Anlamı Tamamlamak - Alparslan Aydar

Anlamı Tamamlamak

Tanıtımını yaptığımız 'Anlamı Tamamlamak' isimli kitap, islâm düşünce geleneği açısından önemli bir eserdir. Anadolu coğrafyasında Selçuklulardan modern döneme kadar hâkim olan İslam düşünce geleneğini kısaca tanıtmaktadır. İslam coğrafyasında uzun yıllar Fahreddîn Râzî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Sadeddin Teftazânî, Molla Fenârî gibi düşünürlerin adını duymadan ve görüşlerini bilmeden medreseden mezun olmak imkânsız kabul edilmiştir Son yüzyılda bu isimler önce sıradanlaştı, sonra sırlandı, ardından da sırlandıkları camlar, arkasını hiç göstermeyen ve bakanın sadece kendisini görebildiği aynalara dönüştü. Herhâlde bir toplumun zihinsel olarak tükenmişliğinin en çarpıcı alametlerden biri, şimdiye baktığında geçmişini göremeyip geçmişine baktığında sadece şimdiyi görebilmesidir. Bu sebeple Türkiye’de özellikle son yıllarda sık sık kullanılan ‘Anadolu İrfanı’ tabiri, bileşenlerinden önemli ölçüde arındırılmıştır. Hatırlayalım, neydi Anadolu irfanı!. Hatırlamak için bu eserin dikkatlice okunması gerekir.


Anlamı Tamamlamak
Ömer Türker
Ketebe Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 367 / Haziran 2021

Bu kitap, özellikle Anadolu coğrafyasında Selçuklulardan modern döneme kadar hâkim olan İslam düşünce geleneğini kısaca tanıtmak amacıyla kaleme alınmıştır. Bu amaçla önce klasik dönemde İslam dünyasında cari olan bilimlerin genel bir tanıtımı yapıldı. Ardından klasik dönemden tevarüs ettiğimiz düşünce geleneğinin bileşenleri kısaca ama bütün olarak ortaya konuldu. Sonrasında tevhid, nübüvvet ve ahlâk hakkında bu geleneğin duyarlılığını fark etmemizi sağlayacak temel meseleler ele alındı.
İslam düşünce geleneğini oldukça farklı açılardan tanıtmak mümkündür. Bu çalışma, daha ziyade genel okuru dikkate almakta ve teori ile tarihi birleştirerek anlatmayı yeğlemektedir. Bu sebeple okuyucu, dini ve aklî ilimlerin genel anlatısından sonra kelam, felsefe ve tasavvuf geleneklerinin Tanrı ve peygamberliğe ilişkin görüşlerini bulacaktır. İslam düşünce geleneği farklı metafizik tavırlar içermektedir. Kuşkusuz bu, onların nübüvvetin mahiyeti ve işlevine dair açıklamalarını farklılaştırmıştır. Her ne kadar 13. yüzyıldan itibaren farklı gelenekler arasında bir yakınlaşma olmuşsa da modern döneme kadar ana tavırların varlığını koruduğunu belirtmek gerekir. Ahlâk da metafizikle irtibatlı olduğu ölçüde, derinliğinde farklılıklar barındırır. Fakat tevhid ve nübüvvetin açıklamasında farklılıkların devam etmesine rağmen, ahlâk alanında bilhassa Gazzâli’den sonra ortak çerçeve ve anlatıya ulaşılmıştır. Bu sebeple kitabın ahlâka dair son bölümünde neredeyse bütün gelenekler tarafından kabul gören ortak ilkeler dikkate alınmış, sadece sûfîler ve işrâki filozofların amelle yetkinleşmek düşüncesini özetleyen bir bölüm eklenmiştir.

 

İslam Düşüncesinde Naklî ve Aklî İlimler Ayrımı

En geniş anlamda ‘bir şeyin sûreti veya mahiyetinin zihinde meydana gelmesi’ şeklinde tanımlanabilecek ‘ilim’ kelimesi, Arapça’da hem ‘bilgi’yi hem de ‘ilmi’ ifade etmek için kullanılır. İlim kelimesinin bu iki anlamdan hangisini ifade ettiği çoğu zaman bağlamdan anlaşılmakla birlikte, özellikle müstakil disiplinleri konu edinen veya ilim tasniflerini inceleyen kitapların başında ilmi bilgiden ayrıştırmak amacıyla ‘müdevven ilim’ (kayda geçirilmiş bilgi) ifadesi kullanılır.
İslam düşünürleri, ilimlerin nasıl tasnif edileceğine ilişkin farklı görüşler ifade etmişlerdir. Bu tasnifler içinde en yaygın olanı, ilmin içeriğini oluşturan bilgilerin kaynağı dikkate alınarak ilimlerin, aklî ve naklî ilimler olarak iki kısma ayrılmasıdır. Bu ayrım, klasik dünyada hâkim olan insan tabiatı kavramına dayanır. Buna göre insanın doğru ve yanlışı temyiz etmesini sağlayan akıl gücü, bütün insanlarda ortaktır ve salt aklın verileri de zorunlu olarak insanlığın ortak paydasını oluşturur. Her bir toplum veya medeniyetin kendi dini, dili ve tarihi doğrultusunda ortaya koyduğu bilgiler kümesi ise diğer medeniyetlerden farklılıklarını oluşturur. Bu bağlamda bir medeniyetin kendine özgü şartları içinde ortaya çıkıp gelişen ilimler ve müesseseler, o medeniyete özgü kabuller ve ilkelerden kaynaklanır ve bu nedenle de başka medeniyetlerin tesirini taşısa bile ancak o medeniyetin kendisine referansla anlaşılıp açıklanabilir.

Müslüman düşünürler, İslam medeniyetinin kendine özgü şartları içinde doğup gelişen disiplinlere naklî veya şerî ilimler; birden çok medeniyetin katkısını içeren ve temelde insan aklının ortak ürünü olan ilimlere ise aklî ilimler adını vermişlerdir.
Burada şerî kelimesi yerine kimi zaman ‘dini’ kelimesi kullanılır ki bu iki adlandırma, aralarında kısmi anlam farkları bulunmakla birlikte temelde aynı grupta değerlendirilebilecek ilimleri ifade ederler. Yine ‘aklî’ kelimesinin yerine kimi zaman ‘felsefi’, kimi zaman ‘tabiî’, kimi zaman ‘acemî’ kelimeleri kullanılır ki bunlar da yazardan yazara farklı vurguları ve anlam farklarını ifade etmekle birlikte asıl itibariyle belirli bir ilimler grubuna işaret eder. Aklî ilimlere sürekliliklerinden dolayı ‘hakiki ilimler’ (el-ulûmü’l-hakîkiyye) de denilmiştir.’

