Şerhû’l-Ahlâki’l-Adûdiyye - Alparslan Aydar

Şerhû’l-Ahlâki’l-Adûdiyye

Taşköprîzâde Aklî ve Naklî ilimlerin keyfiyetiyle ilgili bir-çok eser telif etmiştir. Bu eserlerinin arasında özellikle iki eser, Osmanlı ulemâ ve meşâyihine dair biyografik bir kaynak olan eş-Şekâiku’n Nu‘mâniyye fî ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye ve ilimler tarihi ve tasnifiyle ilgili biyo-bibliyografik ve ansiklopedik  bir kaynak olan Miftahü’s-sa‘âde ve misbâhü’s-siyâde fî mevzû‘âti’l-ulûm diğerlerine göre daha çok bilinen eserlerdir. Bu eserlerin yanında Kur’ân ilimleri, tefsir, hadis ve fıkıh  alanında ağırlıklı olarak şerh ve haşiye türü eserler kaleme alan müellifin mantık, dil ilimleri , kelâm ve felsefe  sahalarında yazdığı eserlerinin büyük çoğunluğu ise henüz yazma halindedir. Tanıtımını yaptığımız eser Adudüddîn el-Îcî’nin (ö. 756/1355) el-Ahlâku’l-Adudiyye adlı risâlesi, İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) ve Nasîruddin et-Tûsî (ö. 672/1274) ile temayüz eden çizgiyi devam ettiren ve pratik  felsefenin genel ilkelerini veren özlü bir çalışmadır. Adudüddin  el-Îcî’nin bu eseri, başta öğrencisi Şemsüddin Muhammed b. Yusuf el-Kirmânî  (ö. 786/1384) olmak üzere birçok âlim tarafından şerh edilmiştir.

Şerhû’l-Ahlâki’l-Adûdiyye
Taşköprîzâde Ahmed Efendi
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 368 / Temmuz 2021

Isâmüddın Ebü’l-Hayr Ahmed b. Mustafa b. Halîl er-Rûmî el-Hanefî (ö. 968/1561), daha yaygın bilinen adıyla Taşköprîzâde ya da Taşköprülüzâde, kendi ifadesine göre 14 Rebiülevvel 901 (2 Aralık 1495) tarihinde dünyaya gelmiştir.Aklî ve naklî ilimlerin keyfiyetiyle ilgili bir-çok eser telif etmiştir. Bu eserlerinin arasında özellikle iki eser, Osmanlı ulemâ ve meşâyihine dair biyografik bir kaynak olan eş-Şekâiku’n Nu‘mâniyye fî ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye ve ilimler tarihi ve tasnifiyle ilgili biyo-bibliyografik ve ansiklopedik  bir kaynak olan Miftahü’s-sa‘âde ve misbâhü’s-siyâde fî mevzû‘âti’l-ulûm diğerlerine göre daha çok bilinen eserlerdir. Bu eserlerin yanında Kur’ân ilimleri, tefsir, hadis ve fıkıh  alanında ağırlıklı olarak şerh ve haşiye türü eserler kaleme alan müellifin mantık, dil ilimleri , kelâm ve felsefe  sahalarında yazdığı eserlerinin büyük çoğunluğu ise henüz yazma halindedir.

Adudüddîn el-Îcî’nin (ö. 756/1355) el-Ahlâku’l-Adudiyye adlı risâlesi, İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) ve Nasîruddin et-Tûsî (ö. 672/1274) ile temayüz eden çizgiyi devam ettiren ve pratik  felsefenin genel ilkelerini veren özlü bir çalışmadır. Adudüddin  el-Îcî’nin bu eseri, başta öğrencisi Şemsüddin Muhammed b. Yusuf el-Kirmânî  (ö. 786/1384) olmak üzere birçok âlim tarafından şerh edilmiştir.

Çok yönlü bir âlim olan Taşköprîzâde’nin amelî, yani pratik felsefe ve özellikle ahlâkla ilgili müstakil eserleri ve Miftâhu’s-sa‘âde’nin yaklaşık üçte birine tekabül eden ahlâka dair bölümler onun bu alana verdiği ehemmiyeti göstermektedir. Taşköprîzâde, bilhassa Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) ile tebarüz eden âlim prototipinin Osmanlı ilim dünyasındaki en önemli temsilcilerinden biridir. Taşköprîzâde  Şerhu’l-Ahlâki’l-Adudiyye’de büyük oranda literatürün önceki temsilcileri olan İbn Miskeveyh ve Tûsî’den faydalanmıştır.  Bu eserinde atıf yaptığı üzere, onun, Hz. Peygamber’in mizahla ilgili hadislerini topladığı bir risâlesi vardır ve Taşköprîzâde o risâlede olduğu gibi ahlâk meselelerini, özellikle de erdem ve erdemsizlikleri ele alırken hadislere sıkça başvurur. Eserde dikkat çekici bir durum da Taşköprîzâde’nin sıklıkla Hz. Ali’nin sözlerinden faydalanmış olmasıdır. Onun özellikle Miftâhu’s-sa‘âde’nin son kısmında ahlâk konularını ele alışı Gazzâlî’nin İhyâu ulûmi’d-dîn’i başta olmak üzere diğer eserlerinin büyük bir etkisi altında kaldığını gözler önüne sermektedir.

Taşköprîzâde’nin Şerhu’l-Ahlâki’l-Adudiyye’nin kendisinden yaklaşık yirmi yıl sonra yazılan ve İslâm ahlâk düşüncesinin zirve metinlerinden olan Kınalızâde’nin (ö. 979/1572) Ahlâk-ı Alâî’si üzerinde kısmî de olsa etkili olduğunu ve bu eserin Tûsî’den Kınalızâde’ye giden süreçte bir köşe taşı durumunda olduğu tespitini ifade etmekle yetinebiliriz.

Mustakim ARICI

Öncelikle Adudüddîn el-Îcî’nin (ö. 756/1355) el-Ahlâku’l-Adudiyye adlı risâlesini Taşköprîzâde’nin kaleme aldığı şerhten istifade ile aktaralım.

 

Mukaddime

Rahmân  ve Rahîm Allah’ın adıyla.

Verdiği nimetler için Allah’a hamd olsun. O’nun rahmeti, elçisi Hz. Muhammed’e ve ailesine olsun.

Bu, muhtasar bir eserdir. Ahlâk ilmi hakkındadır. Onu, dört makale olarak düzenledim.

 

Birinci Makale: Nazarî Ahlâk

Birinci makale, onun, nazarî kısmı hakkındadır.

Huy, nefsânî fiillerin kolaylıkla çıktığı melekedir. Ve onun değişmesi şu gerekçeler sayesinde mümkündür. [Birincisi], tecrübedir. [İkincisi], dinî naslardır. [Üçüncüsü] akıl ve idrak sahiplerinin ittifakıdır. Ondaki, yatkınlıkların farklılaşması mizaçlara, bağlıdır. İnsanî nefsin güçleri üçtür.

