insan, dâhî insan diye anlatıyorlar. Hâlbuki dünya büyük insanla
dolu. İnsan çalışmakla büyük insan ve dahi olabilir. Peygamberlikse Allah
vergisidir, çalışmakla olmaz.’
Ezher ulemâsı Heykel Paşa’nın bu kitabına
bir cevap yazması için Mustafa Sabri Efendi’den yardım istemişler, bu cevabı
onun yazmasını söylemişler. Çünkü Heykel Paşa’nın kitabında işe felsefe
bahisleri de karışıyordu. Ezher âlimleri ise o bahiste pek fazla bilgili
değildiler. Bunu bildikleri için ‘Kitapta felsefeye dayandırdığı bahisler var,
biz işin içinden çıkamaz da hafif kalırız, gülünç düşeriz sonra da feslileri
kendimize güldürürüz’ demişler.
O zaman şapka yoktu; Batılı tipler, okumuş
da Batı’ya hayran olmuş gençler, dinden uzak olanlar ve zaten Mısır’da
kalabalık olan Hristiyan Araplar hep fes giyerlerdi. Sarıklılar ve fesliler
ayrımı vardı.
Mustafa Sabri Efendi bu müracaat üzerine
kitabı telif etti, cevabını yazdı, fakat bastırmak için para yok. Müslüman
Kardeşler’in lideri Şeyh Hasan el-Bennâ bu kitap meselesini işitmiş, birkaç
talebesiyle birlikte bir gün Hoca efendiyi ziyarete geldi. Yanındakiler
üniversiteli seçkin gençlerdi. Mustafa Sabri Efendi ile Hasan el-Bennâ ilk defa
tanışıp konuşuyorlardı. Tarih 1943 senesiydi. Hasan el-Bennâ: ‘Efendim, böyle
bir kitap yazmışsınız, bastıracakmışsınız. Harp içi, herkes yokluk, sıkıntı
içinde, bendeniz iki yüz adet almak isterim. Parasını da peşin verelim ki bir
faydamız olsun. Daha çok almak isterdik ama bugünlük imkânlarımız buna el
veriyor. İnşallah daha sonra yine alırız.
Hocaefendiyle kitabın ismi üzerinde de
konuştular. ‘İki iman arasında kesin söz, gaybe inananlarla inanmayanlar’ olsun
dediler.
Ben ertesi gün gidip, İhvan’ın merkezinden
parayı alacağım. Fakat o gece Hoca Efendi, düşünmüş, ateşîn zekâsıyla demiş ki:
Yahu biz iki iman arasında dedik. Ama
gaybe inanmayanın imam mı olur. Onunkine iman denir mi? Sabahleyin erkenden
beni çağırttı, gittim.
Aman evladım, hemen git kitabın ilanları
basılmadan yetiş. Üstad Bennâ’ya da selamlar söyle, gözlerinden öperim. Hoca,
ismi şu şekilde koymuş de...
Kitabın adını ‘Gayba İman
Edenlerle Etmeyenlerin Arasını Ayıran Kesin Söz’ koymuştu.” S.13-15
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin
Hayatı
“12 Rebîülevvel 1286’da (22 Haziran 1869)
Tokat’ta doğdu. Öğrenimine memleketinde başladı. On yaşında hâfızlığı bitirdi.
Genç yaşta ruûs imtihanını kazanarak Fâtih Camii müderrisliğine tayin edildi
(1890). 1896 yılında Beşiktaş Asâriye Camii imamlığına getirildi. İki yıl sonra
II. Abdülhamid’in katıldığı huzur derslerine en genç üye sıfatıyla iştirak
etti. 1899-1904 yılları arasında Yıldız Sarayı Kütüphanesi’nde ‘hâfız-ı kütüb’
olarak çalıştı, bu sırada Köse Niyazi Efendi’den kıraat ilmi okudu.
