İnsanı zararlı fiillerden alıkoymak ve imsak mânâsına gelen akıl, ıstılâhi olarak 'Bilmek, anlamak, şuurlu olmak' gibi mânâlar ifade eder. Çoğulu 'ukûl'dür. İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla kavradığı inkâr edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, 'beyin' denilen organın bir fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Hâlbuki İslâm uleması aklı: 'Kalpte bulunan, hak ve batılı ayırt etmede vasıta olan nurdur' şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır: 'Andolsun ki, biz cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler. Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.' (A'raf Sûresi 179) Bu âyet-i kerimede geçen yefkâhûne biha ibaresi, kalple alâkalıdır. Yefkâhûne, ince idrak ve keskin kavrayış mânâsına gelir. Tanıtımını yaptığımız bu eser, akıl ile iman arasındaki münasebeti konu olmaktadır.
İslâm Akıl Dini Değil
İman Dinidir
|
Akıl kelimesi sözlükte, bağlamak,
tutmak, engellemek gibi anlamlara gelmektedir. Zıddı 'humk' (ahmaklık) olup,
çoğulu ise 'ukül'dur. Akla, fikirleri birbirine bağlayarak akıl yürütme rolünü
oynadığı (bağlamak), yeni bilgiler elde edebildiği (tutmak), insanı tehlikelere
karşı koruduğu (engelleme) için bu ad verilmiştir denebilir. 'Âkil' ise, görüş
ve düşünce gücü olan, işini bilen ve sağlam yapan; nefsine hâkim, onu kontrol
altında tutabilen mümeyyiz kişi demektir. Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran
ve onu sorumlu kılan: temyiz gücü; düşünme ve anlama melekesidir.
İnsanı zararlı fiillerden
alıkoymak ve imsak mânâsına gelen akıl, ıstılâhi olarak 'Bilmek,
anlamak, şuurlu olmak' gibi mânâlar ifade eder. Çoğulu 'ukûl'dür.
İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla kavradığı inkâr
edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, 'beyin' denilen organın bir
fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Hâlbuki İslâm uleması aklı: 'Kalpte
bulunan, hak ve batılı ayırt etmede vasıta olan nurdur' şeklinde tarif
etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır: 'Andolsun
ki, biz cin ve ins'ten birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri
vardır, bununla idrak edemezler. Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları
vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha
sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir. '(A'raf
Sûresi 179) Bu âyet-i kerimede geçen yefkâhûne biha ibaresi, kalple alâkalıdır.
Yefkâhûne, ince idrak ve keskin kavrayış mânâsına gelir. 'Fıkıh' kelimesi de
aynı mânâdadır. Kâfirlerin ve müşriklerin kalplerinin bulunduğu, fakat bununla
idrak edemediklerini esas alan İslâm uleması 'akıl kalpte bulunan bir
nurdur' tarifini esas almıştır. İnsanın mükellef olması, akli
melekelerinin sıhhatli olmasıyla yakından alâkalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de: 'Ey
iman edenler... İçki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili
taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için
bunlardan kaçının ki, muradınıza eresinîz' (Maide Sûresi 90)
buyurulmuştur. İmam-ı Gazzalî: 'Haddi Şürb (içki cezası)
insanların aklî melekelerini muhafaza içindir. ilâhî teklife muhatab olan akıl,
ancak bununla muhafaza edilebilir' hükmünü zikreder. Kumar'ın, tapmaya
mahsus dikili taşların (brahman'ın heykeli vs. gibi) ve fal oklarının da, insanın
akli melekelerini tahrip ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlarla şeytanın kalbe
vesvese verdiği, haber-i sadık'la sabittir. Ayet-i kerimede bunların tamamı,
şeytana has ameller olarak nitelendirilmektedir. Akıl, kalpte bulunan bir nur
olduğuna göre, şeytan bu vasıtalarla aklı perdelemeyi esas alıyor, demektir.
Sihir, kehânet, ilm-i remil ve bunun gibi fiillerin haram kılınması da, akıl
emniyetiyle yakından alâlakalıdır.
