Dünya
görüşü ve inancı ne olursa olsun bütün tutuklu ve hükümlülerin saygı duyduğu,
eski Ankara Ulucanlar Cezaevi Müdürü Vehbi
Camgöz, 'Ulucanlar' isimli hatırat türündeki eseri niçin kaleme
aldığını şu şekilde ifade etmektedir: 'Elinizdeki bu kitap, 35 yıllık çileli
meslek hayatımın sadece on yıllık bölümünü yaşadığım bir kurumda şahit olduğum
olayları ve kurumu anlatmak, karınca kararınca tarihe tanıklık etmek üzere
kaleme alınmıştır.
Henüz 20 yaşımdayken kapısından girdiğim Ulucanlar Cezaevi, benim hayatımda silinmeyecek izler ve acı hatıralar bıraktı. Bu kitapta şimdilerde müze haline getirilen Ulucanlar Kapalı Cezaevinin tarihini detaylı olarak bilen benden başka hiç kimsenin kalmadığını zannediyorum. Ülkemizin ceza infaz tarihi ve siyaseti açısından önemli görülen bu kurumu gerçeklere sadık kalarak anlatmayı, tarihe ve insanımıza karşı görevim olarak gördüm. Bu görevi yapmaya çalışmak benim vicdani sorumluluğumdu. Bu sorumluluğu âcizane yerine getirmeye çalıştım.’ Tanıtımını yaptığımız bu eser, cezaevlerinde yaşanan hadiseleri kavramak açısından önemli bir eserdir.
Ulucanlar
|
Devlet, insanların cemiyet halinde
yaşamaları sebebiyle ortaya çıkan bir müessesedir. Aydınlanma felsefesini
savunan ilim adamları, devleti 'aynı ülkenin vatandaşı olan insanların ortak
ihtiyaçlarını karşılayan ve insanlığa hizmet eden hukuki-siyasi bir kurum'
olarak tarif etmişlerdir. Yaygın olan tarife göre devlet: 'Sınırları malûm bir
ülkeye sahip olan, belirli anayasal düzeni bulunan ve teşkilatlı ulusu meydana
getiren siyâsi/hukuki bir kurumdur.' Bu tarifin genel kültüre uygun olduğunu söylemek
mümkündür. Ancak doğru olduğunu kabul etmek kolay değildir.
Sınırları malûm bir ülkede egemen olmak ve
anayasal (hukuki) düzene sahiplik, devletin zaruri unsuru olarak kabul
edilebilir. Fakat günümüzde her devletin, insanlığa hizmet ettiğini ve varlık
sebebine bağlı kaldığını iddia etmek kolay değildir. Zira modernizmi esas alan
hükümetlerin (siyasi iktidarların) devleti; vatandaşların giyimlerinden
düşüncelerine, inançlarından ibâdetlerine ve hatta sevgilerinden nefretlerine
kadar, her şeye müdahale eden bir kurum haline getirdiklerini gizlemenin bir
anlamı yoktur.
Modem ulus devlet anlayışı ile süreli veya
süresiz hapis cezasını birbirinden ayırmak kolay değildir. Bilindiği gibi bütün
dünyada, suçun mahiyeti ne olursa olsun, hapis cezası gündemdedir. Farklılaşma
hapis cezasının süresiyle sınırlı olan bir hadisedir. Genel olarak 'Toplumun
suçlulardan korunması ve suçluların ıslâh edilmesi' gibi mücerred bir
gerekçe ön plândadır. İslâm toplumunda, her işlenen suçun ayrı bir cezası
vardır. Peygamberimiz Efendimiz'in (sav) yaşadığı zaman diliminde (Asr-ı
Saadet'te) süreli hapis cezası olmadığı gibi, hapishane de mevcut değildir. Suç
işlediği zannedilen kimseler; mescidde veya evlerde tutuklu olarak
bekletilmişlerdir. Bu tamamen adli tedbir niteliğinde olan bir
uygulamadır."
Dünya görüşü ve inancı ne olursa olsun
bütün tutuklu ve hükümlülerin saygı duyduğu, eski Ankara Ulucanlar
Cezaevi Müdürü muhterem Vehbi Camgöz'ün
hatıralarını yazmaya karar vermesi önemli bir hadisedir Zira hatırat eserler
resmi tarihin gizlediği hakikatlerin ortaya çıkarılmasında önemli rol oynayan
eserlerdir." S.11-17
Hüsnü Aktaş (19 Nisan 2013)
Soğuk Taş, Soğuk Demir,
Ankara Yılları ve Vehbi Müdür...
Yetmişli yıllarda genç bir tıbbiye
talebesi olarak Ankara'daydım. Ninemin 'Aman oğlum dikkat et, yel
aparır!' dediği diyarlarda...
Anarşi, üniversite ilk yıllarının allı
pullu Ankara'sını böyle tek renkli cehenneme çevirdi. Arkasından öğrenci
olayları, öğrenci dernekleri ve basın davaları geldi. Kendimizi Ankara Kapalı
Cezaevi birinci kısım ikinci koğuşunda, elliye yakın öğrenci arkadaşla birlikle
soğuk taş duvarların arasında bulduk.
Hani masallarda vardır; kan emen
vampirler, güneş doğup ışıkları vücutlarına değince kül olup dağılırlar...
Bunun gibi ama tuhaf. .. Bütün cezaevlerinde tutukluları, tenlerine
gece değer de kül olup dağılırlar (!) diye hep güneş batmadan
koğuşlara kapatırlar. Günlerce, aylarca, yıllarca hep böyle!..
Bir gün Ankara Kapalı Cezaevi birinci
kısım ikinci koğuşunda inanılmaz bir şey oldu. Gece bir firar ihbarıyla bütün
tutukluları dışarı çıkardılar. Yeşil bir vadide akan duru bir nehirde yüzmek
için vadiye koşan şen şakrak çocuklar gibi dışarıya çıktık. Hayret!..
