Sosyal bilimlerin önemli bir konusu olan sivil din kavramına hem sosyal bilimlerin doğası ve hem de konunun son derece girift olması dolayısıyla ‘efrâdın câmî ağyârına mâni’bir tanım getirmek mümkün görünmemektedir. Siyaset bilimcilerin sivil din tanımı ile söz gelimi, teologların sivil din tanımı benzerlikler arz etmesine karşın pek çok noktada farklılık gösterir. Sivil din ifadesinin işaret ettiği olguyu tanımlamanın zorluğu, söz konusu ifadenin işaret ettiği alanları tanımlamanın zorluğunun yanında, bu alanların birbirleriyle olan ilişki biçimlerini belirlemenin zorluğuyla da ilgilidir. Rousseau siyaset felsefesinde sivil din kavramını kullanan ilk düşünür olurken, Durkheim aynı ifadeyi kullanmaksızın aynı konudaki sosyolojik çözümlemelerinde benzer görüşler serdetmiştir. Rousseau, dini, hayâl ettiği ideal bir devletin olmazsa olmaz uzlaştırıcı bir unsuru olarak görüp, bir din (sivil din) icat etme yolunu seçmiştir. Tanıtımını yaptığımız bu eser, beşeriyete ibadet mezhebi hükmünde olan sivil din konusunda, türkçe olarak yayınlanan güzel bir incelemedir.
Sivil Din / Ulus Olmanın
Kutsal Temeli
|
Giriş
“Sosyal bilimlerin önemli bir konusu olan
sivil din kavramına hem sosyal bilimlerin doğası ve hem de konunun son derece
girift olması dolayısıyla ‘efrâdına câmî ağyârına mâni’bir tanım
getirmek mümkün görünmemektedir. Siyaset bilimcilerin sivil din tanımı ile söz
gelimi, teologların sivil din tanımı benzerlikler arz etmesine karşın pek çok
noktada farklılık gösterir. Sivil din ifadesinin işaret ettiği olguyu
tanımlamanın zorluğu, söz konusu ifadenin işaret ettiği alanları tanımlamanın
zorluğunun yanında, bu alanların birbirleriyle olan ilişki biçimlerini
belirlemenin zorluğuyla da ilgilidir.” S.11
“Çalışmanın temel iki hedefi var:
Bunlardan birincisi, sivil din konusunu farklı perspektiflerden ele alıp
tanımlamak yerine, ‘sivil dini’ olanın ne olduğunu ‘tanımamızı’ sağlayacak
araçlara -kavram, teori, kategori- âşina olmaktır. İkincisi ise, okuyucu/araştırıcı için
herhangi bir toplumda en geniş anlamıyla din/sivil din ve devlet
arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişki olduğu hakkında sosyolojik çözümlemeler
yapabilecek araştırma alanları tespit etmektir. Temel tezimiz ise farklı
sosyal yapılara sahip toplumlarda bile, radikal bir bağlamlaştırmaya
gitmeksizin, benzer sivil dinî yapıların veya Bellah’ın ifadesiyle dinî
boyutun, hemen her toplumda görülebileceğidir.
Elinizdeki çalışma üç bölümden meydana
gelmiştir: Birinci bölümde, R. Bellah’ın meşhur edip
akademik bir ilgi alanı hâline getirdiği sivil din kavramına kaynaklık ettiğini
düşündüğümüz birbirinden farklı gibi görünen fakat aslında birbirleriyle olan
ilişkileri hiç bitmeyen siyasî ve sosyolojik geleneğin iki temsilcisinin
görüşlerinin bir analizi sunulacaktır: Jean-Jacques Rousseau ve Emile Durkheim.
Böyle bir arka plan gereklidir, zira pek çok araştırmacı Bellah’ın Durkheim’dan
ciddi bir şekilde etkilendiği hususuna fazlasıyla vurgu yaparken, Rousseau
etkisine yeterince değinildiğini söylemek zordur. Bu bölümde, Rousseau’nun
din-siyaset ilişkisi hakkında geliştirdiği tezlerin, Bellah’ın sosyolojik
çözümlemeleri üzerinde, en az Durkheim kadar etkili olduğunu göstermeye
çalışacağız. Bu etkinin izlerini, Rousseau’nun, kadim Greko-Romen toplumundaki
din-siyaset ilişkisinin doğasına duyduğu özlemde somutlaştığını görmek
mümkündür.
İkinci bölümde ise, sivil din konusu
Bellah’ın çalışmalarına ve bu çalışmalar etrafında gelişen literatüre
müracaatla analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu bölümde, sivil din konusu Amerika
özelinde ele alınmasına karşın, sivil dinin farklı tanımları ortaya konulurken
tanımlar arasındaki geçişlilik dolayısıyla farklı toplumlarda sivil din benzeri
oluşumların analizinin mümkün olup olamayacağı sorunsalının tartışılmasına bir
zemin hazırlanacaktır.
Üçüncü bölümde ise Bellah’ın Amerikan
tecrübesinden hareketle geliştirdiği sivil din teorisinin ne gibi sosyal ve
siyasal sonuçlara yol açtığının bir analizi sunulacaktır. Bu bölümde dinî
olanla siyasî olanı birleştirmesine karşın, son sözü siyasî olana veren
Webb’in, Amerika’nın, dünya tarihinde ve arenasında farklı ve benzersiz bir
konuma ve role sahip olduğunu savunan teolojik görüşü incelenecektir. Bu tür
bir sivil din anlayışının Tanrı’nın rolünü Amerika’ya vermek şeklinde
sonuçlanacak bir sürecin başlamasına yol açacağı/açtığı konusu eleştirel bir
bakış açısıyla ele alınacaktır.”S.13
1.BÖLÜM
BİR TEORİ OLARAK SİVİL
DİNİN FİKRİ ARKA PLANI: ROUSSEAU VE
DURKHEIM
Rousseau’da Din-Siyaset
İlişkisi
“Her ne kadar ana akım din sosyolojindeki
kullanımı Amerikalı sosyolog Robert. N. Bellah’a atfedilse de, konuyla ilgili
literatür, sivil din kavramının kaynağının, kadim Yunan ve Roma kültürlerinde
aranması gerektiği konusundaki tezleri destekler niteliktedir. Zira din
kavramının Greko-Romen toplumda sahip olduğu anlam, kutsalın, birey tarafından
içsel bir tecrübeyle hissedilmesi değil, bireyin, toplumun, üzerine bina
edilmiş olduğu davranış örüntüleri, ritüeller, moral değerler ve yasalara saygı
göstermesi gibi toplumsal hususları içerir. Bireyin derûnî dünyasını
ilgilendiren din ise kişinin kendi dinidir ve Sokrates örneğinde olduğu gibi,
devletin siyasî dini ile çatışmadığı sürece toplumda varlığını sürdürebilir.