Tedvin sürecinin ilk adımı, Hz. Ebû Bekir döneminde yapılan ve Hz. Osman döneminde yinelenen Kur’ân’ın derlenmesi faaliyetleridir. Bu çalışmalar, savaşlarda pek çok hafızın şehit oluşu nedeniyle ortaya çıkan Kur’ân’ın muhafazası sorununu gidermek, yeni Müslüman olan bölgelerdeki okuma yanlışlıklarının önünü almak ve sahabilerin yazdığı Kur’ân sahifelerinin düzensizliğinden kaynaklanan sure ve ayet tertiplerindeki karmaşayı gidermek amacıyla yapılmıştır. Özellikle Hz. Osman döneminde yeniden yapılan derlemede istinsah edilen Mushaflar, büyük şehirlere gönderilerek, zaten bu şehirlerde meşhur sahabiler gözetiminde devam eden Kurân öğretimi faaliyetlerinin bu mushafların tertibinin dikkate alınarak yapılması temin edilmiştir. Medine, Mekke, Şam ve Basra gibi şehirlerde bulunan meşhur sahabilerin Kur’ân öğretme faaliyetleri, buralarda ilim halkalarının oluşmasını sağlamış ve bu halkalar zamanla tefsir ve fıkıh ekollerine kaynaklık etmiştir. Çünkü Kur’ân öğretimi faaliyetleri, gerçekte Kur’ân’ın nasıl okunacağı ve anlaşılacağı ve tek tek meselelerle ilgili Hz. Peygamber’in söz, takrir ve uygulamalarının neler olduğunu içermesinin yanı sıra gerek o bölgede gerekse de genel olarak İslamlaşan bölgelerde ortaya çıkan yeni durumlar hakkında Kur’ân ve sünnet doğrultusunda nasıl hükümler verileceğini içermiştir. Bu nedenle hicri ilk yüzyılda belli başlı şehirlerdeki (emsâr) ders halkalarında yapılan tedris faaliyetleri, sonraki yüzyıllarda müstakil disiplin haline gelecek olan tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf ilimlerinin nüvesini oluşturmuştur.
Bu halkalarda, hem müslümanların Kur’ân’ı anlama ve Kur’ân ile yaşadıkları hayat arasındaki irtibatı tesis etme çabalarının hem de İslam hâkimiyetine giren bölgelerdeki dini ve felsefi akımlara karşı dini inançların savunusunun gereği olarak ortaya çıkan tartışmalar, Kur’ân ayetleri ve hadisler üzerinden cereyan ediyordu. Bu sebeple tartışma konuları hakkında söylenenler, ister genel ister özel seviyede olsun, aynı zamanda birer Kur’ân tefsiri ve hadis yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan söz konusu yorumların, genel olarak bir sözü ve özel olarak Allah kelâmını ve hadisleri anlamanın şartlarını haiz olması amaçlanmıştır.

Bir araştırmanın başlangıç noktası, nasslarda ve dilde verili bilgiler olduğundan aklın söz konusu işlevinin esasını, hakikat-mecaz ayrımı oluşturmaktadır. Buna göre akıl hangi ifadenin hakikat, hangisinin mecaz olduğuna nesneler hakkında doğrudan veya dolaylı tasavvurlar ve istidlâlleri kullanarak karar vermektedir. Diğer deyişle herhangi bir lafız veya isnadın hakikat ya da mecaz oluşunu, konunun varoluşu veya konunun varoluşu hakkındaki kabuller tayin etmektedir. Herhangi bir şey hakkında hüküm vermek, o şeyin bir şekilde tasavvurunu zorunlu kıldığından hakkında hüküm verilen şeylere dair dilde ya tam olarak ya da bir yönüyle bir sûret içerilmektedir. Dil ise insanla var olup her bir ferdin zihninde varlığını sürdürdüğünden hakkında konuşulan şeylere dair önceden herhangi bir seviyede bilgi veya kabul zaten zihinde bulunmaktadır. Eğer dilin mevcut içerikleriyle, bir konu hakkındaki araştırmanın neticesinde kazanılan tasavvurlar ve verilen hükümler örtüşüyorsa bu durumda ilgili ifadenin hakikat olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu örtüşmenin gerçekleşmemesi durumunda, söz konusu anlam veya içeriğin herhangi bir ilişkiden dolayı başka bir anlam ve içeriği ifade etmeye vasıta kılındığı ve lafızların da bu kullanımı dile getirdiği yani isnat veya lafızların mecazi olarak kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda doğruluk veya hakikatin ölçüsü, geriye dönük araştırma sürecinde aklî ve dini zorunlu bilgilerin istidlâl yoluyla bütün tasavvurlarımızın dayanağı yapılmasıdır. Diğer deyişle istidlâl süreci, kesin olduğu bilinen dini ve aklî ilkelerden hareketle başlatılarak, doğru sonuçlara ve mutabık tasavvurlara ulaşmak amaçlanmıştır.
O halde naklî ilimlerin ortaya çıkış süreci, bir taraftan dil çalışmalarını, bir taraftan dini nassların derlenmesi ve yorumlanması çalışmalarını içerir. Yorum süreci ise şeylerin idrakinin mümkün olup olmadığı ve mümkünse ne kadarıyla anlaşılabileceğine dair bilgi teorilerini ve hakikat araştırmasını gerektirir ve içerir. Dil çalışmaları, bir yönüyle çalışmanın nesnesi olan belirli bir dilin yani Arapça’nın verilerine özgü iken diğer yönüyle herhangi bir dilin varlığını ve naklîni mümkün kılan ve bütün diller için gerekli ve geçerli olan şartları taşımıştır.

 

a. Dil Bilimleri

İslam medeniyetinde oluşan dil bilimlerine, Arapça üzerinden geliştikleri için ‘Arapça ilimler’ (el-ulûmu’l Arabiyye) ve doğrudan dini metinlerin anlaşılmasını amaçlayan dini ilimlere hizmet amacıyla geliştirildikleri için ‘alet ilimleri’ denilmiştir. Dille ilgili malzemeler asıl itibariyle işitmeye (semâ) dayalı olduğu için de bu bilimler ‘naklî ilimler’ kapsamına sokulmuştur. Dil bilimleri temelde sekiz kısma ayrılır: Lugat, sarf, iştikâk, nahiv, me’âni, beyân, arûz ve kâfiye.

