Fıkıhtan Faşizme - Alparslan Aydar

Fıkıhtan Faşizme

Tanıtımını yapacağımız 'Fıkıhtan Faşizme' isimli eserin odaklandığı dönem, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllardır.  On üçüncü yüzyılın sonlarına doğru, hanedana da adını veren I. Osman, Orta Anadolu'da askeri gücünü tahkim etmeye başlamıştır. I. Osman ve halefleri Osmanlı hâkimiyetini hızla Balkanlara ve sonrasında da Doğu Anadolu'ya genişlettiler. 1453'e gelindiğinde Konstantinopolis ve çevresini yöneten Bizanslıların yerini almışlar; 1529'ta ise Viyana'yı kuşatmışlardı.  Yazar Ruth Miller, Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte ceza hukukunda yapılan değişiklikleri ele almakta ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ceza hukukunu yönlendiren temel düşüncelerin tarihsel ve kuramsal köklerini ortaya koymaktadır. Tanzimat'tan 1930'lara kadar geçen dönemde ceza kanunlarında yapılan değişiklikleri dikkatle takip eden yazar, bu değişimlerin ardında yatan düşünce ve felsefeyi 'modern' dönemde gelişen devlet, birey ve toplum anlayışıyla irtibatlandırarak ele almaktadır. Bu değişimi 'Fıkıhtan Faşizme' olarak nitelendiren yazar, bir medeniyetin nasıl inkiraza uğradığını ifade etmektedir. Dikkatle okunmasında fayda vardır.

Fıkıhtan Faşizme
Ruth A. Miller
Ekin Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 365 / Nisan 2021

Ruth Miller, Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte ceza hukukunda yapılan değişiklikleri ele almakta ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ceza hukukunu yönlendiren temel düşüncelerin tarihsel ve kuramsal köklerini ortaya koymaktadır. Tanzimat'tan 1930'lara kadar geçen dönemde ceza kanunlarında yapılan değişiklikleri dikkatle takip eden yazar, bu değişimlerin ardında yatan düşünce ve felsefeyi 'modern' dönemde gelişen devlet, birey ve toplum anlayışıyla irtibatlandırarak ele almaktadır.

Yazar, Tanzimat sonrası Osmanlı bürokrasisinin, dünyada yaşanan 'modern' gelişme ve eğilimlere paralel bir şekilde genelde devleti, bürokrasiyi, toplumu, dini, ulemanın rolünü özelde ise suç ve cezayı 'modern zihniyet' çerçevesinde yeniden tanımlayıp yorumladıklarını ve modern devlet ile bürokrasiyı inşa etmede ceza hukukunu etkin bir araç olarak kullandıklarını ortaya koymaktadır. Yazara göre Tanzimat'tan Cumhuriyet'e uzanan süreçte ceza hukuku devlet ve bürokrasi lehine öyle köklü bir dönüşüm gerçekleştirmiştir ki bu dönemden önce ceza hukukunun korumayı hedeflediği mağdurlar birey, toplum ya da Tanrı hakları iken bu dönemle birlikte artık 'devlet' öncelikli mağdura dönüşmüş, ceza hukukunun odağı da devlet ve bürokrasinin hakları ve menfaatlerini korumaya yönelmiştir. Ceza hukukunda Tanzimat'tan Cumhuriyet'e yaşanan bu tür gelişmeler nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında faşist ceza kanununun kabulüyle neticelenmiştir.

 

Tarihsel Bağlam

Bu kitabın odaklandığı dönem, yani on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar tek bir hanedanın 600 yıllık kesintisiz siyasi hâkimiyetinin yıkılışına şahitlik etmiştir. On üçüncü yüzyılın sonlarına doğru, hanedana da adını veren I. Osman, Orta Anadolu'da askeri gücünü tahkim etmeye başlamıştı. O, bölgede rekabet içinde olan birçok Türk beyinden biri idi, fakat strateji, coğrafi konum ve ideolojik yaratıcılık gibi unsurların bileşimi, beyliğini bir imparatorluğun nüvesi haline getirmesine yardımcı oldu. I. Osman ve halefleri Osmanlı hâkimiyetini hızla Balkanlara ve sonrasında da Doğu Anadolu'ya genişlettiler. 1453'e gelindiğinde Konstantinopolis ve çevresini yöneten Bizanslıların yerini almışlar; 1529'ta ise Viyana'yı kuşatmışlardı.

On altıncı yüzyılın başlarına gelindiğinde Osmanlılar Ortadoğu'nun Arapça konuşan büyük bir kısmını fethetmiş bulunuyorlardı. Osmanlı Tarihi'nin geleneksel yorumlarında bu dönem 'klasik' Osmanlı yüzyılı olarak görülür. Yine bu yorumlar, on yedinci yüzyılın başlangıcı ile birlikte Osmanlı askeri gücünün zayıfladığını ve İmparatorluğun bütünüyle bir gerileme içine girdiğini dillendirir. 1683'te Viyana'nın ikinci kez kuşatılmasından başlayarak Osmanlı sınırları daralmaya başladı ve on sekizinci yüzyıl boyunca Avusturya İmparatorluğu ve Rusya İmparatorluğu Osmanlı toprakları üzerinde genişlemelerini sürdürdü. On dokuzuncu yüzyıl başlarına gelindiğinde, Osmanlı egemenliğine karşı tehditler sadece Avusturya, Rusya, İngiltere ve Fransa ile sınırlı değildi artık, içerdeki milliyetçi akımlar da Osmanlı'ya bir tehdit oluşturmaya başlayacaktı.

İlk olarak otokratik hükümdarlar tarafından daha sonra da bürokrasideki farklı gruplarca girişilen on dokuzuncu yüzyıl reform hareketleri, klasik literatürde genellikle on yedinci yüzyıl sonrasındaki toprak kayıplarına verilmiş bir cevap olarak konumlandırılır. Bu çerçevedeki yorumlara göre, Osmanlı idarecileri ve münevverleri etraflarına baktılar, kendi imparatorluklarının gerileme içinde olduğunu gördüler, Avrupalı veya Batılı teknoloji, yönetim, hukuk ve sonunda da dünya görüşünün üstünlüğünü kabul ettiler ve reformlarında Avrupa'yı 'taklide' giriştiler.