Medvesetü’l-vâizîn’de tefsir, Medresetü’l-mütehassisîn ile Süleymaniye
Medresesi’nde hadis müderrisliği yaptı ve Tedkîk-i Müellefât-ı Şer'iyye’nin
kurucuları arasında yer aldı. Cem‘iyyet-i İlmiyye-i İslâmiyye’nin reisliğine
seçildi ve bu cemiyetin çıkardığı Beyânü’l-Hak adlı dergide başyazar sıfatıyla
makaleler yazdı. Bir dönem Silistre müftülüğü yaptı. Peyâm-ı Sabah, İkdam,
Yarın ve Alemdar gibi mevkutelerde yazılar kaleme aldı.
II. Meşrutiyet’in ilânının ardından Tokat
mebusu olarak Meclis-i Meb’ûsan’a girdi. Siyasî hayatının başlangıcında İttihat
ve Terakkî Cemiyeti’ne ilgi duymakla birlikte kısa bir müddet sonra bu harekete
karşı mücadeleye girişti. 1910’da Ahâli Fırkası’nın, 1919’da üçüncü defa
teşekkül eden Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın kurucuları arasında yer alıp
yöneticilik yaptı. İttihat ve Terakkî hükümetinin teşkilinin ardından Hürriyet
ve İtilâf Fırkası’na bağlı olanlar Bâbıâli Baskını’nda tutuklanınca Mustafa
Sabri Efendi Mısır’a gitti (1913), oradan Romanya’ya geçti, fakat tutuklanıp
İstanbul’a getirildi ve Bilecik’te ikamete mecbur edildi. Bu kararın
kaldırılması üzerine İstanbul’a döndü. Ocak 1919’da Tokat mebusu seçildi ve 4
Mart 1919’da kurulan Damad Ferid Paşa hükümetinde şeyhülislâmlık yaptı. 6
Haziran 1919’da Paris Konferansı’na giden Damad Ferid Paşa’nın yerine
sadrazamlığa vekâlet etti.
Cumhuriyet’in ilânından sonra oğlu
İbrahim’le birlikte 150’likler listesine alındı, tutuklanacağı sırada ailesiyle
beraber İskenderiye’ye gitti, oradan Kahire’ye geçti (1922). 6 Şubat 1924’te
dersiâmlık maaşı kesildi, 1 Haziran 1924’te vatandaşlıktan çıkarıldı. Hicaz
Emîri Şerîf Hüseyin’in daveti üzerine Mekke’ye gidip beş ay kaldıktan sonra
ailesi iklim şartlarına intibak edemediğinden Mısır’a döndü. Mısır’dan
Lübnan’a, ardından Romanya’ya geçti, burada da rahat edemeyince 1927 Nisan
ayında kayınpederinin memleketi olan Gümülcine’ye gidip beş yıl ikamet etti. Bu
sırada oğlu İbrahim Sabri ile birlikte çıkardığı Yarın adlı dergideki
yazılarında İslâm dünyasının yöneldiği Batılılaşma hareketini şiddetle
eleştirdi. Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Ankara’ya gidip hükümetle yaptığı
görüşmelerin ardından derginin yayımı durduruldu ve Gümülcine’den Batras’a
gönderildi. Burada birkaç ay kaldıktan sonra, bir İslâm ülkesine iltica
edebilmek için hükümetleri nezdinde aracılık yapmalarını sağlamak üzere
şeyhülislâmlık ve mebusluk döneminden tanıdığı Arap dostlarına mektuplar
yazdıysa da olumlu bir cevap alamadı. Atina’ya giderek Mısır büyükelçisinin
yardımıyla Kahire’ye geçti (1932). Birkaç yıl sonra ailesiyle birlikte
İskenderiye’ye gitti. Burada eşi ölünce Kahire’ye döndü ve uzun müddet kızıyla
birlikte kaldı. Bu dönemde yazdığı eserler ve ilmî faaliyetleri ona Mısır’da
yeniden itibar sağladı; âlimlerden pek çok dost edindi, evini bir okul haline
getirdi. Mısır Evkaf Vezirliği bünyesinde kurulan Lecnetü’n-nühûz üyeliğine
seçildi. el-Kavlü’l-fasl adlı eserini yayımlayınca onun Kahire’de yaşadığını
öğrenen Mısır veliahdı kendisini sarayına davet edip iltifatta bulundu.