Tevhidi reddedip, insanlar üzerine hüküm
koymak suretiyle, sistem kurmaya çalışmak; kat'i
nassların zıddını isbat için demogaji yapmaktır. Günümüzdeki
ideologların yaptıkları da budur. Tefekkür ile karıştırılmamalıdır. " S.
33
"Akıl, isim olarak 'akale , ya'kılu'
fiilinin mastarıdır. Kelime Kur'an'da isim olarak değil fiil olarak geçmektedir.
Kelime Kur'an'da olumsuz anlamda kullanılmaz. Akletmekten dolayı olumsuz bir
durum veya sonuç ortaya çıkmaz. Kur'an'ın hiçbir ayetinde gerçekten
aklettikleri için zemmedilen veya eleştirilen bir kimse ve durum
söz konusu değildir. Tüm insanlar akletmeye teşvik edilir. 'Siz
aklettiniz de bu kötülük veya olumsuzluk ortaya çıktı' tarzında tek bir ayete
rastlamak mümkün değildir. Bilakis kötülükler akletmemenin bir sonucu olarak
gösterilir. Kur'an tüm mesajının kabulünü insanın akletmesine bağlamıştır. Bu nedenle
Kur'an mesajı bir dayatma ve doğma değildir. Tüm çağrısını insanların
düşünerek, bilerek ve anlayarak kabul etmesi üzerine bina etmiştir. Kur'an'ın
hitap yöntemi budur.
Aklı çalıştırmada değil, aklı kullanmamada
erdem aramak, Kur'ân'a muhalefet etmektir. 'Hâlâ akletmeyecek misiniz?':
Kur'an'da 13 ayrı ayette bu soru ifadesi aynen geçmektedir. *** Bir ayette aynı
anlamı ifade etmek üzere hitap üçüncü şahıslara dönmekte ve ifade 'Hâlâ
akletmeyecekler mi?' (Yasin Sûresi 68) Şeklinde kullanılmaktadır. Bir ayette
de 'Akletmeli değil miydiniz?' (Yasin Sûresi 62) ifadesiyle soru
sorulmaktadır. İslâm'ın yüce kitabı Kur'an-ı Kerim 300 civarında ayeti kerime
ile düşünmeyi, aklımızı kullanmayı, araştırmayı, incelemeyi emreder. İlk inen
ayet ve ilk emri 'oku' olan başka bir din yoktur. Çünkü din, akıl sahiplerini
peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilahî kanunlardan sorumlu
kılan hayat nizamının adıdır. Aklın aslı fonksiyonu, Allah'a bağlanması ve
bağlı kalmasıdır. Allah ile Allah'ın diniyle bağı koparmak, akılsızlık
alametidir. " S. 34
"Kur'ân terminolojisinde akıl, bilgi
edinmeye yarayan güç ve bu güç ile elde edilen bilgi şeklinde tanımlanmıştır.
Akıl hususunda dinin teklifi, potansiyel olarak her insanda bulunan aklı,
fonksiyonel hale getirenleredir. Şunu da hatırlatmak gerekir ki, din, akıl
üstüdür ancak akıldışı değildir. Vahyin tüm vurgusu aklın işlevsel hale
getirilmesinedir. Ayetlerdeki kullanım şekline bakıldığında aklın fonksiyonunun
görünenle görünmeyen, yaratılanla yaratan arasındaki ilişkiyi keşfetme, anlama
gibi insanî mesuliyeti ifadeye yönelik olduğu görülmektedir. Bu durumda akıl,
sadece duyuların algıladıklarını işleyen ve bu yolla bilgiye ulaşan bir yeti
değildir. Zira akıl aynı zamanda inanca da götüren bir vasıta olup, hayır ve şerri,
hidâyet ve dalâleti birbirinden ayırır. Vahiy akla seslenir ve vahyin
bildirdiğinin anlaşılmasında asıl görev ise akla düşer. Nitekim Kur'ân, '..
. Ey inanan akıl sahipleri! .. . ' (Talâk Sûresi 10)
ifadesiyle akıl ile iman arasındaki bu ilişkiyi ortaya koymaktadır. " S.
