Devletin Teknolojisi Halkın Tekniği - Alparslan Aydar

Devletin Teknolojisi Halkın Tekniği

Bugün de Covid-19 tedbirleri, bütün yeryüzünde küçük esnaf ve tüccarların iflasına yol açmaktadır. Bu, yüksek teknolojik bir sistemin insanlığı “gözetim toplumu”na itmesi demektir. Covid-19'un getirdiği küresel nizamı, kapitalizmin küçük ve yerel iktisadi faaliyetleri ayak bağı olarak görerek ve onları silkeleyerek temizleme düzeni şeklinde yorumlamak mümkündür.

Devletin Teknolojisi Halkın Tekniği
Lütfi Bergen
YAZIGEN Yayıncılık
Mîsak Dergisi
Sayı: 389 / Nisan 2023


Önsöz

Bu kitapta Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabım ekseninde yaptığım konuşmaların metinlerini ve kitapla ilişkili olarak yazdığım makaleleri derledim. Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabını 1996'da yayımladığımda bir konu eksik kalmıştı. Teknolojinin insanlığı küresel ölçekte denetim toplumlarına hapsetmesine itiraz ettiğimizde milli varlığımızı nasıl sürdürecektik? Nitekim kitabıma yapılan eleştirilerin hemen tamamı, tekno-uygarlık ile nasıl savaşacağımız ve “kendi” olarak kalacağımız meselesinde yoğunlaşıyordu.

Türkiye'de kentleşme süreci, 1980'lerde gecekonduları yıkarak apartmanlaşmanın tesis edilmesiyle taşrayı merkeze çekmede işlevselleşti. 1990'larda muhafazakâr yerel yöneticiler kentleşmeyi bu kez gökdelenleşmeyle yeniden üreterek geleneksel cemaat-toplumların hızla tasfiye edilmesinde karar vericiler olmuşlardı. Tarımdan kopuşu kaçınılmaz kılan bu sosyal değişim “sahte cemaat” diyebileceğimiz yapıları giderek güçlendirmekteydi. Bu yapılar faaliyetlerini dini veya ideolojik söylemlerle meşrulaştırıyor, varoşlarda birikmiş nüfusu merkeze taşıyor; bu yönelişlerinde gençleri devşirerek kendilerini aile, mahalle, şehir gibi sistemleri yıkan bir sivil toplum örgütü olarak temellendiriyordu. Eğitim de hem bu “sivil” yapının araçsal aygıtı olarak hem de kentsel nüfusa yedek iş gücü sunarak insan kaynakları havuzunu oluşturmanın aracı kılınıyordu. Okul hem devlet tarafından yaygınlaştırılıyor hem de tabandan gelen statü arayışı olarak siyasal üst yapıdan talep ediliyordu. Ancak her iki yöneliş de modernleşme sürecine eklemlenmiş bir ufku görmekteydi. Oysa Azgelişmişlik Üstünlüktür paradigması bu modernleşme sürecine itirazdan hareket etmenin teorisine yönelmişti.

Çalışmalarımı ilerlettikçe Azgelişmişlik Üstünlüktür paradigmasının içeriğini yoğunlaştıracak (tamamlayacak) bazı kavramlar geliştirebileceğimi gördüm. 2015'ten sonra tamamlayıcı kavramı Türk'ün Kanadı At kitabımda “Devletin Teknolojisi, Halkın Tekniği” şeklinde formüle edebildim. Türk toplumu Arap göçebelerine benzemediği gibi atlı göçebe olan Amerikan Kızılderili topluluklarına da benzememekteydi. Devlet kuran, göçer-evli olarak İpek Yolu'nu denetleyen Türk'ün yeni zamanlarda kuracağı şehirlerin dinamiklerini bu kavramla temellendirdiğimi düşünüyorum.

Lütfi Bergen

25.03.2021-Ankara

 

Müslüman Toplumlar Geri Kalmaktan Kurtulabilir mi?

“Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabı “inanıyorsanız üstünsünüzdür.” (Al-i İmrân, 139) ayetini başlığa çeken bir paradigmadan hareketle dünyayı anlamlandırmaya çalışıyor, 1838 İngiliz Ticaret Anlaşması ve arkasından gelen Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun önünü açtığı aydınların aşağılık kompleksini aşmayı deniyordu.

Azgelişmişlik Üstünlüktür(1996) kitabının paradigması entelektüel camiada hemen hiç tartışılmamış, tezleri anlaşılmamıştır. Bu paradigmanın anlaşılması için öncelikle Türk düşüncesinde ilerlemeci-teknolojist damarın hangi ideolojilere sirayet ettiğinin görülmesi gerekmektedir.

 

İlerlemeci-Teknolojist Düşüncenin Kökleri

İlerlemeci/teknolojist zihniyetin Osmanlı-Cumhuriyet aydınlarını ve bürokratlarını belirlediği söylenebilecektir. Aydın/siyasetçilerin hemen tamamı Batı'da gelişen teknolojinin “insanlık mirası” olduğunu düşünüyor ve Türkiye'ye ithalinin gerekliliğini savunuyordu. Ancak bu teknolojinin ortaya çıkarabileceği tehlikeleri, ekonomik bağımlılığı, toplumsal yapıda gerçekleştireceği negatif değişmeyi, kültüre yapacağı olumsuz etkileri düşünmüyorlardı. (Mehmet Âkif, Sezai Karakoç ve Celal Nuri İleri'nin ilerlemeci-teknolojist düşüncelerine temas eder.)

Türk düşüncesinde teknoloji, kırsal /geleneksel toplumdan daha üst bir topluma çıkışın aracı olarak kabul ediliyor ve giderek kırsal /tarımsal toplumun zorluklarını aşan yeni bir dünyanın inşasının aracı gibi görülüyordu. Oysa teknolojiden bahsedildiğinde onunla egemenlerin geniş kitleleri denetlediği, iktisadi faaliyetler üzerinde söz sahibi olduğu buyurgan bir otoritenin akla gelmesi gerekmektedir. Teknolojiler küçük sermayelerin ve fertlerin teşebbüs edebileceği yönetme sistemleri ve üretim/dağıtım yapıları değildir. Teknolojinin “buyurmak”, “kendini dayatmak” şeklinde ortaya çıkan bir özü bulunduğu söylenebilecektir. Teknolojideki öz, buyurma faaliyetiyle insanları bir sisteme kapattığı gibi iktisadi faaliyetlerin tamamını da kendi hesabına denetlemekte, ekini ve nesili bozmaktadır. Modern toplum, teknoloji tarafından belirlenmiş, malzemesi insan olan bir yapıyı ifade etmektedir. Bu anlamıyla teknoloji eleştirisi gerçekte bu teknolojinin asıl belirleyeni olan Batılı sömürgeciliğe yönelik bir eleştiri olduğu gibi, insanın tabiat/Allah/toplum ile fitri bir ilişkiye girmesine dair çabayı ifade etmektedir.

 

Azgelişmişlik Üstünlüktür Kitabının Tezleri

Muhafazakârların iktidarının toplumsal bir dönüşümü de sağlayacağı öngörüsüyle sanayileşme, refah devleti, kalkınma ideolojisi ve teknoloji toplumu eleştirisi olarak Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabının yazılarını kaleme almaya başladım.

Kitabın azgelişmişliği yüceltmesi ilkel topluma dönüş fikri ifade etmiyor. Burada sorun dört temelde ele alınıyor:

1) Müslümanlar Batı'nın bilimini olduğu gibi alabilir mi? Batı'nın bilim ve teknolojisi fıkıhla çatışmakta mıdır?

2) Batı teknolojisinin özünde kötülük var mıdır? Yani bu teknoloji doğa ile çatışmakta mıdır?

3) Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu resullerin sünneti ile bağdaşmakta mıdır?

4) Batı teknolojisine karşı Toynbee'nin gösterdiği ve Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?