el-Ehrâm, el-Abbâr, Minberü’ş-şark, el-Feth, eI-Hidâyetü ’l-İslâmiyye, eI-Câmi
‘atü’z-Zeytûniyye gibi gazete ve dergilerde yazılar yazdı. 12 Mart 1954
tarihinde Kahire’de vefat etti; ölümüne basında geniş yer verildi. Cenazesine
ilim ve siyaset adamlarının yanı sıra büyük bir kalabalık iştirak etti ve
Abbâsiye’ye defnedildi.” S.15-17
Giriş
“Elif-lâm-mîm. Bu,
kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol
göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine
rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene
de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar:
İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir
doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Bakara, 2/1-5)
“Hamd âlemlerin Rabb’ına olsun. Salâtü
selâm da Allah’ın, mesajlarını insanlara ulaştırmak için seçtiği ve
gönderildikleri topluma karşı bir imtiyaz olarak kâinattaki genel yasaları alt
üst eden açık mucizeler verdiği peygamberlerin ve özellikle de Resûlümüz ve
Efendimiz olan Hz. Muhammed’in (sav) ve O’nun ailesi, ashabı ve kıyamete kadar
onlara tâbi olanların üzerine olsun.
Bundan sonra...
Uyanık gözlere sahip olanlar için, Batı’da
maddenin egemen alınası ve Doğu’nun da Batı’nın gittiği yolu takip etmeye
başlamasından sonra zayıf kalplilere bulaşan, başta iki doğu ve iki batının
Rabb’i olmak üzere mugayyebât (gaybla ilgili hususlar) ve ma’kûlâtın inkârı
gözlerden kaçmamaktadır.
Ferid Vecdî’nin el-Ehram gazetesindeki
sözü şudur:
‘O sırada yeni ilim doğdu ve kendisiyle
çatışan güçlerle mücadele ede ede onları yendi. Böylece yeryüzünde hâkimiyeti
eline geçirmiş oldu. Bunun üzerine dinlere bir göz attı, kendi usulünü kullanarak
hepsini de yakaladığı gibi mitoloji âlemine fırlatıverdi. Sonra dinlerin
birbirinden nasıl türediklerini, efsaneleri (mitolojileri) arasındaki bağlılığı
araştırmaya koyuldu. Bu araştırmanın sonunda topladıklarından, takdis etmek
için değil okumak için bir mecmua meydana getirdi. Ta ki onları ele alanlar bu
efsanelerden insanın tapındığı ve korumak için ne malını ne canını
esirgemeksizin bütün gücünü hasrettiği zihni sûretleri öğrensinler.
Müslüman Doğu bir asırdan fazla bir
zamandan beri Batı ile temasa geçmiş ve onun ilim kaynaklarından içmeye, maddi
medeniyetinden feyz almaya başlamıştı. Bu efsanelerden öğrendiklerini
öğrenirken kendi dininin yıkıntılarına orada rastladı. Mesele bizzat kendisinin
başaracağı bir raddede olmadığından dilini tutup bir kelime etmedi. Fakat
ilhadı kalbinde gizledi ve kendi ilmî seviyesine varınca öteki din
kardeşlerinin hepsinin akıbetinin aynı olacağından emin bir hâlde bu ilhada dört elle sarıldı.
İslâm memleketlerinde bu ilmî bahisleri
öğrenip büyülenen şairler ve yazarlar yetişmiş, sonra halkı -bunları kabule-
hazırlamak için makale ve şiirlerine bunları sokuşturmaya koyulmuşlar; bu
işleri kendi sırdaşları dışındaki kimselerden daima saklamaya çabalamışlardır.
Bu ihtiyatkârlıkla boykota uğramak veya memleketlerinden sürülmek tehlikesinden
korunmuş oluyorlardı.’