Ayrıca, Batı düşünce tarihinin klasik figürlerinden Platon’da da görüleceği
üzere din ya da benzeri bir kurum Cumhuriyet’in olmazsa olmazlarından biridir.
Platon’a göre, örneğin, akıl, erosu
doğrudan kontrol edebilecek güce sahip değildir. Bu nedenle Sokrates geleneksel
dinî süreçlere müracaat etmek zorundaydı... Toplumun geleceği için, örneğin,
evlilikler olabildiğince kutsal hâle getirilmeliydi. Bu evliliklerden en
yararlı olanı da kutsal kabul edilmeliydi. Bu arada, her ne kadar evlilik ile
kutsallık arasındaki ilişki pagan dininin özünde mevcut idiyse de, toplumda kök
salması istenen ritüeller, kurucu babalar tarafından icat edilmişti. Bu noktada
Sokrates’in kutsal tanımı konumuz açısından önemlidir: ‘Kutsal site
(şehir/polis/toplum) için faydalı olandır, tanrıların olmasını istediği olan
değil.’ Dolayısıyla kurucu babalar/yöneticiler/elite, yönetilenlerin/toplumun
yararına olmak üzere yalana ve kandırmacaya sıkça müracaat etmek zorunda
kalabilirler. Bu ise kabul edilebilirdir. Zira insanların doğasında varolan
kötüye meyletme dürtüsü ancak din gibi, yaptırım gücü son derece yüksek, bir
kurum ile kontrol altına alınabilirdi.
‘Asil yalan’, Platon’un siyaset felsefesinin temel taşlarından
biri olarak, bireyin toplum karşısında ikincil konumda olması gerektiğini
savunan düşünürlerin bugün bile sıklıkla müracaat ettiği bir kavramdır.” S.16
“Rousseau siyaset felsefesinde sivil din
kavramını kullanan ilk düşünür olurken, Durkheim aynı ifadeyi kullanmaksızın
aynı konudaki sosyolojik çözümlemelerinde benzer görüşler serdetmiştir.
Rousseau, dini, hayâl ettiği ideal bir devletin olmazsa olmaz uzlaştırıcı bir
unsuru olarak görüp, bir din (sivil din) icat etme yolunu seçer. Durkheim ise,
adı konmamış da olsa sosyal, dayanışma, kilise, ahlâk ve eğitim gibi kavramlara
müracaatla aslında her toplumda birleştirici/uzlaştırıcı bir unsur olarak dinin
zaten var olduğuna ve bunun, Rousseau’nun aksine, icat yoluyla değil
kendiliğinden, zaman içinde ortaya çıktığı tezine vurgu yapar.” S.17
Rousseau’da Din ve Sivil
Din
“Kendi dönemindeki çalkantılı siyasî ve
sosyal hayatın ciddi bir eleştirmeni olan Rousseau’ya göre, toplumda ortak bir
değerler ve erdemler bütünü olmadığı gibi, modern siyasî sistem, vatanseverlik
ve sivil din gibi birleştirici/uzlaştırıcı unsurlardan da mahrumdur. Aksine
modern toplum sıradan bir felsefî anlayışa ve eğitici olmaktan uzak bir sanat
anlayışına adeta teslim olmuş gibidir? Buna mukabil Rousseau kadim topluma,
daha doğrusu onun birleşik yapısına, ahlâki değerlere atfettiği öneme, sivil
dinine, vatanseverlik anlayışına ve sade hayat tarzına,
vatandaşlarını bir ‘birlik’ hâline getirebilmesi dolayısıyla
hayrandır. Zira Rousseau’ya göre bir toplum için öncelikli olan birliğin
sağlanabilmesidir. Bu birliğin sağlanmasında müracaat edilen yöntemlerin,
uygulanan politikaların etkili olması, söz konusu yöntem ve politikaların
yalnızca geçerli değil, aynı zamanda meşru olduğunu gösterir. Aynı şey din söz
konusu olduğunda da geçerlidir. Ernest Baker’ın ifadesiyle tebaanın, yani tüm
vatandaşların imparatora belirgin bir şekilde bir tanrı ve bir kurtarıcı olarak
tapması imparatorluğun bir çeşit dini toplum haline gelmesine yol açar.
Rousseau’ya göre, söz konusu kadim
toplumlarda birey, ‘daha geniş bir bütünün parçasıdır ve bir anlamda
birey hayatını ve varlığını bu yapıdan alır.’ Buna karşın
modern önyargılar, sıradanlaşan felsefe ve kişisel menfaat hırsı, modern
bireyi, yaptığı her şeyde kadim insana ilham kaynağı olan manevi güç benzeri
bir kaynaktan mahrum bırakmıştır. Bireyin daha geniş toplum yapısıyla
özdeşleşmesini sağlayan bu manevî kaynaktan mahrum olma durumu, toplumdaki her
türlü kötülüklerin kaynağı olan insanın kendine âşık olması gibi, son derece
tehlikeli bir anlayışın ortaya çıkmasına kapı aralamıştır.
Rousseau’nun ideal toplumunda bireylere
ilham kaynağı olacak sosyal ve siyasal kurumlara ihtiyaç duyulduğu açıktır. En
ideal sosyal kurumlar, bireyi kendi doğasından sıyırarak mutlak varlığını
elinden alıp, ona görece bir varlık bahşeden ve moi (ego, ben)’i ortak yapıya
dâhil edebilen kurumlardır.”S.20
“Rousseau’nun asıl vurgu yaptığı
konuların, belirgin olarak büyük adam teorileri, siyasî eğitimin gerekliliği ve
gelişmiş bir bireysel iradenin ideal bir toplum için sorunlu, hatta
tehlikeli olduğu ve dolayısıyla gelişmemesi/sindirilmesi gerektiği gibi konular
olduğu görülür. Bu yorumlara binaen Rousseau düşüncesinde aslında toplumsal
iradenin bireyin iradesini öncelediği, dahası öncelemesi gerektiği fikrinin
başat bir konuma sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Rousseau’nun siyasî önceliği, bireyin
bireysel iradesinden ziyade, toplumsal bütünlük ve bu bütünlüğün devamının
sağlanması gerektiğinden hareketle, kolektif iradedir. Bu bütünlüğü sağlayıcı
kurumların başında ise dinin öncelikli ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu
da bilinmektedir. Peki, toplumu bir arada tutacak, vatandaşlara ben
bilincinden ziyade biz bilincini aşılayacak ve dahası tüm bireysel dinî
kimliklerin üstünde toplumsal/millî bir dini kimlik bilinci sunabilecek bir din
var mıdır? Varsa bunun özellikleri, dogmaları nelerdir...
