Hanefî İmamların Müteşâbihât Karşısındaki Tutumları - Alparslan Aydar

Hanefî İmamların Müteşâbihât Karşısındaki Tutumları

Bu sayımızda tanıtımını yaptığımız eser Beyâzizâde Ahmed Efendi'nin Ebû Hanife'nin beş eserinden derleyip topladığı el-Usûlü'l-Münife adlı eserinin, yine kendisinin yazmış olduğu el-İşârâtü'l-Merâm min İbârâti'-İmâm adlı şerhinin 'Müteşâbih Sıfatlar' bölümünün tercümesinden oluşmaktadır. Beyâzizâde Ahmed Efendi' kitabında, evvelâ Ebû Hanife'nin eserlerinden bazı kısımlar zikredip onları şerhetmiştir. Şerhinden sonra 'İşârât' (işaretler) diye bir altbaşlık koyup Ebû Hanife'nin tesbitlerinden istinbat ettiği işaretleri alt alta dizmiştir. Bu eseri tanıtmamızın sebebi Hanefî-Mâturîdî mezhebinin müteşâbih sıfatlar karşısındaki tutumunu ilim talebelerine kısaca ve muhkem bir şekilde aktarmaktır. Hanefî-Mâturîdîlerin sonradan bozulduğunu iddia edenlere fırsat vermemek için,  ilk dönem Hanefî alimlerinin ictihadlarını ön plâna çıkarmayı tercih ettik. Bu eseri dikkatle okumak gerekir.

Hanefî İmamların Müteşâbihât Karşısındaki Tutumları
Beyâzîzâde Ahmed Efendi
Tahkîk Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 364 / Mart 2021

İş bu kitap Beyâzizâde Ahmed Efendi'nin Ebû Hanife'nin beş eserinden derleyip topladığı el-Usûlü'l-Münife adlı eserinin, yine kendisinin yazmış olduğu el-İşârâtü'l-Merâm min İbârâti'-İmâm adlı şerhinin 'Müteşâbih Sıfatlar' bölümünün tercümesinden oluşmaktadır.

Beyâzizâde hazretleri kitabında, evvelâ Ebû Hanife'nin eserlerinden bazı kısımlar zikredip onları şerhetmiştir. Şerhinden sonra 'İşârât' (işaretler) diye bir altbaşlık koyup Ebû Hanife'nin buyruklarından istinbat ettiği işaretleri alt alta dizmiştir. Kendisinin bir Mâturîdî kelâmcısı olmasının yanında Eş'arî kelâmından da birçok alıntılar yaparak Eş'arî mezhebine olan vukûfiyetini de ispatlamaktadır.

Bu eserdeki ana maksadımız Hanefî-Mâturîdî mezhebinin müteşâbih sıfatlar karşısındaki tutumunu ilim talebelerine kısaca ve muhkem bir şekilde aktarmaktır. Bundan dolayı ilk dönem Hanefî alimlerinden nakil yapmaya özen gösterdik. Son dönem alimlerinden nakil yapmayı ihmal etmedik ki Hanefî-Mâturîdîlerin sonradan bozulduğunu iddia edenlere fırsat doğmasın.

Bu nakilleri, tercümenin gerekli gördüğümüz yerlerine 'Fasıl' diye bir başlık koyarak altına dercettik. Nakilleri, müelliflerin ölüm tarihlerini gözeterek sıraladık ki zihinlerde kronolojik bir haritanın oluşumu kolaylaşsın.

Ana maksadın yanındaki ikincil maksadımız da, Osmanlı'nın yıkılışından sonra sahipsiz kalan Hanefî-Mâturîdî yolunun çizgilerini yeniden canlandırmak ve talebelere, kendilerine bu koca mirası bırakan mürislerini tanıtmaktır. Bu amacı güderek kaynaklarda cömert davrandık. Zira, günümüzdeki talebelere kendi itikadi mezhepleri hakkında yazılmış kitapların isimleri sorulsa bir iki taneden fazla sayamamaktadırlar, maalesef. Sayamazlar zira alimlerimiz katledildikten sonra, canlılığını kaybeden mezhebimizin kitapları piyasada zor bulunur hale gelmiştir.