Düşünmenin itidal hâli hikmettir. Hikmetin ifratı cerbezedir. Hikmetin tefriti kalın kafalılıktır. Öfkenin itidali şecaattir. Öfkenin ifratı deli cesaretidir. Öfkenin tefriti korkaklıktır. Arzunun itidali iffettir. Arzunun ifratı azgınlıktır. Arzunun tefriti isteksizliktir. [Bu] güçlerin erdemleri orta melekelerdir. Bunlar, üç tanedir: [Bu üç erdemin] her iki tarafında olanlar reziletlerdir, bunlar da altı tanedir. Bunlar, nicelik cihetindendir. Ve bir de onların, nitelik yönünden sapma şeklinde olanları vardır. Hikmet erdeminin nitelik yönünden sapması âlimlere küstahlık yapmak ve beyinsizlerle didişmek için bilgi öğrenen kimsenin durumu gibidir. Şecaat erdeminin nitelik yönünden sapması, şanının yürümesi ve ganimet elde etmek için  şecaat  arzedenin yaptığı gibidir. İffet erdemininki lezzeti terkedip de bunun karşılığını âhirette veya dünya hayatında daha fazlasıyla almayı amaçlayan kimsenin yaptığı gibidir. Esasen kötü bir amaç erdemlere karışmamalıdır. Ve düşünme olmaksızın yapılmalıdır. Zira bunlar iyilik ve yetkinliktir. Her bir temel erdemin kısımları vardır.

Hikmet erdeminin  şubeleri yedi tanedir.  Birincisi, zihin açıklığı[dır]. Nefs-i nâtıkanın aradığı sonucu, karışıklığa düşmeksizin çıkarsama istidadıdır. İkincisi, anlayış düzgünlüğüdür. Bu, gerektirenden gerekene, doğru bir şekilde geçiş yapmadır. Üçüncüsü zekiliktir. Bu, sonuçları çakma hızıdır. Dördüncüsü, tasavvur tamlığıdır. Eşyayı, nasılsalar o ölçüde incelemektir. Beşincisi kolay öğrenmedir. Nefsin öğrenmeyi talep ettiği şeyi fazladan bir gayret göstermeden idrak etmesidir. Altıncısı, hıfzetmedir. Bu, kavranılan sûretlerin korunmasıdır. Yedincisi hatırlamadır. Bu, hıfzedilen bilgilerin, hazır hale getirilmesidir. Şecaat erdemininkiler on bir dir. Birincisi, ruh yüceliği, mal biriktirmeyi, fakirliği, büyüklüğü ve küçüklüğü önemsiz görmektir. İkincisi, himmeti yüce tutmaktır. Bu, dünyanın mutluluğu ve  bedbahtlığına aldırmamaktır. Üçüncüsü sabırlılıktır. Bu, acı ve korku veren şeylere, karşı dayanma gücüdür. Dördüncüsü soğukkanlılıktır. Bu, korku veren şeyler karşısında endişe duymamasıdır. Beşincisi hilimdir. Bu, öfkenin alevlendiği andaki sükûnettir. Altıncısı ölçülü olmaktır. Bu, olan düşmanlıklar ve savaşlarda teenni  ile davranmaktır. Yedincisi tevazudur. Bu, fazilet sahipleriyle mal ve mevki bakımından kendinden aşağıda olanları kendinden üstün bilmektir. Sekizincisi gayretliliktir. Bu, güzel bir şekilde yâd edilmeyi gerektiren büyük ve önemli şeylere ulaşma isteğidir. Dokuzuncusu yüklenmedir. Bu, nefsin güzel işlerde yorulmasıdır. Onuncusu namusu korumadır. Bu, kişinin ailevî ve dinî değerleri töhmetten korumasıdır. On birincisi yumuşak kalpliliktir. Bu, başka insanların başına gelen acılara  üzüntü duymaktır.

İffetinkiler on birdir. Birincisi hayâdır. Hayâ, nefsin çirkin  olan fiilleri işleme korkusuyla kendisini alıkoymasıdır. İkincisi sabırlılıktır. Bu, nefsin kötü arzulara tâbi olmaktan korunmasıdır. Üçüncüsü arzuları dizginlemektir. Bu, şehvet alevlendiğinde nefsin sükûneti elden bırakmamasıdır. Dördüncüsü malını temiz tutmaktır. Bu, herhangi bir itibarsızlığa düşmeksizin ve zulmetmeksizin malı kazanmak ve nezâhet bir de onu güzel yerlerde harcamaktır. Beşincisi kanaattir. Bu, harcamaları yeterli miktarda yapıp orta yollu olmaktır. Altıncısı vakardır. Bu, nefsin istenilen şeyleri elde etmede teenni içinde olmasıdır. Yedincisi uyumluluktur. Bu, nefsin bir güzele ulaştıran şeylere hüsn-i kabul ile boyun eğmesidir. Sekizincisi hâl ve gidişçe iyi olmak, nefsin kendisini yetkinleştirecek şeylere rağbet etmesidir. Dokuzuncusu vera’dır. Bu, güzel fiillere sıkı sıkıya tutunmaktır. Onuncusu düzenliliktir. Bu, işlerin maslahatların gereğine göre takdir edilip bunun gerektirdiği sıraya göre uygulanmasıdır. On birincisi cömertliktir. Bu, verilmesi gerekli olan şeyi vermektir. Bu, [sehâ] cinstir ve kapsamında altı tür erdem vardır. Bunların ilki keremdir. Bu, kolaylıkla ve gönül hoşnutluğu ile vermektir. İkincisi diğerkâmlıktır/îsârdır. Bu, ihtiyacından vazgeçip başkasına vermektir. Üçüncüsü âl-i cenaplıktır. Bu, kişinin infâkı mutlulukla yapmasıdır. Dördüncüsü paylaşımcılıktır. Bu, dostları gözetip nimetleri onlarla paylaşmaktır. Beşincisi  bahşetme/lütufkârlıktır. Bu, harcanması gerekmeyenleri fazladan harcamaktır. Altıncısı ferâgattır. Bu, [terki] gerekli olmayan şeyleri tok gözlülükten dolayı bırakmaktır.