Zikredilen soruların cevabı bizi tam da
tartışmanın kalbine yani sivil din fikrine götürür. Rousseau’nun birinci soruya
verdiği cevap nettir: Hayır, böyle bir din kendi döneminde mevcut değildir. Ama
böyle bir dininin mevcut olmayışı onun gerekliliğinin ve fonksiyonunun
ortadan kalktığı anlamına gelmez. Eğer toplumu bir arada tutan din ya da din
benzeri bir kurum yoksa tıpkı Platon’da ve Voltaire’de olduğu gibi,
uydurma bile olsa (asil yalan örneğinde olduğu gibi),
yaratılmalıdır. Zira en karizmatik kanun yapıcılar bile
vatandaşları yalnızca akla müracaatla ikna etmede başarılı olamazlar.Yeni
bir Cumhuriyet’in yaratılabilmesi ancak tanrıların yaptırım gücüne müracaatla
mümkün olabilir. Rousseau’nun sivil din anlayışının dogmalarından
birinin yüce bir varlığa iman olmasının arkasında böyle bir anlayışın olduğu
aşikârdır.”S.22
“Rousseau’nun sivil din teorisini
detaylıca ele almadan önce, onun söz konusu dini ortaya koyarken güttüğü temel
gayenin iki boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi sosyal düzenin
meşruiyetini izah edebilecek rasyonel bir siyaset teorisi, ikincisi de siyasî
itaatin ve otoritenin temellerini, meşruluğunu ve sınırlarını izah etmek olarak
özetlenebilir. Hammond’a göre Rousseau, söz konusu hedeflere kendisini
ulaştıracak en etkili aracın sivil din olduğunu ifade eder. Söylenenler ışığında
Rousseau’nun, dini aslında geleneksel din anlayışlarında olduğu gibi, insanları
özellikle öteki dünyada mutluluğa götürecek bir hedef değil, aksine bu dünyada
ve belli bir toplum içinde düzeni ve birliği sağlayıcı bir araç olarak
gördüğünü söyleyebiliriz.
Rousseau yorumcularına göre, ‘Sivil
Din’ bölümü kabaca üç safhada ele alınabilir. Birinci safhada
Rousseau devletin ve dinin birbirlerine nasıl olup da ihtiyaç duyduğunu
tarihsel bir perspektiften ele almaya koyulur. Ona göre, ‘Hiçbir devlet, temelinde
din olmaksızın kurulmuş ve varlığını sürdürmüş değildir.’ Böylece
Rousseau, dinin yalnızca toplum için değil, aynı zamanda fonksiyonel bir devlet
mekanizması için de gerekli bir kurum olduğunu ortaya koymak ister.
İkinci safhada Rousseau, mevcut dinlerin
farklı yorumlarına müracaatla hayâlindeki devlet için en uygun dinin ne
olduğunu anlamaya çalışır. Üçüncü safhada ise doğrudan sivil din
kavramıyla ilgilenir. Bu safhada da, beklenenin aksine, sivil dini ve
prensiplerini tarif ettikten sonra gayesi ve nasıl uygulanması gerektiği
üzerinde kısaca durur. İtiraf etmek gerekir ki incelemesinin hiçbir
yerinde dinin siyasî arenadaki fonksiyonunu meşru gösterecek bir
yoruma rastlayamıyoruz. Sürekli tekrar ettiği şey, dinin sosyal mukavele
geleneğinin en başat unsuru olduğu iddiasıdır. Ancak bu din herhangi bir din
değildir. Zira incelendiğinde açıkça görülecektir ki, özelde Hristiyanlık
genelde de neredeyse tüm geleneksel dinler, Rousseau'nun hayâlindeki
devlet yapısı için uygun değildir.”S.23
“Sivil Din incelendiğinde görülecektir
ki, Rousseau’ya göre devletin uyguladığı dinî şiddet, inanç
farklılıklarına yönelik değildir. Aksine güç kullanımı eski dinlerine bağlı
kalmakta ısrar eden ve kendi inançları ile içinde yaşadıkları devletin resmî
dininin uyuşmazlığını öne çıkararak mevcut otoriteye karşı çıkan ‘isyankârlara’
karşı uygulanmaktadır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Anlaşılabilirdir,
zira böyle yapmakla toplum içindeki farklılıklar, çatışmalar öne çıkarılarak,
olması gereken harmoni ve düzen tehdit edilmektedir.”S.25
“Rousseau geleneksel dinlerin ötesine
gitmeye çalışarak, kendisi için son derece önemli olan Sivil Din konusuna
geçer. Bu noktada Rousseau’nun dinin siyasî olandan çok yasal olan konularıyla
ilgilendiği söylenebilir. Söz konusu yasal konuları iki noktada ele almak
mümkündür.
Bunlardan birincisi, her devletin
iyi ve güvenilir vatandaşlara ihtiyaç duyduğudur. İkincisi ise vatandaşlarda
toplumsal ödevlerini yerine getirmelerini sağlayacak bir sevgi ve ödev duygusu
oluşturmanın gerekliliğidir. Bu ise ancak dinî olanı devletin içine
taşımakla mümkündür. Sağlam bir vatandaşlık bağı oluşturabilmek için topluma,
bir dinin dogmalarından öte sosyal duyarlılık fikri aşılamak gerekir ki,
bu olmaksızın ne iyi bir vatandaş olunabilir ne de ‘güvenilir bir kul’?
Görüldüğü üzere, Rousseau’ya göre, dinin
meşru ve fonksiyonel bir devlet yapısı ve toplum oluşturabilmek için siyasî
arenadaki varlığı sorgulanamaz. Zira din, transandantal bir dinî ve ahlâkî
düzen ve dünya görüşü sunarak, devletin Tanrı tarafından kutsanmış bir yapı
olduğu fikrini vatandaşlarına anlatarak, söz konusu yapıya bağlılıklarını
garanti altına alır. Böyle olunca da sivil görevler, ahlâkî görevler
haline gelir. Mevcut dinlerin bu ideali gerçekleştirmede yetersiz olması
Rousseau’yu, kadim Roma Pagan dininin yeniden uygulanması gerektiği
fikrine götürmez. Onun yerine Rousseau, daha önce de ifade ettiğimiz gibi,
kadim toplumlarda gördüğü fonksiyonları, modern zamanlarda
üstlenebilecek sivil bir din yaratma işine koyulur.”S.31
“Rousseau’nun penceresinden bakarak
incelediğimizde onun tüm çözümleme teşebbüslerinin aslında şu soruya cevap
bulma arayışı olduğunu görebiliriz: Toplum dâhilî veya haricî herhangi
bir tehditle (savaş, fikir ayrılığı, siyasî görüş farklılıkları
v.b.) karşılaştığında görev duygusuna sahip hakiki bir vatandaş nasıl
davranır? Rousseau’nun cevabı nettir: Bu tür tehditler, bir hastalık
gibi olağandır. Hastalığın ortaya çıkması nasıl olağan ise, yine hastalığın
hangi yöntemle olursa olsun kontrol altına alınması da meşru ve olağandır,
beklenmelidir ve anlayışla karşılanmalıdır. Dolayısıyla toplumsal
ahengi bozan herhangi bir aykırı görüş, fikir ve davranış bir hastalık gibidir
ve bu hastalığın tüm toplumu tehdit etmesinin önüne geçmek için radikal
tedbirlere müracaat edilebilir. En radikal olarak kabul edebileceğimiz tedbir
ölüm cezasıdır. Her ne kadar insanlık dışı gibi görünüyorsa da, aslında ölüm
cezası toplumsal ahengin korunmasına ve sürdürülmesine yardımcı olması
dolayısıyla hiç de insanlık dışı değildir. Zira ölüm cezası bizi daha
büyük felaketlerden korur. Biliyoruz ki cezanın genelde, ölüm cezasının ise
özelde ritüelsel bir boyutu vardır. Ritüeller ise toplumda birliği sağlayan en
önemli unsurlardır.