Öte yandan son dönem çalışmaları, Osmanlı Devleti'nin son asırlarındaki dinamik sosyal, entelektüel ve siyasi yapısına dikkat çekerek ikna edici bir biçimde gerileme tezini sorgulamaya başlamıştır. Bu 'bir reaksiyon olarak reform' tezi artan bir şekilde eleştiriye tâbi tutulmuştur. Fakat bu argümanın problematik unsurlarına dikkat çekmeden önce, son dönem Osmanlı siyasi ve bürokratik değişiminin doğasını tanımlamak istiyorum.

Dönemin hariciye nâzırı olan ve sonraki dönemde de I. Abdülmecid'in (1839-1861) sadrazamlığını yapmış olan Reşid Paşa, 1839'da Gülhane Hatt-ı Hümâyunu'nu okuyarak Tanzimat sürecine (1839-1876) start veren isimdir. Ferman, bütün Osmanlı 'vatandaşları'na (ki bu yeni tanımlanmış bir kategoriydi) 'can, ırz ve mal' güvenliği, vergi ve askerlik hizmetinde eşitlik, düzenli bir hukuk sistemi ve düzenli bir yargı süreci vaat ediyordu. Bütün bu reformlar, İslâm siyaset felsefesi ve İslâm hukuk retoriği çerçevesinde dillendirilmişti ve yine bunların tamamı modernist, yarı liberal bir zemine karşı ileri sürülmekteydi. Buna göre Tanzimat, adalet ve kanuniliğe dair geçmişten gelen Osmanlı ideallerinin on dokuzuncu yüzyıl bağlamında yeniden yorumlanması ve yeniden konumlandırılması girişimidir. S.34

Gülhane Hatt-ı Hümâyunu'nun okunmasının ardından Osmanlı Devleti, kendi bürokrasisini tekrar düzenlemeye koyuldu. Birçok nazırlık ihdas edildi, bürokratik hiyerarşiler ve maaş yapıları oluşturuldu. Bunlar arasında bizi en çok ilgilendiren ise, 1868'te Adliye Nezâreti'ne dönüşecek olan' Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliyye'dir. Bu meclis yeni arazi kanunları, ticaret kanunları, medeni kanunu (aile kanunu hariç, aile kanunu 1917'ye kadar kanunlaştırılmamıştır) ve birçok ceza kanununu yayınladı. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye (ve sonrasında onun yerini alan Adliye Nezâreti) yeni kanunların uygulanması ile sorumlu olan nizâmiye mahkemelerinin işleyişine ve görevlilerin tayinine de nezâret etti. 1876'da Sadrazam Mithat Paşa kabaca Belçika modeline dayanan yeni Osmanlı anayasasını ilan etti, bununla da Tanzimat sona ermiş oldu.

Anayasa bir yıldan az bir süre yürürlükte kalabildi. Hızlı toprak kayıpları, Avrupa kaynaklı diplomatik manevralar, yeni ideolojik tutumlar gibi unsurların birleşimi II. Abdülhamid'in (1876-1909) meclisi askıya almasına ve kendi reform yolunda ilerlemesine sebep oldu. Klasik tarih yazımı genelde II. Abdülhamid'i gerici olarak tasvir eder. Bu tarih yazımı, Padişah'ın anti-liberal eğilimini, azınlık politikasındaki hoşgörüsüzlüğünü, İslâmi kimliği politize etmesini ve Avrupa'dan gelen diplomatik müdahaleleri reddetmesini, Tanzimat döneminde filizlenen 'modern'den ciddi bir sapma olarak resmeder.

Son dönem çalışmaları, II. Abdülhamid hakkındaki bu kanıyı ciddi şekilde sorgulamıştır. Gerçekten de, Tanzimat dönemi planlarının ve kodifikasyonlarının etkin bir hale geldiği dönem II. Abdülhamid dönemidir. Osmanlı hukuk mektebi 1878'de açıldı ve 1880'lerde eğitime başladı, nizâmiye mahkemelerine ciddi şekilde personel sağlanması ve mahkemelerin taşrada teşkilatlanması gene bu dönemde gerçekleştirildi, hukuk sistemi tüm İmparatorluk boyunca bir uçtan diğerine bu dönemde bürokratikleştirildi. Şu da ifade edilebilir ki II. Abdülhamid'in siyasal kimliği yeniden yorumlayışı, varlığına son verdiği kurumlar veya inşa ettiği kurumlar, on dokuzuncu yüzyılın son dönemleri ve yirminci yüzyılın ilk dönemleri düşünüldüğünde kesinlikle o dönemdeki küresel eğilimlerden kopuk değildir.

II. Abdülhamid'in siyasal iktidarı algılayış biçimi, mevcut iktidara karşı itirazların aynı sertlikte dillendirildiği bir ortamı hazırladı. 1908'de, İttihat ve Terakki Cemiyeti başarılı bir siyasi darbe yapacaktı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bilimin faziletine tutkulu bir şekilde inanan ve siyasi teorilerini ampirik düzlemde test etmeyi arzulayan pozitivist bir grup içinde Mekteb-i Tıbbiye'de bir öğrenci hareketi olarak başlamıştı. 1908'den sonra bu teorilerini pratiğe geçirme imkânı da buldular. Yedinci bölüm, Jöntürkler'in pozitivizmi ile Osmanlı hukukunun yörüngesi arasındaki etkileşimi daha derinlemesine ele alıyor. Şimdilik şunu ifade etmekle yetinelim ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti II. Abdülhamid'in hukuki ve bürokratik yapılarının çoğunu, yalnızca onlara 'bilimsel' bir renk katarak devam ettirmiştir.