Adalet diğer erdemleri, birleştiren erdemin adıdır. Ve onun alt erdemleri vardır. İlki dostluktur. Bu herhangi bir çıkarın karışmadığı, iyi şeylerde başkasının öne alındığı halisâne sevgidir. İkincisi kaynaşma, gündelik hayatın idaresiyle ilgili yardımlaşıp fikir birliği etmektir. Üçüncüsü vefa paylaşımcılık yolunu tutmak ve ortakların ev ahitlerini korumasıdır. Dördüncüsü sevilme çabası, gereğini yaparak kendisi gibi olanların sevgisini kazanma isteğidir. Beşincisi iyiliğe karşılık verme, yapılan bir iyiliğe aynıyla veya daha fazlasıyla karşılık vermektir. Altıncısı ticarî dürüstlük, muamelelerde adaleti, gözetmektir. Yedincisi  hakkı güzellikle ödeme, kişinin üzerinde olan hakların karşılığı[nı] vermede pişmanlığı ve başa kakmayı terketmektir. Sekizincisi sıla-i rahim iyi şeyleri yakın akrabalar ile paylaşmaktır. Dokuzuncusu merhametli olmak, hoşlanılmayan şeyleri insanlardan uzaklaştırmaya gayreti hasretmektir. Onuncusu arabuluculuktur. Bu insanlar arasındaki düşmanlıkları ortadan kaldırmak sûretiyle arayı bulmaktır. On birincisi tevekkül, insan gücünün yetmeyeceği şeylerde çabalamayı bırakmasıdır. On ikincisi teslimiyet, Allah Teâla’nın emrine boyun eğmek ve uymayan hususlarda itirazı bırakmaktır. On üçüncüsü rıza, nefsin başına gelen [musibetler] ve elden kaçırdığı [iyi] şeyleri bir etkilenme olmaksızın hoş karşılamasıdır. On dördüncüsü kulluk, Allah Teâla’yı ve ehlullahtan olanları yüceltmek ve O’nun emirlerine uymak.

 

İkinci Makale: Faziletlerin Korunması ve Kazanılması

İkinci makale [iyi] huyların korunması ve faziletlerin kazanılması hakkındadır. Kişi, bir erdemi kazanım yoluyla veya tabiatı icabı elde eder. Böyle olunca kişi faziletleri korumalıdır. [Birincisi] erdemli  kimselere sıkıca tutunmaktır. Ve kötüleri dost edinmemekle olur. Boş işlere, mizaha ve tartışmaya girişmekten sakınmalıdır. Zihnini ilmî ödevlerle ve fikrî ödevlerle çalıştırsın. Onun yüceliğini düşünsün. Ve onun daimîliğini düşünsün. Ve onun duruluğunu düşünsün. Ve dünyanın değersizliğini, geçiciliğini ve cefasını düşünsün. Arkadaşlarını, kusurundan dolayı kendisini ikaz eden doğru kimselerden seçmelidir. Ve kişi düşmanlarının kendisi hakkındaki sözlerini araştırmalıdır. Ve ondan, kusurlarını öğrenir ki onları terkedebilsin. İnsanların ayıplarına bakar ve onlardan kaçınır. [Nefsinde] bir gevşeklik  görürse, katı riyazetlerle onu itaat eder hale getirmelidir.

Nefsinde bir hastalık oluşan kişi onu tedavi etsin. İlk olarak karşıtı olan fazileti işlesin. Sonra sert davranarak tedavi etmeye çalışsın. Sonra karşısında bulunan rezileti işlesin. Ancak o aşırı ucuna geçmesin. Sonra tedavi için nihayet daha çetin egzersizleri yapsın. Çokça vuku bulan tâli hastalıkları da tedavileriyle beraber zikredelim. Kafa karışıklığıdır. Bu hastalığın sebebi delillerin çatışmasıdır. Tedavisi ise aklî kanunların temrinidir. Yalın cehalet[tir]. Ve bunun ehli insanı diğerlerinden, farklı kılan şeyi kaybetmiş olması sebebiyle hayvanlar gibidir. Hatta böyleleri daha aşağıdırlar. Zira hayvanlar kendileri için mümkün olan yetkinliklere yönelirler. Eksiklerini göreceği ilim meclislerinde âlimlere tutunmakla tedavi edilir. Katmerli cehalet eğer tedaviyi kabul ediyorsa tedavisi matematik ilimlere sarılmaktır ki yakinî bilginin hazzını tadabilsin. Sonrasında dikkatini tedricî olarak [burhânî] öncüle yöneltir öfke taşkınlığı, sebeplerinin ortadan kaldırılmasıyla tedavi edilir. Bunlar, kendini beğenme ve büyüklük taslamadır. Ve bunların, idrar mahallinden iki kere geçen kişiden [sadır olması] alışılmadık şeylerdendir. Ki o yarın ölüdür. Ve ayrıca diğer insanlara ihtiyaç duyar. Övünme  tedavi edilmeye ikisinden daha uzaktır. Çünkü övünme başkasının üstünlüğü ile olur. Kişi itibarının azlığını, tanınmadığı bir yere gidince bilir. [Öfke taşkınlığına yol açan diğer sebepler] didişme ve çekişmedir. Bu iki şey âlemdeki düzeni bozar. [Öfke taşkınlığına yol açan diğer sebepler] şakacılık ve alaycılıktır. Az bir faydası olsa da bu ikisi güzelliği yok eder. Düşmanlar üretir ve düzeni bozar. Şakacılıkta orta yolu bulamayan bunu terk etmelidir. Hainlik, haksızlıktır. Bu ikisi, dünya metaı sebebiyle olur. Bu da önemsiz bir şeydir: Bu kötülüğü bir başkasından kendi başına gelebileceğini düşünsün ki bunun nasıl bir çirkinlik olduğunu anlayabilsin. Öfke taşkınılığının sebeplerinin onuncusu insanların yarış yaptığı şeyleri elde etme [isteği]dir. Bunlar değersiz olmasının yanı sıra düşmanlığı çoğaltır. Bu değersiz şeyler ihtiyaç anında bir fayda da vermez. Bunlar sende kalsalar bile sen onlar için kalıcı değilsin. Duygu kabarmasından sonra ortaya çıkan öfkeye gelince, zordur. Öfkeye yakın her kimse, öfkenin yakıtı gibidir. Onun durumunu değiştirilmesi faydalıdır. Soğuk su içilmesi ve uyumak da faydalıdır. Öfke şehevî lezzet engellendiğinde de vuku bulur. Öfke gücü nitelik bakımından da sapabilir ve hatta bu, hayvanlara ve cansız varlıklara sövmeye kadar varır. Bir başkasının bu tür fiillerinin görülmesi ve zemmedilmesi bunların çirkinliğine karşı uyarır.

Ödlekliktir. Ödlekliğin uzantıları zillet hali, yaşantının bozulması ve saygınlığın azalmasıdır. Bunun tedavisi korku veren şeylerin üzerine gitmek ve tehlikeli işlere atılmaktır. Ve ölümün zorunlu olduğunu hatırlamak da bunun tedavisi kabildendir. [Öfke gücünün bir diğer hastalığı] korkaklıktır. Eğer mümkünse korkuya yol açan sebepler terkedilir. Yok, eğer durum böyle değilse, nefsi duruma uyum sağlamalıdır.