Kimimiz duvarlara yaslandık, kimimiz
yerlere oturduk, kimimiz sırtüstü yattık, uzandık... Ama hepimiz çığlık çığlığa
bir sevinçle onları doyasıya seyrettik. 'Aaa şunlara da bak!.. Peki,
şunlar hangileri?.. Şu hepsinden parlak gibi!..' diyerek dostlarımızla bir
sarmaş dolaş olmadığımız kaldı.
Ve ışıklara boğulmuş bir Ankara
gecesinde, hiç kimse bizlerin yasaklanmış gökyüzünden yıldızlar
çaldığımızı anlayamadı...
Bu külrengi Ankara yıllarında hiç
unutmadığım, gözümün önünde bir tablo gibi duran hüzünlü bir hatıra var. Sivil
polisler beni Ulucanlar Cezaevi demir kapısının önünde indirdiler. Mahkûmların
'kapı altı' dedikleri bu mekânda, fazla sürmeden aynı seremoni ile Demirkapı
üzerime kapandı.
Birkaç ay sonra hiç unutmadığım bir hadise
ortaya çıktı. İdareden beni çağırdılar. Merakla aşağı indim. Takım elbiseli iki
genç adam gülerek bana doğru yürüdüler. Birisi cezaevinin genç müdür adayı
Vehbi Camgöz, diğeri de onun bir arkadaşıydı. Vehbi Bey bana yüzyıllık bir dost
gibi fevkalade samimi, şefkatli bir konuşma yaptı. Cezaevinde dost olduğumuz,
sonra dışarıya uğurladığımız aziz ve müşterek bir dostumuzu anarak, 'Ekrem
Hoca'nın dostu, bizim de dostumuzdur.' dedi. Bu hadise beni
ümitlendirdi ve halen yaşamakta olduğumu, dış dünya ile aynı havayı teneffüs
ettiğimi ve bir gün kapıların açılıp dış dünyaya kavuşacağımı bana yeniden
hatırlattı. Artık dış dünya ile münasebetimiz, aynı dünyanın farklı odalarında
olan insanların hissiyatı gibiydi.
Vehbi Camgöz hocamızla dostluğumuz
bugüne kadar hiç eksilmedi. Vehbi Müdür, karşısına kim gelirse gelsin, onu yüz
pencereli bir bina gibi görür, doksan dokuz penceresi kapalı olsa bile açık bir
pencereden girerek o insana ve o insanın gönlüne, 'Sen bir insansın, bunu asla
unutma! İnsan cismaniyeti ve ruhu ile insandır. Cismin burada olsa bile ruhun
hürriyet içinde olabilir. İnsani vasıflarını asla kaybetme! Sana güvenenleri
mahcup etme...' derdi.
Vehbi Müdür yıllarca görevini ifa ederken
en azılı mahkûmların kuşlarına güleryüzle girmiş hal hatır sormuş onlara
takılmış Ümit vermiş ve onların dualarını almıştır..." S.27-30
Ahmet Tevfik Ozan (6 Nisan 2013)
Bu Kitabı Niçin Yazdım?
'Elinizdeki bu kitap, 35 yıllık çileli
meslek hayatımın sadece on yıllık bölümünü yaşadığım bir kurumda şahit olduğum
olayları ve kurumu anlatmak, karınca kararınca tarihe tanıklık etmek üzere
kaleme alınmıştır.
Henüz 20 yaşımdayken kapısından girdiğim
Ulucanlar Cezaevi, benim hayatımda silinmeyecek izler ve acı hatıralar bıraktı.
Bu kitapta şimdilerde müze haline getirilen Ulucanlar Kapalı Cezaevinin
tarihini detaylı olarak bilen benden başka hiç kimsenin kalmadığını
zannediyorum. Ülkemizin ceza infaz tarihi ve siyaseti açısından önemli görülen
bu kurumu gerçeklere sadık kalarak anlatmayı, tarihe ve insanımıza karşı
görevim olarak gördüm. Bu görevi yapmaya çalışmak benim vicdani sorumluluğumdu.
Bu sorumluluğu âcizane yerine getirmeye çalıştım.
Önceleri at tavlası, 1925 yılına
kadar da askerî depo olarak kullanılmakta iken sonrasında cezaevi olmak
üzere tahsis edilen bu binada, daha o tarihlerden itibaren çok üzücü ve
derin izler bırakan, toplumumuzun çok önemli bir bölümünü üzen infazlar ve
ceza uygulamaları gerçekleştirilmiştir. Cezaevinin tarihi, aynı zamanda
olağanüstü dönemler ve yargılamalar tarihi olarak incelenmeye değer bir
konudur.
Hizmete alındığı 1926 yılından 1983 yılına
kadar yaşanan her olağanüstü dönemde ve gerçekleştirilen yargılamaların
sonucunda bu cezaevinde darağaçları kurulmuştur. Kısaca bu idam cezası
infazlarının hikâyelerini ve 1980 darbesinden hemen sonra yerine getirilen üç
idam infazını da tafsilatı ile anlatmaya çalıştım. Yazarken yeniden yaşadığım
hissine kapıldığım o infazları okurken sizlerin de aynı duyguyu yaşayıp aynı
üzüntüleri hissedeceğinizi tahmin ediyorum. Amacım üzülmeniz ve acı çekmenizi
sağlamak değildir. Özellikle genç nesillerin yaşanan olaylardan ders
çıkarmalarına bir nebze katkı sağlamayı arzu ettik.
Bu kurumda cezasını çeken başta her
kademedeki siyasetçiler, yazarlar, şairler, düşünürler, gençler, çocuklar ve
kadınların neler yaşadıklarını, çoğu zaman binanın insanca yaşamaya ve
barınmaya uygun olmayan şartlarının burayı cezaevi olmaktan ziyade 'eza
evi' haline getirdiğini ve bu ezayı sadece hükümlülerin değil, onların
yakınlarının ve her kademedeki cezaevi personelinin de yaşadığını anlatmak
istedim.» S.31-35
Vehbi Camgöz (6 Haziran 2017)
Koğuş İçi Kuralları
'Birinci koğuş gibi ikinci ve üçüncü
koğuşların da ayrı birer bahçesi vardı. Bu üç koğuş birbirinin aynısıydı. Bahçe
büyüklükleri de koğuşların konumları ve yerleşim planları da aynıydı. Birinci
koğuştaki aksaklıkların tamamı bu koğuşlarda da vardı.