35
Kur'ân'da akıl kelimesiyle eş mânâlı başka
kelimeler de kullanılmıştır. Bu kelimelerin bir kısmı tarifleri ile beraber
aşağıya alınmıştır.
a. Lübb: Şaibeden uzak akıl, zekâca üstün akıl. Bu
meyanda her 'lübb' akıl, ama her akıl 'lübb' değildir. Her şeyin özü, yenilen
şeylerin içi, her şeyin hâlisi, meyvanın yenilen kısmı, insanda ise kalbe
konulan akıl.
Hayallerden ve vehimden uzak, safi,
mukâddes nurla nurlanmış, nurlu akıl.
Kur'ân'da bu kelimenin kullanıldığı ilk
âyette lübb sahipleri, aklî faaliyetlerden olan 'tefekkür ve tezekkür'le
vasıflandırılmışlardır. Diğer ilgi çeken bir nokta ise 'and olsun
bunda akleden bir toplum için deliller vardır' (Bakara Sûresi 164)
âyetiyle 'bunda lübb sahipleri için deliller vardır' (Âl-i İmrân
Sûresi 190) âyeti arasındaki büyük benzerliktir. Dolayısıyla 'akıl ve lübb'
kelimelerinin eş mânâlı olarak kullanıldığında şüphe yoktur.
b. Hilm: Nefsin ve tabiatın kızgınlık ve heyecandan
alıkonulması. Hilm aslında akıl anlamında değildir. Ancak aklın müsebbebâtından
biri olduğu vechiyle 'akıl' olarak da yorumlanmıştır. Ancak Rağıb böyle
söylerken İbn Manzur daha net bir şekilde bu kelimenin akıl anlamına
geldiğini, cemisinin ise 'ahlâm' ve 'hulum' şeklinde olduğunu belirtmektedir.
Hilm bilindiği gibi aynı zamanda Allah'a
ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak pek çok âyette bize kendisini 'Halîm' olarak
tanıtır. Ancak: 'Yoksa bunu onlara akılları mı emrediyor?' (Tûr
Sûresi 32) âyeti, bu kelimenin insanlar için de kullanılabileceğine işaret
etmektedir.
c. Fikir: İlmi malum hale getiren kuvvet. Tefekkür ise bu
kuvvetin akıl gücü oranında cevelanından ibarettir ve sadece insanlara
mahsustur. Tefekkür ayrıca kalpte meydana gelen surettir. Bundan dolayıdır ki;
'Allah'ın zâtını değil ama O'nun eserlerini tefekkür etmek' gerekmektedir.
Çünkü Allah'ın zâtını düşünmek, O'na bir sûret vermek demektir.
d. Nuhâ: Bu kelimenin tekili en-nühye olup, cemîsi
'nühâ'dır. Kötülüklerden nehyeden, alıkoyan anlamına gelmektedir.
Bu kelime Kur'ân'da sadece iki âyetin
sonunda geçmektedir. Şayet bu kelimeler kaldırılıp da yerlerine 'akletme' ya da
'lübb sahipleri' gibi kelimeler konulsa anlamca bir değişiklik meydana
gelmemektedir. Bu da, söz konusu kelimenin 'akletme' kelimesiyle eş mânâlı
olarak kullanıldığını gösterir.
e. Hicr: Yine 'akıl' kelimesi yerine 'hicr' tabiri de
kullanılmıştır. Çünkü insan 'hicr' ile, nefsinin çağrısını menedebilmektedir.
Kur'ân, aklı vahye muhatap olmanın şartı
kabul eder. Kur'ân, aklını kullanmayanları insanlardan değil hayvanlardan
saymıştır.
'Şüphesiz, yeryüzünde
yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir. ' (Enfal Sûresi 22)
Akıl, vahye muhatap olmanın asgari
şartıdır. Vahyi dinleyip taakkul etmek, insan olmanın ve insan kalmanın
şartlardandır. Kur'ân-ı Kerim, akıldan taakkul, tezekkür, tefekkür, tedebbür ve
tefakkuh ister. " S. 39
Tefekkür
"Tefekkür, herhangi bir mesele
hakkında derin düşünme, zihni yorma ve işin şuuruna varma anlamlarına gelir.
