Modern
ve Modernleşme, Türkçeye son zamanlarda girmiş bir terimdir. İngiliz Webster
sözlüğü 'modern' kelimesini çağdaş zamana ait olmak, eski olmayan olarak
tanımlar. Sanatta, müzikte, dilde, edebiyatta hâlihazır (çağdaş) görüşlere,
zevklere, düşüncelere uygun bir yaşam ve düşünce şekli olarak 'modern'
teriminin tanımını biraz daha genişletir.
Modernizasyon, modernize, modernleşme,
modernleştirme gibi terimlerin temel anlamı kısaca şöyledir: İçinde bulunduğu
zamana yakın bir döneme ait olan, çağdaş, asrî olmak, içinde bulunan çağa
egemen olan zevk, anlayış, kural ve tekniklere uygun düşmek, uygun duruma
gelmek veya getirmek gibi modernleşmeye Batı'dan daha geniş bir alan
tanımaktadır.
19. yüzyılda Müslüman ülkeler, Batılı devletler (İngiltere, Fransa, İtalya,Hollanda vs) tarafından işgal edilerek bu devletlerin kendi görüşlerine ve çıkarlarına uygun bir değişimden, 'modernleşme' tecrübelerinden geçmişlerdir.Tanıtımını yaptığımız bu eser, Osmanlı Dönemi'nde yaşanan modernleşme tecrübesini, değişik açılardan tahlil eden bir eserdir.
Osmanlı Modernleşmesi
|
Osmanlı sosyal yapısı Prof. Dr. Kemal H.
Karpat'a göre, devlet geleneği, sanatı, hukuk sistemi, kültürü ve tarihi
değişmeye yani modernleşmeye kendi kültürel ve tarihî çerçevesini çizmiş ve ona
göre değişmiştir. Değişme konusunda değişmeyi tetikleyen devlet ve değişmeye
maruz kalan toplum arasında, değişmenin yani modernleşmenin özü ve amacı
konularında büyük farklar ve çelişkiler olmuş ve hâlen oluşmaktadır.
Osmanlı Devleti'nde sosyal yapı
değişikliklerini tarihî bir çerçeve içinde ele alan bu çalışma; 19. yüzyıldaki
ıslahat girişimlerinin, devlet yapısındaki değişikliklerin ve nüfus
hareketlerinin birbirini nasıl etkileyerek yeni bir toplumsal yapıyı
oluşturduklarını tüm detaylarıyla incelemektedir.
Önsöz
Modern ve Modernleşme, Türkçeye son
zamanlarda girmiş bir terimdir. İngiliz Webster sözlüğü 'modern' kelimesini
çağdaş zamana ait olmak, eski olmayan olarak tanımlar. Sanatta, müzikte,
dilde, edebiyatta hâlihazır (çağdaş) görüşlere, zevklere, düşüncelere uygun bir
yaşam ve düşünce şekli olarak 'modern' teriminin tanımını biraz daha
genişletir.
Modernizasyon, modernize, modernleşme,
modernleştirme gibi terimlerin temel anlamı kısaca şöyledir: İçinde bulunduğu
zamana yakın bir döneme ait olan, çağdaş, asrî olmak, içinde bulunan çağa
egemen olan zevk, anlayış, kural ve tekniklere uygun düşmek, uygun duruma gelmek
veya getirmek gibi modernleşmeye Batı'dan daha geniş bir alan tanımaktadır.
19. yüzyılda Müslüman ülkeler, Batılı
devletler (İngiltere, Fransa, Hollanda vs) tarafından işgal edilerek bu
devletlerin kendi görüşlerine ve çıkarlarına uygun bir değişimden, 'modernleşme'
tecrübelerinden geçmişlerdir. Osmanlı'da ise değişim her mekânda kısmen de olsa
Batı'nın etkisinden kaynaklanmışsa da kendi iradesinde, 'serbest'e yakın bir
şekilde gerçekleşmiştir. S.9
Batı, birçok ekonomik, kültürel
(Rönesans), sosyal ve siyasi değişmelere maruz kalarak değişmiş; fakat
sonraları ulaştığı modern kurumları, yaşayış şeklini 'geri' olarak
isimlendirdiği, fakat kendisinden çok daha eski olan medeniyetlere ve
kültürlere empoze etmiştir. Hatta daha ileriye giderek hâkimiyeti altında bulunan
topraklarda yaşayan halklar arasından bir entelektüel sınıf yarattıktan, kendi
yaşam tarzını ve düşüncelerini, 'modern' olarak onlara aşıladıktan sonra bu
entelektüelleri modernizmin öncüleri yapmıştır. Onların aracılığıyla,
'modernleşme'yi yaymaya çalışmıştır. Her ne olursa olsun birçok yerde bilhassa
20. yüzyılın başlarında Osmanlı'da ve Türkiye'de 'modernleşme' batılılaşma
olarak görülmüştür. Böylece Batı, ilave bir sosyal, anayasal ve kültürel model
olarak kabul edilince 'modernleşme' de kesin olarak Batılılaşma olarak kabul
edilmiştir.
Her ülkenin, her milletin kimlik ve
bilincine sahip her topluluğun kendine göre bir değişim ve modernleşme modeli
olabilir ve olmuştur. Elinizdeki bu kitabın anâ tezini teşkil eden ifade
şöyledir, Osmanlı'da ve Türkiye'de kendilerine mahsus bir modernleşme süreci
gelişmiştir ve bu süreç neticesinde değişmişlerdir. Bunu söylerken Batı'nın
etkisini ve hatta değişim ve yenileşme ölçüsü olarak üstlendiği rolü hiçbir
zaman inkâr etmiyorum, edemem de çünkü kapitalizm arka sınıf; demokrasi vs.
gibi modernliği oluşturan güçlerin kökeni Batı'dır. Bizim tezimiz kısaca şudur:
Türk toplumunun temelinde yatan Osmanlı sosyal yapısı, devlet geleneği, sanatı,
hukuk sistemi, kültürü ve tarihi değişmeye yani modernleşmeye kendi kültürel ve
tarihî çerçevesini çizmiştir ve ona göre değişmiştir. Değişme konusunda
değişmeyi tetikleyen devlet ve değişmeye maruz kalan toplum arasında değişmenin
yani modernleşmenin özü ve amacı konularında büyük farklar ve çelişkiler
olmuştur ve hâlen oluşmaktadır. S.9-11
Giriş
Moğol işgali, Osmanlı Devleti'nin
yükselişinde rol oynayan bazı toplumsal temellerin atılmasında etkili oldu.