 

b. Şerî Bilimler

Şerî veya dini bilimler; kelam, tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, fıkıh usûlü, ferâiz ve tasavvuf kısımlarına ayrılır. Kelam ilmi, özellikle Hz. Ali döneminde Müslümanlar arasındaki iç savaşların sonucunda büyük günah işleyenin Müslüman olup olmadığına dair tartışmalardan kaynaklanmıştır.

Fıkıhla ilgili açıklamalar, fıkhın insanın dış organlarıyla gerçekleştirdiği fiillerin hallerini incelediğini göstermektedir. Fakat insan fiilleri, dış organlarla yapılan fiillerden ibaret değildir; bunun yanı sıra İslam düşünürlerinin ‘kalbe’ ait olduğunu söylediği bir takım fiiller vardır. Bu fiillerin bir kısmı inançlar iken bir kısmı da korku, ümit, hayâ, edep gibi kalbin halleridir.
İnançlar kısmı yukarıda zikredilen kelam ilmi tarafından incelenir. Erken dönemde hem inançlar hem de dış fiiller için fıkıh kelimesi kullanılabildiğinden kelamı fıkıhtan ayırmak için ‘el-fıkhû’l-ekber’ ifadesi kullanılmıştır.
Kalbin halleri kısmını ise tasavvuf ilmi konu edinmiştir.

Tasavvufun gayesi, Kur’ân ve sünnete tabi olmak suretiyle kalbi arındırarak marifetullaha ulaşmaktır. Dolayısıyla bu gayede kelam ilmi ve felsefenin metafizik kısmıyla ortaktır. Ancak her ikisinden de yöntemiyle ayrışır:
Allah’ı bilmek, kalbin amellerle saflaştırılması sayesinde Allah’ın kulun kalbine tecellisiyle gerçekleşir. Sûfîler, kelam ve felsefenin kullandığı istidlâl yönteminin yanlış olduğunu değil, eksik olduğunu iddia ederler. Onlara göre istidlâl süreci, kulun Allah’a yaklaşmasını engelleyen nefsani afetleri ortadan kaldırmadığı ve kalbi saflaştırmadığından şeylerin hakikatlerini olduğu gibi kavramakta yetersizdir. Bu nedenle kişi, Hz. Peygamber’in sünnetine tabi olarak ‘Allah’ın ahlâkıyla ahlâklandığı’ takdirde marifetullaha ulaşabilir. Bu anlayış, hicri ilk iki asırda daha ziyade bir tavır olarak görünmesine rağmen ilerleyen yüzyıllarda belirli bir zümrenin temsil ettiği, kendisine özgü terimleri ve kaideleri olan bir bilim olarak temayüz etmiştir. Ancak tasavvufun gerçek anlamda metafizik bir disiplin olarak kurulması, Gazzâli sonrasında İbnü›l-Arabî ve Sadreddin Konevî tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

c. Aklî Bilimler

Aklî ilimler, klasik anlamda felsefenin çatısı altına giren ilimlere tekabül eder, Felsefi ilimler ise Abbâsiler döneminde Yunanca ve Süryânice’den Arapça’ya çevrilen felsefe eserleriyle İslam dünyasında tanınıp gelişmiştir. Filozoflar, felsefi ilimleri öncelikle amaçlarına göre sınıflandırmıştır. Buna göre bilimler, teorik ve pratik olmak üzere iki ayrılır. Teorik ilimler, bir eyleme götürmesi amaçlanmayan ve bilginin kendisinin amaç olduğu ilimlerdir. Pratik ilimler ise bilginin kendisi nedeniyle değil, bir eyleme götürmesi için elde edildiği ilimlerdir.
Teorik ilimler; doğa ilimleri, matematik ve metafizik olmak üzere üçe ayrılır. Bu üç ilmin ilimler hiyerarşisindeki yeri, konularına göre belirlenir.
Hiyerarşinin tepe noktasında metafizik bulunur. Çünkü metafiziğin konusu, ‘mevcut olmak bakımından mevcuttur’; meseleleri, zorunlu, mümkün, birlik, çokluk, kuvve, fiil, illet, malûl vb. mevcudun mevcut olması bakımından ilişenleridir. İlkeleri ise kendiliğinden açık ve herhangi bir ilimde ispatlanmaya ihtiyaç duymayan kavram ve önermelerdir.

Metafizik, matematik ve doğa ilimlerine doğru seyreden süreç, genelden özele doğru giden bir süreçtir. Yani metafizik, konusunu inceleyip bir özelliğe ulaştığında matematiğe; matematik de aynı şekilde konusunu inceleyip bir özelliğe ulaştığında doğa ilmine devreder. Bu nedenle metafiziğe üst ilim, matematiğe orta ilim, doğa ilmine ise alt ilim denmiştir. Daha genel olan ilim, daha özel olan ilmin ilkelerini temellendirdiğinden matematik ve doğa ilimlerinin konularının varlığını metafizik temellendirir. Bu nedenle metafiziğin temel işlevlerinden biri de doğa ve matematik bilimlerinin ilkelerinin temellendirilmesidir. Bu üç ilim, teorik felsefeyi oluşturur.
Pratik felsefe de üç ilimden oluşur: Ahlâk, ev idaresi ve siyaset. Ahlâk, insan bireyini; ev idaresi aileyi; siyaset ise toplumu konu edinir.

Buna göre ahlâk, erdemlerin türleri, bunların nasıl kazanılacağı, erdemsizliklerin türleri ve bunlardan nasıl kaçınılacağını inceler. Dolayısıyla ahlâk, esas itibariyle nefiste ortaya çıkan halleri inceler. Ev idaresi, aynı evde yaşayan kimseler arasındaki ortak durumları inceler. Siyaset ise yönetimlerin, rejimlerin, medeni toplumların hallerini inceler; üstün ve düşük yönetimleri tespit eder. Bu üç ilmin de bir teorik bir de pratik kısımları vardır. Teorik kısmı, inceledikleri meselelerde tümel önermelerin ortaya konulmasıdır. Pratik kısım ise tümellerin tikel durumlara uyarlanmasını içerir. Fârâbi ve İbn Sinâ gibi filozoflar, pratik felsefenin hedefinin İslam dininde Kur’ân ve sünnet tarafından gerçekleştirildiğini belirtmişlerdir. İbn Haldun bu üç ilme, insan toplumunu konu edinen ve siyaset, hâkimiyet, kazanç, toplum sınıfları ve ilimler gibi insan toplumuna kendi olması bakımından ilişen halleri inceleyen umrân ilmini eklemiştir.