İkinci koğuşta sağcı ve
ülkücü teşkilat mensupları yatardı. Sayıları az olduğu için
bu koğuşta suçları terör olaylarına karışmak olmamakla beraber,
sağ görüş mensubu adi suçlular da barındırılırdı. Bunlar
genellikle adam öldürme ve yaralama suçlularıydı. Bu koğuşta da diğer
kısımdaki solcularda olduğu gibi komün benzeri paylaşımlı bir hayat
yaşanmak istenmesine rağmen, bunlar katı kurallarla bunu uygulayamazlardı.
İdeolojik yapıları bence buna müsait değildi.
Bunların birlikteliği, komünün kural ve
kaidesine uymaktan kaynaklanmıyor, daha çok geleneksel yardımlaşma gelenek ve
ahlakından doğuyordu. Sağ görüşlü olanların koğuşlarında uyuşturucu, hap, kumar
gibi şeylere müsaade edilmezdi ve bunlara dinî gerekçelerle karşı çıkarlardı.
Bunlar hükümlülerin dinî ahlak ile donanmalarını isterler, yanlarına
hasbelkader İslâm'ı bilen insanlardan bir kimse katılırsa da böylesi
insanlardan azami derecede istifade etmek isterlerdi.
Solcular ve örgüt mensupları ise
materyalist devrim ahlakı ile gayrimeşruluğa karşı çıkıyorlardı.
Sol örgüt mensuplarının koğuşlarına gelen
herkes parasını, yiyeceğini, içeceğini, giyeceğini hatta sigarasını bile komüne
teslim edip komünün diğer üyeleri ile yaşamak zorunda iken, ikinci koğuştaki
ülkücülerde böyle bir zorlama yoktu. Herkesin parası kendisinde kalır, herkes
kendi gücü oranında koğuş giderlerine gönüllü olarak katkı sağlardı.
Esasen koğuşa gelen ülkücülerin tamamı
fakir ailelerin çocuklarıydı. Aileleri
genellikle Ankara'nın gecekondu semtlerinde otururlardı. Bazıları da
Anadolu'dan üniversite okumak için gelip ülkü ocaklarına giren ve zamanla
kendilerini siyasi çekişmelerin içinde bulan gençlerdi.
Sol örgüt mensubu gençlerin tamamına
yakınının ailesi eğitimliydi ve o çocuklar genellikle seçkin ailelerin
çocuklarıydı. Aileleri
genellikle Çankaya, Emek, Bahçeli gibi semtlerde otururlardı. Sol örgüt mensubu
olup da ailesi gecekonduda oturan bir hükümlü geldiğinde, bizde bu kimseye dair
genellikle fakir bir Alevi ailenin çocuğudur diye kesin bir kanaat oluşmuştu.
Böylesi aileler de genellikle Tuzluçayır ve Dikmen semtindeki gecekondularda
otururlardı. Sünni ailelerin solcu çocuklarının hemen hepsinin ailesi,
ülkücülerin ailelerinin en zengini ile mukayese kabul etmeyecek kadar
zengindiler. Meslek hayatımda gördüğüm en fakir solcu ailesi bile karı koca
öğretmen olan bir aileydi...
Oysa ülkücülerden ailesinde memur olanlar
bile parmakla gösterilecek kadar azdı. Buna mukabil sol örgüt mensuplarının
anne ve babaları toplumun orta-üst gelir gurubuna mensup subay, hâkim-savcı,
avukat, doktor, öğretim üyesi, idareci ve öğretmenler ile tiyatrocu, sinemacı,
ressam, yazar gibi toplumda statüsü yüksek olan insanlardan oluşuyordu. Zaten
okudukları okullar da kolejler ve genellikle Ortadoğu ve Hacettepe
üniversiteleriydi. Bu durum Ankara'da böyle olduğu gibi İstanbul, İzmir ve
diğer bazı büyükşehirlerde de böyleydi." S.97-101
'Bunların uğruna mücadele ettikleri
ideoloji, söylemleri itibariyle proletarya diktatörlüğünü öngörür, işçi sınıfı
ve emekçileri savunurdu. Ancak sol örgüt mensubu hükümlülerimiz içerisinde işçi
ailesinden gelen hemen hemen hiç kimse bulunmazdı! Açıkçası ben de bu duruma
akıl erdiremezdim. Ne hikmetse hep zengin ve bürokrat aile çocukları solcu
oluyordu! Gerçi şimdi de bunun sebebini tam olarak kavramış sayılmam ama uzun
yıllar düşünüp biraz da zihin yorunca insan belli neticelere ulaşabiliyor. ..
Benim bu konuda edindiğim kanaatime göre
bu tutukluların geldikleri ailelerin çoğu, içinde bulundukları topluma ve onun
değerlerine yabancılaşmış kimselerdi. Bu aileler kendilerinin aydın ve elit
olduğu kanaatindedirler. Onlar için halk bir şey bilmez, bir şeyden anlamaz.
Daima halka rağmen bir şeyler yapmak gerektiğine inanmışlardır. Bu nedenle bu
kimselerin yetiştirdiği ortamlar, 'Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz
getiririz!' gibi ifadelerin sarf edilebileceği, bir çeşit tepeden inmeciliği
benimsemişlerdir.
Toplumun değerlerine yabancı olmaları da
onlara özellikle 1950'den sonra zorunlu muhalefet kapılarını açmıştır. Çünkü bu
tarihten sonra bu kesimler toplum değerlerini savunarak 0y alan bu iktidarları
hiç sevemediler ve benimsemediler. Bu yüzden de kendi marjinalliklerinin
koruyucusu ve savunucusu olan darbelere daima alkış tuttular." S.155
İşkence Uyguladık mı?