Geleneksel tarih yazımı Tanzimat ve Tanzimat sonrası dönem reformlarını, Avrupa'nın askeri, siyasi ve entelektüel üstünlüğü karşısında alelacele girişilmiş reformlar olarak tasvir eder. Bu birçok nedenden ötürü sorunlu bir bakış açısıdır. En başta, kronoloji bunu desteklemez. Osmanlı Devleti'nin birçok Avrupa devleti ile sürekli bir 'onlara yetişme' oyunu oynadığını farz edeceksek eğer, modern düşüncenin ve modern kurumların bu Avrupa ülkelerinde Osmanlı'dan önce ortaya çıktığını varsaymamız lazım gelir. Fakat durum hiç de öyle değildir. Bu çalışmayı çok yakından ilgilendiren birkaç temel konuyu ele alacak olursak, Osmanlı hukuk sisteminin kodifikasyonu ve düzenlenmesi kadar Osmanlı'nın vatandaş/devlet ilişkisini yeniden yorumlaması da Avrupa ülkeleriyle aynı zamanda veya onlardan daha önce gerçekleşmiştir.

Daha da önemlisi, Avrupa devletlerinden önce veya eş zamanlı olarak Osmanlı'da da neyin modern olduğu ve neyin modern olmadığı konusunda bir farkındalık görmekteyiz.

Tanzimat resmi ve açık bir 'nizâmi reorganizasyon' idi. Nizâmiye mahkemeleri de gene açıkça 'nizâmi' ya da 'düzenli' idi. Hatta III. Selim (1789-1807) döneminde 'yozlaşmış' Yeniçerilerin yerini alması varsayılan askeri birlikler nizâm-ı cedid bile genelde atıf yapıldığı gibi 'yeni birlikler' değil, fakat 'yeni bir düzen' idi. Bu 'organizasyon'a, 'rasyonellik'e ve 'düzen'e aşırı düşkünlük (ki bunlar belki de modern bilincin en önemli ayırt edici özelliklerindendir) on dokuzuncu yüzyıl sonuna kadar birçok Avrupa ülkesinde bile görülmeyecekti.

Bu konuyu hassasiyet sebebiyle veya politik nedenlerden dolayı vurguluyor değilim. Vurguluyorum çünkü bu, tam da benim argümanımın mihenk taşını oluşturuyor. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Tanzimat ve Tanzimat sonrası reformları, küresel ölçekte birçok ülkede gerçekleşen daha geniş bir dalganın bu topraklardaki tezahürüydü. Elbette, yirminci yüzyıl başı itibariyle Osmanlı İmparatorluğu çeşitli Avrupa güçleri ile yarı-kolonyal bir ilişki içerisindeydi. Yine elbette, askeri güç alanında kesin bir dengesizlik mevcuttu.

Ancak, Osmanlı'nın iç işlerindeki kontrol hâlâ büyük ölçüde Osmanlı'nın elinde idi. Dolayısıyla Osmanlı'da 'reform' hayli bilinçli ve ne yapıldığı gayet iyi bilinen bir süreçti. Nasıl ki İngiltere ve Fransa devletleri bürokratik dönüşümü, İngiliz ve Fransız siyasi kimliğini tanımlamak için kullanmışlarsa Osmanlı Devleti de aynısını yapmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte, bu tepeden inmeci toplum mühendisliği daha da aşikâr bir hal aldı. Türkiyeli reformcular seleflerine oranla, Türkiye'nin ne olduğu hakkında daha kesin bir kanaate sahiptiler ve kendi tanımlarına uyan bir devlet ile vatandaş inşa etme konusunda da daha kararlı idiler. Türkiye Cumhuriyeti nezâretinde 'reform' artık 'devrim' olacak (ancak çoğunlukla tepeden inmeci bir dönüşüm şeklinde tezahür edecek) ve sosyal, siyasi ve kişisel yaşamın denetim altına alınabilecek her alanı denetim altına alınacaktı. Cumhuriyet dönemindeki diğer değişiklikler yanında, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçildi; dil 'yabancı' kelimelerden arındırıldı; Ankara başkent yapıldı ve faşistneoklasik mimari tarz uyarınca yeniden inşa edildi; bugün bile hâlâ hararetle tartışılan birçok kılık kıyafet düzenlemesi hayata geçirildi; ve tabi ki, hukuk sistemi büyük değişimlere uğradı.

1926 ve 1938 arasında Osmanlı hukuku neredeyse tamamen ortadan kalktı ve bunun yerine bazı değişikliklerle İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu ve Alman Ceza Muhakemeleri Usûlü Kanunu kabul edildi. Ankara'da kurulan ve modern, milliyetçi hukuk metotlarını öğreten hukuk mektebi hızla, II. Abdülhamid döneminde İstanbul'da kurulan hukuk mektebini gölgede bıraktı. Siyaset hukuku ve ceza hukukunun her ikisi de Cumhurriyetçi başkanlık/dikta sistemini destekleyecek mahiyette yeniden yorumlandı. Fakat en önemlisi, diğer ilk dönem Cumhuriyet yapıları gibi genel olarak hukuk yapısı da radikal ve devlet merkezli Türk milliyetçiliğine (ki farklı kimlikli ideolojilere pek hoşgörüsü olmayan bir milliyetçilikti bu) ayak uydurmak zorunda kaldı. Muhtemelen bu, Cumhuriyet dönemi hukuk dönüşümünün en 'devrimci' yanının ortaya çıktığı yerdir.