Aynı şekilde bu ilmi de teorik ve pratik kısımlara ayırmak mümkündür. Aklî bilimlerin esasını oluşturan teorik ve pratik bilimlerin yanında bir de bu bilimlerde kullanılacak yöntemi inceleyen mantık sanatı vardır. Bütün bilimler, bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere gitmek suretiyle konuları hakkında bilgiye ulaşmayı amaçladıklarından mantık, bilinenlerden bilinmeyenlere gitmenin tümel formlarını inceler. İnsanın bütün bilgileri, kavram ve önermelerden oluştuğundan mantığı konusu, kavramlar ve önermeler yani bilinenlerdir ve mantık bilinenleri belirtilen açıdan inceler.
Ancak mantık, bilenenden bilinmeyene gitmenin doğru formlarının yanı sıra yanlış formlarını da -bunlardan kaçınılması amacıyla- araştırır.

Dolayısıyla mantık, hem doğru düşünmenin kurallarını hem de hangi formlarda düşünmenin doğruluğunun ihlal edileceğini ortaya koyar.

 

Gelmeyen Gelenek ve Bilmeyen İrfân:Nazarî Düşünce Geleneğimizin Bileşenleri

İnsanın en büyük saadeti ve en yüce mertebesi, Allah’ın kemâl sıfatları ile dünya ve âhiretteki fiillerini bilmektir. Bu bilginin özlü ifadesi, mebde ve me’âdın (başlangıç ve sonun veya ilkenin ve bu ilkeden çıkan her şeyin) bilgisidir. Bu bilgiye ulaşmanın iki yöntemi vardır. Birincisi nazar ve istidlâl, ikincisi riyâzet ve mücâhede yoludur…

Birinci yolu izleyenler, peygamberlerin dinlerinden birine mensup iseler kelâmcıdırlar, aksi halde Meşşâî filozofturlar. İkinci yolu izleyenler ise riyazetlerini İslâm dininin hükümlerine göre yapıyorlarsa müteşerri’sûfilerdir, aksi halde İşrâkî filozoflardır.’ (Cürcânî)

Türkiye’nin son yüzyılında yaşanan gelişmeler, bir zamanların görkemli isimlerini ve devasa düşünce ekollerini unutturdu. Bu isimler, klasik İslam mirasını yüksek seviyede tahsil etmeyi amaçlayan kuramlarda bile ancak lisansüstü seviyede tanınabilir hale getirdi.

Bir zamanlar sadece Anadolu’da değil Balkanlardan Hind Altkıtasına kadar İslam coğrafyasında Fahreddîn Râzî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Sadeddin Teftazânî, Molla Fenârî gibi düşünürlerin adını duymadan ve görüşlerini bilmeden medreseden mezun olmak imkânsızdı. Son yüzyılda bu isimler önce sıradanlaştı, sonra sırlandı, ardından da sırlandıkları camlar, arkasını hiç göstermeyen ve bakanın sadece kendisini görebildiği aynalara dönüştü.

Herhâlde bir toplumun zihinsel olarak tükenmişliğinin en çarpıcı alametlerden biri, şimdiye baktığında geçmişini göremeyip geçmişine baktığında sadece şimdiyi görebilmesidir. Bu sebeple Türkiye’de özellikle son yıllarda sık sık kullanılan ‘Anadolu İrfanı’ tabiri, bileşenlerinden önemli ölçüde arındırılmış, yüzeysel tasavvufi çağrışımlara sahip, herhangi bir olay karşısından sağduyulu davranmaktan öte bir derinliği içermeyen bir terkibe dönüşmüş durumdadır. Hatırlayalım, neydi Anadolu irfanı…

Anadolu’nun İslamlaşması Selçuklularla başladı, Osmanlılarla kalıcı hale geldi. Müslümanlar Anadolu’ya Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) yaşadığı döneme tekabül eden on birinci yüzyılda yerleşmeye başladılar. Bilhassa on ikinci yüzyılın ikinci yarısı ile on üçüncü yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu Selçuklular Konya, Sivas, Erzurum, Ahlat ve Malatya gibi şehirleri cazibe merkezlerine dönüştürdüler. Osmanlılarla birlikte eski bilim merkezlerine Bursa, Edirne gibi şehirlerin yanı sıra asıl merkez olarak İstanbul eklendi. Yani Anadolu, İslam düşüncesinin müteahhirûn dönemi, ikinci klasik dönemi veya yenilenme dönemi olarak adlandırılan bir evrede İslamlaştı ve çeşitli düşünce ekollerinin buluştuğu, yarıştığı ve etkileştiği bir merkez haline geldi.

Bu ekollerin ilki, sözü edilen dönemlerde sadece Anadolu coğrafyasını değil, bütün İslam coğrafyasını derinden etkileyen Fahreddîn Râzî (ö. 606/1209) ekolüdür. Gazzâlî sonrasındaki kelam ve felsefe okullarının kurucu düşünürü olan Fahreddîn Râzî, İslam'da nazarî düşünce geleneklerinin buluştuğu şahsiyettir. Onun eserleri, hem Eşarîlik ve Mutezile gibi kelam geleneğinde hem de ibn Sînâ’da yüksek ifadesini bulan felsefe geleneğinde ileri sürülen görüşlerin gerekçeleriyle birlikte ortaya konulduğu, yeniden düzenlendiği ve karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutulduğu eleştirel metinlerdir. On üçüncü yüzyıl ve sonrasında yazılan ve on dokuzuncu yüzyıla kadar İslam dünyasında kelamî ve felsefi düşünceye kaynaklık eden bütün temel eserler, Râzî’nin talebeleri ve takipçileri tarafından, onun eleştirel yöntemi esas alınarak yazılmıştır.