Şuna dikkatleri çekmek istiyoruz ki, tercüme ettiğimiz metinlerde zikredilen müteşâbih sıfatların tercümesini yapmadık ve Arapçasını latinize edip gerekli yerlere yerleştirdik. 'Allâh'ın eli' değil de 'Allâh'ın yedi' demeyi yeğledik. Zira kitabımızın sonunda da detaylıca açıkladığımız gibi, mezhebimizde tercih edilen görüş müteşâbih sıfatları tercüme etmemektir.

Kitabın asıl kısmına geçmeden İmâm Ebû Hanife'nin kelâm ilmini yasaklayıp yasaklamadığı hakkında küçük bir yazı hazırladık. Zira bu konuda birçok teşviş (karıştırma /bulandırma) yapılmaktadır. Daha sonra müteşâbihâtın tanımına kısaca değinmeyi faydalı gördük.

Ümidimiz odur ki, Ehl-i Sünnet itikadı ile bin sene yoğrulan bu topraklarımızda sahih İslâm akidesi yeniden hâkim olsun.

Tevfik Allâh'tandır.

 

Ebû Hanife Kelâm İlmini Yasakladı Mı?

Abdülkâhir el-Bağdâdi'ye (ö. 429) göre bu ümmetin ilk sistematik kelâm öncüsü Ebû Hanife'dir (ö. 150). Lakin karşı cenahtan inkar sesleri yükselmiyor değil. Özellikle Suud güdümlü merciler bunun üzerinde çok dururlar. Gerek Ebû Hanife'den bize sahih bir şekilde nakledilen eserlerinin itibarını düşürmek, gerekse Ebû Hanife ile Ebû Mansûr el-Mâturîdî'nin arasını ayırmak için Ebû Hanife'nin kelâmdan tevbe ettiğini ve ondan nehyettiğini iddia ederler. Tabiki dayandıkları rivayetler yabana atılacak rivayetler değildir. Lakin gözden kaçırdıkları bir nokta var ki, oda, kelâm ilminin 'nehyedilen kelâm' ile 'methedilen kelâm' diye taksim edilişidir.

Öncelikle şunu nakledelim ki, İmâm-ı Azam'ın talebelerinden Vekî b. Cerrâh (ö. 197) şöyle buyurmuştur: 'Ebû Hanife'ye kelâm ve fıkıh konusunda, kimseye açılmayan kapılar açılmıştır.'

İslâm toprakları, Allâh Rasûlü'nün vefatından sonra hızlı bir şekilde genişleyince yeni yeni topluluklar ümmete dahil olmuştur. İslâm'a dahil olan bu insanlar arasında Hıristiyanlar, Yahudiler, Dehriler (ateistler), Mecûsiler ve türlü türlü dinlere mensup kimseler vardı. Bu kişiler arasında, zahiren müslüman olsalar da içi küfürle kaynayanlar olmuştur. Bu münafıklar, eski dinlerinden bağlarını koparmayarak müslüman kılığında, intihal ettikleri sapık fikirleri ümmet arasında yaymaya, hatta bu bid'at düşüncelere çağırmaya başladılar. Bu tehlikeye vakıf olan sahabeler, bu tehlikeyi defetme biçiminde ikiye ayrılmışlardır. Zira bu mülhidlerin şüphelerini iptal etmeye Kur'ân ve Sünnet'ten delil getirmek, onları inkar ettikleri için, kafi gelmeyecektir. İşte bu saikten, harici bir delile başvurmak gerekli olmuştur. O da akıldır.

Akli çıkarımları istimal etmeyi (kullanmayı) bir kısım sahabiler doğru görmemişlerdir. Onlar, bu var olan sıkıntıya karşı Kur'ân ve Sünnet'e tabi olmayı ve bu bid'atçılarla tartışmamayı tercih etmişlerdir. Ömer b. Hattâb, Abdullâh b. Ömer, Zeyd b. Sâbit bu yolu izleyenler arasındadırlar. Tâbiînden ise Süfyân-ı Sevri, Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel gibileri onları izlemişlerdir.

Diğer grup ise tam aksine susmayı değil, bu bid'atçıların batıl fikirlerini yok etmek ve halkın itikadını kurtarmak amacıyla onlarla tartışmayı ve akli çıkarımlarla onları hezimete uğratmayı yeğlemişlerdir. Sahabeden Ali b. Ebi Tâlib, Abdullâh b. Abbâs, Abdullâh b. Mes'ûd. Tâbiînden ise Hasan-ı Basri, Ebû Hanife ve Hâris el-Muhâsibi bu menhec üzerinde ilerlemişlerdir.