Ferid Vecdî, müteakiben Batı ilimleriyle
temas edince dinlerini bırakıp unutan zümreye kendini de soktuktan sonra
aralarından sıyrılıvermiş. Üstad’ın zikrettiği, Batı’nın ilim kaynaklarından
içince ilhada sapan fakat bunu içlerinde gizleyen bu sözde muharrir/yazar ve
şairlerin, yazılarına bunları hileyle sokuşturmalarının sayılamayacak kadar
değişik yolları ve türleri vardır. Öyle ki okurların dikkatini buna çekmeye
lüzûm dahi yoktur. Hatta bu yollardan birisi de Ferid Vecdî’nin önce kendisini
onlardan sayması sonra da ayrılmış gözükmesidir. Bahsettiğimiz büyük kitabın
(Mevkıfu’l- Akl) mukaddimesinde bunun nasıl olduğuna işaret etmiştik.
Ferîd Vecdî’nin şu ifşa ve itirafları
gününden beri ilhadı içlerinde gizleyen bu sözde Müslüman yazarları incelemeye
koyuldum ve sonunda öyle kurnazca hilelerine rastladım ki onları büyük kitabın
(Mevkıfu’l- Akl) mukaddimesinde uzun uzun yazdım.
Bu yazarlar ve onlarla aynı görüşte olan
âlimlerin en büyük özelliği kevnî mucizeleri inkâr etmeleri ve onları
gerçekleşmesi müstahîl/imkânsız şeylerden saymalarıdır. Üstad Ferîd Vecdî
Bey’in mucizeleri ve öldükten sonra dirilmeyi nasıl inkâr ettiğini ve bu iki
konuda Kur’ân’da geçen bütün âyetleri mânâları anlaşılamayan müteşâbih
âyetlerden kabul ettiğini okuyucu daha önce geçen sözlerden bilmektedir.
Bazıları da yalnızca Peygamber
Efendimiz’in (sav) mucizelerini inkâr eder ve Peygamber Efendimiz’in (sav)
harikulâde mucizeleri olmamasını diğer peygamberlere bir üstünlük olarak görür.
Hatta Üstad Merâgî, müellifinin mucizelerden
arındırdığı ‘Muhammed’in Hayatı’ adlı kitaba takriz
yazmıştır.
Son günlerde bu şair ve yazarların öne
çıkan özelliklerinden birisi Hz. Peygamber’in (sav) peygamberliğinin yerine
onun dâhîliğini ikâme edip bütün ehemmiyeti ona vermeleridir. Peygamber
Efendimiz’in (sav), getirdiği dine inananların da inanmayanların da birlikte
ittifak ettiği övgüye değer halleri ve özelliklerini, sadece Müslümanların
ta’zim ettiği ve yücelttiği özelliklerine tercih ederek Peygamberimiz’in (sav)
peygamberliğinin yerine dâhîliği hakkında yazılar yazıyorlar.
Bu Dâhilik davetçilerinden birisi -Zeki
Mübarek- diğerlerinin kalplerinde gizlediğini açığa vurmuştur. 1357 hicrî
yılının başlangıcındaki er-Risâle dergisinin özel sayısında neşredilen makalesinde
şöyle demektedir:
‘Yakın veya uzak bir zamanda öyle bir gün
gelecek ki insanlar gaybî meselelere isyan edecekler fakat Hz. Muhammed’in
(sav) dâhîliğine isyan edemeyecekler, karşı çıkamayacaklardır.’
Bunun mânâsı Hz. Peygamber’in (sav)
peygamberliğine, gaybî meselelerden olması hasebiyle bizzat ona inanan
Müslümanların bile karşı çıkmayacaklarından emin olamayız. Buradan açık bir
şekilde ortaya çıkmaktadır ki, bu kimselerin mesailerini Hz. Peygamber’in (sav)
özellikle dâhîliğini araştırmaya ve incelemeye tahsis etmeleri, onlara göre
onun peygamberliğinin, dâhîliği kadar kesin olmamasından kaynaklanmaktadır.