Esîrüddîn Ebherî, Nasîruddîn Tûsî, Sirâcüddîn Urmevî, Kâtibi Kazvînî, Kutbüddîn Râzî, Adudiddîn Îcî, Sadeddîn Teftazânî, Seyyid Şerîf Cürcânî gibi Selçuklunun son dönemlerinden itibaren medrese geleneğine damgasını vuran tüm isimlerin eserleri, Râzî’nin eserlerinin türevleridir. Burada sadece Osmanlı döneminde üst düzey kelam ve felsefe metinleri olarak Şerhu’l-Mevâkıf, Şerhu l-Makâsıd ve el-Muhâkemât’ın yazarlarının yalnızca icazet silsilelerinin değil, yöntem, tertip ve tasniflerinin de Fahreddîn Razî’ye dayandığını hatırlamak yeterlidir. Râzî geleneği, sadece kelam ve felsefede değil aynı zamanda mantık, cedel, dilbilimleri ve fıkıh usûlü gibi yöntem disiplinlerinde de hakim tavır haline gelmiş ve bu gelenek içinde yetişen düşünürlerin yöntem disiplinleri hakkındaki eserleri sonraki yüzyıllara damgasını vurmuştur.

Selçuklular, Memlüklüler, Timurlular ve nihayet Osmanlılar, yönetici sınıfın Türk olduğu hanedanlıklardı. Bunlar arasında önceleri Selçuklu, yaklaşık üç yüz yıl doğu İslam coğrafyasının kâhir ekseriyetini birleştirdi. Daha sonra Osmanlılar, Batı İslam dünyasının da ana merkezlerini kuşatan büyük bir İslam devleti kurmayı ve uzun süre ayakta kalmayı başardılar. Türk olan bu iki devlet, her ne kadar milliyet esasına dayanan bir devlet olmasa da neşet ettiği Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinin âlim ve düşünürlerini Irak, Suriye, Mısır, Anadolu ve Balkanlara taşıdılar.

Mâverâünnehir bölgesi ise Hanefî fıkhı ve usûlü ile Mâturîdî kelamının hâkim olduğu bölgelerdi. Sadrüşşerîa, Teftâzânî ve Cürcânî gibi büyük usûl ve kelam âlimleri, Mâverâünnehir ve Türkistan’daki Hanefî okulunu, İslam dünyasının diğer bölgelerinde gelişen düşünce akımlarının görüşlerini de dikkate alarak yenilemeyi başardı.

Türk hanedanlıklarla birlikte bu bölgelerde gelişen usûl ve kelam birikimi, Anadolu ve Balkanlara taşındı. Bu sebeple Osmanlı medreselerinde başlangıçta meşhur Mâturîdî âlimi Ömer Nesefî’nin Akâid’ine Teftâzânî’nin yazdığı şerh üzerine kaleme alınan hâşiyelerle, sonrasında ise müstakil teliflerle hatırı sayılır bir Mâturîdî kelamı edebiyatı oluştu. Diğer yandan Sadrüşşerîa’nın Telvih’i üzerine çalışmaların kesintisiz devam etmesi sayesinde doğu İslam dünyasında gelişen usûl geleneği, Anadolu’da yeniden üretilmeye devam etti.

Böylece Türk hanedanlıklar sadece Türk törelerinin pratik uygulamasını Anadolu ve ötesine taşınmakla kalmadılar, aynı zamanda Türk bölgelerinde gelişen fıkıh, usûl ve kelam birikimini de Anadolu ve ötesine taşıyarak merkezi İstanbul olan yeni bir medrese geleneğine hayat verdiler. Anadolu on üçüncü yüzyıldan itibaren kelam ve felsefe geleneklerinin yanı sıra tasavvuf geleneklerinin de temerküz ettiği bir merkeze dönüştü. Bu defa, öncekilerden farklı olarak bir ucu Endülüs’e diğer ucu Hindistan’a uzanan yeni tasavvuf akımının merkezi haline gelmeye başladı. Endülüs’ün Mürsiye kentinden çıkıp Mısır, Hicaz ve Şam beldelerinden geçerek Anadolu’ya kadar gelen İbnü’l-Arabî, kelam ve felsefe geleneklerini tasavvuf geleneğinin temel kabulleri doğrultusunda yeniden yorumlandığı büyük bir metafizik öğreti geliştirdi: Vahdet-i Vücûd.

İslam metafizik geleneklerinin son büyük teorisi olan bu düşünce, henüz İbnü’l-Arabî hayattayken tasavvuf çevrelerini etkilemeye başlamıştı. Ama İbnü’l-Arabî’nin doğu İslam dünyasına gelip Anadolu ve Şam’da misafir edilmesi, büyük takipçilerinin de Anadolu beldelerinde yetişmesine sebep oldu. İbnü’l-Arabî’nin Anadolu’ya gelişi, Konya’nın on üçüncü yüzyılda İslam dünyasının düşünen zihninin iki önemli merkezinden biri olduğu döneme tekabül eder. Nitekim onun en büyük takipçisi ve aynı zamanda tecrübelerine ortak kabul edilen Sadreddîn Konevî’nin Konya’da bulunduğu sırada şehir aynı zamanda biri Belh kökenli mutasavvıf, diğeri Azerbaycan kökenli Râzî geleneği mensubu iki büyük düşünüre de ev sahipliği yapıyordu: Mevlânâ ve Siraceddîn Urmevî.

Yani İbnü’l-Arabî düşüncesinin Anadolu’ya gelişinden önce bu topraklarda Türkistan ve Mâverâünnehir bölgelerinden gelen güçlü bir tasavvuf geleneği vardı. Bu gelenek, Yusuf Hemedânî, Ahmed Yesevî ve Abdulhâlik Gucdüvânî gibi melâmet neşvesi taşıyan ama medrese geleneğinde de eğitim görmüş büyük pirlerin öncülüğünde şekillenmişti. İbnü’l-Arabî’nin bir yandan melamet tavrını İlâhî isimlerin yeni bir yorumuyla teorileştiren, diğer yandan Mutezile, Eşarîlik ve Meşşâîliğin bilgi ve varlık tartışmalarını bu teorinin bir parçasına dönüştüren yeni yorumu, Anadoludaki tasavvuf hareketlerinin kendisini hem anlayabileceği hem de ifade edebileceği bir büyük teoriye dönüştü.