'Bazı yayınlarda 12 Eylül'de
cezaevlerindeki işkence olayları anlatılırken Ulucanlar Cezaevini de
saydıklarına şahit oluyoruz. Ben diyorum ki, 1 Ocak 1980'den 31 Aralık 1981
tarihine kadar burada yatan hiç kimse, toplu olaylar müstesna tutulursa,
bırakın işkenceye maruz kalmayı, çirkin bir söze bile muhatap olmamıştır. Şayet
aksini iddia eden varsa da ben kurumun o dönemdeki müdürü olarak daima
yüzleşmeye ve hesaplaşmaya hazırım...
Esasen Mamak Cezaevinde yatıp daha sonra
aldığı ceza için buraya sevk edilen hükümlüler de bunu çok iyi bilirler. Birçoğu
Mamak'tan buraya geldiğinde eğilip toprağı öpüyordu.
Geçmişte bu koğuşta yatan meşhurlarla
ilgili şehir efsaneleri hep anlatılmıştır. Öylesi hikâyelerin birçoğunun aslı
astarı yoktur. Burada ne Deniz Gezmiş ne de 12 Mart döneminde idam edilen diğer
herhangi bir hükümlü yatmamıştır. İdamları anlattığımızda görüleceği gibi bu
cezaevinde 12 Eylül'de idam edilenler içerisinden sadece Necdet Adalı,
tutukluluğunun bir kısmını burada geçirmiştir. Onun dışında koğuşta
tutukluluğunu geçiren hiç kimse olmamıştır.
Zaten önceleri idamlar şehir meydanlarında
yapılırdı. Benim bildiğim, cezaevine infaz yeri olarak kullandığımız kavak
ağacının dibinde idam edilen ilk kişi Talat Aydemir'di. O da dâhil olmak üzere
burada idam edilenlerin hepsi infaz gecesi askeri cezaevinden getirilerek idam
edilmişlerdir."S.154
28 Şubat Sürecinde
Ulucanlar'da Yaşananlar
'1996 yılının sonunda, 28 Şubat sürecinde
dokuzuncu koğuşu yeniden açtık. Buraya meşhur 'Sincan Kudüs Gecesi' sanıklarını,
belediye başkanı Bekir Yıldız, gazeteci Nurettin
Şirin, belediye başkan yardımcısı Mükremin Yıldız,
belediye kültür müdürü Hüseyin Avni Yazıcıoğlu ve
belediye çalışanlarından Ahmet Turan Çalışan ile Osman Özüpek'i
koyduk. Ayrıca gecede tiyatro oyununda rol alan Selçuk Öz, Alim Çiçekli ve
Burhan Polat isimli tiyatrocular da vardı. Suçları da bilindiği gibi Sincan
Belediyesi Kültür Müdürlüğünün, 'Kudüs Gecesi' isimli bir gece tertipleyip
burada İsrail'i telin etmeleri ve bu geceye İran Büyükelçisini davet ederek
konuşma yaptırmalarıydı.
Yapılan yargılama sonunda bu geceyi
organize eden gazeteci Nurettin Şirin, vicdanları kanatacak şekilde 16 yıl
hapse mahkûm edilmiş, diğerleri de 3'er yıl 9 ar ay hapis cezasına
çarptırılmıştı.
Bu koğuşa daha sonra tutuklanan Vahdet
Vakfı yöneticileri; başta vakıf başkanı Hüsnü Aktaş Hoca
ile Av. Yusuf Akmaz, öğretmen İbrahim Koca, imam Emin
Bostancıoğlu ve diğer vakıf yöneticileri buraya konuldu. Bu arada
bu insanların cezaevinde yok edilmek istendiğine dair çok sayıda istihbarat
alıyorduk. Bazı geceler benim, cezaevini kontrol ettikten sonra koğuşa gidip
sabaha kadar burada kaldığım oluyordu. Hiç olmazsa olası bir saldırıyı
önleyebileceğimi umuyordum. Nihayetinde korktuğumuz gibi bir olay olmadı. Fakat
daha sonra böylesi istihbaratların psikolojik bir yıpratma planı olduğuna karar
verdim.
Bu koğuşa koyduğumuz diğer bir meşhur
tutuklu ise Müslüm Gündüz idi. Kendisi 1997 yılı bahar
aylarında Ankara DGM'de devam eden bir davası için bizim cezaevine sevk edildi.
Gelince onu da mecburen dokuzuncu koğuşa koyduk.
Koğuşta yatanların birbirleri ile uyumları
çok iyiydi. Bu koğuşun havalandırma bahçesi koğuştan daha küçüktü. Burada spor
yapmak imkânsızdı. O yüzden hiç olmazsa yürüyerek spor yapmak üzere, koğuşa
gelirken yol olarak kullanılan müşahede merkezi ile cezaevi dış güvenlik duvarı
arasındaki 2 metre genişliğinde ve 75 metre uzunluğundaki bu alanda yürümek ve
koşmak istediler. Ben de buna müsaade ettim. Zamanla aralarında iddialı
yarışmalar yapmaya başladılar.
Bu yarışlar daha ziyade 30 yaşındaki Bekir
Yıldız ile 66 yaşındaki Emin Bostancıoğlu Hoca arasında olurdu. Sonuçta her
zaman Emin Hoca galip gelirdi. Çünkü Hoca, hayatı boyunca sürekli spor
yapmış, bütün memuriyeti boyunca tam 40 yıl boyunca Aydınlık Evler'deki evinden
Hacettepe Hastanesine yürüyerek gidip gelmişti.