[Arzu] gücünden [kaynaklanan] hastalıklar açgözlülük, tembellik ve üzüntüdür. Bu hastalık hayvanlarla aynı kategoride olunduğunu düşünmekle tedavi edilir. Ve yine bu hastalık bunların hazzının az olmasını düşünmekle ve bunların kısa süreli olmasını düşünmekle, arzulanan şeylerin bayağılığını düşünmekle ve arzu gücünün hikmetinin ne olduğunu kavramakla  tedavi edilir. Ve onun en etkili ilacı nefsin ayartmaları karşısında doğru düşünce sahibi olmaktır. Ve bilgilerle, nefsi bu şeylerden alıkoyup başka şeylerle meşgul olmaktır. Ve tedavisi, nefsi kışkırtan şeylerden kaçınmaktır.

Tembelliğin sonuçları nefsin helakidir. Ve bedenin helakidir. Bu insanın cansız olması gibidir. Yine hikmetin ortadan kaldırılması demektir. Böyle bir kişi çalışkan insanlarla oturup kalkmalıdır. Ve çalışmanın faydalarını düşünmelidir. Onların hikayelerini dinlemelidir. Ayrıca tembellerin yergisine ve onların kötü akıbetlerine kulak vermelidir. Boş işlerle iştigal de tembelliğin yol açtığı şeylerden sayılır.

Üzüntü hastalığın[ın] kaynağı cismânî tatlar ve dünyevî arzular türünden istendik şeylerin hepsinin olmasını beklemek, onların daimî olacağını vehmetmektir. Bu cehalettir. Bu kişi kalıcı salih amellere yönelmelidir.

Hasedin kaynağı açgözlülüktür ve bütün güzelliklere sahip olmasının imkansız olduğunu bilmemektir. Bunun, [hasedin] sonucu devamlı bir üzüntü içinde olmaktır. Bunun en kötüsü âlimler arasında meydana gelendir. Şöyle ki birinin nasibi bir diğerinin mahrumiyetine dayalı değildir.  Gıpta, güzelliklerin, başkasının elinden gitme beklentisi olmaksızın bulunmasını istemektir. Bu uhrevî bakımından övülürken dünyevî bakımından açgözlülük sayılır.

Tamah açgözlülükten, tembellikten ve insanların ihtiyaçlarında yardımlaşması için Allah’ın koyduğu hikmeti bilmemekten kaynaklanan aşağılık bir haldir. Kin gerçek bir kardeşlik düşüncesiyle izâle edilir.  Yalancılık hakikate aykırı bir inancı ifade etmesinden dolayı dilsizlikten daha büyük bir kötülüktür ve birçok zararı peşinden getirebilir. Yerilen türden neticeleri, itimatsızlık ve hafife alınma hatırlanmalıdır. Yalan yere övünme, kendini beğenmeden kaynaklanır, bundan da iki yüzlülük sâdır olur.

 

Üçüncü Makale: Ev Yönetimi

İnceleme dört maddeden oluşmaktadır. Birinci grup maldır ve üç açıdan ele alınır ki bunlar malın kazanılması, korunması ve harcanmasıdır. Malın kazanılmasında ev yönetimiyle ilgili olan kısım, ticaret ve zanaattır. Zanaatla uğraşma daimî bir kâr getirir ve diğerlerinden daha az zarara uğrar. Bunda, adaleti ve kişilik onurunu gözetmelidir. [İkinci husus] malın korunması[dır]. Gider, cimrilik yapmaksızın gelirden daha az olur ve artırmakla korunur. Mal sahibi mallarını ihtiyaten para, ticaret eşyası ve gayrımenkul olarak bölmelidir. [Üçüncü husus] malın harcanması[dır]. Allah yolunda yapılan harcamalardır. Bu harcamaları yaparken gönülsüzlükten, başa kakma, incitme ve gösterişten kaçınmalıdır. İnfakı[nı] fakirliğini gizleyene tahsis etmelidir. [Malın harcanması] mürüvvet için olur. Bu harcamalarda aceleci ve gizli olmalı, verdiğini az bulmalı, sürekli vermeli ve sarf edilecek yeri seçmelidir. Kişi aceleci olmalıdır. [İkincisi yaptığını] Örtmek, verdiğini küçümsemektir. Sürekli verme harcamanın neye sarf edildiğini seçmektir. [Üçüncüsü] adi bir kimseyi ya da bir zalimi defetmek veya bir menfaati elde etmek için yapılan zorunlu harcamalardır. Zaruret miktarınca orta gözetilmelidir. [Dördüncüsü] ihtiyaçları için yapılan harcamalardır ve orta yollu olmak lazımdır. [Cimriliğe düşmemek için] israf tarafına meyil gereklidir. Evle ilgili ikinci konu eşlerdir. Evlilik salt şehvet için değil nesli devam ettirmek ve evin düzeni için istenir. Kadınlarda akıl, iffet ve hayâ mutlaka olmalıdır. Asalet, zenginlik ve güzellik de varsa daha tercihe şayandır. İsteyeni çok olduğu ve güzellerin akılları zayıf olduğu için aşırı güzellikten kaçınmalıdır, sırf servete de bakmamalıdır. Erkek faziletli davranışlar ortaya koymak, ayıplarını gidermek ve biraz serbest bırakmak sûretiyle hanımında heybet duygusu uyandırmalıdır. Hanımını ona layık olanıyla süslemelidir. Evle ilgili tâli işlerin tasarrufunda onunla istişarede bulunmalı, onu evde güçlü kılmalıdır. [Hanımının akrabalarına] ikram etmeli ve onları ziyaret etmeli ve karısını kıskandırmamalıdır. Onun zihnini ev işleriyle meşgul etmelidir. Hanımına aşırı sevgi beslemekten kaçınmalıdır. Eğer onun, mübtelası olmuşsa bunu gizlemelidir. İkincisi, hanımına sırlarına muttali olma imkanı vermemelidir. Ve büyük işlerde hanımıyla  istişare etmemelidir. Malının miktarını ondan, yani eşinden gizlemelidir. Koca hanımını sefih eğlencelerden uzak tutmalıdır. Ve yaşlı kadınlarla oturup kalkmaktan da uzak tutmalıdır.

Kadın iffetli olmalıdır. [Mal hususunda] kifayet sergilemelidir. [Kocasından] çekinmelidir. Kocalık hakkına riayet etmeli ve çok paylamamalıdır. Onun, [karısının] kötü bir şeyini, yani kötü halini sezerse mutlaka karısını boşamak suretiyle bıraksın.

Üçüncü unsura gelince, hizmetçiler ev için bedendeki organlar mesabesindedir. Hizmetçilerin tümünü gözetip ıslah etmeli, sonra tek tek her birinin durumuna bakmalıdır. Sonra tek tek hizmetçilerin durumları üzerinde durmalı, geçimlerini temin etmelidir.Ve durumlarından haberdar olmalıdır. Zaafiyet göstermeden onlara iyi davranmalı, sert davranırken de zulmetmemelidir. Cezalandırmada aşırıya gitmemelidir. Her birisine bir görev tayin etmelidir. Ve onları fazlaca sıkıntı veren işlerle yükümlü tutmamalıdır.  Köle hürden daha uygundur.