İttihat ve Terakki yönetimi altında bile Osmanlı siyaset düşüncesi farklı ideoloji ve siyasi kimliklerin varlığını kabul etmişti (tabi bu, illâ ki bunlara müsamaha gösterildiği anlamına gelmez). Cumhuriyet yönetimi altında ise durum bundan farklıydı. Türkiye modern, radikal, bir ulus devletti. Bu devletin de neo-liberal devlet standartlarına intibak etmeye, hatta bu standartların varlığını kabul etmeye ne arzusu vardı ne de ihtiyacı. İşte sadece böyle bir ortamda, on dokuzuncu yüzyıl başlarında başlayan hukuk düşüncesindeki eğilimler semeresini verebilirdi. Mussolini'nin ceza kanunu, 600 yıllık Osmanlı hanedanı mirasının engel teşkil edeceği bir devlette işleyemezdi. Fakat çeyrek asırdan az bir süreli mirasa sahip bir ulus devlette, suçun faşist bir algılanış biçimi gayet güzel iş görebilirdi; en azından bir süreliğine... (S.33-40)

 

Fıkıhtan Faşizme

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca Osmanlı ve Türk hukuku sosyal bağlamından tecrit edilmiştir. O zaten özselleştirilmiştir. Dahası, bilerek böyle yapılmıştır.

Tabi ki bu, Osmanlı hukukunun o dönemden önceki beş asırda hiç değişmemiş olduğu anlamına gelmiyor. Osmanlı hukuku on sekizinci yüzyılda da değişim geçirdi, on yedinci yüzyılda veya on dördüncü yüzyılda da. Fakat on dokuzuncu yüzyılda bu değişimin karakteri farklılaştı. Önceki dönemlerde değişim, merkezileşme veya adem-i merkezileşme, sekülarizasyon veya de-sekülarizasyon, kadıların ipleri ele alması veya idarecilerin ipleri ele alması şeklinde vuku bulmaktaydı. Oysa on dokuzuncu yüzyılda, hukuki değişimin temel karakteristiği, 'hukukun soyutlaştırılması'ydı. Elbette yukarıda bahsi geçen diğer eğilimler, on dokuzuncu yüzyılda da sahneye çıktı (hatta bunlar, soyut bir hukuk sisteminin oluşumunda kilit rol oynadılar), fakat 1839 sonrasında genel ve temel hukuki eğilim, sistemin somuttan uzaklaştırılmasıdır.

Soyut sistemle tam olarak neyi kastediyorum? Her şeyden önce o, sosyal bağlamından koparılmış bir sistemdir. İkincisi, bürokratik görev ya da tasarının faydasından ziyade saflığının/arılığının öne çıktığı sistemdir. Son olarak, ceza hukuku bağlamında o öyle bir sistemdir ki suç sadece diskursif'tir.

['itibari suç' olarak çevrilebilecek olan 'diskursif suç' kavramı yazarın bu çalışma çerçevesinde sıkça kullandığı temel bir kavramdır. Devletin kendi varlığına ve bürokratik ideallerine karşı -var olup olmadığına veya suç unsurunun oluşup oluşmadığına bakmaksızın- suç olarak algıladığı ve tanımladığı bir harekettir. Bu tür suçlar devleti fiziki olarak tehdit etmez ancak manevi kimlik ve varlığına zarar verebilir. Milli sembollere hakaret diskursif suça bir örnek olarak gösterilebilir. (Çev.)]

Önceleri, 'mağdura karşı işlenen suçlar'vardı. Bu suçlar bireyin hareket özgürlüğünün sınırlarını tanımlamaktaydı. Bir de 'mağdursuz suçlar' vardı. Bu suçlar da sosyal ahlâkın sınırlarını çizmekteydi. Fakat Osmanlı'nın kendini yeniden organize etmeye koyulduğu 1839'da, bu iki kategori de diskursif suçun içine eklemlenmeye başladı. Bu suç kategorisi artık sadece, suçun kendisine karşı işlenmiş sayıldığı hukuk sistemini tanımlıyordu.

Fakat ele aldığımız konu, bu değişimin gerçekleşme şekli ve yol açtığı sonuçlar itibariyle son derece özgündür. Öncelikle Tanzimat'ı değerlendirmek gerekir. 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ile başlayan ve 1876 Osmanlı anayasasının ilanı ile biten Tanzimat dönemi hakkında şimdiye kadar çok şey yazıldı. Yazılanların çoğu, bu dönemin, İstanbul yönetiminin mahalli yönetimlere daha fazla ve farklı alanlarda etki etmeye başladığı bir merkezileşme dönemi olduğu hususunda hemfikirdir. Birçok araştırmacı bu dönemin bir laikleşme dönemi olduğu hususunda da mutâbıktır, ancak bu iddia son dönemlerde artan oranda eleştirilmektedir. Bu kitapta da ilk ana tema olarak aslen, Osmanlı hukuk sisteminin on dokuzuncu yüzyıl boyunca ne şekilde hızla laiklikten arındırıldığı ortaya konmaya çalışılacaktır. Herkes bu dönemin bir reform dönemi olduğunda ittifak halindedir. Bununla birlikte, 'reform'un ne anlama geldiği tartışma konusudur ki bu tartışma, aynı zamanda bu kitabın ikinci ana temasını teşkil edecektir.

Buna ilâveten, Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğunda, acaba bu bürokratik değişim gerçekten ceza hukukunun işleyişine etki etmiş midir? Bu soruyu cevaplayabilmek için, Osmanlı hukukunun köklerinden nasıl geliştiğine bakmak lazım gelir. Malum olduğu üzere, Osmanlı hukuku, Osmanlı idaresinin amaçlarına yönelik olarak yorumlanmış İslâm hukukunun kendisi idi. İslâm hukuku hakkında özcü bir tanımı benimseyenler (yani onu tek, değişmeyen, zaman geçtikçe yanlış anlaşılmış ve yozlaşmış bir öz olarak gören kimseler) bile bazen, Joseph Schacht'ın görüşüne katılmaktan kendilerini alamazlar. Schacht'a göre bütün o sorunlu erken modern dönem 'laik' Osmanlı kodifikasyonları içerisinde, Osmanlı kadıları, İslâm hukukunun hükümlerini uygulamada başarılıdırlar; hatta Schacht onların, diğerlerine nazaran çok daha başarılı olduklarını söyler.

Bununla birlikte, İslâm hukukunun bu hükümlerinin, ceza hukukunun temel amaçlarını yansıtıp yansıtmadığı bir başka sorudur. Ceza hukukunun iki temel amacı vardır. Birinci temel amacı bireysel özgürlüğün sınırlarını belirlemektir ve bu amaca dair bir kanun içermeyen bir hukuk sisteminin var olması zordur. Osmanlı hukuku da bu noktada bir istisna değildir.