İzzeddin Keykavus ve Türk-Müslüman elitlerin büyük bir kısmı, Moğollara karşı
savaştı. Yenilen elitler ilk önce, görece güvenli olan Batı Anadolu'ya,
ardından da Dobruca'ya kaçtı. Böylece, İzzeddin Keykavus'un hüküm sürdüğü
gelişmiş devlette bulunan çok sayıda memur, sanatkâr, tüccar, ulema, eğitimli
asker ve aşiret mensubu, Bursa-Eskişehir-Antalya hattının kuzeybatısındaki dağlık
bölgedeki şehirlere yığıldı. Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Osman Bey'in
kökeninde hangi kabilenin bulunduğu henüz aydınlatılmamış bir konudur. Fakat
Osman Bey, kendi siyasi-askerî gücünü işte bu sağlam sosyal, ekonomik ve
kültürel temeller üzerine süratle inşa etti. Osmanlı Beyliği, daha Orhan Bey
döneminde (1326-1359), yüksek bir refah düzeyine ulaşmış durumdaydı.
Osmanlı'da toplumsal düzenin iki temel
kurumu vardı. Bunlardan ilki, dört tabakadan oluşan hiyerarşik toplumsal düzen
idi. Bu 'tabakalar' şunlardı: Askerler, üst idareciler (kılıç erbabı),
âlimler-ulema (kalem erbabı), bürokratlar, zanaatkârlar ile tüccarlar ve reaya
denilen tarımsal üreticiler. Bu toplumsal düzende dinî ve etnik sınırlar yoktu.
İkinci kurum ise, millet sistemiydi. Millet sisteminde ise, nüfusun din ve
inançlarına göre sınıflandırılması söz konusuydu. Millet sistemi, Hıristiyanlar
ve Musevilerden oluşan grubu meşru kabul ediyor ve koruyordu. Ehl-i Kitap ismi
verilen bu grup, zimmi statüsünü oluşturuyordu. S. 17
Toplumsal Altyapı
Klasik Osmanlı toplumunda tüm
sosyokültürel ve idari yapılar, üç ana kurum üzerine kurulmuştu: Ordu,
tımar ve vakıf. Bunların ilk ikisi arasında organik bir bağ
bulunurken, üçüncüsü diğerlerinden bağımsızdı. Erken dönem Osmanlı Devleti,
öncelikle sipahilere yani taşra ordusuna itimat ederdi. Toplumsal açıdan
bakıldığında, sipahiler, Osmanlı Devleti'nin eski gelenekleriyle özdeşleşmiş
bir seçkinler grubuydu. Sipahilere resmen tanınmış sınıfsal ayrıcalıklar yoktu.
Fakat tarihsel kökenleri ve toprak
sisteminde oynadıkları önemli rol sayesinde toplumsal sınıfa benzer bir
konumları vardı. Eski gulam geleneğinde olduğu gibi, yeniçeriler yani
piyadeler, başlangıçta padişahın özel ordusu olarak kuruldu. Yeniçeri, padişaha
kapıkulu (köleden ziyade, evlat gibi sadık hizmetkâr) olarak bağlıydı. Zaman
içinde, yeniçeriler, yöneticilerin büyük çoğunluğunu oluşturmaya başlayıp, merkezî
iktidarın temsilcilerine dönüştüler.
Sipahilerin aksine yeniçerilerin maaşı
devlet hazinesinden ödeniyordu. Bu hazinenin geliri, padişaha ait olan ve hass
adı verilen tımar arazilerinden sağlanıyordu. Ancak, son tahlilde, hem
merkezdeki hem de taşradaki ordunun maaşları farklı şekilde ödenmekle beraber,
bu giderlerin tarımsal üretim fazlasından karşılandığı söylenebilir. S.24
Tımar, gelir kaynağı sağlayan toprak
parçasıydı. Askerî sistemde olduğu kadar Osmanlı'nın sosyoekonomik sisteminin
her alanında kilit bir rol oynuyordu. Tımar arazileri, mirî yani devlet
mülkiyeti olan ve devlet tarafından sipahiye tayin edilen toprak parçaları idi.
Sipahi, bu arazileri miras bırakma hakkına sahip değildi ve tımar üzerinde
devletin isteklerine uygun şekilde hareket ederdi. Sipahinin başlıca görevi,
savaş zamanında devlete hizmet etmek idi. Bunun yanı sıra, savaşlarda devlete
belli sayıda silahlı kuvvet, binek hayvanı ve bir miktar hayvan yemi temin
ederdi. Bu hizmeti karşılığında, sipahinin bazı tarımsal ürünler üzerinden
alınan birtakım vergileri toplama hakkı bulunuyordu. Bu vergiler, tımarın
sipahiye tayin edilmesi sırasında merkezi yönetim tarafından belirlenirdi.
Sipahi, aynı zamanda, devlet adına hem köylerin vergilerini toplar hem de
toprakların gasp edilmesini engellerdi. Tüm tarafların ortak çıkarı,
tarımsal üretimin artırılmasıydı. Sipahi de bu amaç doğrultusunda,
toprağın düzenli olarak işlenip işlenmediğini kontrol ederdi. Toprağın
mülkiyet hakkı yani rakabe, yalnızca ve daima devlete aitti. Maraba
yani toprağı eken köylü (reaya), hangi dine mensup olduğu gözetilmeksizin,
toprağı işleme yani tasarruf hakkına sahipti. Toprağın devamlı olarak işlenmesi
koşulu yerine getirildiği sürece bu hak, marabanın ailesinde kalırdı. Toprak üç
yıl boyunca makul bir sebep gösterilmeksizin işlenmediği takdirde maraba,
toprak üzerindeki hakkını kaybedebilirdi. S.25
Kitabü'l-Harac'a göre tımar,
'geçimlik' anlamına gelen İslâm'daki timah kavramından gelmektedir. Bu
kavramın Türkçedeki karşılığı olan 'dirlik' aynı zamanda tımara Türkçede
verilen özgün addır. Sipahiye tayin edilen toprak, anlamı zaman içinde önemli
ölçüde değişen 'çiftlik' terimiyle bilinirdi. Tımar arazisi, sipahinin
çocuklarına miras bırakılamaz veya amacı dışında kullanılamazdı.