Evin dördüncü unsuru çoçuktur. [Baba] çocuğa güzel isim koymalıdır. Çocuğu mutedil mizaçlı ve güzel ahlâklı bir sütanneye emzirtmelidir. Çocuğun temiz huylarını korumalıdır. Yukarıda geçtiği şekilde tedavi etmelidir. Oturup kalktığı kimseler hayırlı insanlar olsun. Çocuğu yatkınlığı olan bir zanaatla meşgul etmelidir. Zanaatını tamamlaması ve geçimini o zanaatla kazanması emredilmelidir. Çocuğa gelince, O anne babasının kendisinin varlık sebebi olduğunu bilmelidir. Ayrıca, ebeveyninin kendisinin yakın rabbi, olduğunu bilmelidir. O ikisinin muhtaçlığı, onlara en ileri derece ilgi göstermeyi gerektirir. Çocuk, onların hoşnutluklarını, sevgilerini kazanmak ve onlara itaat etmek için çaba harcamalıdır. Ve elinden geldiğince iyilikte bulunmalıdır. Öğretmeni ona insanlık sûretini ve ebedî hayatı bahşeden, onu mükemmelleştiren bir efendidir.

 

Dördüncü Makale: Devlet Yönetimi

Yardımlaşmaya duyulan ihtiyaç, şehir hayatını zorunlu kılmıştır. Ülkelerin en hayırlısı, sevgi  etrafında oluşandır. Bu da, ya iyilik için, ya menfaat için ya haz için ya da bunların bir bileşkesi için var olur. Sevgide bazen iki tarafın durumu denk olur. Bazen farklı seviyelerde olur. Bunların devamlılığı buna bağlıdır. Onların unsurları, yöneten, yönetilen ve hem yöneten hem de yönetilenlerdir. Devlet başkanında olması gereken özellikler vardır ve bunlar; asalet, yüce gönüllülük, sağlam görüşlü olma, kararlılık, çok sabırlı olma, varlıklı olma ve yardımcılarının olmasıdır. Alacaklı ve kısas hakkı olandan başka hiç kimse hükümdara baskı yapamaz. Ona düşen şu üç şeydir: Devlet başkanı ulemâ, asker, ticaret ve ziraat erbabı arasındaki dengeyi sağlamalıdır. Hükümdar bu dört sınıftan herhangi birinin diğerlerine üstün gelmesine fırsat vermemelidir. Seçkinleri onurlandırmalı ve güçlü kılmalıdır. [Topluma zarar veren] kötüler engellenmelidir. Bunların zecretmek sûretiyle eğitilmesi gerekir. Sonra hapis cezası uygulanır. Sonra organ kesilir. Öldürülmesi ise söz konusu değildir. Şeriatın emrettiği durumlar bundan istinadır. Üçüncü olarak onlar arasında dengeyi gözetmelidir. Bunlar şeriata bağlı kalmakla mümkün olur. Ve ayrıca hükümdara kolay ulaşılmalıdır. Geçitleri koruma ve yol emniyetini sağlamalıdır. Ayrıca düşünmeyi bırakmamalı ve hazlarını terketmelidir. Âkil adamlar ve basiret sahipleriyle istişare etmelidir.

Has kula gelince o olabildiğince hürmetkâr olmalı ve itaat etmelidir. O bıktırmadan  hükümdarın yanıbaşında olmalıdır. O, hükümdarın güzel taraflarını öne çıkarmalıdır. Ve onu övmesi lazımdır, ancak bir makama sahip olan yalnızken övmelidir. Hükümdarın düşüncesini yumuşaklıkla değiştirmeye çalışmalıdır. Hizmetkârın görevi hükümdarın sırrını saklamaktır. Hizmetkâr töhmet  altındakilerden ve onlara aracılık etmekten uzak olmalıdır. Ve yine o her güzelliği sultana ait görmelidir. Her şeyde ona muvafakat etmelidir. İhtiraslı olmayı da terketmelidir. Hizmetkâr hükümdardan değil, hükümdar sayesinde fayda bulsun. Malını ve kanını hükümdarı için feda edebileceğini göstermelidir. Bu ikisini onun süsü yapmaya çalışsın. Öfkeli anında ondan uzak durmalıdır. Ondan şikayet etmemelidir. Bunu içinden bile geçirmemelidir. Daimî hizmetiyle hükümdarın yanından ayrılmamaya bakmalıdır. Hükümdar kendisini kardeşi gibi görse bile hizmetkâr onu efendisi gibi görmelidir. Dosdoğru bir şekilde davranarak husumetten kaçınmalıdır. Hizmetkâr kendisiyle ilgili töhmet altında bırakan sözlerden telaş etmesin. Hükümdarın kendisinden sakladığı şeye müdahil olmasın. Hükümdarın yanında kimseyle gizli konuşmasın. Ve hükümdardan, daha üst mertebelerde olanların önüne geçmeyi istememelidir.

Durumu denk olanlar üç [sınıftır]. Dostlara iyi muamele etmek lazımdır. Ve yüze gülmelidir. Onlara hediye vermelidir. Bunlara şen şakrak olmalı, avânesini gözetmeli destek çıkmalıdır. Onları mükafatlandırmalıdır. Hatalarını görmezden gelmelidir. Fazla azarlamamalıdır. Çare olduğunu bildiğinde, onları azarlar. Malını ve sırrını onlardan gizler. Bütün bunlar hakikî dost olmayan içindir. Hakikî dostla ilişkide teklif olmaz. Çünkü o, kişinin kendisi gibidir.

Düşmanlar [da iki çeşittir. Uzaktaki düşmana gelince, mümkünse] onları affetmek gerekir. Onların yüzüne güler. İnsanlar düşmanlıklarını bilsin ve sözlerine kulak vermesin diye onları yöneticilere şikayet eder. Bunların [niyetlerini] araştırır,  kusurlarını araştırır ve bunları gizli tutar. Ancak bu düşmanlara karşı doğru ve adil olmayı gerektirir. Düşmanın yârenleri arasına karışmalıdır. Ayrıca bir erdemde onların önüne geçmekten daha iyi bir yol yoktur. İftira atmak alay etmek, küfretmek caiz değildir.

Düşman kendisine itimat ettiği zaman onlara hıyanet etmez. [Düşmanların] zararlarından  kurtulma kendisiyle anlaşarak olur. Sonra kaçınarak olur. Sonra zulme ve bir erdemsizliğe başvurmadan zorla zarar defedilir.

Aradakilere bağışta bulunmak ve tümüne güzellikle mukabele etmek lazımdır. Kendini büyük görene aynıyla mukabele etmek gerekir. Samimi olanlara güzellikle davranmalıdır. Uyumlu olanlara [da iyi davranmalıdır].