Bunlarla beraber, Halife Mehdi (ö. 169) ayrıca bu bid'atçılarla münazara yapılmasını emretti. Mutezile mezhebine mensup kimseler de mezkur sahabiler ve Tâbiîn ile beraber bu serüvene katıldılar. Onlar da bu mülhidlere karşı cephe aldılar, zira Mutezile mezhebinin, Ehl-i Sünnet'e uymayan bazı görüşleri olsa da, sonraki halleri ile eski halleri farklıdır. Felsefeden etkilendikten sonra daha çok bid'at çukuruna düşmüşlerdir.

Allâh'ın inayetiyle bid'at tohumlarını yayanlar yok edildi. Lakin bu mücadelede akli çıkarımların yanı sıra filozofların eserlerine fazlaca müracaat edenler, defetmeye çalıştıkları marazlardan bir parça kapmışlar, onlardan müteessir olmuşlardır. Özellikle Mutezililer bundan etkilenmişlerdir. O kadar ki, bunları (yani aklı ve felsefeyi) Kur'ân ve Sünnet'e takdim eder oldular. Amaçlar Allâh'ın rızasını gütmekten ziyade karşı tarafa galip gelerek münazaradaki kabiliyetini teşhir edip nefsini tatmin etmek oldu. İşte bunları gören selefin fakihleri ve muhaddisleri yürüttükleri kelâm faaliyetlerini (akli çıkarımları kullanma faaliyetini) durgunlaştırdılar ve halkı bunlardan nehyetmeye başladılar. Nehyettiler ki, daha fazla derine dalıp diğerleri gibi sapıtmasınlar.

Ebû Hanife de bunlardan biridir. Evvel emirde akli çıkarımlar sistemi olan kelâm ile meşgul olup hasımlarını mağlup ederdi. Bu alanda parmakla gösterilecek mertebeye kadar yükselmişti. Lakin kelâm ilmiyle fazlaca uğraşıp filozoflardan etkilenenleri görünce bundan bir nebze soğumuş ve fakihlerin rahlesine oturmuştur. Başkalarının zannettiği gibi ondan tamamen yüz çevirmemiştir. Ölüm döşeğindeyken vasiyet babından el-Vasiyye adlı kelâm kitabını yazdırması buna vazıh bir delildir.

Bu kabilden Ebû Hanife, oğlu Hammâd'ı kelâm ilmini öğrenmesi için teşvik etmiştir. Hammâd bu ilimde ilerleyince münazaralar yapmaya başladı. Lakin daha sonra Ebû Hanife, oğlu Hammâd'ı kelâm ilminde münazaradan nehyetti.

Bunun sebebi ise, hasmının hatasını yüzüne vurarak ve onu (Allâh rızası olmaksızın) ilzam ederek münazara yaptığındandır. Zira oğlu, ona, kendisini bundan niçin nehyettiğini, halbuki kendisinin de defalarca kelâm ilminde münazaralar yaptığını sorunca o: '(Oğlum!) biz hasımlarımızla münazara ettiğimiz vakit, kaçmasın diye başımızda bir kuş varmışçasına dikkat ediyorduk ki karşımızdaki hata edip dinine ve imanına zarar gelmesin. Lakin görüyorum ki siz, hasmınızın ayağı kayması ve küfre düşmesi için uğraşıyorsunuz ve bu yüzden kelâm ilmiyle/münazarayla meşgul oluyorsunuz', buyurmuştur.

Aynı şekilde Ebû Hanife'den nakledilen, kelâma dalmanın keraheti ve selefin ondan uzak durduğu hakkındaki nakiller de oğlunu kendisinden nehyettiği usûlsüzce ve karşı tarafı kafir etmeyi amaçlayan münazara etme hakkındadır.

Ayrıca Hanefî mezhebinde mekruh görülen kelâm, Ehl-i Sünnet mezhebiyle alakası olmayan, İslâm düşmanlarına karşı savunmada etkili olmayan kelâmdır. Buna örnek olarak Mutezle'nin, filozofların (felsefe) ve diğer bidat ehli mezheplerin uğraştığı kelâm ilmi verilebilir.