İnsan aklının en mühim ve asli vazifesi tefekkürdür. Tefekkür, aklı kullanırken
gerekli yoğunlaşma ile yeni fikirlere ulaşmayı gerçekleştirmektir. Kendini
yenilemek, fikri ufuklarda yelken açmak, buluşlara, keşiflere ve icatlara
ışıklar yakmaktır.
Tefekkür nimetini nefsani arzulara râm
edip rûhânî tefekkürden uzak kalmak; kalbi kör ve sağır hâle getirip ilâhî
hakîkatlere karşı duyarsızlaştırır. İçinde yaşadıkları ilâhî imtihan
dershânesinde alık ve abus bir çehreyle dolaşanların dünyada gâfilce
oynadıkları körebe oyunu, âhirette ebedî bir körlüğe dönüşecektir. Nitekim
âyet-i kerîmede buyrulur:
'Bu dünyada (gaflete dalmak sebebiyle) kalbi kör
olan (yani ilâhî hakikatlerin uzağında kalan), âhirette
de kör ve daha şaşkındır.' (İsrâ Sûresi 72)
Tefekkür; damlada gizli deryaları görerek
mânâ iklimimde yol almaktır. İlmin irfâna dönüşmesi için,
tefekkür ufkundan süzülerek kalbe nakşedilmesi zatürîdir. Vehb bin
Münebbih (rha) buyurur ki: 'Çok tefekkür eden, mutlak sûrette bilgili
olur. Gerçek mânâda bilgili olan da mutlaka sâlih amallerde bulunur. "
S. 39
Tezekkür
"Tezekkür, kulun daha önce sâhip olup
kaybettiği şeyi tekrar bulmasıdır. Hatırlanan şeyin kalbde vücud bulmasıdır.
Tezekkür, perdenin kalkması ve nefsânî sıfatların açılması sonucu
fıtrata dönüştür. Ezelde insanın fıtrat ve tabiatına yerleştirilen tevhîd
ve ma'rifet gerçeğini yakalamaya çalışmadır. Bir zikir eylemi olarak yaşanan,
matlûbu arama diye değerlendirilen tezekkür, tefekkürden daha derindir.
Tezekkür, hafızaya tekabul edip istikameti
geçmişi gösterir.. Tefekküre göre tezekkür arzu edilen bir şeyi aradıktan sonra
tekrar elde etmeye benzer. Allah,
basîret gözünün açılmasını görmeye; öğüt kabul etmeyi de
kendisini zikretmeye bağlamıştır. Aslında bakmakla görmek ayrı ayrı
şeylerdir. İnsanların çoğu bakar fakat görmez. Görmek için zihin, idrâk ve
aklın aynı noktaya teksif olması gerekmektedir. İnsan ibret ve basîretle bakıp
tefekkürünü derinleştirdikçe tezekkür gerçekleşir. Tefekkürle elde edilen
manalar tezekkürle daha berrak bir hale gelir. İnsandaki tefekkür gücü, bir
şeyle ne kadar çok meşgul olursa insanda onu tanıma arzusu ve tezekkür de o
kadar artar. " S. 43
Tedebbür
"Tedebbür, geleceğe yönelik derin
düşünmedir. İstikameti istikbaldir. Tedebbür, arka, sırt, bir taraftan
baktığınızda görünmeyen taraf manalarındaki 'dubur'den gelir. Dolayısıyla
vahyin satır aralarını, olayların arka planını bilme çabasıdır. Sadece anlamak
değil düşünerek tedbir alma demektir. Zaten tedbir ile tedebbür aynı kökten
gelir. Allahû Teâla buyuruyor:
'Onlar, Kur'ân-ı kerîmi tedebbür
etmezler mi? Yoksa (münâfıklarm) kalbleri üzerinde (kat
kat) kilidler mi var?' (Muhammed Sûresi 24)
Tezekkür tahayyülümüzü geçmişe
yöneltiyordu. Yani bundan önce ne oldu sorusuna cevap arıyordu. Tedebbür ise