Fazilet timsali kimselerden de istifade etmek lazımdır. Bunlara, malî olarak yardımda bulunmalı ve kendilerine hizmet etmelidir. İlim tâliplerinin ahlâklarını güzelleştirmek şarttır. İlim tâliplerine şefkat etmek şarttır. Dilenen kimseye vermek vaciptir. Yapışıp ısrar eden ve ihtiyacı olmadığı halde dilenene yardım etmek vacip değildir. Zayıflara şefkat etmek ve onlara iyilik etmek vaciptir. İmkan ölçüsünde insanların ihtiyaçlarını da karşılamak vaciptir. Taziye, esenlik dileme ve hasta ziyareti gibi âdetleri devam ettirmek de vaciptir. Yine müslümanların sevinciyle sevinip kederleriyle kederlenmek de vaciptir. Ancak bu iki yüzlülüğe varmamalıdır.

Adudüddîn el-Îcî’nin (ö. 756/1355) el-Ahlâku’l-Adudiyye adlı önemli muhtasar risâlesine Taşköprîzâde’nin yazdığı şerhin mahiyetini kavrayabilmek adına bir kısmını aktaralım.

Şârihin Mukaddimesi

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla…

[1] Sayfalarının başlarında Melik ve Hallâk olan Allah’a hamd edilmesinin beklendiği kitabın başarısı O’ndandır. Tatlı ve soğuk sularını zevk-i selim  sahiplerinin bahçelerinden yağdıran bir dille Allah’a şükürler olsun ve uçlarından ilham dökülen bir kalem susuz kalmasın. Ahlâkî erdemlerin tamamlayıcısına, onun ailesine, ağaçlar yapraklarla yeşillendiği ve seherler işrakla ağardığı sürece velâyet sancaklarını ufuklara diken ashâbına salât ve selam olsun.

[4] Bu risâleyi, dağınık haldeki ilim ve bilgileri gözden geçirip süzen, metinlerdeki kapalı hususları irfan sahiplerine açan, kim ile kıyaslanırsa kıyaslansın erdemler noktasında muhakkak ağır basacak olan büyük imam ve yüce şahsiyet [Adudüddin  el-Îcî] yazdı. Daha önceki bilginlerin üstünlüklerini anmak, insanları unutkanlığa sevketmiştir.

O, Allah rahmet  eylesin,  ahlâk ilminin temel meselelerini birkaç varağa sığdırdı. Risâlede bir tür özet anlatım ve bir nebze kapalılık olduğunu görünce ondaki esasları ayrıntılandırmak ve mutlak olarak ifade edilmiş hususları kayıt altına almak istedim ve bu şekilde onu naslarla, nakillerle, yaygın olarak bilinen sünnette ve makbul hadislerde geçen şeylerle destekleyerek şerh ettim. Böylece şerh, zamanın alnında bir parıltı ve asrın tacında bir inci oldu.

Ahlâk ilminin tarifi, övülen huyları kazanmak ve yerilen huyları terketmek için bu huylara dair bilgidir. Ahlâk ilminin konusu; övülenlerin, yerilenlerle değiştirilmesi bakımından insan huylarıdır. Gayesi ise dünya ve âhiret hayatında iftihar edilecek mutluluklar ile insan nefsinin yetkinleşmesidir. Hatta elçi ve nebilerin gönderilmesindeki amaç, inanç konuları hakkında yakinî bilgiye ulaşmanın ardından huyların güzelleştirilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim Hz. Peygamber  (as) “Ben, ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.

[8] Bu ilmin derecesine ise dosdoğru Peygamber’in lisanında gelen vahiyle işaret edilmiştir. Çünkü bu ilim bütün elçi ve nebilere emredilmiştir. Bu âyetlerden biri, yüce Allah’ın  Hz. İbrahim’den tahkiye olarak buyurduğu şu sözüdür: “Rabbim! bana hikmeti ver ve beni salihlerden eyle.” (Şu‘arâ Sûresi: 26/83) Bu âyetin ilk kısmı nazarî  gücün yetkinleştirilmesine, ikinci kısmı da amelî gücün yetkinleştirilmesine işaret etmektedir. Bir diğer âyet, yüce Allah’ın Hz. Mûsâ’ya yönelik şu hitabıdır: “Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ Sûresi: 20/14) Yine bu âyetin baş tarafı nazarî gücün  yetkinleştirilmesine, sonu da amelî gücün yetkinleştirilmesine işaret eder. Hz. İsâ’dan tahkiyede bulunan şu âyet de bu minvaldedir: “Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitâb’ı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” (Meryem Sûresi: 19/30-31) Zikredilen iki mertebeye yönelik işaret bu âyette de kapalı değildir. Şanı yüce Allah’ın, sevgili kulu Hz. Muhammed’e (as) hitabı durumundaki şu sözü de öncekiler gibidir: “Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf Sûresi: 18/110) Bu âyet-i kerime de ilim ve amelin özünü bir araya getirmiştir. Peygamberlerle ilgili olarak zikredilen bu âyetlerin benzerleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu ilmin şerefi ya nakil ya da akıl  bakımındandır. Naklî bakımdan bu ilmin üstünlüğüne gelince, ifade edilen âyetlerden de belli olduğu gibi bunun örnekleri çoktur. Bu ilim, aklî bakımdan da üstündür, zira ilimlerin üstünlüğü konularının üstünlüğüne bağlıdır. Açıktır ki bu ilmin konusu, mümkün varlıkların en şereflisinin, yani insanın kendisi için mümkün olan üstünlüğe ulaşmasıdır. Ahlâkî yetkinliğin, peygamberlerin sonuncusu ve önceki peygamberlerin şeriatlarını kemale erdiren [Hz. Muhammed’in] gönderilmesinin gayesi ve amacı haline getirilmesi, üstünlük ve erdem olarak yeter. Zira o (as), yukarıda zikredildiği gibi “Ben, ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim”  demiştir. Bu ilmin ilkeleri ise nebevî şeriatlar ve ilâhî  yasalardır. [Bu ilimde] makbul ve müsellem  öncüllerden de yardım alınır.

[9] Bilmelisin ki Allah’ın yüce kitâbında “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir” (Bakara Sûresi: 2/269) âyeti ile zikrettiği  hikmet, ilim ve davranışın toplamıdır. İlimle kastedilen, varlıkları bizden kaynaklanmayan şeylerin, insanın gücü yettiği ölçüde araştırıldığı ilimlerdir ki bu, “teorik felsefe” olarak isimlendirilmiştir. Teorik felsefenin konusunun eylemden başka bir şey olması, onda eylemin niteliğinin araştırılmamasını gerektirmez. Aksine, tıp ve mantıkta olduğu gibi, bazen davranışın niteliği incelenirken doğa bilimi, matematik bilimler ve metafizikte olduğu gibi bu husus bazen de inceleme konusu olmaz. Davranış ile kastedilen ise amellerin ve fiillerin insanın muktedir olduğu ölçüde gereği gibi yapıldığının incelendiği ilimlerdir bu da “pratik  felsefe” olarak adlandırılmıştır. Pratik felsefenin konusunun eylemler olması, onun araştırma yönünün, sadece eylemin niteliğiyle sınırlandırılmasını gerektirmez.