Ceza hukukunun ikinci temel amacı toplumun ahlâki sınırlarını çizmektir. Herhangi bir fiili mağdursuz suç olarak tanımlamak temelde, o konudaki ahlâki sınırı belirlemek demektir.

Ancak, 'mağdura karşı suç' ile 'mağdursuz suç' arasındaki çizgi muğlak bir çizgidir. Genelde, herhangi bir fiil aleyhinde bir kanun vaz' etmek isteyenler bu fiilin mağdura karşı bir suç olduğunu iddia ederler, bu kanunu engellemek isteyenler de bu fiilin mağdursuz suç olduğunu ileri sürerler. Mesela Amerikalı kürtaj karşıtları kürtajın doğmamış mağdura karşı işlenmiş bir suç olduğunu savunurlar. Kürtaj taraftarları ise kürtajı 'suç' olarak nitelendirmenin topluma modası geçmiş bir ahlâk ilkesini empoze etmek olduğunu ileri sürerler. Pornografi ve fahişelik gerçekten de mağdursuz suçlar mıdır, yoksa onlara maruz bırakılanların mağduriyeti söz konusu mudur? Benzer şekilde, mağdursuz suçların toplumdaki ayrım noktalarını belirleyen suçlardan olduğu söylenebilir. İntihar, belki Victorya dönemi burjuva şairleri arasında suç sayılmıyordu, fakat Victorya dönemi işçi sınıfları arasında o suç sayılmaya devam etti. Üstelik suç sayılan bir intiharın 'fail'inin mallarına da devlet tarafından el konuluyordu. Eroin bulunduran mankenlerin eroin bulunduran fakirlere oranla çok daha az kovuşturmaya tâbi tutuldukları iyi bilinir, Bu tür ahlâki suçlarla sosyal tabakalar arasında neden böylesi bir ilişki mevcuttur ve bu ilişki ne zaman başlamıştır?

Bu sorular, genel olarak hukuk çalışmalarında da Ortadoğu araştırmalarında da epey revaç görür. Osmanlı ve Türk hukuk reformunun ilginç ikincil sonuçlarından biri de ceza hukuku sisteminin giderek soyutlaşması ile birlikte çeşitli suçların kategorilerinin değişmesi olmuştur. Süreç içerisinde çoğunlukla, 'mağdura karşı suç' kategorisinden 'mağdursuz suç' kategorisine doğru bir kayma gözlemlenir. Aynı zamanda devletin 'mağdursuz suç' kategorisinin zımni mağduru olarak Tanrı'nın yerini aldığını görürüz. Peki, acaba bu kaymanın yaşanmasından önce de Osmanlı hukuk sistemi ahlâkı kanunlaştırmış mıydı? Tekrar etmek gerekirse, bir ceza hukuku sisteminin bunu yapmadan var olması zordur. Osmanlı söz konusu olduğunda, sadece şunu ifade etmek gerekir ki temel İslâmi had cezalarından ikisi (irtidat ve alkol kullanma) mağdursuz suçtur, bir diğeri de (zina) öyle kabul edilmeye müsaittir.

Öyleyse Tanzimat dönemi reformlarından önce de Osmanlı ceza hukuku, herhangi bir ceza hukukunda bulunması gereken iki temel işlevi görmekteydi. Acaba reform döneminde ve sonrasında durum ne idi? Hatırlatmak gerekirse, Tanzimat döneminin ayırt edici özelliği, giderek artan bir biçimde bürokratik görevlilerin kendine odaklı hale gelmesi ve bürokratik görevlerin artan oranda soyutlaşmasıdır. Değişen ceza hukuku da bu trendlerden nasibini alacaktır. Daha önce de belirttiğim gibi, 1839'dan itibaren Osmanlı hukuk sistemi sosyal bağlamından kopacaktı. Artık kendisini inşa eden toplum adına değil de kendi soyut ideal varlığı adına işlemeye başlayacaktı.

Netice itibariyle, öncelikle 'mağdura karşı suç'lar en önemsiz suçlar halini aldı. Tabi ki bu, örneğin cinayetin Tanzimat döneminde suç olmaktan çıktığı anlamına gelmiyor fakat, hukuk sisteminin artık başka konulara odaklandığını gösteriyor. Ayrıca bu dönemdeki en ilginç trendlerden biri de, çoğu nitelikli suçun 'mağdursuz suç' kategorisine intikalidir. Üstelik bu mağdursuz suç kategorisini tanımlayan ahlâk artık hayatın içindeki şekliyle esnek, değişen bir ahlâk değil; aksine sosyal bağlamından tecrit edilmiş, pür, soyut ve sınırları kesin bir ahlâktır. Bundan dolayı, ahlâki sınırların iki mimarı olan hukuk ve toplum bu noktada tamamen iki farklı yöne doğru gitmeye başlamıştır. Son olarak bu dönemde bu iki suç çeşidinin üçüncü bir kategoriye doğru evrildiğini görüyoruz; bu da diskursif suç kategorisidir. Tanzimat dönemi ilerledikçe artık suç, bireysel özgürlüğün sınırlarını veya ahlâki sınırları değil, fakat sadece hukuk sisteminin kendi sınırlarını tanımlamaya başlayacaktır.

Bu sistemde dinin yeri nedir? Uzun bir süre, insanlar için modern reform, laik reform demekti. Fransız devrimciler toplumu değiştirirken Kilisenin ve tahtın her ikisini de alaşağı etmişlerdi (her ne kadar birkaç yıl sonra hayli değişmiş şartlar altında onları tekrar ihya etmiş olsalar da). Fransız Devrimi'nden sonra Avrupa'da ve diğer yerlerde gerçekleşen her şey bu devrimin sonucu olarak kabul edildiği için, müteakip her reform benzer şekilde laik olmak zorundaymış gibi kabul edildi. Modern dönemdeki değişimle ilgili son tartışmalarda nihayet, bu hayli sorunlu modele şüpheyle yaklaşılır oldu. Fakat bu son tartışmalar henüz, modern dönemdeki hukuki değişimde dinin rolü ile açık bir biçimde irtibatlandırılmış değil. Aksine, din ya görmezden gelinen ya da sadece değinilip geçilen bir konu. Dinin de tıpkı hukuk gibi, bu bürokratik ve disiplin toplumunda hükmünün kalmadığı kabul ediliyor.