Koğuşla ilgili söyleyeceklerime dair
buralara kadar gelmişken, tutuklu olarak yatan emekli Hacettepe Hastanesi imamı
Emin Bostancıoğlu Hoca ile alakalı ilginç bir hatırayı da anlatmak istiyorum:
Hocamız, 12 Eylül 1980'de Hacettepe
Hastanesinde görevine devam ederken o tarihte lise öğrencisi olan oğlu,
günümüzde gazetecilik yapan Adnan Bostancıoğlu sol
örgütlere üye olmak suçundan askeri mahkemece tutuklanarak Mamak Askeri
Cezaevine konulur. Hoca bu duruma çok içerler ve oğlu ile ilgilenmez. Aradan
aylar geçer, hanımı gizli saklı oğlunu ziyarete gelip giderken, Hocayı da
eş-dost yalvar yakar ziyarete gitmeye ikna ederler. Hoca oğlunu tel örgü
arkasında görünce çok hüzünlenir. Saçları dediğine göre bir günde ağarır.
Oğlunu affetmese de üzüntüsünü yine de gizleyemez.
Aradan zaman geçer ve 28 Şubat süreci
gelince, mevcut düzen bu defa Emin Hocanın kendisini tutuklayıp içeri atar.
Bu defada ise oğlu, onun izlediği yolu
beğenmemektedir. Siyasetine ve ideolojisine karşıdır. Ama neticede tutuklanan
kişi onun babasıdır. Tutuklandığını duyunca görev yaptığı İstanbul'dan kalkıp
Ankara'ya gelir, babası ile ilgilenir. Ne var ki bu kez roller değişmiştir.
Artık içeride babası, dışarıda da kendisi vardır. Devlet ne babaya ve onun
ideolojisine, ne de oğluna ve onun izlediği siyasete tahammül edememiştir...
Ülkemiz böylesine gariplikler ülkesidir.
Dün dost dediği kesimleri bugün düşman, dün düşman dediği
kesimleri de bugünkü devre ve konjonktüre göre dost sayabilmektedir.
Nihayetinde güvenlik konseptleri ve anlık tedbirleri sürekli olarak değişen bir
devletimiz var. Bu devlet, iki kuşağı da eşit bir şekilde kendisine düşman
olarak görür...
İbret verici bu özel durumu dile getirmek
istemezdim. Ama Sayın Adnan Bostancıoğlu, bununla ilgili hatırasını bundan
birkaç sene önce bir 28 Şubat yıldönümünde anlattığı için, bana
oldukça enteresan gelen bu olayı anlatmakta bir beis görmedim.
Bu koğuşta yatan Hüsnü Aktaş Hoca,
arkadaşlarını teselli etmek ve onlara moral vermek için elinden geleni yapardı.
Kendi tabiri ile'Burada elektrik parası yok, su parası yok, yiyecek içecek
sıkıntısı yok, ibadet ve okumalarımızı rahatça yapabiliyoruz...' diye
konuşma yapar, içerideki sıkıntılı havayı dağıtmak ve arkadaşlarına moral
vermek üzere sürekli çaba sarf ederdi.
Kendisi 12 Eylül'de Mamak'ta yatmış, ceza
alınca da Ulucanlar'a gelip uzun süre altıncı koğuşta kalmıştı. Elbette
Ulucanlar'daki durumu, Mamak'la mukayese kabul etmeyecek kadar rahattı. Hoca
altıncı koğuşta yattığı dönemde, cezaevinde yaptığı ilmî çalışmalar sonunda
İslâm fıkhına dair iki ciltlik 'Emanet ve Ehliyet' adındaki
muhteşem eserini yazmıştır. Bu dönemde cezaevlerinde şahit olduğu
çaresizliklere bir nebze çare olmak için Vahdet Vakfını kurup içerideki
mazlumlara ve ailelerine yardıma başlamıştır. 28 Şubat sürecinde
tutuklanmasının sebebi de budur.
Kendisi ile beraber tutuklanan
Rahmetli Ahmet Töret Amca, hemen her gün 'torunumu
özledim' diye sızlanınca Hüsnü Hoca teskin edici konuşmalar yapardı. Haksız
yere tutuklandıkları, zaten henüz 45. günlerinde beraat etmelerinden
anlaşılmıştı.
Buraya 1988 yılında Ankara
Muradiye Eğitim Vakfı yöneticilerinden 8 kişi daha tutuklanıp
getirilmişti. Ben 1988 yılı yazında Beyşehir'de bulunduğum sırada Ankara
DGM savcılığı, hem büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek Beye
hem de bu vakfın yöneticilerine aynı dosyadan dolayı gözaltı kararı almış,
Melih Bey de bir gün emniyette kalmış ve serbest bırakılmıştı. Diğer
sanıklardan Saim Çöllüoğlu, Halil Akburak, Mehmet
Ermiş, Musa Mallı ve ismini hatırlayamadığım diğer kişilerle
birlikte toplam 8 kişi tutuklanmışlardı.
28 Şubat'ın gerçek mağdurlarından olan bu
vakıf ve bu insanlar, o dönemde çok sıkıntı çektiler. Neticede açılan dava
beraatla sonuçlandı. Bunların yattığı da maalesef yanlarına kaldı...
Bu koğuş adeta 28 Şubat'la özdeşleşmişti.
Yeterince büyük olmadığı için tutuklanıp buraya verilmesi gereken guruplar için
yeterli yer olmadığından bu gibi tutukluları Elmadağ Kapalı Cezaevine
gönderiyorduk.
O dönemde hedef tahtasına oturtulan Milli
Görüş kurumlarından birisi de Milli Gençlik Vakfı idi.
Bu vakfın mensupları, rutin faaliyetlerinden olan eğitim ve şuurlandırma
eylemleri çerçevesinde vakfın Bolu şubesinde bir tiyatro gösterisi tertip eder.
Vakıf yetkililerini tutuklamak için bahane arayan adli makamlar, tiyatronun
içeriğini kendilerine yapılan ihbarla ele alır ve tehlikeli buldukları için 25
kadar vakıf üyesiyle birlikte tiyatrocuları Ankara DGM savcısı Nuh Mete
Yüksel'in karşısına çıkarırlar. O da hiç zaman kaybetmeden kendilerini
tutuklamaya sevk ederek hepsinin tutuklanmasını sağlar.
Çoğunluğu Bolu'dan olan bu
tutukluları Ankara Cezaevinde yerleştirebilecek ayrı bir
mekân olmadığı için Elmadağ Kapalı Cezaevine sevk ettik.