Bu bölümde Rousseau ile ilgili son olarak
şunu söyleyebiliriz:, Rousseau’nun sivil din, teşebbüsü, ayrışma, şiddet ve
sosyal düzen problemleriyle başa çıkabilmek için oluşturulan bir çeşit siyasî
çözüm denemesidir. Söz konusu siyasî çözüm teşebbüsü gerektiğinde şiddetin
önünü almak için şiddete müracaat etmeyi haklı gösterecek hukukî ve kutsal
meşruiyetle donatılmıştır. Bellah’ta da göreceğimiz gibi, Sivil Din’in türlü
versiyonları, aslında kutsal boyutu devlet yönetimini elinde
bulunduranlara vermek suretiyle, onların politikalarını kutsayarak, çok defa
devlet terörünün haklı gösterilmesine kapıları sonuna kadar açmıştır. Bunun
böyle olduğu gerçeği inkâr edilemez, zira sosyal mukavelenin ve kanunların
kutsanmış olması, açıkça Rousseau’nun sivil sorumlulukları ilahî sorumluluk
mertebesine yükseltmiş olduğu anlamına gelir. Daha da problemli olan
ise,siyasî gücü elinde bulunduranların, devletten aldıkları bu kutsiyetle
uyguladıkları her türlü politikanın aslında tanrının iradesinin gerçekleştiği
bir süreç olduğuna kendilerini, kendi vatandaşlarını ve tüm dünyayı inandırmak
istemeleri ve çoğu defa da başarılı olmalarıdır.” S.34
Durkheim’de Din ve Dinin
Sosyal Fonksiyonu
“Sivil Din teorisinin incelenebileceği bir
diğer perspektif sosyolojik perspektiftir. Her ne kadar bu
perspektifin günümüzdeki en önemli temsilcisi Bellah ise, de Fransız sosyal
bilimci E. Durkheim din ve ahlâk arasındaki kopmaz ilişkiye
yaptığı vurguyla bu tartışmanın tam da merkezinde olmayı hak eden
düşünürlerden biri olmaya devam etmektedir. Zira ona göre, insan
toplumlarının şekillenmeye başladığı ilk zamanlardan itibaren din
yalnızca norm ve moral değerlerin kaynağı olmakla
kalmamış, aynı zamanda kolektif hayatın her tür yansımasına kaynaklık
edegelmiştir.” S.35
“Durkheim’in geç dönem yazılarında sivil
dinin yalnızca Fransız toplumuyla sınırlı kalmaması gerektiği fikrini
görüyoruz. Bir peygamber edasıyla Durkheim bu dinin önce Fransa’da yerleşip
daha sonra tüm Batı toplumlarına hâkim olması gerektiğini ifade eder.
Durkheim bu dini, tüm öteki dinlerin
yerini alan ‘insanlık kültürü' ya da ‘insanlık
dini’ olarak adlandırmaktadır.
Durkheim, parçalanmış modern bireyleri bir
ülkü etrafında toplayabilecek yegâne gücün, toplumun tarihiyle birlikte ortaya
çıkan inanç ve pratikler olduğu fikrinden asla vazgeçmemiştir.
İfade etmeye çalıştığımız gibi, önceleri
din Durkheim için geleneksel toplumlarda dayanışma ve moral düzen oluşturma
fonksiyonu icra ediyordu. Hızla farklılaşma sürecine giren modern toplumlarda
ise artık dinin geleneksel toplumlardaki fonksiyonunu icra edemeyeceği tezini
savunmuştu. Fakat daha sonra, dinin farklı formlarda da olsa, modern
toplumlarda da fonksiyon icra ettiğini kabul etmek durumunda
kaldığı söylenebilir. Zira ona göre geleneksel toplumlarla modern
toplumlar arasında şu veya bu şekilde bir devamlılığın olduğu bir
gerçektir. Eğer bu yorum geçerli bir yorumsa modern toplumlar da kendi
yapılarına uygun ortak dinlerini oluşturmak zorundadırlar. Bu görüşleri
serdeden Durkheim’i, içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve ekonomik bağlamdan
ayrı tutmak mümkün değildir.”S.51
“Bellah’ın sivil din teorisine kaynaklık
ettiğini düşündüğümüz öteki düşünür ise, sosyolojik kanalı temsil eden ve
Bellah üzerindeki etkisi Rousseau’ya göre daha fazla öne çıkarılan
Durkheim’dir. Durkheim, adını koymamış da olsa, sunduğu reçete ve çerçeve ile
aslında bizim sivil din olarak algıladığımız dinî boyutu yalnızca kadim
toplumların değil, modern toplumların entegrasyonu için de her daim zarurî
görmüştür. Gerek Bellah ve gerekse Durkheim ve Rousseau, fonksiyonel
bir toplumun canlılığı ve istikrarının söz konusu toplumun bireylerini
ortak bir ülkü etrafında toplayıp bütünleştirebilecek ortak bir değerler ve
semboller sistemi ile sağlanabileceğini savunur. Durkheim ve Rousseau bunu,
öncelikle Fransız toplumunda eğitim kurumları yoluyla gerçekleştirip, daha
sonra tüm dünyaya yaymayı mümkün kılacak politikaların uygulanması gerektiğini
savunurlar.
Öte yandan Bellah, adını da koyarak
böyle bir sivil dinin, ya da boyutun somut olarak Amerikan toplumunda zaten var
olduğunu ifade eder.”S.53
2.BÖLÜM
BELLAH’TA SİVİL DİN: BİR
ANALİZ DENEMESİ
Problemin Fikrî Arka
Planı
“Amerikalı din sosyoloğu R. Bellah’ın 1967
yılında kaleme aldığı ‘Amerika’da Sivil Din’ başlıklı
makalesinde ortaya koyduğu ve takip eden yazılarında aralıklarla revize ederek
geliştirmeye çalıştığı sivil din teorisi o tarihten bu yana yalnızca din
bilimcilerini değil, teologları ve siyaset bilimcilerini de meşgul eden bir
tartışmanın başlamasına neden oldu.” S.56
“Değişik vesilelerle vurgulandığı üzere,
sivil din, herhangi bir dinin yerini almaya aday yeni bir din değildir. Aksine,
Amerikan toplumu gibi çok dinli, çok kültürlü toplumlarda öteki alt dini
oluşumlarla yan yanadır. Pek çok Bellah uzmanının da işaret ettiği üzere, bu
yönüyle sivil din, ne devletin ne de kiliselerin yerine getiremediği birtakım
dini fonksiyonları icra eden yarı bağımsız somut bir yapı olarak algılanır.