Müslüman olmayan ülkelerde fethedilen tüm
topraklar, mirî statüsü alırdı. Anadolu ve Balkanlar'daki toprakların %50 ila
70'inin mirî olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, tımarın önemi açıkça
ortaya çıkar. S. 27
Vakıf (waqf) Kuzey Afrika'da habus-ihbas
ve başka yerlerde farklı adlarla bilinirdi. Vakıf kurumu, şeriat ile birlikte,
Müslüman topraklarda ileri derecede bir sosyokültürel tekbiçimlilik
sağlanmasına katkıda bulundu. Vakıf, özünde, hayırsever bir mülk sahibinin
mülkünü veya bu mülkten elde ettiği geliri toplumun ve dinin yararına bir
faaliyete aktarması anlamına gelirdi. Bu bağlamda, toplum ile din, birbirinden
ayrılmaz iki unsur idi. Yapılan bağışın şartları ve mülkün yönetiminden sorumlu
olacak olan mütevelli, vakfetme ahdi (vakfiye) ile belirlenirdi. Mütevelli, bu
hizmet karşılığında ücret alırdı. Fatımiler gibi çok nadir rastlanan birkaç
istisna haricindeki diğer tüm Müslüman devletler gibi, Osmanlı Devleti de halka
eğitim, sağlık, refah ve benzeri alanlarda doğrudan hizmet sağlamıyordu. Bu tür
hizmetlerin verilmesi ve bunlar için gereken gelirin sağlanması, modernleşme
dönemine dek vakıflar tarafından üstlenilmişti. Büyük imaretlerin
desteklenmesinden kuşların beslenmesine ve hatta gelinlik kızlara kıyafet ödünç
verilmesine kadar binlerce hizmet, vakıflar tarafından görülüyordu. Vakıflar
özellikle cami, medrese ve zaviyeleri destekliyordu. Dolayısıyla, vakıf, dinî
bir kurum hâline geldi. Vakfın yöneticisi olan mütevelli, genellikle ulema
içinden seçilirdi. Zira ulema mensupları, sıradan kişilere göre daha güvenilir,
ciddi ve bilgili görülürdü. Merkezî idarenin vakıflar üzerindeki tek
yetkisi, vakfiye şartlarına uyulup uyulmadığını denetlemek idi. Dolayısıyla,
vakıflar oldukça geniş bir idari özerkliğe sahip idi. Vakıf mülklerine
merkezî idare tarafından el konulması mümkün değildi. Ayrıca, vakıflar,
vergiden muaf tutuluyordu. Son tahlilde, vakıflar yalnızca dinî düzenin temel
taşlarından biri değil, aynı zamanda bir kendi kendine yönetim aracıydı.
Bununla birlikte, vakıf, klasik dönemde toplum ve eğitim açısından hayati bir rol
oynadığı hâlde gelirlerden orantısız bir pay emmedi. 1527-1528 yıllarında,
Anadolu'da vakıf gelirleri toplam gelirin %17'sine denk geliyordu. S. 30
Klasik Toplumsal Düzenin
Çözülüşü
Küçük ateşli silahların icadı, büyük
miktarda barut kullanılması ve ana savaşçı grubu olarak piyadelerin önem
kazanması gibi askerî-alanda yaşanan değişiklikler nedeniyle merkezî yönetimin
harcamaları hızla artmaya başladı. Askerî teknolojideki değişim, güçlü bir
toplumsal ve siyasi değişimi de beraberinde getirdi. Orduda süvarilere ve
toplumsal yapıda sipahilerin gördüğü hizmetlere olan ihtiyaç eşit derecede
azaldı. Sipahi, merkezin bürokratları tarafından aforoz edildi. Zira
sipahilerin fazla bağımsız, (genellikle merkezin yeniçerilerine karşı) yerel
isyanlara karışmaya pek hevesli ve yeni yaşam biçimleri ile modern askerî
yöntemleri kabul etmek konusunda isteksiz oldukları düşünülüyordu. Sonunda 1596
yılında sipahiler, savaş alanını terk edip topraklarına döndüler. Merkezî
yönetim, ceza olarak (ve şüphesiz büyük bir zevkle) tımar arazilerini toplu
hâlde sipahilerin elinden aldı. Yerlerine kapıkulu askerleri getirildi. Aslına
bakılırsa, sipahilerin ve tımar sisteminin çöküşü, klasik dönemin sona erdiğine
işaret ediyordu. Taşradaki askerî birlikler, nihayet merkezî orduya katıldı.
S.61
Osmanlı ordusunda hâlâ süvari taburları
mevcuttu fakat bunlar hiçbir açıdan eski sipahilere benzemiyordu. Böylece,
merkezî yönetim ile taşradaki askerler arasında bir asırdır süregelen çekişme,
başta yeniçeriler olmak üzere merkezî ordu lehine sonuçlandı. 17. yüzyılın
başlarına gelindiğinde, geleneksel sipahi kurumu neredeyse tamamen ortadan
kalkmış durumdaydı. S.62
Devlet açısından toprağın başlıca işlevi,
gelir getirmesiydi. Dolayısıyla devlet, tarım arazilerinin mülkiyetini elinde
tuttu. Bu toprakların işlenmesini ve bunlardan vergilerin toplanmasını
denetlemek amacıyla sipahileri görevlendirmek yerine, yerel ileri gelenlerden
oluşan kendi adamlarını kullandı. Bunlar arasında eskiden sipahi olup sonraları
yerel eşraf arasına karışmış bulunan kişiler de vardı. Bu yeni sisteme göre,
merkezî bürokrasiden önde gelen bir kişi tımar arazisine resmen atanıyordu. Bu
memur, tımardan elde edilen gelirden belli bir pay alıyordu. Eski sistemdeki
sipahinin aksine, bu kişi tımar arazisinde ikamet etmiyordu. Tımar ile ilgili
işlerini bizzat değil, köylüleri idare eden kendi adamları aracılığıyla
görüyordu. Böylece, merkezî yönetim, gelir getiren arazilerin yönetimini
düzenleyen yeni bir sistem kurmuş oldu.