Ben de tutuklamanın hemen akabinde oraya gidip tutuklananlarla ilgilenmek
istedimse de iki gün süren işlerim dolayısı ile gidemedim.
İki gün sonra rahmetli Ekrem
Doğanay Hocamız, yanında daha sonra Bolu milletvekilliği yapacak
olan Mehmet Güner ile Ankara Kapalı Cezaevine gelmişti. Elmadağ'a gidip
tutukluları ziyaret etmek istediğini söyleyince ben de onlara eşlik ettim ve
beraberce ziyarete gittik. Gerekli prosedürden sonra tutukluları hocamızla
görüştürdük. Hocamız kendilerine moral verici bir konuşma yaptı.
Tutuklananların arasında daha sonra AGD
genel başkanlığı yapan İlyas Tongüç ve Bolu'da
çeşitli okullarda öğretmenlik yapan arkadaşlar da vardı. Tiyatroyu sahneye
koyup oynayan Vahiy adındaki kardeşimiz bu olaydan ceza alarak yattı.
Cezaevinden çıktıktan sonra teşekkür için yanıma geldi. Diğer tutuklular ise
berat ederek görevlerinin başına döndüler.
Bu olay sırasında İslâmi teşkilatlarımızın
yeteri kadar hassas davranmadığını ve düşenlere yeteri kadar sahip
çıkılmadığını anladım. Biz tutuklamalardan iki gün sonra cezaevine gittiğimizde
bu arkadaşlarımızın herhangi bir gıda alamadıklarını, cezaevinde yemek
çıkmadığı için aç kaldıklarını gözledik. Daha
sonra yapılan ikazlar ile kendilerine yeterince gıda maddesi gönderilmeye
çalışıldı." S.179-192
Cezalı Kavak
'Ulucanlar Cezaevini bilen, çeşitli
nedenlerden ötürü burada kalmak zorunda olan herkesin hatıralarındaki silinmez
izleri canlandıran kavak ağacından söz etmeden geçemeyiz...
Kavak ağacı, bu cezaevinin son 50 senesine
şahitlik eden dilsiz tanığıdır. Dibinde birçok idam cezası infaz edilmiş, nice
feryat-figan ve gözyaşlarına tanık olmuştur.
Bu cezaevinde hatırası olan herkes, bu
kavağı şahit göstererek, 'Şu kavağın dili olsa bir konuşsa!' diye
serzenişlerini dile getirirdi. Ben de uzun yıllar boyunca bu cezaevinde birçok
acı (tatlı diyemeyeceğim) olay yaşadım. Yaşadıklarımı dile getirmekten acze
düştüğüm anlarda bu sözü çokça tekrar ettiğimi hatırlarım.
Aşağıda anlatacağım gibi üç genç insanın
idam cezalarının infazına, bu kavak ağacının dibinde ben de şahitlik ettim. İlk
defa içeri giren tutukluların şaşkınlığına burada şahit oldum. Dışarıda
karakteri ve kişiliği ne olursa olsun bu cezaevine ilk girenlerin bu
karakterden soyunup, içeriye mahsus karakter ve davranış kalıplarını ilk kez
burada kuşandığını gördüm. Dışarı çıkanların hüzün ve gam elbiselerini çıkarıp,
neşe ve sevinç giysilerini yeniden burada üzerlerine giydiklerini gözlemledim.
Hüzünle sevinç arasındaki o garip duyguların yüzlere yansıdığına yine burada
defalarca kez tanıklık ettim...
Yaşayan bir canlı olan ağacın, insanın
insana yaptığı zulmü görmekten dolayı beyaz olan gövdesinin karardığını,
duyduğu hicaptan dolayı içinin kızardığını, budanan dallarının adeta gözyaşı
dökerek ağladığını bu kavak bana hissettirdi. Zalim idarecilerin yaşayan bu
ağacı işkence aleti olarak kullandığını, mazlumlardan yine bu kavağın dibinde
dinledim. İnsanlara işkence olsun diye bu ağaca çıplak olarak
tırmandırıldıklarını yüzüm kızardığı halde yine bu kavağa bakarak utançla
anlattılar, ben de utançla dinledim.
Bir insan olarak ben bu kavaktan hep
utandım. Acaba o da bir varlık olarak, bir canlı olarak utanmış mıdır diye ona
baka baka birçok kez düşündüm. Onun dış yüzünü ve kabuğunu karartan, içindeki
özünü kızartan bu zulümlerin, çirkin olayların, buradaki insanların da
kalplerini kararttığını bu kavak bana mağrur ama hüzünlü duruşu ile anlatmış
oldu.
Kendisi ile sohbet etmek, dertleşmek
isterdim. Ama onun söylediklerini anlayacak yetenek bende yoktu. Benim dediğimi
anlayıp anlamadığını ölçecek bilgiden de ben yine yoksundum.
Bir insan olarak bana hep cehaletimi ve anlayışsızlığımı
haykırıyordu bu ağaç. O kadar temenniye rağmen, dile gelmesine yaratılışı
hiçbir zaman izin vermiyordu. Sonunda onun, 'Müdürün Kavağı' olan
adını, 'Cezalı Kavak' olarak değiştirdim.
Kendi cinsinden olan ağaçlar, çiçekli
bahçelerde, ırmak kenarlarında, parklarda, bahçelerde, tarlalarda esen
rüzgârlarla salınırken, o ise insanlığın dramlarına şahitlik etme cezasına
çarptırılıp cezaevinde dikilmişti.
Bir insanın günah ve sevaplarını yazan
KirâmenKâtibîn melekleri gibi o da bu mekânda yaşanan günahları ve sevapları
kendi hafıza defterine kaydediyordu. Ama belki de insanoğlu ile paylaşmaya
değmez diye dile gelip de yazdıklarını anlatmaktan imtina ediyordu.
Kim bilir; belki de günü geldiğinde, sorgu
sual edildiğinde, Hâkimler Hâkimi'ne anlatır tüm gördüklerini..."