Bu sebeple Konevî, Davud el-Kayserî, Molla Fenârî gibi İbnül-Arabi’nin bütün dönemleri etkileyen büyük takipçilerinin önemli bir kısmı Anadolu’da yetişti ve Anadolu’da İslam tasavvuf geleneklerinin bütünüyle ilgili ve tamamını yorumlama gücüne sahip bir tasavvuf anlayışı gelişti. Bir yandan tarikatlarla bu anlayışın sürekliliği sağlanırken diğer yandan medrese tahsili görmüş ulema içinde vahdet-i vücûd taraftarlarının çıkması, tekkelere mürid terbiyesinin yanı sıra teorik düşüncenin çeşitli üsluplarda yeniden üretilebildiği okullara dönüşme imkânı verdi. Böylece hicri ilk üç yüz yılın tasavvufî tavırları, büyük bir anlatının parçası olarak çeşitli mecralarda varlığını devam ettirme ve yeniden yorumlanma imkânına kavuştu.

İşte bir zamanlar Anadolu’daki irfan, İslam geleneğinin bütününü kuşatan, aktaran ve yeniden yorumlayabilen bir düşünceler manzumesiden oluşuyordu. Bu manzume, Râzi geleneği, Hanefî-Mâturîdî geleneği, Türkistan ve Mâverâünnehir tasavvufu ve İbnü’l-Arabî geleneği olmak üzere dört temel bileşene sahipti ve bütün bu ekoller, karşılıklı etkileşim içindeydi.

Osmanlının cihan hâkimiyeti mefkûresi de güçlü ve zayıf yanlarıyla böylesi bir nazarî düşünce birikimi üzerine kurulmuştu. Şimdi elimizde kala kala teoriden yoksun sağduyulu tepkiler kaldı. Eskileri uzaktan uzağa seviyoruz ama emek vermiyoruz. Emeksiz sevgi ise kördür, ne sevgiliyi tanımayı ne de ona kavuşmayı sağlar. Hele hele yeni bir zihinsel hamlenin dayanağı olması hiç düşünülemez. İrfanı bilgiye dönüştürmeyi ve geleneği bugüne getirmeyi ertelemekten vazgeçmek gerekir. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde ‘Erteleyenler helak oldu’ (Müsned 1/139) buyurmuştur.

 

Hanefi-Mâturidi Geleneğin Hususiyetleri

Hanefilik her ne kadar bir fıkıh mezhebi olarak meşhur olsa da diğer fıkıh mezheplerinden farklı olarak aynı zamanda itikadi bir mezhep olarak da temayüz eder. İmâm Ebû Hanife (ö. 150/767) bir yandan İslam dünyasının en yaygın fıkıh mezhebinin ve genel olarak fıkhın kurucu düşünürü kabul edilir, diğer yandan da bir kelam mezhebinin ilk kurucusu kabul edilir, Bu sebeple İmâm Ebû Hanife’yi erken dönemde farklı kılan husus, daha öncesinde Hasan Basrî’ye (ö. 110/728) benzer şekilde, bütünlüklü bir dini kavrayışı temsil etmesidir. Onun Kûfe’de (Irak) başlattığı kelami ve fıkhî hareket, hem Irak’ta çeşitli itikadi eğilimleri bünyesinde barındıran büyük bir fıkıh geleneğine dönüşmüş hem de talebeleri İmâm Ebû Yusuf (ö. 182/789) ve İmâm Muhammed’den (ö. 189/805) ders alan Ebû Süleyman el-Cüzcâni (ö. 200/816 aracılığıyla Irak’tan Semerkant’a (Mâverâünnehir) taşınmıştır.
Hasan Basri’nin hem Mutezile hem de Ehİ-i Sünnet gelenekleri tarafından sahiplenilmesi gibi İmâm Ebû Hanife de Mutezile ve Ehl-i Sünnet gelenekleri tarafından sahiplenilir. Bilindiği üzere Mutezile âlimlerinin kâhir ekseriyeti fıkıhta Hanefidir. Hatta Kerhi (ö. 340/952) gibi Irak’ta yetişen bazı büyük Hanefi usûlcülerinin Mutezili olduğu bilinmektedir. Aynı durum, Mâverâünnehir bölgesi için de geçerli olup orada da Hanefilerin bir kısmı Mutezili, bir kısmı da Sünnidir. Fakat İmâm Ebû Hanife’nin Mutezile ve Ehl-i Sünnet gelenekleri tarafından benimsenmesinin karakteri farklıdır. Hanefi Mutezililer, İmâm Ebû Hanife’ye yalnızca Mutezili olmayı nispet ederler ve kuruculuk vasfını daha ziyade fıkıhla sınırlı tutarlar. İmâm’dan nakledilen el-Fıkhu’l-ekber ve el-Âlim ve’l-müteallim gibi küçük hacimli eserlerden destek alan Sünni Hanefiler ise onu sadece fıkıhta değil, aynı zamanda kelamda da kurucu bir düşünür kabul ederek itikadi görüşleriyle Ehl-i Sünnetin erken temsilcilerinden biri sayarlar. Nitekim kendilerini İmâm Ebû Hanife okulunun mensubu sayan Sünni âlimler, özellikle Mâverâünnehir bölgesinde farklı kelam okulunun filizlenmesine yol açmıştır.
Ebû Süleyman el-Cüzcâni'nin kurduğu Dâru’l-Cüzcâniyye isimli medrese etrafında Semerkant’ta başlayan bu filizlenme, talebesi Ebû Bekir el-Cüzcâni’nin yetiştirdiği çok sayıda öğrenci sayesinde ‘Cüzcâniyye’ veya onun en meşhur talebesi Ebû Nasr el-Iyâzi’ye nispetle ‘Iyâziyye’ adı verilen bir Sünni kelam ekolünü doğurmuştur. Aslında bu ekolün İmâm Ebû Hanife’ye uzanan hoca-talebe silsilesini, fıkhî ve kelamî tercihleri dikkate alındığında ‘Mâverâünnehir Hanefiliği’ olarak adlandırmak da mümkündür. Hatta zaman zaman belli şahıslara nispetle anılsalar bile, kendilerini İmâm Ebû Hanife’ye nispet etme tavrını sürdürmeleri sebebiyle Mâverâünnehir Hanefiliğinin daha uygun bir isim olduğunu söylemek isabetli görünmektedir.’
İşte İmâm Mâturidî de Ebû Bekir el-Cüzcâni ile onun talebesi Ebû Nasr el-Iyâzi’ye talebelik etmiş ve Ehl-i Sünnet inancını özellikle Mutezili Hanefilere karşı savunmasıyla öne çıkmış bir kelamcıdır. Günümüze kadar ulaşan Kitabü’t-Tevhid ve Te’vilâü’l -Kur’ân adlı eserleri, hicri dördüncü yüzyılda Mâverâünnehir bölgesinde Hanefi kelam geleneğinin, yeni bir sürece girdiğine işaret eder.
Mâturidi’nin kelami mücadelesi her ne kadar döneminde şöhret bulmasını temin etmişse de onun Ehl-i Sünnetin imamı olarak temayüz etmesi vefatından yaklaşık yüz elli yıl sonra gerçekleşmiş görünmektedir. Bunda Mâverâünnehir ve Türkistan Hanefilerinin kendilerini doğrudan İmâm Ebû Hanife’ye dayandırmalarının büyük payı olmalıdır. Fakat Mâturidinin imâm olarak kabulünde muhtemelen Hanefilerin Mutezili suçlamasıyla karşı karşıya kalması ve bundan çıkış yolu olarak Sünni Hanefi imamlardan İmâm-ı Âzam’a ulaşan bir silsileye ihtiyaç duymaları olabilir.