bundan sonra ne olacak sualine cevap arar. Dolayısıyla tezekkür bizi tarihin
sayfalarında, arkeolojik kazılarda, antropolojik bulgularda dolaştırırken,
tedebbür bizim kulağımızı analistlere, think-tank uzmanlarına, strateji
uzmanlarına kabartmamıza ve yine dolayısıyla vahyin dikkatimize sunduğu haşre
ve ebed memleketine ve yine insan için en büyük hakikat olan ölüme dolayısıyla
hesaba yoğunlaşmamıza vesile olur. Bu nedenle diyoruz tedebbür; mü'min insanı
feraset ve basiret ehli yapar. Tedebbür ederek tedbir üretmek, Kur'ân ehlinin
vasfıdır." S.50
Taakkul
"Taakkul, bağ kurmaya yarayan düşünme
şeklidir. Daha çok sebeblerle-sonuçlar, illetlerle hikmetler, eser ile müessir,
sanatla sanatkâr, mahlûk ile Hâlık, araz ile cevher arasında bağ kurmaya
yarayan bir düşünce şeklidir. Mesela 'her kitabın bir kâtibi, her nizamın bir
nâzımı, her nakşın bir nakkâşı varsa bu kâinatında bîr Rabbi vardır' demek
taakkul etmektir.
Taakkul; sebep sonuç, illet hikmet, eser
müessir, fail fiil, Hâlik mahlûk, sanat sanatkâr hülasa her şeyle bir şey
arasında bağ kuran düşünceye taakkul denir. Akıl, bağ kuran
demektir. Geçmişe yönelik tezekkür ile geleceğe yönelik tedebbür
arasında bağ kurma yeteneğini kullanmaktır. 'And olsun; o sizden pek
çok nesli saptırmıştı. Yine de aklınızı kullanmıyor muydunuz?' (Yasin
Sûresi, 62)
Düşüncelerin hayal ve tasvir aşamasından
çıkıp akledilerek değerlendirildiği aşamadır. Bu mertebede akıl, taakkulden
önceki hayal ve tasvirleri eline alıp inceleyerek, tedkik ve tahkik etmeye
başlar. Daha da somut bir veri haline dönüştürür. Taakkul, tasavvurda oluşan
verileri süzerek ve eleyerek bir karara varır. Bu mertebe tarafsız olarak devam
eden bir aşamadır. Taakkul mertebesinde akıl buraya gelen malumatları tartmaya
ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur, ya da olmazlarını makuliyetini arar.
" S. 53
Tefakkuh
"Tefakkuh; dinin maksadını idrak
ederek kitap ve sünnet üzerinden derin ve ince düşünerek içtihad ve istinbat
yoluyla şimdi ve buraya hükümler taşıma gayretidir. Fıkh kavramak, dini anlamak
ve anlatmak ıçin zorluklara ve eziyetlere katlanmak anlamına da
gelmektedir.
Tefakkuh, yani fıkh etmek, bilinenden
bilinmeyene, görünenden görünmeyene ulaşmak demektir. Ayrıca, 'iyi ve
derin, ince anlayış' anlamında da kullanılır. Fıkh'ın ifâde ettiği
anlayış, Arapça'da 'fehm' kelimesinin ifâde ettiği anlayış gibi değildir.
Birinin ne söylediğini anlarız, bu 'fehm'dir; fakat söylenenin, olup bitenin
'künhüne vâkıf olma', gerçeğine erme, onu bütünüyle kavrayıp bir sonuca varma
'tefakkuh'dur.
Tefakkuh; iman ve ilim sahibi kişinin
bilinenden yola çıkarak 'içtihad' ve 'istinbat' yoluyla bilinmeyene
ulaşmasıdır. Yani mevcut bilgilerden hareketle yeni bir bilgi ortaya koymak,
ilimde söz ve iktidar sahibi olmaktır.