Bununla birlikte sivil dinle, içinden neşet ettiği toplumdaki dominant dinî ve
kültürel unsurlar arasında bir etkileşimin olmadığını söylemek gerçeklerle
uyuşmamaktadır.” S.59
“Bellah’ın, dini, toplumsal kurumların varlığını
sürdürme ve toplumsal bütünleşmeyi sağlama fonksiyonu icra eden bir mekanizma
olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Sivil din, kilisenin temsil ettiği dinden
formel olarak ayrışsa da, yoğun bir şekilde Yahudi-Hristiyan geleneğinden
beslenirken, Greko-Romen ve Aydınlanma gibi seküler geleneklerden unsurlar
içerir. Bu din inananlarına/vatandaşlarına ortak aşkın gayeler ve nihaî
anlamlar manzumesi sunarak, vatandaşların ülkenin millî, dinî ve siyasî
menfaatlerini korumayı adeta bir ibadet/görev telakki etmelerini sağlar.Bellah’ın
sunduğu şekliyle, her din gibi sivil dinin de sembolleri, ritüelleri,
kutsal mekânları, mitleri ve kahramanları vardır. Fakat diğer dinlerden farklı
olarak örneğin, ritüeller geleneksel ve kurumsallaşmış mabetlerde (kilise,
sinagog, cami) değil, halkın katılımıyla siyasî arenada ve toplum içindeki
sivil (seküler) ‘mabetlerde’ gerçekleştirilir. Bu ritüellerin, halk
kitlelerinde kolektif bir gelenek, kimlik ve gurur bilinci uyandırmak ve her
defasında bu bilinci canlı tutarak toplumsal bütünleşmeyi sağlamak gibi hayati
fonksiyonları vardır. Kısaca ifade etmek gerekirse genelde, sivil din, özelde de
Amerikan sivil dini, kendi içlerinde farklı, bazen de birbirine zıt bakış
açılarına ve menfaatlere sahip grupları, kurumları, cemaatleri, toplumun
menfaati söz konusu olduğunda, farklılıklarını bir tarafa bırakıp ortak bir
ülkü etrafında bütünleşmelerini sağlayabilen dinî-siyasî kültürel bir olguya
işaret eder.”S.60
“Bellah tezini ispat edebilmek için
Amerika’nın tarihinde ve toplumunda önemli yer tuttuğunu düşündüğü bir dizi
olguya, kuruma, şahsiyete ve sembole müracaat eder. Bunlardan biri Başkanlık
kurumudur. Amerikan Başkanlarının göreve atandıkları seremonilerde yaptıkları
konuşmaların bir içerik analizini yapmak, siyasetle dinin Amerika özelinde
nasıl iç içe olduğunu, belki de olması gerektiğini ortaya koymak açısından
işlevseldir. Bellah işe tam da bu noktadan koyulur. Bellah’ın, Başkanların
yemin törenlerinde yaptıkları konuşmaları sivil din tezini ispatlamada
kullanması boşuna değildir.” S.61
“Bu konuşmanın dili, güç ve türlü
ritüalistik unsurlarla dolu olmasına karşın kendini masumâne bir tarzda sıradan
ve doğal olarak sunar. Söz konusu konuşmayla son derece dışlayıcı tek ve büyük
bir Amerikan anlatısı, her defasında yeniden inşâ edilerek ve mitik bir
çerçeveye oturtularak sonraki nesillere aktarılır. Göreve başlama seremonisi,
antropolojik anlamda tam bir geçiş ritüelidir. Yeni Başkan artık
eskiden olduğu gibi sıradan bir vatandaş değildir. O önümüzdeki dört yıl
için, Tanrı’nın inayetiyle, sivil dinin meşru kıldığı ve
de kutsadığı Amerikan toplumundaki en yüksek siyasî mevkiye kurulmuş,
‘hür dünyanın lideri’ konumundadır.” S.61
“Söz konusu konuşmalarda kendisine hitap
edilen, kendisine sığınılan, yardım istenen Tanrı, ne Katoliklerin ne
Protestanların ne Yahudilerin ne de öteki din mensuplarının Tanrı’sıdır. Ve
fakat aynı zamanda her üçünün ve pek çok öteki dinlerin Tanrısı’dır da.
Tanrı kavramının nasıl anlaşılacağı bu
yönüyle farklı dinî ve mezhepsel geçmişe sahip Amerikan vatandaşlarına
bırakılmıştır.”S.65
“Amerikan toplumunun ortaya çıkışı,
Tanrı’nın inayetiyle yeni bir dönemin, çağın başlangıcına işaret ediyordu. Bu
çağ, hem Eski ve Yeni Ahit ve hem de Greko-Romen kültürlerini temel alan
Amerikan tecrübesinde, adı geçen kültürün modern zamanlarda daha gelişmiş
formlarının temsil edildiği bir oluşuma tanıklık eder. Bu oluşumun önemli
şahsiyetlerinden biri şüphesiz, Büyük Britanya Krallığı’na karşı verilen ve
daha sonra Amerikan Bağımsızlık Savaşı olarak bilinecek olan savaşı kazanan
George Washington’dur. Bu savaşın, dolayısıyla Washington’un, Amerikan
bilincindeki yerini gösteren önemli gelişmelerden biri, onun daha hayattayken,
halkını Mısır'da tutsaklıktan kurtarıp ‘Vaat Edilmiş
Topraklara’ götüren yeni bir Musa olarak farklı şekillerde betimlenip
ilahî bir statüye yüceltiliyor olmasıydı.”S.69
Washington’un ve öteki bazı önemli
şahsiyetlerin mitolojik konumlarının, popüler kültür ve sanatın objesi haline
gelmesi uzun zaman almamıştır. Örneğin, Amerika’nın millî simgesi olan
kartalın, Washington’un vefatından sonra mezarının üzerinde uzun süre uçtuğunun
hikâyesi ciddi ciddi anlatılagelmiştir. Durumu daha da trajik hale getiren ve
pek çok kültürde ortak olan bir başka örnek hikâyeye göre ise, 1837’de
Washington’un cesedi, MountVernon’daki yeni mekânına taşınırken cesette en ufak
bir bozulma emaresine rastlanmamıştır. Ölümünden yaklaşık otuz sekiz yıl
geçmesine rağmen, bir ölümlünün cesedinde en ufak bir bozulma söz konusu
olmuyorsa, bu ancak ilahî bir mucize ile açıklanabilirdi. Bu durum Amerikan
popüler bilincinde, mitolojik bir karaktere de büründürülerek zaten böyle
anlaşılmaktadır.”S.73
“Bu noktada Bellah’ın dikkat çektiği
birkaç hususa değinmek yerinde olacaktır. Her şeyden önce sivil din, kurucu
babalar için herhangi bir dinin yerine geçmeye aday bir teşebbüs değildir.