İmâm Ebû Yusuf (ö. 182) ve İmâm Muhammed'den (ö. 189) rivayet edilen yasaklamalar da bu kelâm hakkındadır.

İmâm Birgivi'nin (ö. 981) kelâm ilmini farz-ı kifaye sayması, felsefeden de kaçınılması gerektiğini vurgulaması yolumuzu aydınlatmaktadır. Molla Aliyyü'l-Kâri'nin (ö. 1014) felsefe ile iç içe geçmiş kelâma sıcak bakmaması gibi." (S.8-14)

 

Beyâzizâde Hazretlerinin Terceme-i Hayâtı

İsminin tamamı Kemâlüddin Ahmed b. Hasan b. Sinânüddin el-Beyâzi er-Rûmi el-Hanefî'dir. Aslen Bosnalı olan Beyâzizâde Ahmed Efendi, Osmanlı devletinin en büyük ve en kapsamlı ilme sahip olan alimlerindendi. Hicri 1044 (miladi 1634) tarihinde İstanbul'da doğmuştur. Medrese tahsilini İstanbul'da tamamlayan Ahmed Efendi, kadı olan babası Beyâzi Efendi'ye nisbetle Beyâzizâde diye anılmıştır.

Hanefî-Mâturîdî bir alim olan Beyâzizâde, kelâm ilmi alanında adını tarihe yazdırmış olan büyüklerdendir. Derin bir vukufiyete sahip olması ve kitaplardaki malumata hakim olması onu mümeyyiz kılan özelliklerindendir. Eserlerinde mahza kendi mezhebinden değil de diğer mezheplerden, bilhassa Eş'arî mezhebinden çokça nakil yapması, onun kelâm ilminde ne kadar geniş yelpazeli bir alim olduğunu ispat etmektedir.

En meşhur eseri olan el-Usûlü'l-Münife adlı eserini, Ebû Hanife'nin beş eseri olan el-Fıkhu'l-Ekber, el-Fıkhu'l-Ebsat, el-Vasiyye, er-Risâle ilâ Osmân el-Betti ve el-Âlim ve'l-Müteallim adlı musannefatını mezcederek derleyip inci dizer gibi dizmiştir. Ayrıca gerekli yerlere Ebû Hanife'nin rivayet etmiş olduğu hadisleri serpiştirmiştir. Muhtemelen bu hadisleri Ebû Hanife'nin Müsned'inden veya Havârizmi'nin Câmiu'l-Mesânid'inden ahzetmiştir. El-Usûlü'l-Münife'nin daha derli toplu, muntazam ve konulara göre bablara ayrılmış olması fayda açısından zirvelerdedir.

Bu esere yazmış olduğu İşârâtü'l-Merâm min İbârâti'-İmâm adlı şerh ise çok tafsilatlı olması bir yana, müellifin ömrü yetmediği için tamama ermiş değildir. Lakin bu haliyle bile Hanefî-Mâturîdî kelâmının en önemli kaynak kitapları arasında yerini alabilmiştir.

Ebû Hanife'nin sözlerini zikrettikten sonra onu şerhetmiş ve kalbindeki o derin ilim denizinden istihraç ettiği birkaç 'işaretleri' alt alta dizmiştir. Özellikle Ebû Hanife'nin eserlerinin senedlerini ve ravilerini zikretmesi açısından pek nadir bir hizmete imza atmıştır. Zira bu eserlerin münkirlerine mahal bırakmayacak şekilde, rivayet zincirini sahih bir şekilde tek tek Ebû Hanife'ye ulaştırmıştır. Bunlara ek olarak Mâturîdîler ile Eş'arîler arasındaki ihtilafları sayarken otuz altı tane noktaya değinmesi açısından bu alanda (belki Mestçizâde'nin el-Mesâliku'l-Hilâfiyyât'ından sonra) en kapsamlı hizmeti sunmuştur.

Seçtiği cümleler ve kurduğu cümlelerden de anlaşılacağı üzere Beyâzizâde Ahmed Efendi, şiddetli bir Hanefî-Mâturîdî bağlısıdır. Hatta Kevseri (ö. 1371) kendisi hakkında şöyle buyurmuştur: 'Beyâzizâde geç bir dönemde gelmiş olsa da kelâm ilminde çok güçlüdür ve bilgilidir. Bazı alimler onun geniş araştırma yeteneğini övmüşlerdir. (Geçmiş alimlere) son derece bağlı ve (onlar hakkında) çok titizdi.'(S.18-20)

 

Metin:

[(İmâm Ebû Hanife) el-Vasiyye'de buyurdu ki: 'Allâh, ihtiyacı olmaksızın ve üzerine yerleşmeksizin arşa istiva etmiştir.']