Bu esnada, Anadolu'daki tarımsal düzen,
Celali isyanları olarak bilinen bir dizi yerel ayaklanma ile derinden
sarsılmıştı. Celali isyanlarının bir kısmı ve özellikle de yüzyılın başında
gerçekleşenler, aşiret isyanı niteliğindeydi. Sonraları, Osmanlı'da tarımsal
ilişkilerde ve vergi politikalarında yaşanan değişme bağlı olarak, Celali
isyanlarının sosyal niteliği belirginlik kazandı. 1569 yılından 1650'li yıllara
dek devam eden bu yıkıcı isyanlarını çoğunun başını toprağı elinden
alınan sipahiler çekiyordu. S.63
Toplumsal düzenin değişmesi ve merkezî
yönetimin güç kaybetmesi, vilayetler üzerindeki denetimi zayıflattı. Ayrıca
vakıfların sayısında hızlı bir artışa da yol açtı. Devletin ne vakfa ait
mülklere el koyması ne de vakfa bağışta bulunan kişilerin isteklerine engel
olması mümkündü. Bu sayede, devlet ricalinden ve yerel eşraftan çok sayıda
kişi, mülklerini ve ailelerinin maddi refahını güvenceye almak amacıyla vakıf
kurumunu yaygın şekilde kullandı. Bağışçı, ailesinin bir ferdini (hatta bazen
tüm ailesini) sürekli olarak ve yüksek bir maaşla vakıf topraklarının
yöneticiliğine tayin ediyordu. Söz konusu toprakların büyük bir kısmı,
devletten usulsüz olarak gasp edilmiş araziler idi. Vakıfların
sayısındaki bu artış, aslında sivillerin toprak üzerindeki denetimini de
yükseltti ve toplumun İslâmi kültürel özelliklerine vurgu yaptı. Tayin
edilen yöneticilerin bağışçının ailesinden olması, olumsuz bir etki yaratmamış
gibi görünmektedir. Zira bir yabancıdan ziyade aile fertlerinin bağışçının
isteklerine sadık kalması daha muhtemeldi. Vakıfların çoğalması sonucunda, dinsel
yönelimli ve zengin bir sosyal sınıf ortaya çıktı. Bu sınıf, bilim ve
teknolojiye değil, sınırlı bir uygulama alanına sahip olan eğitim ve edebiyat
alanlarına öncelik veriyordu. Klasik dönemde tüm Osmanlı vakıflarının
toplam geliri, devlet bütçesinin yalnızca yaklaşık %10 ila 14'üne denk
geliyordu. Vakıfların sayısındaki artışın ne denli büyük olduğu, 18. yüzyılın
ortalarında Osmanlı Devleti'nde bulunan bütün vakıfların toplam gelirinin,
devlet gelirlerinin yarısına tekabül ettiğini belgeleyen bir çalışmada
gösterilmektedir.
Vakıf yöneticilerinin sayısındaki artışa
rağmen, 18. yüzyıl gibi erken bir dönemde dahi vakıfların eğitim alanında ve
sosyal anlamda çok önemli hizmetler verdiği şüphe götürmemektedir. S.67
Nevşehirli İbrahim Paşa, genelde ekonomiyi
güçlendirmeye, özelde ise tarımsal üretimi artırıp ticaretin yayılmasını
sağlamaya yönelik tedbirler aldı. Bu düzenlemeler, yeni bir sosyal sınıf olarak
ayanların yükselmesine zemin hazırladı.
Ayan, belli bir mahallenin veya köyün
ileri geleni anlamına geliyordu. Bir seçimle tayin edilen ayan, yerel ve
toplumsal statüsüne göre, devlet nezdinde kendi mahallesini ya da köyünü temsil
ederdi. 17. yüzyılın başlarında sipahilerin feshedilmesinden sonra, birçok ayan
toprak tahsisatı ve vergi toplama süreçlerinde görev aldı. Sonra da ayanlıklara
tayin edildi. Ayanlık, 18. yüzyılda, ayanların sisteme dâhil edilmesini
sağlamak amacıyla yaratılan bir mevki idi.
Önce zenginleşen ve yerel nüfuz kazanan bu
gruplar, sonra bunu ayan statüsüne ya da esas olarak vergi toplama imtiyazına
dönüştürdü. Bazı ayanlar, devlet tarafından atandıktan sonra geniş bölgeler
üzerinde hâkimiyet kurdular. S.75
Yerli halkın ayanları desteklediği ve
karşılık olarak ayanların da yerli halkı merkezî yönetimin memurlarının
suiistimallerine karşı koruduğu görülmektedir. Yabancı gezginlerin yazılarında,
ayanların denetimindeki bölgeler, sıklıkla, müreffeh ve iyi yönetilen topraklar
olarak tasvir edilmektedir. Ayanların inşa ettirdiği okullar, camiler ve
imaretler, bu bölgelerin yalnızca ekonomik refaha eriştiğine değil, buralarda
yeni bir sosyoekonomik bakış açısının geliştiğine de işaret etmektedir.
Ayanlar, ordularını ve yerel idari mekanizmalarını kurarken, bunların hem etkin
ve pratik olmasını hem de örf ve âdetlere ters düşmemesini gözettiler. Başka
bir ifadeyle, yerel ölçekte modernleşmenin ilk örneklerini ortaya koyan grup,
ayanlar oldu.
Sayısı ve sahip olduğu zenginlikler
açısından ayan grubu, gerçek bir sınıf oluşturacak kaynaklara sahipti. Fakat bu
grubun kendine ait bir ideolojisi yoktu. Dolayısıyla ayanlar asla bir sosyal
sınıf teşkil etmedi. Merkezî yönetimin gözünde ayanlar, değişen sosyoekonomik
şartların bir sonucu değil, devlet otoritesine meydan okuyan isyancılardı. I.
Abdülhamit (1774-1789) döneminde, merkezî yönetimin hâkimiyeti, yalnızca birkaç
şehir ile bunların çevresindeki bölgelere indirgenmişti. Buna rağmen devlet
henüz çökmemişti. Zira ayanlar bir yandan fiilî özerkliklerini
korurken, bir yandan da devlet topraklarının savunulması için gereken
ekonomik ve askerî kaynakları sağlıyorlardı. S.77
19. Yüzyılda Modernleşme
ve Toplumsal Düzen
19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nde görülen
modernleşme çabalarının kökeninde, merkezileşme dürtüsü yatıyordu. Başlıca
amaç, padişaha tümüyle sadık yeni bir ordu oluşturmak idi. Bu ordu sayesinde
devlet, ayanlar ve ekonomik kaynaklar üzerinde denetim sağlayacaktı.
İmparatorluk bürokrasisinin politik ve toplumsal üstünlüğünü güvence altına
almak için temel şart, devletin ekonomik kaynaklar üzerinde kurduğu denetim ve
tasarruf yetkisini elinde tutmaya devam etmesiydi. Zaman içinde, koşulların
zorlaması sonucunda bürokrasi, bu kaynaklar üzerindeki kontrolünü -kendi siyasi
üstünlüğü tehdit edilmediği müddetçe- başka çıkar gruplarıyla paylaştı. 19.
yüzyılda Osmanlı bürokrasisi, ekonomik kaynakları kullanırken, Osmanlı'daki
Hıristiyanlarla ve yabancı çıkar gruplarıyla beraber hareket etti. Zira bu
gayrimüslim grupların geleneksel sistemde siyasi iktidar üzerinde meşru bir hak
iddiasında bulunmaları mümkün değildi. Diğer taraftan, devleti dinî ilkeleri
ihlal etmekle suçlayan ayanlara hem Müslüman nüfus hem de ulema arka çıkıyordu.