Yine Mâturidi’den sonra Sünni Hanefiler arasında onun denginde bir kelamcı yetişmemesi de olabilir. Çünkü günümüze ulaşan Hanefi kelam eserlerinden hiçbiri Kitâbu’l-Tevhid’le boy ölçüşecek derinliğe sahip değildir. İmâm Mâturidi’nin geç keşfinde Ebû Bekir el-Iyâzi ve Ebû Nasr el-Iyâzî gibi âlimlerin perdeleyici etkisi de olmuş olabilir. Çünkü hoca-talebe ilişkilerinin bazı kabiliyetleri otoritelere karşı gizlemiş olması da muhtemeldir. Mâturidi’nin doğrudan öğrencisi Ebûl-Hasen Ali b. Said er-Rüstüfağni (ö. 345/956) ile Ebû’l-Yüsr el-Pezdevi (ö. 493/1100) gibi Hanefi âlimleri tarafından henüz bir mezhep imâmı olarak atıf yapılmayan Mâturidi, hicri beşinci asrın ikinci yarısından itibaren bir mezhep olarak anılmaya başlar.
Bu süreçte kuşkusuz en önemli şahsiyet, Ebu’l-Muîn en-Nesefi (ö. 508/1115)’dir. Ebu’l-Muîn en-Nesefi ‘nin Tebsıratü’l-edille adlı kitabı, Mâturidi kelamının dönüm noktası sayılabilir. Nesefi, hem Mâturidi’nin görüşlerini daha anlaşılır bir ifadeye büründürmüş hem de onun teorik fiziğini dönüştürerek genel olarak Hanefi ve Eşari kelamcılar arasında yaygın kabul gören atomculuğu benimsemiştir. Nûreddin es-Sâbûni (ö. 580/1184) gibi âlimler tarafından da Mâturidi’nin konumu pekiştirilmiştir.

 

Türkistan ve Mâverâünnehir Tasavvufu

Tasavvufun bölgelere göre bir takım hâkim karakterlere sahip olduğu söylenir. Mesela Horasan sekr ve melâmet tavrıyla öne çıkarken, Bağdat sahv tavrıyla öne çıkar. Diğer deyişle ilkinde cezbe ve sarhoşluk halinin, ikincisinde ayıklık halinin baskın olduğu söylenir. Bu, aynı zamanda sahvın teoriye yatkınlığı, cezbenin ise edebi bir karaktere sahip olduğu imasını da barındırır. Bununla birlikte tasavvufun değişik bölgelerde ve ilmi havzalardaki tarihini dikkate aldığımızda üç önemli tespit yapmak mümkündür. (...) Hiç kuşkusuz bu üç durum, çeşitli ilmi merkezlerin kendisine özgü tavırlarıyla şekillenmiştir. Bu bağlamda Türkistan bölgesi, Mâverâünnehir’de neşvünema bulan ilmi havzanın bir parçası konumundadır. Bilindiği üzere Mâverâünnehir iki önemli ilmi merkeze sahiptir: Buhara ve Semerkant. Bu bölgede Hanefi fıkıh ve kelam geleneği hâkimdi ve bölgenin en önemli kültürel merkezleri olan Buhara ve Semerkant’ta her iki geleneğin de güçlü şekilde okutulduğu medreseler bulunuyordu. Mâverâünnehir tasavvufu, Hanefi medreselerin gücünün yansıtacak şekilde, Irak ve Horasan tasavvuf okullarının bir mezci olarak değerlendirilebilir. Zira erken dönemde tasavvufun iki ana merkezi vardır: Bağdat ve Nişâbur. Hâris el-Muhâsibi, Serî es-Sakatî, Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî gibi büyük sûfîleri barındıran Bağdat okulu, asıl itibariyle Cüneyd-i Bağdâdi tarafından temsil edilir. Temel özelliği, tevhid ve marifeti öne çıkarmasıdır. Bâyezîd-i Bistâmi tarafından temsil edilen Nişabur okulunun temel özelliği ise melâmet ve fütüvvettir. Mâverâünnehir bölgesi, bir yandan melamet ve füttüvvetin anlayışının öne çıktığı, diğer yandan da söz konusu melamet tavrının, Buhâra ve Semerkant’taki güçlü medreselerin tesiriyle tevhid ve marifetle dengelendiği bir tasavvuf anlayışını temsil etmektedir. Türkistan’daki tasavvufi neşvenin de neredeyse tamamen Türk olan Mâverâünnehir tasavvufunun bir süreği olduğu söylenebilir.
Anadolu’da gelişen tasavvufî hayat dikkate alındığında Mâverâünnehir ve Türkistan tasavvufunun en önemli isimleri, Yusuf Hemedâni, Abdulhâlik Gucdüvânî, Ahmed Yesevî ve Bahâuddin Nakşibend’dir. Bunlar arasında da Yesevî’nin hususi bir yeri vardır. Yesevî ilk tasavvufi terbiyesini Türkistan Otrar’da Arslan Bab’tan almış, daha sonra dönemin ünlü ilim merkezlerinden Buhâra’ya giderek burada fıkıh, tefsir, hadis ve kelam gibi ilimleri tahsil etmiştir. Yesevî, Buhârâ’ya tahsil için gittiği yıllarda Merv, Herat, Buhara ve Semerkand gibi Mâverâünnehir şehirleri başta olmak üzere Horasan ve Türkistan coğrafyasında irşad faaliyetlerinde bulunan Yusuf Hemedâni’ye intisap etmiştir. Yusuf Hemedâni, Mâverâünnehir ve Türkistan'daki tasavvufi hayatın gelişimi ve diğer bölgelere yayılması hususunda dikkate değer bir kesişim noktasıdır. Zira Nakşibendiliğin piri Bahaeddin Nakşibend, Abdulhâlik Gucdüvâni’den manevi yolla ders almıştır. Hem Yesevî hem de Gucdüvâni, Yusuf Hemedâni’nin müritleridir. Nitekim Hemedâni’den sonra onun postuna önce Şeyh Abdullah-ı Berkî, sonra Şeyh Hasan-ı Endâki geçmiş ve 1160 yılında Hasan-ı Endâki’nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşad makamına oturmuştur. Fakat bir müddet sonra, irşad makamını Şeyh Abdulhâlik Gucdüvâni’ye bırakarak Yesi’ye (bugünkü Türkistan şehri) vefatına kadar burada irşada devam etmiştir.
Aslına bakılırsa Türkistan’da Yesevîden önce bir tasavvufi hayatın bulunduğu görülür. Bizzat Yesevî başta babası İbrahim Ata ve Arslan Bab olmak üzere çeşitli şeyhlerden ders almış ve yine babasının halifelerinden biri olan Musa Hoca’nın kızıyla evlenmiştir. Dahası, Yesevî’den yaklaşık iki buçuk asır önce yaşayan Hallac-ı Mansur’un (ö. 309) da henüz İslamlaşma süreci tamamlanmamış olan Türkistan bölgesinde tebliğ faaliyetinde bulunduğu nakledilir. Fakat Yesevî ve takipçilerinin sadece konuşma dili olarak değil, bunun yanı sıra kitabi dil olarak da Türkçeyi kullanması, Türklerin İslamlaşması ve Türkçe’nin büyük İslam dillerinden biri haline gelmesi sürecinde oldukça hayati bir rol oynamıştır. Yesevî’nin Türkçe şiirleri, Türk ozan geleneğini İslam’ın hizmetine vermiş, böylece Türkçede hem kadîm geleneğe eklemlenen hem içerik bakımından yeni olan bir edebiyatın oluşmasına ön ayak olmuştur.