Amerikan sivil dininin ortaya çıkıp gelişme sürecinde Hristiyanlıktan ve
özellikle de Eski Ahit’ten alıntılara sıkça yer verildiği doğrudur. Ancak sivil
din, Evanjelik din anlayışına sahip olanların tüm itirazlarına rağmen,
Hristiyanlıktan da net çizgilerle ayrı tutulmaya gayret edilmiştir. Zira
Amerikan sivil dinini besleyen damarlardan biri Yahudi-Hristiyan geleneği ise
ötekisi aklı kullanma cesaretini gösterebilme, mutluluk arama, özgürlük,
eşitlik, kardeşlik ve adalet gibi Aydınlanma çağının idealleri olarak bilinir.
Bu yönüyle sivil dinin, genelde
üst bir kimlik olarak, alt dinî kimliklerin yeşermesine, var olanların da
varlığını sürdürmesine zemin hazırladığı söylenebilir. Bu yorum
geçerli ise, sadece sivil din için ‘dinler üstü bir din’dir...ve
görünmeyen ‘Hayat Verici’ye bir yöneliştir... ifadesi anlamlı hale
gelebilir. Ayrıca, Amerikan sivil dini, ‘genel bir din’ de değildir. Her ne
kadar dinin genel olmaklığına artı bir değer atfediliyor idiyse de Amerika söz
konusu olduğunda, Bellah’ın ifadesiyle, Amerikan sivil dini son derece
spesifiktir. Bu spesifikolmaklığı dolayısıyladır ki, bunca sembol, ritüel,
kutsal metni bünyesinde barındırmasına karşın, Amerikan sivil dini boş bir
formalizm olmaktan ziyade, Amerikan milliyetinin dini-milli kimliğini
ifade eden etkin bir araç haline gelmiştir.”S.75
“Bir başka ifadeyle, sivil din, değerleri
ve toplumsal sembolleri ile Amerikan tarzı bir hayatın doğmasına yol açarken,
Amerikan tarzı diyebileceğimiz hayat tarzı da bu sözde dinin adeta bir pratiği/uygulaması
niteliğindedir. Nitekim bu dinin önemli işlevlerinden biri, varlığıyla Amerikan
toplumu içinde bütünleşmeyi sağlamak ve sunacağı dünya görüşüyle de bu
bütünleşmenin devamını garanti altına almak ise, bir diğer işlevi de Tanrı’nın
gözetiminde olması hasebiyle tüm dünya milletleri için bir örnek teşkil
etmesidir.” S.76
Kutsal Zamanlar ve
Mekânlar
“Başta ‘şehit başkan’ Lincoln olmak üzere,
nihaî bedeli ödeyen insanların hatırlanması ve yâd edilmesi hem fiziksel hem de
ritüelsel bir forma büründü. Bu kutsal mekân için nihai bedeli ödeyen şehitler
sıradan insanlar gibi herhangi bir yerde ağırlanamazdı. Bu nedenle, ülke
çapında birkaç millî mezarlık oluşturuldu. Bunların ilki, Arlington’dan sonra
belki de en önemli mezarlık olan Gettysburg mezarlığıdır. Lincoln’un
Gettysburg’ta yaptığı kısa konuşma Amerikan sivil dininin en önemli
metinlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Bu konuşmanın Amerikan sivil dinine
yaptığı katkı iki noktada kendini gösterir. Bunlardan birincisi özgürlüğe
duyulan inanca yapılan vurgu, ikincisi de tüm insanların eşit olduğu fikridir.
Konuşmada öne çıkan konulardan biri de, Gettysburg mezarlığında gömülü olan
insanların, devlet yaşayabilsin diye nihaî bedeli ödemiş oldukları konusudur.
Nihaî bedeli ödeyen şehitler düştükleri ve gömüldükleri toprağı kanlarıyla
kutsamış oldular. Bir başka ifadeyle, toprağın bizzat kendisi kutsal
değildir. Onu kutsal yapan kutsal bir dava uğruna ödenen bedeldir; dökülen
kandır. Geride kalanlara düşen görev onların hatırasını yaşatmak ve
Tanrı’nın gözetimi altındaki bu toplumun [Amerika] yeni bir bağımsızlık
[olgusunun] doğuşuna tanıklık etme sürecini tamamlamaktır.” S.84
Sivil Dinin İçeriği ve
Karakteristikleri
“Thomas ve Flippen’in yorumuna göre
Bellah, sivil dinin içeriğinin temelde iki unsurdan müteşekkil olduğunu
söylemektedir: Bu temalardan birincisi Amerikan-İsrail temasıdır. Buna göre,
Musa nasıl Tanrı’nın emriyle İsraillileri Mısır’dan kurtarıp ‘Vaat
Edilmiş Topraklara’ götürdüyse, kurucu babalar da Amerikalılara
Amerika’yı Yeni İsrail ya da ‘Vaat Edilmiş Topraklar’ olarak sunmak gibi bir
görev üstlenmişlerdir. Buna göre, hem bireysel hem de kolektif düzeyde Amerika
Birleşik Devletleri vatandaşlarının, özellikle de başkanların, Tanrı’nın
muradını yeryüzünde gerçekleştirmek gibi bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu
gerçekleştirmek ancak yeryüzünde tüm milletlere örnek olacak bir sosyal düzen
kurmakla mümkündür. Nitekim Amerika’nın ‘Tüm insanlığa bir bağımsızlık
örneği olması gerektiği Tanrı’nın muradıdır.’ sözü buna işaret
eder.