Zira  pratik felsefe de kendi içinde teorik ve pratik olarak iki kısma ayrılır. Bu yüzdendir ki müellif onu, yani muhtasar  metni dört makale olarak düzenledim demiştir. Zira bu makalede ifade edilen şeyler ya eylemin niteliğiyle ilişkili olmayan ya da ilişkili olan şeylerdir. Birinci makale bunların birincisi, yani [eylemin niteliğiyle ilişkili olmayan] teorik kısımdır. İkincisi [yani eylemin niteliğiyle ilişkili şeyler] eğer insanın güçlerini dünya ve âhiret iyiliğine götürecek şekilde yönetmesi ile ilgili ise bu, ikinci makaledir, yani felsefenin  ahlâk kısmıdır. [Eylemin niteliğiyle ilişkili şeyler] eğer ünsiyet ve ülfetin devamına kaynaklık edecek şekilde insan türünün her iki dünyada en iyi halini araştırıyorsa bu, üçüncü makale, yani felsefenin ev yönetimine ilişkin kısmıdır. [Eylemin niteliğiyle ilişkili şeyler]in amacı, adalet ve hakkâniyet ilkeleri uyarınca toplumun ahvâlini bir düzene sokmak, Allah’ın kulları arasında ünsiyet ve yardımlaşma erdemlerinin devamını sağlamaksa bu, dördüncü makale, yani hükümdarın siyasetidir. Siyaset, yüce Allah’a yeryüzünde halife olmak ve [insanlara] önderlik etmektir ki gayesi, halkın yetkinleştirilmesidir.

 

Birinci Makale: Nazarî Ahlâk

[10]  Birinci  makale, onun,  yani ahlâk ilminin nazarî kısmı hakkındadır. Bu makale, ardından gelen meselelerin ilkeleri mesabesindedir. Bilmelisin ki, insan fiilleri birbirinden farklı tarzlarda gerçekleşiyorsa ve ilkelerine dair bir bilinç varsa bunlar ‘nefsânî  fiiller’ olarak adlandırılır. Fiillerin ortaya çıkmaları tek tarzda olup da ilkelerine ilişkin bir bilinç yoksa bunlara ‘doğal fiiller’ denilir. Birinciler arasında hızlı bir şekilde ortadan kalkan ve nefste yerleşik olmayanlara ‘hâl’ denilir. Eğer bu fiiller, nefsin çokça tekrarlaması ve böylece onlara boyun eğmesi sayesinde yerleşik bir hal almışsa ve ortadan kalkmaları da daha yavaş gerçekleşirse bunlara ‘meleke’ denilir. Eğer bu fiiller, nefsten zorlanmadan ve bekleme olmadan, aksine kolaylıkla ve düşünüp taşınma olmaksızın çıkıyorsa bu durumda melekeye ‘huy’ denilir. Bu yüzdendir ki müellif  huyu, nefsânî fiillerin kolaylıkla çıktığı  meleke sözüyle tanımladı. ‘Kolaylıkla’ sözüyle kastettiği, fiillerin meydana gelmesi için imâl-i fikre ve kafa yormaya ihtiyaç duyulmamasıdır.

[11] Bu ilmin konusu huylar olduğu ve konunun tasavvur  edilmesi de kavramsal ilkeler kapsamında bulunduğu için müellif , bunları asıl söylenmek istenen hususların önüne aldı. Şimdi, huy bazen doğal olup kişi mizaç yapısı itibariyle ona doğuştan elverişli ve yatkın olur. Bunun örneği, geçerli bir sebep yokken kızan ve şaşırmayı gerektirecek bir hal olmamasına rağmen kahkaha atan kimsedir. Bazen de huy, alıştırmayla kazanılıp başlangıçta çokça çaba ve zorlama ile ortaya çıkar, sonra kişide yerleşik bir melekeye dönüşür. Mesela ısrarla sabretmeye devam eden ve kendini zorlayan bir kimsede bu huy zamanla âdet haline gelir. Halin melekeye dönüşmesini inkâr etmemek gerekir. Zira duyulur  durumlarda bunun pek çok örneği vardır. Mesela hat öğreniminin başında olan öğrenci meşk ettiği esnada kendini büyük bir güçlük ve muazzam bir gayretin içinde bulur; sonra bu, harflerin şekillerini tam olarak çıkarıp kelimeler ile satırlar arasındaki oranların inceliklerini yerine getirinceye kadar aralıksız çalışma sayesinde yerleşik bir melekeye dönüşür. Öyle ki, hız ve kolaylıkla güzel yazar hale gelir, hatta kişinin kendisi bile o yazının kendisinden nasıl ve ne zaman sâdır olduğuna şaşırır.

[12] Öte yandan filozoflar [huyların değişmesi  meselesi hakkında] farklı görüşlere sahiptir. Filozoflar  arasında huyun doğuştan gelen bir şey olup nefsin yapısından kaynaklandığını ve böylece hiçbir şekilde ondan kurtulma imkânı olmadığını söyleyenler vardır. Yine filozoflar arasında insan nefsinin her bir eksiklikten âzâde ve arınmış bir halde var edildiği görüşünde olanlar da vardır. Buna göre meleke haline gelmiş olan [huy]lar, bedenin yaratılıştan sahip olduğu kendisine has mizacın istidadının gerektirdiği birtakım sıfatlardan oluşur. Bu durumda huyların değişmesi mümkündür. Müellif bunların arasından ikinci görüşü tercih ederek şöyle dedi: Ve onun değişmesi, yani melekenin değişmesi üç olan şu gerekçeler sayesinde mümkündür. [Birincisi], çocuklar ve gençlerde gördüğümüz gibi kötü huyların övülen hasletlere ve güzel huylara dönüşmesinde gerçekleşen tecrübedir. Zira onlardaki kötü kimselerin karakteri, düzgün insanların terbiyesi ile yerini iyi insanların huylarına bırakabiliyor.  Hz. Ali  (kv) oğlu Hz. Hasan’a (ra) vasiyeti esnasında şöyle dedi: ‘Gençlerin kalbi, boş bir araziye benzer, ona ne verilirse kabul eder. Öyleyse kalbin katılaşmadan ve seni başka şeylerle meşgul etmeden bir an önce edeplen.’