Yoksa eğer onun dâhîliği peygamberliğinden
daha üstün daha yüce ve şüphelerden daha uzak değilse, peygamberliği unutulmaya
iten bu dâhîliğe yoğunlaşmanın sebebi nedir?
Bir Müslüman yazarın, Hz. Peygamber’in
(sav) hayatını, Müslüman olmayan fakat insaflı, Hz. Peygamber’in (sav)
büyüklüğünün derinliğine nazar edip onun büyüklüğünü takdir eden yabancı birisi
gibi yazması garip değil midir? Böyle bir yabancının peygamberin kıymetini
takdiri ne olursa olsun, peygamberin bütün büyüklüklerini toplayan ve hayatının
maksadının esası olan peygamberliğini, onun hayatı demekle kastettiği şeylerin
başına almadığından dolayı hep noksan kalır. Ya da bu kimse onun Allah’ın
peygamberlerinden bir peygamber olduğuna inanmaktan mahrum kaldığı için, ilahî
hidayetin kendisine ulaşmadığı kısmetsiz bir kimse olur.
Eğer bana itiraz olarak ‘Hz.
Peygamber’in (sav) dâhiliğini ispat etmeye çalışan yazarımız onun nübüvvetini
inkâr etmemektedir’ denilirse, ben de cevap olarak, ‘Zaten
yazarın dâhîliği işte budur’ derim. Fakat uyanık okuyucunun vazifesi,
bu mevzunun seçimindeki inhirafın sebebini araştırması ve dâhîliği öne çıkaran
yazarlarımızın, gaybî meselelere imanlarının zayıfladığı hatta bu konulara
karşı insanlar tarafından yapılacak bir devrimin/isyanın uzak görülmediği bu
zamanda Peygamber Efendimiz hakkında bu tür konuları kendilerine yazı sahası
olarak seçmedeki büyük çabalarının kaynağının ne olduğunu keşfetmesidir.
Eğer İslâm’ın geçmiş devirlerine nispetle
bugünkü Müslümanların dinleri şüphe uyandıranlardan gelecek tehlikeye maruz
değilse ve günümüz yazarları da, Ferid Vecdî onların yazılarındaki sırlarını ve
gayelerini ifşa ettikten sonra dahi akidelerinin sıhhati ve niyetlerinin
doğruluğuna güveneceğimiz en güvenilir kimseler iseler, ben süizanla kınanmaya
razı olurum ve o yazarlar tarafından Müslümanlar için seçilen aptal konumunda
olmaktansa bu konumu (süizan) kendim için tercih ederim!
İzlerini takip ettiğim ve özellikle Hz.
Peygamber Efendimiz (sav) hakkında peygamberliğini inkâr ederek onu dâhiliğe
çevirmekle itham ettiğim yazarlar, ‘Bunlar peygamberliği inkâr
etmiyorlar bilakis ona yüksek bir sıfat olduğunda kuşku bulunmayan ve
peygamberin peygamberliğine de herhangi bir zarar ve noksanlık getirmeyen
dâhiliği ekliyorlar; hatta peygamberin dâhilikle vasıflanması onun değeri ve
övgüsünü artırır’ denilerek temize çıkarılamazlar. Çünkü öncelikle
kendilerine temiz ve masum oldukları bir konuda iftira etmekten Allah’a sığınarak
derim ki: Bu kimselerin, peygamberliği inkâr ettiklerine dair delâleti
kat’î olan alamet, mucizeleri inkâr etmeleridir. Hâlbuki bu ikisi,
yani peygamberlik ile mucize, sünenü’l kevniyyeyi (kâinatın
kanunlarını) alt üst eden gaybî hususlardan olmaları bakımından
birbirlerinin aynıdırlar ve bu münkirlerin inkâr ettikleri bütün noktalar
sonunda bu gayb işlerine varmaktadır. Evet, belki bu grup peygamberliği kabul
etmektedir. Fakat onların kabul ettiği peygamberlik, gaybî meselelerden kabul
edilen ve hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitap’ın inandığı türden bir
peygamberlik değildir. Tabi ki böyle bir kabul muteber değildir. Bunun gibi
bazen mucizeleri de kabul edebilirler. Fakat onların kabul ettiği mucizeler şu
kâinatın kanunlarını hakikaten alt üst eden mucizeler değil, bunun aksine
mucize sayılması doğru olmayan fakat onların mucize saydığı şeylerdir.