Tefakkuh; olup biteni derinliğine kavrayıp
bu anlayışı şimdiye taşımaya denir. İstikameti şu andır. Düşünerek
fıkhetmektir. Yani tefakkuh ilahi öğretilerden yola çıkarak bugünü anlamamızı
sağlar. A'râf Süresi'nin 175. âyetinde Bel'am bin Baura'nın Allah ile aldatma
örneğini okuruz ve Allah ile aldatan kimselerin günümüzdeki misallerini
gördüğümüzde o zamanla bu zaman arasında bir bağ kurmuş yani tefakkuh etmiş
oluruz.
Tefakkuh; tefekkürün, tezekkürün,
taakkulun idrake damıttığı sonucu içtihad ve istinbat yoluyla şimdi ve buraya
taşıyarak lehinde ve aleyhinde olanı tesbit etmesidir.
Tefakkuhun istikameti, şimdi ve burasıdır
haldir. İlmihal tefakkuh ile elde edilir. İnsanın halinin ilmini bilme ilmi
olan fıkıh ilmine bunun için fıkıh adı verilmiştir. Aslolan fıkıh tahsil
etmek değil, tefakkuh etmektir. Bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene
ulaşmaktır. Eşyanın hakikatine varma, perdenin arkasını görebilmedir. Hz. Ali
(ra)'nin sözü olarak rivayet edilen uzun bir makalenin içinde şu
ifadelere de yer verilmiştir:
'... İyi bilmelisiniz ki, içinde
tefakkauh/bilinçlî bir anlayış, bir ilim bulunmayan ibadette, tefehhüm/anlama
ve idrak etme çabası bulunmayan ilimde tedebbür/ tefekkür bulunmayan bir
okumada hayır yoktur. "
S. 65
"Büyük arif Haris el Muhasibi'nin el
ald kitabı el-Akl ve'l-Fehmu'l Kur'an kitabı, bir nevi aklın kritiği kitabıdır.
Aklın ne olduğu ve hakiki manada kimin akıllı olduğu sorularına cevap arar.
Muhasibi aklın insan hayatındaki yerinin
tam olarak ne olduğunu aramaya çalışırken, insan tanımı ile akıl tanımı
arasında birbirinden ayrılmayacak ortak yönlerin olduğunu fark eder. Buradan
hareketle "akıl nedir?" sorusundaki aklı, daha da derin bir manada
"insan nedir, kimdir?" şeklinde algılar ve bu bakış üzerinden
düşüncelerini geliştirir. Sorularına bulduğu cevaplar ve sonrasında ortaya
çıkardıkları aslında onun fikirlerinin, akletmeyi sadece beyinsel bir faaliyet
olarak gören ve günlük hayatta kullanılan, 'akıllı insan' terkibinin kasdettiği
manadan çok uzakta bir yerde olduğunu gösterir.
Kitabında Muhasibi, akıl bir garîzadır
yani Cenab-ı Hak'kın yarattığı bir tabiattır der. Kimilerinin akıl bir
marifettir tanımına böylece karşı çıkar. Marifetin akıl garîzasından ortaya
çıktığını savunur, sebebi ise aslında marifet tanımının içeriği ile ilgilidir.
Muhasibi marifeti hakikatı anlamak olarak görür ve aklın bu hakikati aramak
için var olduğunu söyler. Akıllı olan insanın ise ancak Allah'ın verdiği bu
garîza ile marifete ulaşabileceğine ve aklın maksadına bu şekilde varılabileceğine
inanır. Yani akıl hem olumlu hem olumsuz anlamlar verebilecek bir varlıktır.
Muhasibi aklın bu olumsuzlukları seçimi üzerinden bir sorgulamaya gider ve
madem akıl var, niçin işlevsel değil der. Aslında bu sorusu ile aklı genel bir
algılama aracı olmaktan çıkarır ve sadece olumlu anlamlar çıkaran aklın, gerçek
işlevini yapan bir akıl olduğunu anlatma çabasına girer. Muhasibinin bu çabası
ile sahih akıl ve sahih akletme kavramı ortaya çıkar, böylece aklını kullanan
herkesin akıllı olamayacağı, gerçek manada akıllı kimsenin aklın tanımına
uygun, kendisini marifete götüren sahih bir akletme ile bu sıfata nail olacağı
sonucuna varılır.