Oysa Osmanlı İmparatorluğu'nda din, sadece toplumda bir rol oynamaya devam etmekle kalmadı, reform hareketini motive eden gücün de kendisi oldu. Bunun sebebi, Osmanlı İmparatorluğu'nun İslâmi ve bir şekilde daha dini bir devlet olması değildi. Nasıl ki Tanzimat reformları ve Osmanlı hukuk sisteminin değişimi, benzer küresel değişimlerin bir örneği ise, bu reformlarda dinin rol oynaması da sadece Osmanlı'ya özgü bir durum değildi. Laikliğin beşiği Fransa'da, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, devlet ile din, bir ölçüde de olsa, yeniden bütünleştirildi. İtalya, Avusturya ve İngiltere bunları zaten hiç ayırmamıştı. On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda çeşitli Çin yönetimleri, kendi reform hareketlerini desteklemek için Konfüçyüsçü ilkeleri yeniden yorumlamaya giriştiler, Liste bir hayli uzundur. Fakat esas nokta şu: Din, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da modern hukuk sisteminin reformu konusunda merkezi bir rol oynamıştır.

Bununla beraber, dinin oynadığı rol tam da aynı dönemde ciddi bir şekilde değişti. Seküler çizgilerin kıyısında gerçekleşen bir reform, Osmanlı İmparatorluğu için pek de yeni bir şey değildi. Osmanlı'daki bütün hukuki değişimler, çok büyük oranda ulemanın himayesinde gerçekleşmiştir. Gerçekten de Osmanlı'da din, onun yardımıyla hukuk sisteminin değişen sosyal normları tanımladığı araçlardan biri olagelmişti. Osmanlı'da ceza hukukunun kodifikasyonu, bireysel özgürlük veya ahlâki sınırlarla ilgili belli değişimlere bir cevap olarak ortaya çıkmıştı, ulema da bu kodifikasyonu destekliyordu. Kadılar suçluları bu kanunlara göre yargıladıklarında, yeni sınırların tam olarak nerede çizildiğini uygulamalı olarak göstermiş oluyorlardı. Başka bir ifadeyle, Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk dönemlerinden itibaren devlet ve din her zaman birlikte fakat ayrı yapılar olarak işlemişlerdir. Dini önderler, toplumdaki değişimlere cevaben devlet tarafından gerçekleştirilen hukuk reformlarına meşruiyet ve güvenilirlik sağlıyorlardı.

Mamafih, hukuk sistemi sadece kendine odaklı ve soyut hale geldiğinde, sistem karşısında dinin konumu da benzer bir süreci yaşayacaktı. On dokuzuncu yüzyılda ve sonrasında da din, ceza hukukunun kodifikasyonu ve suçluların yargılanmasında bir destekleyici olarak işlev görmeye devam etti. Fakat bu yeni kodifikasyonun tabiatı, ulemanın daha önce şahit olunmamış bir biçimde bürokrasi ve devlete bağlı olmasını icap ettiriyordu. Ceza hukuku, değişen sosyal normları tanımlamak yerine hukuk sistemini, kurumlarını ve bürokrasiyi tanımlamaya başlayınca, ulema da kendi rolünü yeniden yorumlamak zorunda kalmıştı. Tekrar ifade etmek gerekirse, din hâlâ ceza hukukunun kanunlaştırılmasında meşruiyet ve güvenilirliğin temel kaynağıydı. Fakat şimdi artık, din de hukuk da sosyal değişime değil kurumsal değişime cevap veriyorlardı. Bu nedenle, ulemanın ilk ve öncelikli amacı artık hukuk sisteminin kurumlarını ve bürokrasisini tanımlamak ve meşrulaştırmak olmuştu. Sosyal değişimi kolaylaştırmak için devletle yan yana çalışmak yerine, sosyal realiteden soyutlanmış bir şekilde, devletin bir payandasına dönüşmüştü. Bir başka ifadeyle, modern Osmanlı hukuk sisteminin giderek artan totaliter doğasında ulema da önemli bir unsurdu.

Totaliter kelimesini kullanmak bazen insanları tedirgin edebilir. Bundan dolayı açıkça ifade etmek gerekirse, ben burada onu kullandığım zaman yalın anlamıyla kullanıyorum. Yani, ben totaliteri; birey veya hayatın diğer bütün alanlarının devlete göre ikinci düzeyde ve ona tâbi olarak kabul edildiği bir hukuk veya yönetim sistemi olarak tanımlıyorum. Tabi ki ben son dönem Osmanlı İmparatorluğu'nun totaliter olduğunu iddia ediyor değilim. II. Abdülhamid veya İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bu yönde hayalleri olmuş olabilir, ama bunlar kesinlikle gerçekleştirilebilir şeyler değildi. Türkiye Cumhuriyeti'nin totaliter olup olmadığı daha da tartışmalı bir konudur.

Osmanlı hukuk sisteminin yükselen totaliter doğasının en çarpıcı göstergelerinden biri Osmanlı yönetiminin siyasi suça karşı tavrıydı. Osmanlı Devleti'ne karşı işlenebilecek olan suçların sayısı ve çeşidi on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca önemli ölçüde artış gösterdi. Tekrar ifade edelim, bu vaka Osmanlı İmparatorluğu'na has bir şey değildi. Siyasi suç, Japonya'dan İngiltere ve Arjantin'e kadar yönetimler için acil bir mesele haline gelmişti. Devlet aleyhine açık bir desise olmadığı yerde bile devlet, böyle bir şeyi varsaymaya meyilliydi. Buna göre, genel olarak totaliter hukuk dünyanın her yerinde yeni moda idi.