Dolayısıyla III. Selim (1789-1807) ile başlayan modernleşme, başlangıçta, halka
hizmet götürmekten ziyade siyasi amaçlar güdüyordu.
19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin
modernleşmesi, üç temel koşula bağlı olarak gelişti. İlk koşul, daha önce de
söz ettiğimiz merkezileşme güdüsüydü. Bu, siyasi yapıyı yeniden şekillendirdi
ve siyasi seçkinler ile sosyal gruplar arasındaki ilişkilerde var olan ikilemi
derinleştirdi. Devlet ile toplum, organik olarak birbirinden ayrıldı. İkinci
koşul, Avrupalı güçlerin giderek artan siyasi nüfuzuydu. Bu, devleti, Osmanlı
siyasi kültürüne ve geleneksel toplumsal yapısına yabancı olan yeni kurumlar ve
uygulamaları benimsemek zorunda bıraktı. Bu kurumların kültürel anlamda olumsuz
etkiler yaratması, verdikleri hizmetin değerini de düşürdü. Diğer iki koşuldan
türemiş olan üçüncü koşul ise, modernleşmenin ideolojik boyutuydu. Önce
ıslahat, daha sonra da muasırlaşma, asrileşme ve garplılaşma (Avrupalılaşma)
olarak bilinen modernleşme, hem yönetici seçkinlerin ideolojisi hem de bunların
iktidarının yegâne meşruiyet kaynağı hâline geldi. Yönetimdeki siyasi
seçkinler, bu üç koşulu diledikleri gibi yönlendirme gücünü münhasıran
ellerinde tutuyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, yönetimdeki siyasi
seçkinler grubu içinde bürokrasi, ordu ve aydınlar sınıfının bazı kesimleri yer
alıyordu. Bu arada modernleşmenin ekonomik yükü, köylünün, mülk sahiplerinin ve
diğer emekçi grupların omzuna binmiş durumdaydı.
Modernleşme yolunda ilk adım, 1793 yılında
Sultan III. Selim'in kendisine sadık yeni bir ordu kurma çabalarıyla atıldı. O
zaman başarıyla tamamlansaydı, bu girişim sayesinde devlet otoritesi
sağlamlaştırabilirdi. Fakat bu, büyük olasılıkla, toplumun sosyokültürel
dokusunda büyük bir değişim getirmeyecekti. Ancak, devletin kontrolü dışında
gelişen birtakım iç ve dış olaylar neticesinde, modernleşme yanlısı padişahlar,
hem merkezileşme çabalarının odağını hem de devlet ile taşra ve sosyal gruplar
arasındaki ilişkilere dair görüşlerini değiştirmek mecburiyetinde kaldılar.
1798 yılında Mısır'ın Fransızların eline geçmesi, Osmanlı Devleti'nin iç ve dış
politikasında olağanüstü bir etki yarattı. S.80
Özellikle II. Mahmut (1808-1839) dönemine
gelindiğinde, Osmanlı dış politikası artık Avrupa güçlerine
bağımlı hâle gelmişti.
İngiltere ile 1838 ve 1861 yıllarında
imzalanan ticaret antlaşmaları, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, Paris
Barış Antlaşması ve 1856 yılındaki Islahat Fermanı: Bunların her
biri, değişik ölçülerde, uluslararası ilişkilerin bir sonucuydu.
Aynı zamanda, bunların her biri, Osmanlı toplumsal
yapısını derinden değiştiren iç değişim araçlarıydı. II. Mahmut
döneminde Osmanlı dış politikası artık serbest bir şekilde
ve ülkenin temel çıkarlarına ve geleneklerine uygun olarak belirlenmiyordu.
Bundan ziyade, dış politika belirlenirken dışarıdan gelen baskılar ve
hızla elde edilebilecek kısa vadeli kazançlar göz önüne alınıyordu. II.
Mahmut'un benimsediği gelenek karşıtı görüş, yenilik ve değişim
hareketinin ruhunu değiştirdi. Gelenek karşıtı görüş, her yeniliğin
'gelişim' olarak değerlendirilmesine yol açtı. S.81
Tanzimat döneminde II. Mahmut'un bakış
açısına uygun olarak Avrupa'nın idari kurumlarının üstün olduğu fikrini kabul
edenler, Avrupa'nın politik ve kültürel sisteminin de üstün olduğunu zımnen
kabul etmiş oldular. İlerleyen yıllarda yabancılaşma iyice arttı. Bunun
sonucunda, bu yabancılaşmaya tepki olarak yerli kültürel düzeni koruma çabaları
da gelişti.
Osmanlı Devleti'nde modernleşme
hareketlerinin öncelikli amacı, bürokrasinin hizmet sunma kapasitesini
genişletmekten veya tebaanın yaşam standartlarını yükseltmekten ziyade, merkezi
iktidarı sağlamlaştırmaktı. Üstelik modernleşme oldukça kapsamlı yıkıcı etkilere
yol açtı. Eski düzenin simgeleri, kalıpları ve kurumları, yönetim düzeyinde
yıkıldı. Yeni toplumsal ve siyasi kalıpların ve bunlara ait ideolojilerin
yerleşmesi için yol açıldı. Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki dinsel
farklılıklar, siyasi ve toplumsal bir boyut kazandı. En sonunda bu
farklılıklar, yeni tabiiyet ve milliyet hisleri olarak dışa vuruldu. Nüfusun
Müslüman kesimi, derin bir kültürel kırılma yaşadı. Yönetici seçkinler grubu,
bu kırılma vasıtasıyla düşünce, davranış ve alışkanlıkları açısından keskin bir
şekilde farklılaştı. Yönetilenler ile -başta bürokrasinin en üst kademeleri
olmak üzere- yönetenlerin hâlâ aynı din, dil ve günlük âdetleri paylaştığı
iddia ediliyordu. Buna rağmen, yönetilenler, yönetenlerle aralarında, giderek daha
az benzerlik kurabilir oldu. S.83
Merkezileşme
19. yüzyılda Osmanlı toplumunun yaşadığı
dönüşümün tohumları III. Selim'in başlattığı merkezileşme hareketi ile atıldı.