Peygamberlikten ayrılmayan hârikulâde
mucizeleri inkâr etmenin peygamberliğin inkârım da gerektirdiğine dair en açık
delil, Arap dünyasında hamâset ve açıksözlülükle ilhadın savunuculuğunu yapan
Şiblî Samuel’in, dinlere imanı ‘mucizelere iman’ olarak isimlendirmesidir.
İkinci olarak, bu yazarlar Peygamber
Efendimiz’in (sav) dâhîliğini, peygamberliğiyle birleştirerek değil, bilakis
ondan ayrı tutarak ve peygamberlik makamına özellikle de peygamberliğin lâzımı
olan mucizeye ihtiyaç bırakmayacak bir şey olarak yazıyorlar. Bazen de
peygamberlikle dâhîliği mukayese edip peygamberlikten ayrılmaz olan
i’câzın dâhilikte bulunduğunu iddia ediyorlar. Bu, onların
peygamberliği ihmal edip onun yerine dâhîliğin öne çıkarma gayretlerinin en
büyük delilidir.(…)
Bizim büyük kitabımızın mukaddimesinde bu
sözler hakkında yorumlarımız bulunmakla beraber konunun uzamasından korkarak
önemine rağmen buraya almıyorum. Ancak, okuyucuların Üstad Ferîd Vecdî’nin bu
sözlerinden mucize olmayan şeyleri mucize yaptığını ve tabii olmayan
gaybî sebepler üzerine bina edilen hakîkî mucizeleri de -ki bunlar
kendisi de tabii olmayan gaybî meselelerdenden olan hakîkî nübüvvetin
mucizeleridir- dinlerin efsaneleri olarak nitelendirdiğini anlaması
bizim için yeterlidir. Nitekim Ferîd Vecdî, benimle birkaç yıl önce
geçen bir münakaşada Kur’ân’da peygamberlerin mucizeleri hakkında geçen
âyetleri hakîkî mânâsı anlaşılamayan müteşâbih âyetlerden saymıştır. Bütün
bunlar, tabiat kanunlarını alt üst eden mucizeleri inkâr etmek içindir ki bu
inkâr şu iki sebepten dolayı peygamberliğin de inkârını gerektirir: Birincisi,
mucizenin peygamberliğin alâmeti olmasıdır. Dolayısıyla, kim mucizeyi inkâr
ederse mutlaka peygamberliği de inkâr etmiş olur. İkincisi ise, mucizeyi inkâr
etmenin dayanağı, onun gaybla alakalı meselelerden olmasıdır. Hâlbuki Allah’la
hâs bir bağlantı olması hasebiyle peygamberliğin kendisi de gaybla alakalı
işlerdendir.
Eğer Dâhilik davetçileri başkalarının
yanında açıkça söylemeseler de kendi aralarında dâhiliğin ve yalanın tezat
teşkil etmediğine inanırlarsa, Kur’ân’ın insanlar ve cinlere onun bir mislini
getirme hususunda meydan okuması hakkında ne derler? Hâlbuki aklı başında olan
bir insan, kendi sözlerinin bir benzerinin getirilmesi için bir meydan okumada
bulunmaz. Şu hâlde Dâhilik davetçileri için Hz. Muhammed’in (sav) yalancı
olması gibi deli olması da mümkün olur mu? Dâhilik ve yalanın bir araya
gelmesini mümkün gördükleri gibi dâhilikle deliliğin de bir araya gelmesini
mümkün görürler mi?
Biz Hz. Muhammed’i (sav) tüm bunlardan
tenzih ederiz.