Bu durum, onun şiirlerini Türk ananelerinde ve Türklerin hayatında karşılığı olan ve bir milletin duygudaşlık kurabildiği hikmetlere dönüştürmüş, yaygınlaşmasını sağlamış ve Türkçe kaleme alınan bir tasavvuf anlatısı ortaya çıkarmıştır. Yesevî’nin halifeleri ve Yesevî tarikatının ilerleyen yüzyıllarda takipçileri kahir ekseriyetle Türk olduğundan sadece şiir değil düzyazı formunda da Türkçe pek çok tasavvuf eseri yazılmıştır. Nitekim Yesevî’nin halifelerinden Muhammed Danişmend Mirâtü’l-kulûb adında bir Türkçe eser kaleme alarak şeyhi Yesevî’nin ve birçok sûfinin görüşlerini Türkçe anlatmıştır. Bu durum, Anadolu coğrafyasındaki gelişmelere paralel şekilde ve Türkçe’nin Osmanlı dönemindeki gelişiminden evvel Yesevî dervişlerinin eserleriyle İslam geleneğinin temel meselelerinin Türkçe’de ifadesini ve Türkçenin bir bilim ve düşünce diline evrilmesini sağlamıştır. Onun en büyük takipçisi hiç kuşkusuz Yunus Emre’dir. Yesevî’den oldukça kısa bir süre sonra Yunus Emre’yle, Türkler hem bütün zamanların en büyük sûfi şairlerinden birini hem de Türkçenin bütün dönemlerdeki en ustalıklı kullanımının örneğini çıkarabilmiştir. Bu açıdan Yesevî gerçek bir gelenek oluşturmuştur. Nitekim Ahmed Yesevî’nin ardından onun tasavvuf yolu müridleri vasıtasıyla Mâverâünnehir ve Türkistan’ın bütün bölgelerine yayılmış ve mensuplarından çoğunun Türk olması sebebiyle de Silsile-i Meşâyih-i Türk de denilmiştir. Yesevî’nin henüz sağ iken bulunduğu Yesi bölgesinde on iki bin, daha uzak bölgelerde ise doksan bin müridi olduğu söylenir ki dönemin dünya nüfusuna ilişkin veriler dikkate alındığından bu rakamın ne denli büyük olduğu anlaşılır.

Yesevî’nin etkisi, sadece Yesevîlik tarikatının silsileleriyle devam etmemiş, hem Türkmen aşiretleri hem de Nakşilik kanalıyla devam etmiştir. Babai isyanından sonra takibe uğramaktan çekinen Vefâiyye mensuplarının kendilerini Anadolu’da Yesevî’ye dayandırmaları hem Yesevîliğin bir tarikat olarak Anadolu Türkleri arasında bilindiğini hem de bizzat Yesevî’nin etkisini göstermektedir. Özellikle Anadolu’daki Abdalan-ı Rum zümresinin Yesevî dervişlerinden oluştuğuna dair değerlendirmeler de Orta Asya bölgesinden Anadolu’ya gelen Türkmen dervişleri üzerindeki Yesevî etkisi hakkında bir fikir verebilir.

Nakşibendiliğin piri Bahâeddin Nakşibend’in Yesevî’nin müridlerinden Şeyh Kusem Ata ve Şeyh Halil Ata ile sohbet edip onlardan ilim öğrendiğini ifade eden rivayetler bulunmaktadır. Yine Bahâeddin Nakşibend, Abdulhâlik Gucdüvâni aracılığıyla Yesevî’nin şeyhi olan Yusuf Hemedâni’ye bağlanır. Bu durum, Yesevî’nin öğretilerinin Nakşibendilik aracılığıyla da Anadolu’ya intikal ettiğini söylemeye imkân verir. Mevcut çalışmalar göstermektedir ki, Anadolu’ya XIII. yüzyıl başlarında giren Yesevî şeyh ve dervişleri, özellikle Kırşehir, Yozgat, Sivas, Amasya ve Tokat mıntıkalarında zaviye kurmuşlardır. Böylece Buhârâ ve Semerkant’ın (Mâverâünnehir) medrese ve tekke dengesiyle oluşan, ardından Türkistan’da yayılan tasavvufi tavır, Anadolu’nun bâkir topraklarında yeniden canlanmıştır.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 367 / Haziran 2021