Keyfiyetsiz olarak istiva etmiştir. Bu tutum selef-i sâlihinin tutumudur. İmâm Mâlik (ö. 179) ve İmâm Ahmed b. Hanbel (ö. 241) (rahimehumullâh) buyurmuşlardır ki: 'İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür. Bunun hakkında soru sormak bid'attır.'

 

İşârât:

1. İşaret:

Buradaki hususlar bize icmali tevili beyan etmektedir. Müteşâbih nassları zahiri manalarına hamletmek cismâni uzuvları, yön vermeyi ve insani hisleri Allâh'a yakıştıracağı için ve Allâh'ın hiçbirşeye benzemediğine dair kat'i delillerin mecvudiyeti bizi (icmali) tevile zorlamaktadır. Lakin tevil yapılırken, zihinler keyfiyetsiz bir şekilde bu sıfatların hakikatini anlayamadığı için, bu sıfatların aslını iptal etmek caiz değildir. Bu müteşâbihler, hakikatlerine (zahirlerine) değil mecazlarına keyfiyetsiz olarak hamledilir. Tafsilatı bilinmese de, zahir manaları keyfiyet, yön verme ve insani hisler barındıran ayet ve meşhur hadislere, Allâh'ı bunlardan tenzih etmek kaydıyla, olduğu gibi iman edilir.

Zahirdeki manasının vehmettirdiği (teşbihten) Allâh'ı tenzih ederek müteşâbihin ilmini Allâh'a tefvîz etmek, icmali tevildir.

İmâm Ebû Hanife hazretleri (rahimehullâh) bu konulara, Kur'ân'a değinerek ve Allâh'tan keyfiyeti, teşbihi ve ihtiyacı nefyederek işaret etmiştir.

Bu anlatılanlar, bütün müteşâbih sıfatlar hususunda selefin yoludur. Bu yolu Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel (ö. 241), Kattân (ö. 198), Kalânisî ve halef ulemasından birçok kişi (rahimehumullâh) seçmiştir.

Onlar şöyle demişlerdir: 'Muhakkak ki yed, isba, istiva ve diğer (müteşâbih sıfatlar) Allâh Teâlâ'nın sıfatlarındandır. Lakin bir uzuv veya mekan edinme manasında değil, bilakis O'na yakışan bir şekildedir. Bunu ise ancak O bilir.'

Bu görüş vech, yed, ayn ve istiva hakkında İmâm Eş'arî'den (ö. 324) de (rahimehullâh) naklolunmuştur. 'Mevâkıf'ta böyle geçer.

'Keşfu'1-Keşşâf' adlı eserde 've diğerleri müteşâbihlerdir'(Âl-i İmran.7)ayetinin tefsiri hakkında şöyle buyrulmuştur:

'İstiva, yed, kadem, dünya semasına nüzûl, dahk, taaccüb ve benzer semi sıfatlar Ebu'l-Hasen el-Eş'arî (ö. 324) gibi selef alimler, katında sabittir ama aklın ötesindedir. Onları anlamakla mükellef kılınmadık. Mükellef kılındığımız nokta onların varlığına, cisimlendirmeden ve hiçbir şeye benzetmeden inanmaktır. Bunun sebebi, (sahih) naklin akla zıt olmamasındandır.'

Halef ulemasının büyüklerine/çoğunluğuna göre ise müteşâbih sıfatların ve isimlerin hepsi sekiz sıfata (Hayat, İlim, İrade, Kudret, Tekvin, Sem', Basar, Kelâm) hamledilir.

('Keşfu'l-Keşşâf' sahibi Ebû Hafs Ömer el-Kazvînî), selefe göre müteşâbih sıfatların hepsinin (müstakil bir) sıfat oluşlarına hamledileceklerini sarahaten ifade etmiştir. Bu sıfatlar da birçok mecazi manalar barındırmaktadırlar. Bu (mecazi manalardan hangisinin murad olunduğuna dair) kat'i herhangi bir delil olmadığına göre, murad olan mecazi mananın tayini Allâh'a tefvîz edilir (manasıyla uğraşmayıp Allâh'a havale edilir).