Bu açık sualden sonra çağdaş yazarlara
şunu söylüyorum: Eğer Hz. Muhammed’in (sav) risâletinin, peygamberlere
inananların inandığı mânâda, Allah’tan olduğuna inanıyorsanız imanınızda sadık
olunuz. Kalpleriniz sözlerinizi, hatta bazı sözleriniz diğerlerini yalanlamasın.
Hz. Muhammed’in (sav) dâhiliğini, yalan söylemenizi gözlerinizde küçülten kendi
dâhiliğinize kıyas etmeyin. Hem Muhammedü’l-Emin’in “Eğer (Peygamber) bize
isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu kudretimizle yakalardık.
Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik. Hiçbirimiz de bu cezayı engelleyip
ondan savamazdı.” (Hâkka, 69/44-47) diyen Rabbi adına yalan
söyleyeceğini nasıl düşünebiliyorsunuz?
Çağdaş taifenin ayırıcı vasıflarından
birisi de hadis kitaplarına ve onlardaki mucizelerle ilgili rivâyetlere güven
duymamalarıdır. Bu nedenle ‘Muhammed’in Hayatı’ kitabı kevnî mucizeleri
içermeyen bir şekilde yazılmış ve bunu Üstad Merâgî ve Menâr dergisinin sahibi
Şeyh Reşid Rıza itiraf etmişlerdir. Bu gayeye ulaşmak için onlardan kimileri istisnasız
bir şekilde hadis kitaplarının güvenilirliğini ta’n ederler, kimileri de
Peygamber Efendimiz’in (sav) nübüvveti yerine dâhîliğiyle ilgilenirler. Fakat
hepsi de fesad sokuşturma/aldatmacanın bu merhalesinde, ‘Kur’ân tek
mucizedir’ diyerek, Kur’ân’ın önemini ve itibarının yüksekliğini
itiraf konusunda hemfikirdirler.
Meselenin aslı şudur: Mucize gibi
peygamberlik de, daha önce Ferîd Vecdî’nin yeryüzünde hâkimiyet sağladığını
söylediği pozitif bilime aykırıdır. Yine asıl mesele, bugün peygamberliği inkâra
nispetle mucizeleri inkâr etmeye daha cüretli olsalar da, mucizeleri inkâr eden
yazarlar peygamberliği de inkâr etmektedirler. Hatta bunların inandığı ve
dinlerin hepsini efsaneler dünyasına atan pozitif bilim, varlığı şimdiye kadar
onlar katında hissî tecrübeye dayanan bilimsel bir ispat ile sübut bulmayan
Allah’a iman etmekten onları men etmektedir. Bu nedenle el-Câmia dergisini
yayınlayan Farah Anton, Muhammed Abduh’la geçen bir münakaşasında şöyle
demişti:
‘Din, görülmeyen yaratıcıya ve hiç birisi görülmeyen
ve akledilmeyen; (gayri mahsus ve gayri ma’kul) âhirete, mucizeye, vahye, nübüvvete, haşre, hesaba
çekilmeye, cennet ve cehennemde sevap ve azaba inanmaktır. Bu nedenle her
milletteki din adamları ve felsefecilerin akıllıları, aklın din sahasından
uzaklaştırılmasına çağırmaktadırlar.’
İşte bu söz beni ‘Mevkıfu’l Akl
ve’l İlm ve’l Âlemi min Rabbi’l Âlemîn ve İbâdihi’l Mürselîn’ adlı
kitabımı yazmaya iten sebeplerden birisidir.
“Sözün kısası, mucizeler gibi gaybî
meselelerin inkârını benimseyen çağdaş din ve dünya uleması, ayetlerin tefsiri
ve hadislerin değerlendirilmesinde neredeyse oyuncak olacak bir yol tuttular.
Onların hatalarının düzeltilmesinde ne Allah’ın ne de Muhammed’in (sav)
dediklerinin faydası yoktur. Hem zaten Allah ve Rasûl’ü de (sav) gayb
işlerindendir. Eğer Allah’ın kitabındaki öldükten sonra dirilme âyetleri, Ferîd
Vecdî’ye göre bir delil olmuyor, Şeltût’a da şeytan hakkındaki âyetler onun
yaşayan akıllı bir şahıs olarak varlığına ve 70 hadis ahir zamanda Hz. İsa’nın
(as) nüzûlüne delil olmuyorsa, Allah’ın ve Rasûlü’nün (sav) hangi sözü hangi
maksadı isbata veya hangi ihtilafı kaldırmaya yarayabilir?