İkinci unsur olarak sunulan tema ise, ‘Kurban’
temasıdır. Bu temaya göre, İsa nasıl tüm insanlık için kendini kurban etmişse,
Başkanlar dâhil olmak üzere her Amerikan vatandaşı ya da sivil dinin müntesibi,
gerektiğinde hem kendileri ve hem de tüm insanlık için kurban olmaya
(İç Savaş'ta, I. ve II. Dünya Savaşları’nda, şimdilerde ise Irak ve
Afganistan’da olduğu gibi) hazır olmalıdır. Ancak bu sayede bir millet doğar ve
varlığını idame ettirir bunun tekrarı ve sürekliliği kolektif bilinç ve
dayanışma ruhunu güçlendirir ve böylece Tanrı’nın muradı gerçekleşir.”S.86
“Bellah’ın Amerikan tarzı hayatı bir din
olarak telakki etmesinin bir diğer nedeni de Cumhuriyet değerlerine ve
erdemlerine yüklediği dinî anlamdır. Buna göre kardeşlik, adalet, görev duygusu
ve hürriyet gibi değerlerin dinî bir niteliği vardır. Oysa bu erdemlerin
Fransız İhtilali’nin en önemli temaları oldukları bilinmektedir. Fransız
İhtilali ise, büyük ölçüde geleneksel dinî dogmalara karşı gerçekleştirilen bir
hareketti. İşte sivil din olgusunu geleneksel dinlerden farklı kılan
hususlardan biri de, onun, toplumsal bütünleşmeyi sağlamaya katkı sağlayacak
her türlü erdemi, kaynağı ister dinî olsun isterse lâdinî, bünyesine katma
hususunda son derece esnek olabilmesidir.” S.89
“Amerikan sivil dininin teorisyenleri
bunun bir din olduğunu gösteren başka örnekler de sıralamaktadır. Örneğin,
Yahudi Hristiyan geleneğinin en önemli sembollerinden olan Cennet, Melekler,
İsrail, Yeni Kudüs, Haç ve Davut’un yıldızı bunlardan yalnızca bir kaçıdır.
Bununla birlikte, bize göre, dinî hiçbir boyutu olmayan konular dahi Amerikan
dininin kutsalları, ritüelleri olarak sunulmuştur. Sıklıkla vurgulandığı üzere,
Şükran Günü, Bağımsızlık Günü, Arlington Mezarlığı gibi bazı özel zaman ve
mekânlar, kutsal zamanlar ve kutsal mekânlar olarak telakki edilmektedir. Bunun
belki de en uç örneği başkanların konuşmalarında Amerikan Anayasasının,
vatandaşların haklarını ve ayrıcalıklarını garanti altına alan yanılmaz ve
kutsal bir kitap olarak sunulmasıdır. Bütün başkanlık konuşmalarının bu kadar uç
noktaya gitmediğini kabul etmek gerekir, ancak, Anayasa’ya ve Bağımsızlık
Bildirgesi’nin ruhuna uygun politikalar geliştirilirse Amerika’nın doğru yolda
olacağı, aksi durumda ise Tanrı’nın muradının hilafına hareket edilmiş olacağı
fikri her başkanın konuşmasının ağırlık noktasını oluşturur.” S. 93
3. BÖLÜM
AMERİKAN MÜSTESNALIK
ALGISININ KAYNAĞI OLARAK SİVİL DİN
Amerikan
Müstesnacılığının İki Versiyonu
“Amerikan sivil dinini besleyen iki
kaynaktan biri Yahudi-Hristiyan geleneği, diğeri ise Aydınlanma-Greko-Romen
idealleridir.
Bu iki geleneğin iki farklı Amerikan
istisnacılığına yol açtığı görülecektir. Bunlardan birincisi, hiçbir şüpheye
yer bırakmayacak şekilde Yahudi-Hristiyan geleneğinin teolojik terminolojisini
kullanır ve bu geleneği norm olarak kabul eder. Buna örnek olarak ‘Seçilmiş
Millet’, ‘Tanrının İnayeti’, ‘Yeni İsrail’ gibi konular bu ifadelere
yüklenen anlamlar verilebilir. İkincisi de Aydınlanma idealleri olan ve
evrensel olarak uygulanabilirliğinden söz edilen, ağırlık merkezini aklın
oluşturduğu, eşitlik, kardeşlik ve özellikle de özgürlük, serbest teşebbüs
temalardır.
Bu iki tip yaklaşımın doğal olarak iki tip
Amerikan istisnacılığı doğurduğunu ve bu iki yaklaşımın çok defa birbiriyle
çatışma hâlinde olduğunu söyleyebiliriz. Zira Yahudi-Hristiyan geleneğine göre
yorumlandığında Amerika Birleşik Devletleri, Yahudi Hristiyan bir
Tanrı gözetimindeki bir Millet olarak tanımlanırken, Aydınlanma geleneğine
göre yorumlandığında ise, inanıp inanmama, bir ya da birden fazla tanrıya
inanma gibi konularda insanların hür olması gerektiğine vurgu vardır. Ancak
sonuçları itibariyle incelendiğinde her iki yaklaşım da aslında Amerikan
müstesnacılığına vurgu yapması noktasında birleşmektedirler. Zira görüleceği
üzere, her iki yaklaşım da aslında nihaî oldukları konusunda şüpheye yer
vermeyecek kadar belirgin olan bir konuyu ve/veya konular kümesini referans
noktası olarak almakta ve takip eden tüm konuları bu kavramlar üzerine bina
etmektedir. Bunlardan biri teolojik bir kavram olan Tanrı kavramı, öteki de Tanrı
kavramı kadar etkili olan ve fakat seküler bir hüviyete sahip olan özgürlük,
eşitlik, mutluluk arama hakkı ve benzeri kavramların oluşturduğu kümedir.”S.
108
“Amerikan sivil dininin temalarından biri
de, seçilmişlik teması dolayısıyla, Yeni İsrail temasıdır. Buna göre, Amerika
Birleşik Devletleri Avrupa’daki dinî baskılardan kaçıp gelenler için yeni bir
İsrail’dir. Bu ve benzeri temalar zikredildiği anda teolojik bir alana
geçildiği aşikârdır. Zira orijinal şekliyle Amerikan müstesnalık algısı,
Yahudi-Hristiyan geleneğinde önemli bir konuma sahip olan seçilmişlik teması
üzerine bina edilmiştir. Nasıl ki Tanrı, kadim dönemde yeryüzünde
muradını gerçekleştirmek için Yahudileri seçmişse, aynı şeyi modern zamanlarda
gerçekleştirmek için Amerika Birleşik Devletlerini seçmiştir. İbrahim
Peygamber'e verdiği sözler arasında Tanrı’nın onu ve neslini ‘büyük bir millet’
yapmasının yanında ‘yeni bir toprak/ülke’ vaadi de vardır.
Seçilmişlik doktrini Tanrının belli bir
milleti/grubu, tarihin belli bir anında öteki milletlere göre daha fazla
kayırdığı ve ona daha ağır sorumluluklar verdiği fikrine dayanır. Seçilmişlik
teması beraberinde evrenselliği de getirir, zira seçilmiş olan her ne kadar bir
millet ise de onu seçen aşkın bir varlık olan Tanrıdır. Dolayısıyla bu yönüyle
de seçilmiş olduğu farz edilen millet öteki milletler nezdinde daha değerlidir
ve birtakım ayrıcalık ve yükümlülüklere sahiptir. İbrahim temasından devam
edersek, o yalnızca kendi milleti için örnek olarak verilmiş değildi;
İbrahim’in milleti diğer tüm milletler için de örnek alınası bir millet
olacaktı. Şüphesiz seçilmişlik doktrininin kalbinde güçlü bir
evrensel misyonerlik saiki yatmaktadır. Zira kurtuluş, yalnızca Yahudiler
-bizim örneğimizde Amerikalılar- için öngörülmüş değildir.