III. Selim 1793 yılında Nizam-ı Cedid adlı modern bir ordu kurmaya karar verdi.
Bu ordu, merkezî yönetimin iktidarını yeniden inşa etmesi ve ayanların dize
getirilmesi için bir araç olacaktı. Yeni birlikler, geleneksel ordudan ayrıydı.
Bunlar, özel kışlalarda ve esas olarak Fransız subaylardan talim gören
birliklerdi. Üniformaları, silahları ve talim kitapçıkları çoğunlukla Fransız
kökenliydi. Bu nedenle III. Selim'in modern ordusu en başından beri yabancı bir
görünüm arz etti. Yine de III. Selim'in tahttan indirilmesi ve ordusunun
dağıtılması ile sonuçlanan muhalif tepkiler, 1807 yılına dek alevlenmedi.
Genellikle bu isyan, yeniçeriler ve ulema
tarafından düzenlenen modernleşme karşıtı bir ayaklanma olarak tasvir
edilmektedir. Fakat yakından bakıldığında, farklı bir manzara ortaya
çıkmaktadır. İlk olarak, III. Selim'in reformları genel bir huzursuzluk
yaratmıştı. Bu hoşnutsuzluk, özellikle küçük bir bürokratlar grubuna
yönelmişti. Bu bürokratların büyük bir kısmı kalemiyenin
reisülküttap dairesine mensuptu. Bunların, III. Selim üzerinde muazzam bir
etkileri vardı. Bazı üyeleri materyalist bir felsefeyi benimsemiş olan bu küçük
ve modernleşme yanlısı klik, bir reform stratejisi geliştirmişti. S.85
1807 yılındaki isyan sonucunda III. Selim
tahttan indirildi ve yerine geçici olarak Sultan IV. Mustafa (1807-1808)
getirildi. Bu isyana, sarayın muhafızları da dâhil olmak üzere başkentteki tüm
askerî birlikler iştirak etti. Başını yeniçeriler ile ulemanın çektiği isyana
Rumeli ayanları, tüccarlar ve zanaatkârlar da destek verdi.
Alemdar Mustafa Paşa'yı III. Selim'i
tekrar tahta çıkarmak için ordusuyla İstanbul'a yürümeye ikna ettiklerinde III.
Selim öldürülmüştü. Bu nedenle tahta II. Mahmut (1808-1839) çıkarıldı. Bir avuç
bürokratın yönlendirmesiyle bu harekâtı gerçekleştiren Alemdar Mustafa Paşa ise
talep ettiği üzere, sadrazamlığa atandı. Bu kudretli makamı sayesinde,
yeniçerileri bastırabilecek ve başkentte düzeni sağlayacak güce kavuştu. S.86
II. Mahmut, kendi yönetimindeki bu geniş
orduyu, ayanları yakalamak ve ortadan kaldırmak için kullandı. Ayanların büyük
bir kısmını öldürttü ve bunların mallarını kendi adamları arasında paylaştırdı.
Ardından, gazabını bürokrasinin hedef gösterdiği daha küçük ayanlara yöneltti.
Yeniden güç kazanmalarını engellemek için bu ayanları da ortadan kaldırdı.
Ayanların tasfiye edilmesi, Osmanlı
toplumu üzerinde ve devlet ekonomisinin kaderi açısından büyük bir etki
yarattı. İlk olarak, ayanların ortadan kaldırılması, devletin taşradaki
ekonomik kaynaklar üzerinde sıkı bir denetim kurmasına olanak verdi. Bu
topraklar, kısa zaman içinde yeniden düzenlenecekti. İkinci olarak, ayanlar
bertaraf edilince, idari sorumlulukların yerel temsilcilerle paylaşılması
ihtiyacı da ortadan kalktı. Üçüncü olarak, ayanların tasfiyesi, bürokrasiyi,
kendi siyasi üstünlüğüne ve ekonomik kaynaklar üzerindeki denetimine meydan
okumaya kalkışan her türlü toplumsal gruba karşı her daim sert bir tavırla
karşılık vermeye teşvik etti. Diğer grupların ülkenin ekonomik kaynaklarından
faydalanması için bürokrasi ile işbirliği yapmaları veya bürokrasi tarafından
belirlenen biçimde hareket etmeleri gerekecekti. Bu durum, özellikle padişahın
yetkilerinin kısıtlanmasından sonra daha da hissedilir oldu. Kısa süre içinde,
'merkezileşme' padişahın mutlak gücüyle eşanlamlı hâle geldi. Sultan II.
Mahmut, devletin eski yönetim geleneklerine dayanarak bu durumu meşrulaştırmaya
çalıştı. Ancak, eski yönetim gelenekleri, reformlar sonucunda kökten
sarsılmıştı.
II. Mahmut, kendi mutlak gücüne karşı
ortaya çıkan her tür muhalefeti tasfıye etmeye devam etti. 1826 yılında
yeniçeriler kanlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Halktan gelebilecek
tepkilerin önüne geçmek için, Bektaşi dergâhı da kapatıldı. 1830 yılında
sipahiler ve tımarlar ya da bunlardan geriye kalan ne varsa tasfiye edildi. II.
Mahmut, Evkaf Nezareti'ni kurarak yerel özerkliğe ve vakıflara hâlihazırda
büyük bir darbe indirmiş bulunuyordu. Amacı, vakıf gelirlerinin ve
yönetimlerinin merkezileştirîlmesiydi. Fakat bu hedef bir süre daha tam olarak
gerçekleştirilemedi. S.88
Tanzimat liderleri, Müslümanlar arasında
güçlü sosyal grupların yükselişini engellemeyi başardıkları hâlde,
Hıristiyanları kontrol altında tutamadılar. 1839 ve özellikle 1856 yıllarındaki
fermanlar ile Avrupa'nın himayesi sayesinde Hıristiyan tebaa içinde kapitalist
ekonominin hür yasalarına tabi olan ayrı toplumsal gruplar yükseldi. Bu süreçte
etnik ve dinî hisleri canlanan ve ekonomik güç kazanan Hıristiyanlar, nihayet
bir millî kimlik duygusu edindi. S.93
Tanzimat'ın başlattığı zincirleme değişim
hareketi, Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) döneminde de devam etti. Sultan, bu
değişimlere İslâmi bir renk katmak için çaba sarf ediyordu. Gerçekten de, II.