İmâm Fahruddin er-Râzî' (ö.606) ve Nizâmuddin en-Nisâbûri' (ö. 730) yukarıdaki ayetin tefsirinde bu görüşü açıkça ifade etmişlerdir.

Fahruddin er-Râzî, Tefsiru'-Kebîr'inde 'Allâh'ın iki yed'i açıktır'(Mâide, 64) ayetinin tefsirinde şöyle buyurdu: "Ebu'l-Hasen el-Eş'arî bir rivayete göre: Yed, Allâh'ın zatıyla kaim bir sıfattır. Özel bir yaratma sıfatı olması cihetinden kudretten ayrı bir sıfattır (demiştir). Başka bir rivayette ise, yed'i nimet olarak tefsir etmiştir. Böyle olunca ayetin manası '(Allâh) son derece cömerttir' olmuş olur. Zira kim iki eliyle verirse o mükemmel bir şekilde vermiş demektir."

Kadı Bâkillânî (ö. 403) yed sıfatı hakkında tefvîzi tercih etmiştir. Üstad Ebû İshâk' (ö. 418) da vech sıfatı hakkında tefvîzi tercih etmiştir. Bu iki alim bu iki sıfatın ilmini Allâh'a tefvîz ederek onların var olduğunu lakin diğer sıfatlara benzemediklerini savunmuşlardır.

Tefvîz etmenin delili şu ayettir: 'Müteşadbihlerin tevilini Allâh'tan başkası bilemez.' (Âl-i İmrân Sûresi: 7) Doğru olan (vakıf), bu ayette geçen istisna edatından sonraki 'Allah' lafzından sonra vakfetmektir. İbni Abbâs'tan (radiyallâh anhuma) bu şekilde rivayet edilmiştir. İbni Mes'ûd'un (radiyallâhu anh) mushafında da buna delil vardır, zira onun mushafında 'Allah' ile 'er-râsihûn' lafzı arasında bir vakıf işareti vardır. Übeyy b. Ka'b'ın (radiyallâhu anh) mushafında ise şöyle geçer: 'Müteşâbihlerin tevilini Allâh'tan başkası bilemez ve ilimde derinleşmiş (râsihûn alim) olanlar, biz inandık, derler.'

Şemsüddin es-Semerkandî'nin' (ö. 702) 'es-Sahaifu'l-İlâhiyye' adlı eserinde de böylece geçer.

 

2. İşaret:

İmâm Ebû Hanife'nin (rahimehullâh) sözlerinde, müteşâbihlerin tevilinde, tafsili tevile başvuran kimselere reddiye vardır. Bunlar Eş'arîler ve Mutezililerdir.

Onlar, bu sıfatların mecazi manalar oldukları görüşünü benimsedikleri (için tevilde, kesin konuşarak, ileriye giderler). (Başka) Bir rivayete göre ise Ebu'l-Hasen el-Eş'arî (ö. 324) de bu görüşü benimsemiştir.

İmâm-ı Celil Ebû Hanife (rahimehullâh) 'bunlar keyfiyetsiz olarak Allâh'ın sıfatlarıdır' ve 'gazabı cezasıdır, rızası sevabıdır denmez' sözleriyle (müteşâbih sıfatlara mecaz deyip tayinle tafsili tevile başvuranların) görüşlerini reddetmiştir.

Tafsili olarak tevil edenlerin gerekçeleri şunlardır:

'Kat'i delillerden dolayı bu müteşâbih sıfatları zahiri manalarına hamletmek mümkün değildir. Bu sıfatları, (mana benzerliği açısından) ihtimal dairesinde olsa bile, zahir sıfatlara (müteşâbih olmayan, muhkem olan sıfatlara) hamletmek de caiz değildir. Ayrıca müteşâbih sıfatlara meçhul manalar vazedilmedi. Vazedilmesi de zaten caiz değildir. Zira (Allâh bize Kur'ân'ı akletmemizi ve tedebbür etmemizi istiyor. Sizin dediğiniz gibi müteşâbihlerin manaları tarafımızca meçhul olsaydı Allâh'ın emriyle ters düşmüş olurdu ve) muhatap olan kul bunları akledemezdi. Zira mechul olan şey, akledilemez. Böylece, (müteşâbihlere) meçhul manalar vaz(edildiğini kabul edersek) maksud (olan Allâh'ın emri) iptal olmuş olurdu.