Kurtuluş, Tanrı’nın kozmik planını yeryüzünde kendileri vasıtasıyla
gerçekleştirdiği Yahudiler/Amerikalılar kadar ve onlar vasıtasıyla, tüm
insanlık için geçerlidir.”S.109
“Amerika tarihinde Püritenlerin
beklemediği ve olmasını hiç de istemediği bir olay gerçekleşti ki, bu olayla
Püriten teokratik yapı son bulduğu gibi sömürgeleştirme sürecini İncil’e
müracaatla meşru gösterme sürecini de sorgular hale getirdi. Bu olay
Amerikan Anayasası’nda gerçekleştirilen birinci değişikliktir. Bu değişiklikle
teokratik yapıya son verilmesine karşın, Yeni İsrail ve benzeri
Yahudi-Hristiyan temaların geçerliliğini yitirdiğini söylemek yanlış olur.
Aksine, söz konusu temalar artık Amerikan kültürünü dolayısıyla sivil dinini
besleyerek Amerikan nasyonalizmine zemin hazırlamaya katkı sağlamışlardır.
Amerika Birleşik Devletleri ile Tanrı arasında kurulan ilişki gittikçe daha da
doğrudan hâle gelmekteydi. Kilise artık yalnızca Tanrı ile Amerika arasında bir
ilişkiyi düzenlemekte kalmıyor, ayrıca bireyle Tanrı ve bireyle Amerika
arasında arabuluculuk görevini de üstleniyordu. Yeni İsrail teması
herhangi bir kilise veya kiliseler grubuyla değil fakat Amerika’nın tümüyle
özdeşleştiriliyordu. Her ne kadar Püriten ve devrimci söylemler
birbirinden farklı idealler ve hedefler vaz etseler de yeni kurulan toplumda
sonunda Püriten söylem geçerlilik kazandı. Zira oluşturulan bu yeni toplumda
birliği sağlayıcı ‘yaratılış’, ‘Amerika’nın yazgısı’ gibi en önemli mitler
incillerden beslenen Püriten gelenekte mevcuttu. S.111
“Bu noktada, sivil dinin oluşması bakımından
dikkat çekici bir başka önemli gelişme de, artık seçilmişlik temasının yalnızca
Kilisenin duvarları arasında ve Kilise’nin söylemleriyle sınırlı kalmayarak,
tüm Amerikan toplumunu kapsayacak bir yapıya bürünmesi olmuştur. Yeni
İsrail olarak Amerika’nın bizzat kendisi bir anlamda kendi yaratılış mitleri,
sembolleri ve kahramanlarıyla evrensel bir kilise haline geliyordu.” S.112
Amerikan toplumu ile Tanrı arasında bu
şekilde doğrudan bir ilişki kurulduğu fikri yaygınlaşınca, Amerika’nın
muradıyla Tanrı’nın iradesini özdeşleştirmek hiç de zor olmayacaktır. Zaten
Amerikan toplumunda İncil’deki seçilmişlik teması ile gelişme yayılma ve
kapitalizm gibi temaların iç içe olduğu bilinmektedir. On dokuzuncu yüzyılda
Amerikan yayılmacılığı hız kazandığı dönemde, İncil’deki örnek olma,
seçilmişlik ve görev bilinci gibi konular, Amerikan tipi demokrasinin
evrensel olduğu, belki de olması gerektiği fikriyle birlikte, serbest
kapitalist piyasa ekonomisinin meşruiyetini de temin eden bir fonksiyon icra
etmişti.
Bu son nokta, konuyu Amerikan
müstesnacılığının seküler kaynağını oluşturan Aydınlanmacı geleneğine götürür.
Buna göre, Amerikan toplumunun seçilmişliği, Tanrı’nın inayeti
dolayısıyla değil, aklın ve gelişmişliğin en son noktasını temsil ettiği ve
hürriyet, bağımsızlık, insan hakları gibi evrensel kavramlar geliştirebildiği
içindir. Böyle bir toplum tüm insanlık için bir
umut ışığıdır; örnek alınası olağanüstü bir toplumdur.” S.116
Kemal Ataman’ın(1)“Ulus
Olmanın Kutsal Temeli” başlığıyla tanımladığı “Sivil
Din” çalışması, aydınlanma hareketleri sonrasında ortaya çıkan
ulus devletlerin mahiyetini kavrayabilmek adına önemli bilgiler veriyor.
Meselenin bizleri ilgilendiren kısmını Hüsnü Aktaş hocamız
şöyle özetliyor: “Bütün ulusal ‘sivil din projeleri’nde, hüküm
koyma hakkı, devlet adamlarına mahsus olan bir hak kabul edilmiştir. Din, ‘devletin
temel hedeflerine hizmet ettiği ve devlet adamlarının işine yaradığı’ müddetçe
önemlidir. Münzel kitaba dayanan bütün dinlerin iman esaslarını ve
mukaddes değerlerini, pragmatik gerekçelerle değiştiren sivil din anlayışı,
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren gündemdedir.”(2)
Konuya ilgi duyan kardeşlerimize Kemal
Ataman tarafından kaleme alınan Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil
Din eseri ile birlikte, Gülbeyaz Karakuş tarafından
kaleme alınan, Cumhuriyet’in Politik Teolojisi – Türkiye’de Kurucu
İdeolojinin Sivil Din İhdası (Cedit Neşriyat Ank. 2018) isimli
eseri incelemelerini özellikle tavsiye ederiz.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 338 / Ocak 2019
___________________
1- Kemal Ataman, Trabzon’un Çaykara ilçesinde
doğdu. İlk ve orta öğrenimini Trabzon’un Of ve Çaykara ilçelerinde tamamladı.
1992 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1994 yılında
aynı Fakülteye Din Sosyolojisi araştırma görevlisi olarak intisap etti.
TheCatholicUniversity of America’da (Washington, DC) 1998 yılında yüksek
lisansını ve 2002 yılında doktorasını tamamladı. 2009-2011 yılları arasında
Almanya Bayreuth Üniversitesi Kültür Bilimleri Fakültesi’nde misafir öğretim
üyesi olarak görev yaptı. Çeşitli dillerde yayımlanmış makale, kitap ve kitap
bölümü yazarlığının yanında, Turgay Gündüz ile birlikte İlahiyat Studies adlı
uluslararası derginin baş editörlüğünü yürüten Ataman, halen Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyeliği görevine devam etmektedir.
2- Hüsnü Aktaş, Modern Tuğyanın Zaruri Sonucu: Sivil
Atalar Dini, Mîsak Dergisi, Sayı:337 (Aralık 2018)