Meselenin aslı çağdaş yazarların, Kur’ân
ve sünnetten daha çok inandıkları materyalist pozitif bilim tarafından
zihinlerine yerleştirilmiş, güçlü bir inançları vardır. Bu inanç da, dine
inananlar tarafından bilinen mânâsıyla peygamberlik ve mucize gibi gaybî
hususların inkâr edilmesidir. Eğer bunlarda bu inanç olmasaydı ve Allah’ın ve
Rasûlü’nün (sav) sözlerine, o inanca aykırı olan şeyleri kabul etmeye engel
olan bir inançla değil de objektif olarak yaklaşsalardı, onları Allah’ın ve
Rasûlü’nün (sav) sözlerinin sınırlarında durdurmamız mümkün olurdu.
Bugün, bahsedilen çağdaş yazarlarla aynı
görüşte olmayan din âlimlerinin üzerine vacip olan görev, onların gaybî
meselelere iman etmeye engel olan inançlarıyla ilmî mücadeleye girişip bu
inançlarını üzerine bina ettikleri bilimin cehaletini kendilerine göstermektir.
Zamanımızda dinin onlardan bir hayır görmediği bazı din âlimleri vardır ki, bunlar
peygamberlik, mucize vb. işlerin tasdik edilmesini engelleyen bu inançla
mücadele etmekten çekindiler de, hadisleri yalanlayarak ve âyetlerin mânâsını
tahrif eden teviller yaparak Kur’ân ve Sünnetin naslarıyla mücadeleye
girişmekten çekinmediler. Ben, Allah’tan muvaffakiyet dileyerek işte bu görevi
ifa etmek istedim ve kitabımın birinci bâbını (büyük kitap) bütün gaybla ilgili
hususların başı olan Allah’ın varlığının ispatına ayırdım. Bu üçüncü bâbı ise
(elinizdeki kitap) nübüvvet, mucize ve ölümden sonra (tekrar) diriltilmenin
ispatına ayırdım.” S.25-51
Kitapta reddiye bağlamında ele alınan
konular şöyledir:
1-Allah’ın Rasûlleri, Onlar Eliyle
Gerçekleşen, Mucizeler ve Öldükten Sonra Yeniden Diriltilme Karşısında Aklın ve
İlmin Mevkii
2-Heykel Paşa’nın ‘Muhammed’in Hayatı’
İsimli Kitabına Reddiyeler:
a-Sünnet Müdafaası ve Müellifin
Kitabındaki Çelişkilerin Beyanı
b-İslâm’da Sünnetin Yeri
c-Hz. Peygamber’in (sav) Mucizeleri
Kur’ân’a Aykırı mıdır?
d-Mucizeleri İnkâra Götüren Asil Sâik
e-Hz. Peygamber’in (sav) Hayatını
Mucizelerden Soyutlamak İsteyenlerin Sâiki
f-Sünnetullah Değişmez mi?
g-Kur’ân’da Hz. Peygamber’in (sav)
Mucizelerini Engelleyen Ayet Var mıdır?
3-Peygamberliğin Mükteseb Olması Caiz
midir?
4-Peygamberlerin Varlığının İsbatı,
5-Hz. Muhammed’in (sav) Kevnî Mucizeleri
6-Hz. İsa’nın (as) Göğe Kaldırılışı ve
Nüzûlu Meselesi
7-Peygamber Efendimiz’in (sav) Kur’ân
Dışında da, Mucizeleri Olduğuna Kur’ân’dan Deliller
8-İsrâ Mucizesi, İsrâ Hadisesinin Sırları,
Hükümleri ve Müjdeleri, Ba’s Meselesi
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 347 / Ekim 2019