Osmanlı'da siyasi suça giderek artan derecedeki bu vurgu, şimdiye kadar tanımladığım eğilimlerle kolaylıkla irtibatlandırılabilir. Hukuk diskursif hale gelip sadece yarattığı hukuk sistemi ile ilişkili olursa, ahlâk kesin-nihai bir çerçeveye bürünür ve sosyal normlarla artık ilişkisini koparırsa, din de bürokrasinin payandası haline gelirse, mevcut şartlar altında anlamlı tek suç çeşidi 'siyasi suç' olur.

Böyle bir düzende hukuk, ahlâk ve din; hepsi devletin payandalarıdır. Sonuç olarak artık devlet, hukuk sisteminin dikkatini celp etmeye layık tek 'mağdur'dur.

Elbette ki bu dönüşümün çeşitli sonuçları olmuştur. Bunların çoğu takip eden bölümlerde ele alınacak. Ben burada David Streckfuss'ın Tayland'taki diskursif suçla ilgili analizini aktarmak isterim, kendisi şöyle yazıyor:

'Yönetici veya devlete karşı işlenen suçlar, halkı tahrik ya da milli sembollere hakaret gibi belli modern siyasi suçlar tamamen diskursif suçlardır. Bu tür suçlar devleti fiziki olarak tehdit etmez, fakat devletin, kutsal milli kimlik olarak takdim ettiği yapısını aşındırır. Ayrıca, bu vakaların kovuşturulması kendi tuhaf ve karmaşık mantığını da üretir... Örneğin normal bir iftira davasında temel mesele doğrunun tespit ve ispatıdır. Bir kimse hakkında söylenen sözde onunla ilgili bir gerçeğin tespiti/ispatı söz konusu ise ilgili kişinin namına leke sürse bile bu bir iftira sayılmaz. Ancak, yönetici veya devlete karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda gerçeği ispat zorunlu değildir, çünkü burada söylenilen şeyin hakikat olup olmadığı önemli değildir. Burada suç, varsayılan etkisine göre, yani söz konusu sözlerin insanlar üzerinde oluşturabileceği tesire göre belirlenir.'

Başka bir ifadeyle, diskursif hukuk sisteminde bireyler, artık açıkça hukuk tarafından korunan taraf olmaktan çıkmakla kalmaz, aynı zamanda hayali suçlar işlemekten kovuşturulabilir hale gelirler. Bireylerin, Marguis de Sade'ın arzu ettiği anlamda tamamen özgür olmalarının veya hiç özgür olmamalarının artık bir önemi yoktur, çünkü hukukun odağı artık birey değildir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu sonrasında Atatürk ile Türkiye'nin hukuk sistemi bir kez daha değişecekti. O, Tanzimat reformcularının karşılarına çıkan geleneksel denetim ve sınırlamalara tâbi değildi. Neticede, farklı Avrupa kanunlarını bütünüyle veya bütüne yakın bir şekilde almaya karar verdiğinde, çok az kimse buna karşı çıktı. Bu karşı çıkanlara da kulak verilmedi. Böylece, Alman Ticaret Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Usûlü Kanunu kabul edildi. İsviçre Medeni Kanunu (bazı önemli değişikliklerle ) kabul edildi. Faşist İtalyan Ceza Kanunu da kabul edilenler arasındaydı.

Atatürk niçin Mussolini'nin ceza kanununu kabul etmişti? O böyle yapmıştı, çünkü böyle bir ceza kanunu, benim bahsettiğim eğilimlerin mantıki bir sonucuydu. O böyle yapmıştı, çünkü bunu yapabilecek gücü vardı. O özellikle böyle yapmıştı, çünkü 1930'larda totalitarizm revaçtaydı.

Faşist hukuk aslında, bir parça tadil edilmiş pozitivist hukuktu. Pozitivizmin de, 1920 ve 1930'lara gelindiğinde birçok farklı ülkede uzun bir geçmişi ve farklı bir geleneği mevcuttu. Genel olarak pozitivist hukuk, suçu; biyolojik olarak suç işleme eğilimi belirlenmiş suçlu tipinin bir davranışı olarak tanımlamıştır. Önceden belirlenmiş bilimsel göstergelere göre 'suçlu' kategorisindeki herhangi birinin herhangi bir fiili bir biçimde suç sayılıyordu. Bu anlayışa göre ceza hukukunun amacı, biyolojik olarak önceden suç işleyeceği belirlenmiş suçluyu rehabilite etmek zaten olamazdı. Ceza hukukunun amacı, 'suç'u tanımlamak da değildi. Aksine ceza hukukunun amacı, sosyal bünyeyi bu evrimsel olarak geri kalmış parazitlerden korumaktı.''Sosyal bünye'nin yerine 'devlet' veya 'parti'yi koyun, ortaya çıkan şey faşist ceza hukuku olacaktır. Jacob Landau; önceki dönemin panTürkçü şairlerinin, Cumhuriyetin ilk dönem entellektüel çerçevesine nasıl kolayca eklemlendiklerini anlatır, Onların yaptıkları sadece, önceki dönemde kullandıkları 'Turan' (siyasi sınırları dikkate almaksızın Türkler) kelimesini 'Vatan' (ulus) kelimesi ile değiştirmekten ibarettir. Yapılan iş sadece bir vezin bulma işi değildi. Burada neye tapılacağı ve neyin korunacağı ile alakalı bir anlayış kayması mevzu bahisti. Daha önceden bu, pozitivist bir kavramla karşılanıyordu; Yani bir cemiyet olarak Türklerle şimdi ise onun yerini faşist bir kavram olan 'Türk ulus devleti' almıştı.