Abdülhamit, devlete ve iktidara dair eski İslâmi kavramları yeniden
canlandırmaya çalıştı. Bunu yaparken, selefinin kullandığı katı merkezileşme ve
bürokratik denetim yöntemlerini aynen uygulamayı seçti. S.103
II. Abdülhamit dönemine iki temel olgu
damgasını vurdu: Bir taraftan zihniyet açısından toplumun sahip olduğu inanç
sisteminin ilkeleriyle ilişkilendirilmeyen bir ekonomik büyüme yaşandı. Diğer
taraftan ise, birçok yönüyle tamamen ideolojik bir nitelik taşıyan bir
modernleşme kavramı gelişti. Bu, Müslüman nüfusun geneliyle bürokrat aydınlar
arasında bölünmeye yol açtı. Zira tarihsel devamlılığı ve kültürel
gelenekçiliği temsil etmeye başlayan dinî kurum tekrar canlanmıştı. Böylece
dinî kurum ile Müslüman nüfus arasındaki bağlar da iyice sağlamlaşmıştı.
Aydınların siyasi talep olarak 'liberalizm ve meşrutiyeti' öne sürmeleri
karşısında, gelenekçiler de muhafazakârlığı ve mutlakiyetçiliği savunuyordu. Bu
görüş ayrılığı, modernleşme taraftarları ile muhafazakârlar arasındaki
bölünmeye her an patlamaya hazır bir siyasi boyut kazandırdı. Gerçekte, her iki
grubun da hakiki görüşü ile takındığı ideolojik tavır arasında büyük fark
vardı. Bu ikilem, toplumsal değişimin tek başına yol açabileceği normal bir ayrımdan
çok daha ciddi boyutlara ulaştı. S.104
Vakıflar zayıflamış hâldeydi. Müslüman
nüfusun eğitimi de fena surette can çekişiyordu. Halil İnalcık, Osmanlı
iktisadi zihniyetine göre, 'Devletin nihai amacının hükümdarın
iktidarını genişletmek ve pekiştirmek olduğunu; bu amaca ulaşmanın tek yolunun
zengin gelir kaynaklarına erişimden geçtiğini' belirtmektedir. İşte
tam da bu gelir arayışı nedeniyle devlet, vakıf mallarına göz dikti.
Vakıfların, modern bir ekonomik sistemin kurulmasına engel teşkil ettiği düşünülüyordu.
Zira bu kurumlar, hem tarımsal araziler hem de şehirdeki mülkler üzerinde
denetim sahibiydi. Ancak, vakıflar, Müslüman nüfus için okullara ve sosyal
hizmetlere mali destek vermek gibi çok önemli bir rol de oynuyordu. 19.
yüzyılda devlet, vakıflara ait malların çoğuna el koydu. Bunun yanı sıra,
devlet daha önce bu vakıf mallarından elde edilen gelirle desteklenen eğitim,
sağlık ve sosyal hizmetleri sağlama görevini üstlendiğini de duyurdu. Fakat
hizmet talebinin yalnızca küçük bir kısmı karşılanabildi. Gayrimüslim
çocukların eğitimi, her zaman olduğu gibi kendi dinî kurumlarınca desteklenen
okullarda devam etti. Buna karşın, yüzyıllar boyunca vakıfların
desteklediği okul sisteminden faydalanmış olan Müslüman çoğunluk, hem eski
okullardan mahrum kaldı hem de bunun yerine, oturmuş modern bir eğitim
sistemine kavuşamadı. Bu durum, II. Abdülhamit'in 1901 yılında
Babıali'ye gönderdiği bir yazıda açıkça dile getiriliyordu.
Bu arada, 'Rum ve Ermeni tebaa, sınırlı
sayılarına rağmen 5 ila 10 ailenin yaşadığı en küçük köylerde dahi, ya mevcut
okul ve kiliselerini yetersiz bulmaktaydı ya da yenilerini inşa etmek,
eldekileri tamir etmek veya genişletmek işine girişmiş hâldeydi.
Hıristiyanların okul ve kiliseleri güzelleşe dursun, çok sayıda medrese ve cami
kullanılmaz hâldeydi ve tamirata ihtiyaç duyuyordu. S.105
II. Abdülhamit vakıfların gerçek anlamda
yeniden canlanmasını sağlamaktan değil, okullarda hem dinî meselelerin
işlenmesine hem de pratik derslerin verilmesine yönelik yeni bir devlet
politikası gütmekten yana idi. Padişahın bu politikası bir ölçüde hayata
geçirildi. Böylece, devletin eğitimdeki rolü arttı ve vakıfların özerk
konumunun tam tersi bir durum meydana geldi. S.106
II. Abdülhamit'in saltanatı esnasında
devletin vakıf işlerine müdahalesi azalma gösterdiyse de, tam olarak
durmadı. Jön Türkler, modern eğitimi yaymak konusundaki yoğun
çabalarına rağmen vakıflara ve eski eğitim sistemine son darbeyi vuran grup
oldu. Böylece, Birinci Dünya Savaşı arifesinde Orta Doğu'da okuma
yazma bilmeyenlerin toplam nüfusa oranı tahminen ortalama %90'a
tırmanmış hâldeydi. Eğitimin modernleşme çağındaki vaziyeti, tek
bir kelimeyle özetlenebilirdi: Felaket. Bunun nedeni, büyük ölçüde,
devletin halka hizmet etme sorumluluğunu benimsemekte başarısız olmasıydı?
S.107
Düşüşe geçen Müslüman okullarının aksine,
gayrimüslim eğitim kurumları tam bir devrim yaşadı. 19. yüzyılın başlarında,
Hıristiyan okulları çoğunlukla tek odalı, küçük mekânlardı. Bu okullarda
eğitim, rahipler tarafından verilirdi. Hıristiyanlar arasında bir tüccar-seçkin
grubunun ortaya çıkması ile beraber hızla modern okullar kurulmaya başlanıldı.