S.221-223
Korkut Özal Ziyarete
Geliyor
'Yine o günlerde Avrupa parlamentosundan
iki milletvekili, Ulucanlar Cezaevini ziyarete gelmişlerdi. Tabii ki adet
olduğu üzere Leyla Zana ile görüşmek istiyorlardı. Yanlarına, ziyarete refakat
etsin diye eski bakanlardan İstanbul milletvekili Korkut Özal'ı vermişlerdi.
Geldiler, ben de kendilerini görüşme için odama aldım. Leyla Zana'yı
getirttirdim. Leyla Zana'nın odaya gelir gelmez Korkut Özal'ın elini
öpmesi dikkatimi çekti.
Bir yanda görüşme yapılırken, eski
tanışıklığımız nedeniyle Korkut Özal ile kendi aramızda sohbet ediyorduk.
Kendisine burada siyaset yaptığı için tutuklu bulunan başka hükümlüler de olduğunu,
özellikle Müslümanların da bulunduğunu, onlarla da görüşüp bir geçmiş olsun
demek isteyip istemeyeceğini sordum. Kendisinin birden davranışları değişti ve
vaktinin sınırlı olduğunu, görüşmeyi düşünmediğini söyledi. Merak edip hangi
Müslümanın, hangi olaydan tutuklandığım bile sormadı. Ben de bunun üzerine bir
şey söylemedim. Zamanının olmadığını öne süren Korkut Bey bir saat daha Leyla
Zana ile sohbet etti ve cezaevinden ayrıldı." S.235
Devrim Karşıtlıkları
Nedeniyle İdam Edilenler
'Benim kişisel araştırmalarıma göre devrim
karşıtı olduğu gerekçesiyle yaptıkları fillerden dolayı değil, fikirlerinden
ötürü iki kişi bu cezaevinde idam edilmiştir. Bu kişilerden biri ünlü İslâm
âlimi ve Fatih Medresesi dersiamlarından İskilipli Mehmet Atıf Hoca, diğeri de
yine aynı medrese hocalarından Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hocadır. İkisi de aynı
anda, Ankara İstiklal Mahkemesinde aynı suçtan ötürü yargılanmış ve aynı gün
içerisinde, 4 Şubat 1926 tarihinde Ankara'da o zamanki TBMM önünde asılarak
idam edilmişlerdir.
Atıf Hoca da yargılandığı günlerde bu
cezaevinde kalmış. Rivayete göre gece geç saatlere kadar savunma hazırlamış ve
bir ara olduğu yerde uyumuş. Rüyasında Resûlullah(s.a.v.) Efendimizi görmüş.
Resûlullah Efendimizin kendisine, 'Bana gelmemek için savunma mı
hazırlıyorsun?' diye sorduğunu görünce uyanır uyanmaz hazırladığı
savunmaları yırtmış ve duruşmada savunma yapmamış.
Bu konuda da çok değerli çalışmalar
yapılmıştır. En azından artık resmi tarih ne söylerse doğrudur mantığını kimse
yutmuyor. Bundan yaklaşık 20 sene önce TBBM'deki Ankara İstiklal Mahkemesi
zabıtları arşivlerden çıkarılarak yayınlandı. Bu zabıtlarda savcının
iddianamesi de mahkeme kararı da idamın şapka için verildiğini açıkça
belirtiyor." S.281-284
İzmir Suikastı Nedeniyle İdam
Edilenler
'Bu olay nedeniyle Ankara kapalı
cezaevinde idamı gerçekleştirilen beş kişi var. Daha doğrusu benim tespit
edebildiğim bu kadar.
Bunlar Osmanlı döneminde maliye nazırlığı
yapmış olan Cavit Bey, ünlü ittihatçı Dr. Nazım, milletvekilleri Hilmi, Nail ve
Abdulkadir Beylerdir,
Bu kişiler, Mustafa Kemal Paşa'ya İzmir'de
suikast planladıkları gerekçesiyle görevlendirilen Ankara İstiklal Mahkemesince
İzmir'deki yargılamada idama mahkûm edilmişlerdir. Mahkeme sırasında olayla
ilgisi olmayan birçok insan bu bahaneyle ortadan kaldırılmak istenmiş, ancak
dönemin başbakanı İsmet Paşa, bazı kurtuluş savaşı komutanları için devreye
girerek bunların cezalandırılmasının önüne geçmek istemiştir.
İsmet Paşanın müdahalesine kızan mahkeme
heyeti, İsmet Paşa hakkında tutuklama müzekkeresi çıkarmıştır. Olay
Mustafa Kemal Paşaya intikal edince, o da işin gidişatının iyi
olmadığını görüp, verdiği emirle bu
tutuklamayı kaldırtmıştır. İsmet Paşa›nın bu girişimi sayesinde Kazım
Karabekir Paşa ve Rauf Paşa bu olayda idam almaktan kurtulmuşlar, ancak ölene
kadar gözetim altıda tutularak konuşup yazmamaları için her
türlü baskıya maruz bırakılmışlardır." S.285
Darbe Girişimi Nedeniyle
İdam Edilenler
'Kayıtlara göre Ankara Merkez Kapalı
Cezaevinde bu nedenle idam edilen iki kişi var: Albay Talat Aydemir ve Süvari
Yarbay Fethi Gürcan. Bu kişiler 1964 yılında idam edilmişlerdir.
İdam cezaları, bu kişilerin idamına
kadar şehir meydanında, özellikle de Saman Pazarı Meydanında
yapılırken, 1960 darbesinden sonra ilgili mevzuatta değişiklik yapılarak
cezaevinde hiç kimsenin göremeyeceği, sadece kanunda sayılı bulunan kişilerin
hazır olduğu bir ortamda sabah imsak vaktinden önce yapılmaya başlandı.