Bu çalışmanın son iki bölümü mezkûr faşist kanunun kabul edilmesi sürecini daha detaylı olarak ele alacaktır. Şimdilik, sadece şunu tekrarlamakta fayda var: Bir asır süren ve ülkeyi bu kanuna doğru sevk eden ceza hukuku reformları süreci dikkate alındığında, faşist ceza kanununun Türkiye'de benimsenmesi hiçbir şekilde sürpriz sayılmamalıdır. Bu anormal bir şey olarak da kabul edilmemelidir. Atatürk bu kanunu kabul etmişti, çünkü o bunu yapabilecek güçteydi.

Benim buraya kadar, destekleyici çok az delil kullanarak büyük bir anlatı inşa ettiğim dikkatli okuyucuların gözünden kaçmayacaktır. İzleyen bölümlerde, bu iddiamı delillendirmeye çalışacağım. Bu bölümler, her bir kısmın ceza hukuku alanında bir kodifikasyon ile sınırlı olduğu bir kronolojiyi izleyecek. Tarihsel ve hukuki arka planı tartışan iki kısa bölümden sonra üçüncü bölüm ilk 'reforma tâbi tutulmuş' kodifikasyon ile idare edilen 1840-1851 dönemini, dördüncü bölüm ikinci defa reformdan geçirilmiş kodifikasyon ile idare edilen 1851-1858 dönemini, dördüncü bölüm üçüncü kez ve çok daha fazla reforma tâbi tutulmuş kodifikasyon ile idare edilen 1859-1876 arası dönemi ele alacak ve bölümler bu şekilde ilerleyecektir. Her bölüm aynı zamanda, yukarıda işaret ettiğim teze destekleyici mahiyette delilleri de temin etmeye çalışacaktır.

İlk on yıllık süreçte soyut bir ceza hukuku sisteminin oluşturulmasını ve ulemanın bu sistem içinde konumlandırılmasını göreceğiz. Bu on yıllık süreyi analiz eden bölüm şu soruların cevabını arayacaktır: İlk dönem Tanzimat hukuk reformcuları ceza hukuku hakkında nasıl bir yaklaşım sergilemişlerdi ve bu hukuk sistemini geliştirmek için dini ne şekilde konumlandırmaları gerektiğini düşünmüşlerdi? İzleyen bölüm 1851-1858 yılları arasında 'mağdura karşı suç'tan 'mağdursuz suç'a kayan odak noktasını ele alacaktır. Bu bölüm Osmanlı özelinde diskursif ceza hukuku sisteminin oluşumunu tartışmaktadır. Söz konusu bölüm, orta dönem Tanzimat hukuk reformcularının kendi oluşturdukları sistemi 'suçun ne olduğunu tanımlama' konusunda nasıl kullandıkları sorusunun izini sürecektir.

Beşinci bölümde, 1859 ile 1876 arasında siyasi suçun yükselen öneminin izini süreceğim. Genel olarak bu bölüm, nihayetinde anayasanın yayınlanmasına götürecek olan 'ceza hukukunun bürokratikleştirildiği yılları' ele almaktadır. Altıncı bölüm ile birlikte, din ve hukuk meselesine geri dönüyorum. Söz konusu bölüm, 1877 ile 1908 arasında siyasi suçun günaha dönüştürülmesinde ulemanın oynadığı rolü ele alıyor. Ulema Tanzimat sonrası Osmanlı ceza hukukunun izleyeceği yolun belirlenmesinde nasıl bir katkı sağlamıştı ve onlar bu sistemin içinde hareket etmek için nasıl eğitilmişlerdi? Yedinci bölümde 1908 ile Birinci Dünya Savaşı arasında Osmanlı ceza hukukunun pozitivist ve totaliter eğilimlerini analiz ediyorum. Son olarak, sekizinci ve dokuzuncu bölümler Cumhuriyetin ilk dönemini kapsıyorlar. Bu bölümler, Mussolini'nin faşist ceza kanununun Türkiye tarafından kabul edilme sürecini değerlendiriyor ve bu kanunun alınmasının ilk dönem reformlarının mantıki bir sonucu olup olmadığı konusunu tartışıyor.

Bütün bu bölümler, son dönem Osmanlı ve ilk dönem Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişimi hakkındaki birçok teze açıktan veya zımnen meydan okumaktadır. Öncelikle, Osmanlı hukuk reformunun esas itibariyle laisist bir teşebbüs olduğu,' bu dönemde lâik ve şer'i hukukun (özellikle ceza hukukunun) birbirinden ayrıldığı ve zamanla lâik hukukun şer'i hukuku ıskartaya çıkardığı şeklinde bir kanaat var. Bu kitap, aslında bunun tam tersi bir olgu ile karşı karşıya oldugumuzu ileri sürüyor. Yargı yetkisi üzerinde bir çatışma veya ayrışmadan ziyade, aslında yeniden organize edilmiş olan sistem geliştikçe, ulemanın teşkilâtı, personeli ve ideolojisini kendine eklemlemiştir. İkinci olarak, hâlâ çoğu kimse Osmanlı dönemi ile Türkiye Cumhuriyeti dönemi arasında kat'i bir kırılmanın var olduğu, yani Atatürk reformlarının Anadolu Türkiye'sini, Osmanlı geçmişinden tamamen tecrit edilmiş bir biçimde şekillendirdiği fikrine sahiptir. Buna karşın bu kitap bu hususta bir değişimden ziyade bir süreklilik olduğu iddiasındadır. Türkiye Cumhuriyeti'nde ortaya çıkan hukuk sistemi, Osmanlı İmparatorluğu'nda üretilen hukuk sisteminin doğrudan sonucu idi. Son olarak, Ortadoğu'daki hukuk reformunun, bir şekilde aynı dönem Avrupa'sındaki (veya başka bir yerdeki) hukuk reformlarından büyük ölçüde farklı bir yöne doğru yol aldığına dair bir kanaat vardır. Yine ifade edelim ki, çalışma çoğunlukla sınırlı ve bağlamsal olacak, fakat izleyen bölümlerin ortaya attığı sorular Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye için ne kadar geçerliyse Fransa, İtalya ve Arjantin için de o kadar geçerli olsa gerektir. S.11-30

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 365 / Nisan 2021