Netice olarak bu sıfatların, makul olan ve (lügatte) delili olan mecazlara hamledilmelerinin (gerekliliği) sabit olmuştur. Böyle olunca yed ve yemin sıfatı kudretin, vech sıfatı var olmanın, ayn sıfatı görmenin, istiva da ele geçirmenin/istilanın mecazı olmuş olur. İki yed, son derece kudret manasına gelir. Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) de bu sıfatla tavsif edilmesi onu şereflendirmek içindir. Gözleri gezdirmek, bir mekanı hususi kılma ve koruma kaltına alma manasına gelmiş olur. Nüzûl, (Allâh'ın) iyiliği ve lütfu manasına gelir. Gelmesi ise, hükmü ve kazası manasında olmuş olur. Gülmesi de, affı ve razı olması anlamına gelir.'

Bu alimlerin mecazı tercih etmelerinin (başka bir) gerekçesi, bu sıfatlar zikredilirken ilk akla gelenin tecsim ve teşbih olmasına mani olmaktır. Onlara göre bu sıfatların bu şekilde varid olmalarının sebebi, zihne yaklaştırmak amacıyla bu sıfatları hissi suretlerle temsil ve tasvir etmektir. Bazı Mâturîdîler' ve Eş'arîler tafsili tevili tercih etmişlerdir. Tevil, Arapların dilinde var olan mefhumlardan oluştuğu müddetçe caizdir demişlerdir. Bu aynı zamanda İmâm İzz İbn Abdisselâm'' (ö. 660) ve İmâm Takiyyuddin b. Dakîki'l-'Îd'in (ö. 702) (rahimehumullâh) görüşüdür.

El-Kifâye'nin sahibi İmâm Nûreddin es-Sâbûni' (ö. 580), et-Tesdîd'in sahibi İmâm es-Siğnâkî (ö. 714) ve İmâm İbni Hümâm hazretleri (ö. 861) (rahimehumullâh) ise sadece gerekli durumlarda tevili caiz görmüşlerdir. Yani avam insanların zihinlerinde yanlış tasavvurlar hasıl olmasın diye. Lakin İbni Hümâm (ö. 861) şöyle buyurmaktadır: 'Hususi olarak imâmlarımızın nezdinde, gerekçe olmaksızın müteşâbihlerin (tafsili) tevilini irade etmek caiz değildir. Zira müteşâbihin hükmü, bu dünyada onun manasını anlamaya çalışmaktan ümidi kesmektir.'

 

Fasıl:

Ebû Mansûr el-Mâturîdî (ö. 333) buyurdu ki:

'Biz Allâh'ın istivadan muradı ne ise ona iman ederiz. Bunun yanında ru'yetullâh ve benzeri konularda olduğu gibi hakkında ilâhi beyanın mevcut olduğu her hususta benzerliğin nefyedilip Allâh'ın murad ettiğine inanılması ve ihtimallerden birini bırakıp diğerine kesinlik atfedilmemesi gerekir. Bu meselede aslolan şudur ki, bu tür konular dinleyenin idrakini aşmaktadır. Çünkü bu dinleyen kişi bu hususları tabiatta yaratılmıştan anladıklarıyla tasavvur edebilmektedir. Allâh Teâlâ hakkında, gerek zatı gerek fili açısından benzerlerden aşkın oluşla hükmetmek gerektiğine göre, EİUEO'na izafe edilen kavramları tabiattaki diğer varlıklardan anlaşılanlar gibi tasarlayıp yorumlamak doğru değildir. Ayrıca şu husus da vardır: Allâh, mükellefleri bazı hususları anlamakta ileri gitmeyip duraksamayla imtihan etmiştir. Mesela cennet ve cehennem, hurûf-u mukattaa ve diğer hususlara dair gelen naslar gibi; insan, bunların, hakkında kesin hüküm vermeyip tevakkuf etme imtihanına konu teşkil ettiğini sezer.'

Yahyâ b. Ebî Bekir el-Hanefî (ö. 377) istiva hakkında şu şiiri nakletmektedir:

'Rahmân arşa istiva etmiştir, bu Kur'ân'dandır

Bunu ikrar et, zira bunu ikrar etmek imandandır.