Talat Aydemir suçsuzluğundan emin olduğu
için idam edecek heyete, 'Ben suçsuzum. Göreceksiniz; idam sehpasında
beni ne kadar döndürseniz de yüzüm yine kıbleye dönük olarak kalacaktır!'
diyerek iddiasını sürdürmüş. Savcımızın anlattığına göre bu iddia doğru çıkmış,
idam sehpasında hareketi bitip ölüm gerçekleşince sehpada sallanan naaşı, yüzü
kıble yönüne dönüp hareketsizce durmuş.S. 288
12 Mart Muhtırasından
Sonra İdam Edilenler
TCK'nın 146/1 maddesine göre, Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasını kısmen veya tamamen tağyir, tebdil ve ilgaya cebren
teşebbüs suçundan, Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesince idamlarına
karar verilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin
İnan, 6 Mayıs 1972 tarihinde gece saat 0300'de Ankara Ulucanlar Merkez
Kapalı Cezaevinde idam edilmişlerdir.
Evvela şunu belirtmeliyim ki bir insan ve
Müslüman olarak, hangi insan olursa olsun bu kişilerin haksız yere idam
edilmesini normal saymak inancımıza ve vicdanımıza terstir. Bu genç insanların
idam edilmesi de aslına bakılınca oldukça üzücüdür.
Keşke idam edilmeselerdi, belki bu
memlekete hizmetleri olur, Allah'ın verdiği ömürlerini tamamlayarak kendi
yataklarında vefat ederlerdi... Ancak bu ülkede sesi çok çıkan, basın ve yayın
organlarına hâkim olan sol kesimin, ülkemizde sadece bu kişiler asılmış ve
başka hiçbir kimse asılmamış gibi idam denildiğinde sadece bu kimseleri
bayraklaştırmaları çok gariptir.
Unutulmamalıdır ki bu ülke, 'Sanıkların
idamına, şahitlerin bilahare dinlenilmesine...' diye kararlar
verip anında kurdukları idam sehpası ve darağaçlarında binlerce idam
gerçekleştiren İstiklal Mahkemesi dönemlerini de yaşamıştır. Ama ne hikmetse bu
insanların zulme uğradığından bir nebze olsun bahsedilmez... Aksine, sosyalist
ve komünist geçinen bu insanlar, geçmişte yaşanan idamları utanmadan elleri
patlarcasına alkışlamaktadırlar. İzlediğimiz televizyon programlarındaki
tartışmalarda hâlâ aynı davranışı göstermeleri, bu kesimlerin gözle görülebilen
çifte standartlarındandır.
Bu ülkede yaşayan Müslümanlar olarak
elbette ki çifte standartlardan uzak durma sorumluluğuna sahip olduğumuzdan,
inancımız gereği mazlum durumda kim olursa olsun ve bu kişilerin inancı ne
olursa olsun onların yanında durmamız gerektiğinden, bugün bizler de bu idamlar
karşısında üzüntümüzü samimiyetle dile getiriyoruz.
Bu idamlar adil değildi çünkü bu kişiler
olağan bir mahkemede yargılanmamışlardı. Emir komuta düzeni içinde yargılama
yapan askeri mahkemelerde yargılanmışlardı. İşledikleri iddia edilen suçlar da
idamlarının haklılığı konusunda kamu vicdanını tatmin etmemişti.
Üyelerinin neredeyse yarısı asker
emeklisi olan bir senatoda askeri mahkemenin idam kararının onaylanması da
adalet konusunda asla ikna edici bir durum değildir. Yargılayan asker, kanunu
onaylayan senatonun yarıdan fazlası asker, kanunu onaylayıp yayınlatan
cumhurbaşkanı da yine asker kökenlidir. Böyle bir ortamda yapılan
idamları adalet adına savunmak mümkün olamaz.
Adnan Menderes ve arkadaşlarını da
askerlerin idam etmesine rağmen, bu gençlerin idamını onların idamının intikamı
gibi görüp 'üçe üç' diye ortaya çıkan bir meclis çoğunluğunun onaylaması da
ayrı bir adaletsizliktir. Bu üç genç de idam edilen diğer insanlar gibi
kanaatimizce mazlum durumdadırlar.
Cezaevlerinde çalıştığım bunca yıl boyunca
hakikaten samimi sosyalist gençler de tanıdım. Bu gençler gayet idealist,
okuyup yazan, ideolojisini beyin gücüyle topluma kabul ettirmek isteyen
insanlardı. Onların ideolojilerinin, boğazda viski yudumlayan ağababalarınca
hep dışlandığını, cezaevine düştüklerinde kendileriyle hiç ilgilenilmediğini
ama adam öldüren ve kaba kuvvet kullananların içeride ve dışarıda hep el
üstünde tutulup lider sayıldığını ve pohpohlandığını gördüm.
Solcu gençleri fikir mücadelesi yapmak
yerine kaba kuvvete teşvik eden bu odakların, idam edilen bu üç genci de
özellikle yargılama sırasında kanuni hafifletmelerden yararlandıracakları yerde
gaza getirdiklerini, mahkeme heyetine hakaret etmelerine çanak tutarak onları
adeta idama sürüklediklerini düşünüyorum. Bu odaklar, idam sehpasına gönderilen
bu gençleri ideolojilerine alet ederek, idamlarından sonra anlattıkları 'şehir
efsaneleri' ile mitleştirmişlerdi. Ben bu kanaate Ekim 1980'de bu cezaevinde
idam edilen başka bir solcu gencin idamında bulunduğum sırada varmıştım. Bana
göre idam edilen bu üç gence ve daha sonra bunları örnek alarak teröre bulaşıp
heder olan diğer gençlere yazık olmuştur..." S.294
12 Eylül'de İdam
Edilenler
Bu idamların infazında bizzat bulunduğum
için gördüklerimi tüm detayları ile anlatmaya çalışacağım...(S.295-331)
Yazarın Necdet Adalı, Mustafa
Pehlivanoğlu ve henüz on yedi yaşında olan Erdal Eren'in
idam sahneleri ile ilgili şahitliklerini aktardığı bölüm, ibret almasını
bilenler için hazineler kıymetindedir.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 346 / Eylül 2019