Zira tüccar-seçkinlerin gözünde eğitim, ticaretin ve aydınlanmanın -sonraları
ise ulusal uyanışın- ayrılmaz bir parçasıydı. Dolayısıyla tüccar-seçkinler
eğitime büyük önem atfediyordu. Gayrimüslim okullar, kilise mallarından elde
edilen gelir ve kendi cemaatleri tarafından destekleniyordu. Başlıca mali
katkıyı tüccarlar sağlıyordu. Bu okullar, 19. yüzyılın sonlarına dek
devlet denetiminin de dışında kaldı. Böylece 19. yüzyılın sonlarında
Osmanlı Hıristiyanlarının eğitim sistemi, her ne kadar Avrupa'daki eğitim
sistemi kadar pragmatik ruhlu ve hizmete yönelik olmasa dahi yine de
Müslümanlarınkinden çok daha üstün bir konuma gelmişti. Üstelik Hıristiyan
okulları, Hıristiyanların Avrupa sermayesi ile Osmanlı üreticisi ve tüketicisi
arasında oynadıkları aracı role uygun bir eğitim verme işine oldukça uyum
sağlamış görünüyordu. Fransızlar ile Amerikalılar tarafından açılan misyoner
okullarına, neredeyse 19. yüzyılın sonuna dek, yalnızca Hıristiyanlar devam
etti. Bu da, Hıristiyan cemaatin eğitim sisteminin kalitesini yükselten bir
unsurdu. S.109
19. yüzyılın ortalarından itibaren,
Müslümanların daha yüksek bir toplumsal konum elde etmelerinin başlıca yolu,
devlet hizmeti olarak görülüyordu. Bürokrasi kadrolarında yer almak için genel
teori derslerine büyük ağırlık veren bir müfredatı olan 'modern' okullarda
eğitim görmüş olmak gerekiyordu.
Sıradan bir Müslümanın teşebbüs ve iktisat
hırsını tatmin etme şansına sahip olduğu tek alan, tarım sektörü gibi
görünüyordu. Toprak rejimindeki hukuki düzenlemeler, Müslümanların lehineydi.
Kasaba eşrafından çok sayıda kimse, toprak üzerinde özel mülkiyete benzer
birtakım hakları hâlihazırda elde etmişti. Bunlar, 1845 yılında ve sonrasında
mülk olarak kayda geçirildi. Önceden de belirtildiği gibi Irak'ta, Güneydoğu
Anadolu'da ve Suriye'nin kuzeyinde aşiretlere ait olan veya ortak kullanılan
toprakların büyük bir kısmı, yerel eşraftan bir kimsenin veya bir Müslüman
aşiret şeyhinin adına kaydediliyordu. Dolayısıyla, yirminci yüzyılın başlarında
nüfusun yalnızca %2'sine tekabül eden küçük bir toprak ağaları grubu,
arazilerin %80'inden fazlasını elinde toplamıştı.
1857 ve 1867 yıllarında yabancılara arazi
satın alma izni çıkarılmış olmasına ve yabancı sermaye tarafından işletilen
birkaç büyük tarım şirketinin mevcudiyetine rağmen, Anadolu'da toprak mülkiyeti
baskın bir şekilde Müslümanların elinde kaldı. Bu Müslüman toprak sahipleri
arasında yerel eşraf ve küçük çiftçiler yer alıyordu. Aynı durum, Balkanlar'da
da geçerliydi. Fakat Balkanlar'daki büyük arazi sahibi Müslümanların oranı,
Anadolu'dakilerinkine göre daha yüksekti. Bu, Balkanlar'daki toplumsal gerilimi
artıran bir etkendi. S.112
Beşeri Kaynaklar ve
İskân biçimleri
19. yüzyılın ikinci yarısında
Osmanlı nüfusunun dini ve etnik yapısı ve hacmi çarpıcı bir
değişim geçirdi. Dışarıdan Osmanlı Devleti'ne göç eden Müslümanların
gelişi ile beraber balkanların Anadolu'nun ve Suriye'nin kuzeyi ile Irak'ın
toplumsal ve ekonomik çehresi değişti. S.127
Göçün etkilerinin hem nitelik hem de
nicelik açısından çok boyutlu olduğunu söylemek yeterlidir. Bu etkiler, Osmanlı
yaşamının her yönüne sızmıştır. Göçün ilk etkisi, Osmanlı nüfusunun toplam
hacmini çarpıcı şekilde artırmak oldu. İkinci olarak, Anadolu, Suriye ve Irak
topraklarında yaşan Müslümanların Hıristiyanlara oranı, Müslümanların lehinde
değişti. Osmanlı Devleti, ağırlıklı olarak Müslüman bir devlet hâline geldi. Bu
dönüşüm, siyasi ve kültürel anlamda derin izler bıraktı. Zira devlet, Müslümanları
gözeten bir politika gütmek zorunda kaldı. 1844 ila 1856 yılları arasındaki
dönemde gayrimüslimler, (Afrika hariç olmak üzere) nüfusun yaklaşık olarak
%38'ini oluşturuyordu. Bu oran, 1884 yılında yaklaşık %25'e ve 1897 yılında
yaklaşık %20 'ye geriledi. Osmanlı Devleti'nin kayıt altına
aldığı istatistikler 1860 ila 1900 yılları arasında Osmanlı nüfusunun
%80'i aşan bir büyüme gösterdiğine işaret etmektedir. S.132
19. yüzyılda Osmanlı'da modernleşme,
devlet eliyle planlandı ve uygulandı. Fakat bu esnada, tebaanın eğitimine ve
refahına veya dinî ve kültürel mirasa yeterince önem atfedilmedi. Osmanlı
Devleti'nde modernleşme, temel olarak, yeni kurumlar olarak çok çeşitli makam
ve dairelerin kurulmasından, merkezileşmeden ve 'devleti sağlamlaştırmak ve
muhafaza etmek' sloganıyla getirilen ve ardı arkası kesilmeyen bir dizi yasal
düzenlemeden ibaretti. S.150
Osmanlı Devleti'nde 1808 ila 1876 yılları
arasında meydana gelen modernleşme hareketi, hem Müslümanları hem de
Hıristiyanları yabancılaştırdı. Bu yabancılaşmanın iki grup nezdinde farklı
sebepleri vardı. Müslümanların gözünde devlet, İslâmi inanç, kültür ve
gelenekler karşısında gerçek bir düşmana dönüşme potansiyeline sahipti.
Müslümanlar, devletin aynı zamanda bir sömürü ve baskı aracı olarak kullanıldığını
da düşünmeye başlamıştı. Öte yandan, Hıristiyanların geleneksel, dinî ve
kültürel özgürlükleri hükümet denetiminden muaftı. Ancak meslek bakımından
ilerlemiş bir cemaat olan Hıristiyanların da uzmanlaşmış mesleki hizmet
talepleri devlet tarafından karşılanamıyordu. Sonunda her iki grup da devlete
karşı nefret beslemek konusunda birleşti. Osmanlı yönetimi, tarihinin
hiçbir döneminde, bu yüz senelik nafile modernleşme sürecinin ilk yetmiş beş
senesinde olduğu kadar kendi halkından tecrit olmamıştı. S.152
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 341 / Nisan 2019