Tevilini talep etme, bunun ilmi gizli (olanlardandır).'

Ebu'l-Mu'in en-Nesefî (ö. 508) şöyle buyurmaktadır:

'Allâh arşı yarattıktan sonra arşa intikal ettiğini söylemek mümkün değildir. Zira intikal (cisimlerin ve) mahlukatın sıfatıdır. Allâh bundan münezzehtir. Allâh'ın arşa yerleştiğini söyleyenin şu üç şeyden birini kastediyor olmasından kaçışı yoktur: Ya Allâh arş kadardır, ya ondan büyüktür, ya da ondan küçüktür. Bu üçünden hangisini kastederse kastetsin kafir olur.

Hz. Ali'ye Allâh'ın arşı yaratmadan evvel nerede olduğu soruldu. Şöyle cevap verdi: 'Nerede' sorusu mekan için sorulur. Mekan ve zaman yokken Allâh vardı. O vakit ne halde idiyse şimdi de o haldedir.'

Müteşâbihâtı tefvîz etmek, çoğu büyük imâmların ve alimlerimizin yoludur.

Cemâlüddin el-Gaznevî (ö. 593) şöyle buyurmaktadır:

'Allâh'ın arşa istivası haktır, doğrudur. Allâh'ın murad ettiği şekilde iman ve itikad ederiz. Keyfiyeti (ve tevili) ile uğraşmayız.'

Bedruddîn el-Aynî (ö. 855) şöyle buyurmaktadır:

'Ebu'l-Âliye istiva hakkında 'irtifa' (yükselme) demiştir. Lakin bu söz(ün doğruluğunu) araştırmamız lazım. Zira Allâh kendisini yükselme ile vasıflandırmadı. Mücessime istivaya 'istikrar' (yerleşme) demişlerdir. Bu söz ise fasittir (doğru değildir). Zira yerleşme, cisimlerin sıfatlarındandır ve hulûl ile sonlanmayı gerektirir. Bunlar ise Allâh için muhaldir. İstiva hakkında birçok tefsir vardır. En doğrusu istivayı (fiil olan) 'alâ'diye tefsir etmektir. Zira Allâh kendisini 'el-Aliyy'olmakla vasıflandırmıştır. Bu Ehl-i Sünnet'in çoğunun görüşüdür.' Lakin 'uluvv' sıfatı Allâh'ın mahalli (mekanı) veya ciheti ile irtibatlı değildir (bilakis bu manevi bir 'uluvv'dur). Allâh, mahalli veya ciheti olmaktan münezzehtir.

Allâh cisim değildir. Kendisine yerleşmesi için bir mekanı yoktur. Zira mekan yokken de kendisi vardı. Ayetlerde geçen 'kelimenin' veya meleklerin O'na yükselmesi Allâh'ın (yukarı) cihette olmasını gerektirmez. Zira Allâh'ı (herhangi bir) cihet kapsamaz. 'Kelimenin' veya meleklerin O'na yükselmesi mecazdır.'

Müteşâbihât karşısında imâmlar iki kısımdır: Biri, Allâh'ı noksan sıfatlardan tenzih ederek manasını Allâh'a tefvîz ederler (ısmarlarlar). Diğeri Allâh'a yakışacak bir şekilde tevil ederler.'

İbni Hümâm es-Sivâsî (ö. 861) şöyle buyumaktadır:

'Allâh arşa istiva etmiştir. Lakin bu istiva mekan edinmeyi, teması ve parelelliği gerektiren cismin cisme istivası gibi değildir. Allâh'a layık olacak manadadır ki bunu da ancak kendisi bilir. Hasılı, teşbihi nefyederek Allâh'ın arşa istiva ettiğine iman etmek vaciptir. Manasının istila olduğunu söylemek ise (kesin konuşmaksızın zaruret durumunda) caizdir. Zira mananın bu olduğuna dair bir delil yoktur.

Avamın istivayı, iman etmesi ve anlaması gerektiği şekilde anlamayacağından korkulursa istivayı istila olarak tevil etmekte beis yoktur. Zira bu tür tevil Arapçaya uygundur. İsba' kadem ve yed gibi cismiyet vehmettiren diğer müteşâbihât da bu minvalden ele alınır.'

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 364 / Mart 2021