Muhasibi akıl ile ilgili buraya kadar
ortaya koyduğu iddiaların da yardımı ile aslında bizlere daha farklı bir kapı
aralama niyetindedir. Ve amacına ulaşmak için, "doğru düşünme yani sahih
aklı kullanma ile ahlâk arasında bir ilişki var mıdır, bunlar arasında bir
bağlantı kurulabilir mi?" sorusunu sorar. İşte bu sorusu ile Muhasibi
akletmeyi günlük anlamının dışına çıkarır. Sonrasında ise akıl
garizasının doğru yönde nasıl işleyeceğini anlamlandırmaya ve açıklamaya
çalışır.
Muhasibi marifet aklımız ile ortaya çıkar,
eğer ki aklımızı sahih bir şekilde kullanabilirsek ortaya çıkardığımız bu
marifet kıymetli olacaktır, yani marifetimizin kıymeti aklımızın kıymeti ile
orantılıdır der ve aklın kıymeti üzerinden devam eder; aklın kıymeti nefsi
hastalıklardan sıyrılarak, ihlas ile kendini gösterir, çünkü nefiste kibir,
riya, kin gibi kötü hasletler bulunurken akıl sahih ve sağlıklı bir düşünme
içerisine giremez der. Akıl garîzasınm işlevsel olması nefsin
terbiyesi ile doğrudan ilgilidir de diyerek akıl ile ahlâk arasında bir
ilişki ortaya koyar. Yani bir insanın hem akıllı hem de ahlâkî anlamda
zayıf olamayacağını, Kur'an'dan da deliller getirerek açıklar. Aslında bu
açıklamalarıyla Muhasibi, ilk kez ahlâk dediğimiz şeyi akıl ile anlamlandırmış
bir düşünür olarak karşımıza çıkar. Bütün bunlardan anladığımız; O'nun
öğretisinin, ahlâkımızın aklımızın mürebbiyesi olduğu ve ancak terbiye edilmiş,
temizlenmiş bir aklın marifet sahibi, Allah'ı anlayan, sahih bir akıl
olabileceği üzerine kurulu olduğudur.
Haris el Muhasibi (Rh. a. ) der ki: "Allah
(cc), Adem'i ve soyunu özel olarak seçmiş, kendilerine seciye olarak verdiği,
onların dost ve yardımcıları olan akıl, beyin ve kavrayış yetilerini kullanarak
ilahî takdir ve tedbirin hüküm ve yansımalarını düşünmeleri için onlardan kesin
söz almıştı. İnsan, akılların, hikmet ve düşüncelerin özü, en kabule şayan
olanı, idrak ve bilginin elde ettiği sonuç ve sığınak, gözlerin nuru ve her
ürünün üretim merkezi olduğunu bilmedikçe Allah'ın kendisine lütfettiği aklın
değerini tam anlamı ile takdir etmiş olmayacaktır. Çünkü sadece Allah (cc)
gaybın sırlarına vakıftır. Allah'tan başka hiç kimse O'nun
sıfatlarını, hoşnud olduğu ve olmadığı konuları bilemez. Bu nedenle Allah (cc)
peygamberler göndermiş ve onlarla bir vasıta ve aracı olmaksızın bizatihi
kendisi bir şekilde konuşmuştur. Peygamberler, insanların Allah'a karşı bir
bahaneleri olmaması için Allah'ın emri ile insan aklına hitab etmişlerdir.
Akıllar, Allah tarafından vaz'edilen hükümleri, peygamberlerden almaya
aracı oldukları için üstündürler. Akıl, şeriat koymak, kendinden
bir şeyler katarak ona bid'at sokmakla değil, onu anlamakla
yükümlüdür. İlahi haberler yardım etmedikçe, onun kendi başına Allah'a, O'nun
şanına uygun bir kulluk yapması mümkün değildir, çünkü akıl, icad eden değil
öğrenen ve kabul edendir." S. 78
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 340 / Mart 2019