[13] Bunlar nefsin iyiye doğru değişimi ile ilgilidir. Nefsin kötüye doğru değişimi de bu şekildedir. Nitekim bu hususta Hz. Peygamber  (as) şöyle buyurdu: ‘Her doğan, İslâm fıtratı  üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi  yapar.’ [İkincisi], yani cimrilik, yalancılık, laf taşıma, iftira vb. kusur sayılan hasletler ve günahkârlık  sebeplerinin terkedilmesini emreden dinî naslardır. Zira insanın yapmaya güç yetiremeyeceği şeyle sorumlu tutulamayacağı, açık bir şekilde huyların değişme imkânını gerekli kılar. Doğrusu huylar çok olmakla beraber üç güce râcidir. Bunlar temel huylar olan hikmet, iffet ve şecaattir. Fakat bunlar ifrat ve tefrit taraflarında bulunursa  rezilet olurlar, bunların sonuçları ancak itidal sınırında olmaları halinde övülür. İtidal sınırında olmak ise ancak akıl dine boyun eğdiğinde gerçekleşir. Ayrıca din, reziletlerin kökünü bütünüyle kurutmayı değil, reziletleri itidal noktasına çekmeyi emretmiştir, yani din, zikredilen bu güçleri bütünüyle yok etmeyi emretmemiştir. Böylelikle mezkûr çelişki giderilmiş oldu. [Üçüncüsü] akıl ve idrak sahiplerinin huyların değişmesinin mümkün olduğuna dair ittifakıdır. Bu yüzdendir ki onlar çocukların eğitimi için mürebbiler istihdam ederler, çocuklarını eğitmekte yetersiz kalanları hatalı sayarlar ve onları yerip ayıplarlar. Bu da huyların değişme imkânını kabul etmekten başka bir şey değildir.

[15] Kötü ya da iyi kişi, kötülük ve iyilikten birinin, onun kendine has mizacının gereği olduğu kimsedir. Ondaki, yani değişimde etkin olan düşünen nefsin yatkınlıklarının farklılaşması mizaçlara, yani bedenlerle ilişkili olan mizaçların değişikliğine bağlıdır. Zira nefs-i nâtıkanın huyları kişiye mahsus mizaca tâbi olan arzu, öfke ve hatta müfekkire gücü  gibi bedenî güçleri aracılığıyla meydana gelir. İşte bu, beden ile nefs arasındaki çok şaşırtıcı bir ilişkiden kaynaklanmaktadır. Çünkü ikisinden birinin hükmü kesinlikle diğerine sirayet eder. Mizaca dayanması durumunda bir huyun değişimi neredeyse imkânsız sayılabilecek derecede zor olur. Huyun mizaçtan kaynaklanmayıp başka bir faktörün etkisiyle edinilmesi durumunda onun değişimi kolay olur, hatta en basit bir değişimle dahi ortadan kalkar.'

[16] Müellif, huyun tanımı ve onunla ilgili değerlendirmeleri tamamladıktan sonra temel huylar olarak tabir edilen cins  konumundaki huyları saymaya başladı ve şöyle dedi: İnsanî nefsin güçleri üçtür. İnsan nefsi, özelliği akledilirleri idrak etmek olan ve ‘nefs-i nâtıka’ ya da ‘ruh’ denilen yüce bir cevherdir. Buna ‘teorik akıl gücü’ de denilir; onun bu duyulur  yapı [yani beden] üzerinde bir tasarrufu vardır ve ona da ‘pratik akıl gücü’ denilir. Müellif burada ‘nefs gücü’ ile diğerlerini değil, [yalnızca ahlâkı ilgilendiren] irade ve düşünce doğrultusunda etki eden sıfatı kastetmiştir. Bu yüzden onların da üç olduğunu söylemiştir, çünkü [böyle olmayan güçler de dikkate alındığında] nefsin güçleri üçten fazladır. Eğer o güç, idrakin doğrudan ilkesi ise bu, insanı diğer hayvanlardan ayırdeden ‘müdrike’dir ve bunun insandaki mahalli beyindir. Bu, ‘melekî nefs’ olarak da adlandırılır. Eğer o, bir zararı önlemenin ilkesi ise öfke gücüdür, onun mahalli kalptir ve buna ‘yırtıcı nefs’ de denilir. Şayet bir faydayı temin etmenin ilkesi ise arzu gücüdür, onun mahalli karaciğerdir ve buna ‘hayvanî nefis’ de denilir. Bu üç gücün ilki insan nefsine hastır, diğer iki güç ise insan ile diğer hayvanlar arasında müşterektir. Bu üç gücün her birinin etkilerine göre üç derecesi vardır. Bu üç derecenin ikisi fazlalık ve eksiklik yönlerinden sapma şeklinde uç taraflar iken aşırılıklardan uzak olma da ortadır. Her iki taraf yerilen şeyleri arzular, [halbuki] ‘Her şeyin en iyisi orta olanlardır.’

[17] Hakikat araştırmasının temelini oluşturan düşünme gücünün itidal hali hikmettir. Yakinî bilgilerin hakikatine varırken bu üç güç de kullanıldığı için  hikmet, kazanılması itibariyle bir tür eylemdir; hikmet, bizzat varlığa gelmesi itibariyle ise bilginin ta kendisidir. Dolayısıyla  hikmet birinci itibarla mevcûdâtı nasılsalar öylece bilmek ve yapılması gerekeni yapmaktır ve burada kastedilen de budur. Allah’ın ‘Allah, sana Kitâb’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur’ (Nisâ Sûresi: 4/113) sözü, hikmetin şânının yüceliğine, aydınlatıcı bir delil oluşuna ve hükümranlığının sürekliliğine delalet etmektedir. Şu,  Hz. Ali’nin (kv) sözlerindendir: ‘Nifak  ehlinden bile olsa hikmeti al!’ İkinci cihet itibariyle hikmet, varlıkların sûretlerinin nefiste meydana gelmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: (Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ (Zümer Sûresi: 39/9) Hz. Ali’nin (ra) sözlerinden biri de şudur: ‘İlimden daha şerefli bir şey yoktur. Allah bir kulu zelil kılacağı zaman onu ilimden mahrum eder.’ İmam Gazzâlî  İhyâ’da şöyle der: ‘İlmin gücüne gelince onun güzelliği ve mükemmelliği, sözler arasında doğru ve yanlış arasındaki farkı, itikatlar söz konusu olduğunda hak ile bâtılın farkını, fiiller söz konusu olduğunda güzel ve çirkin in farkını idrak etmeyi kolaylaştırmasındadır.’ Hikmetin ifratı cerbezedir ve sahtekârlıktır. Buna ‘şeytanlık’ da denilir. Bunun örneği, fayda vermeyen nafile bilgilerin peşine düşmektir. Bu, yakinî bilgiler yerine kullanılan cedel, hilâf  ve safsata  gibi teorik  bakımdan olabileceği gibi adi isteklere alet edilen kehanet, sihirbazlık ve iksir gibi pratik bakımdan da olabilir. Hikmetin tefriti kalın kafalılıktır, bu, düşünme gücünde meydana gelip de sahibini iyilik ve kötülükten geri bırakan bir durumdur. Buna zihin tembelliği ve ahmaklık da denilir. Hz. Peygamber’den (as) şöyle rivayet edilmiştir: ‘Ahmak, Allah’ın hiç sevmediği kimsedir, zira Allah onu en değerli şeyden yani akıldan mahrum bırakmıştır.’ Şair de şöyle demiştir: ‘Her şeyin kendisiyle  tedavi edildiği bir ilacı vardır, ahmaklık  hariç, o, kendisini  tedavi eden kimseyi yorar.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 368 / Temmuz 2021