 

1-Azgelişmiş Üstünlüktür kitabının sorduğu sorulardan ilki Batı'nın bilimini olduğu gibi alıp alamayacağımız hususu idi.

Müslümanlar Osmanlı Devleti yıkılmasaydı ve bilim adamlarını cezbeden sosyal, siyasi, ekonomik düzenini sürdürerek Avrupa'nın Afrika ve Amerika kıtasındaki sömürgeciliğini önleyebilseydi, modern bilimin günümüzdeki icatlarını ve bu bilim adamlarının çalışmalarını destekleyecek miydi? Diğer değişle Osmanlı yıkılmasaydı Müslüman bilim adamları “İslâm atom bombası” icat edip kullanacak mıydı? Bu soruya kitapta verilen cevap, bunun kesinlikle gerçekleşmeyeceği yolunda olmuştur.

Müslüman bilim-teknoloji tasavvuru, “Batı bilimi”-“İslâm bilimi” ayrımına gitmeyecekse biyoteknolojik çalışmalarla cyborg varlıklar imal edecek midir? Örneğin insana üçüncü dördüncü kol/ayak/göz takacak mıdır? “Batı'nın bilimini alalım, İslâm ahlâkında duralım” söylemini geliştiren Müslüman mütefekkirler teknolojinin geleceği noktanın en sonunda insan bedenine fıtratını bozacak şekilde müdahale etme kapısını açacağını görmemektedir. Tarihte mankurt-insanlar vardı. Teknoloji işte bu varoluşunu kaybetmiş insana yeniden taliptir. 150 yıllık süreçte Müslüman entelektüeller teknolojinin insan bedenine yapmayı niyet ettiği müdahaleleri önleyecek bir düşünce mecrası inşa edememiştir.

Azgelişmişlik Üstünlüktür kitabı İslâm'ın savaş fıkhının kitle imha silahlarının sivillere karşı kullanıldığı modern savaş tasavvuruna izin vermediğini ileri sürmektedir.

 

2-Kitabın hareket noktası olarak ele aldığı ikinci konu teknolojinin doğasının “şiddet” ve “kötülük” olduğu meselesidir.

Teknolojinin özünde hem “kötülük” hem “şiddet” bulunduğunun farkına varılamamıştır.

Teknolojinin arka planında “doğanın ve insanlığın bilim uğruna alabildiğince boyun eğdirilmesi”ne cevaz veren ideolojik /felsefileştirilmiş cahili değerler bulunduğu söylenebilecektir. Müslümanlar Batı'nın “teknoloji” olarak geliştirdiği şeyin aslında belli zümrelerin otoriterliklerini perçinlemek ve kapitalist birikimi katlamak amacına hizmet ettiğini görmemiştir. Diğer değişle Batı'da teknolojinin gelişmesi, aslında yine Batı'nın dünyanın dört bir yanından çalarak topladığı “ham” malları yüksek katma değerli emtialara çevirmek için araçlaştırmasından kaynaklanmaktadır. Bu kapsamda Doğu'da teknolojinin gelişmesi ve Batı'yı zenginlik anlamında yakalaması söz konusu edilemeyecektir. S19

Zira sömürgeleştirilmiş toplumlar teknolojik atakla başka sömürgeler bulamayacak ve ancak yine kendilerini Batı adına sömüreceklerdir. Batı'da sanayileşme ve teknolojinin gelişme süreçleri sömürgecilik döneminin ardında belirmiştir.

 

Doğanın teknolojinin nesnesine dönüşmesi:

Bu anlamda kitapta teknik ile teknoloji arasında da ayrım yapılmıştır. Teknik geleneğin bilgisidir ve peygamberler vesilesiyle insanlığa öğretilmektedir. Teknoloji ise tabiata egemen olma güdüsüyle hareket eden bir imalat metodudur. Teknik ile teknoloji arasındaki fark, su değirmeni ile HES (hidroelektrik santralı) arasındaki farkı idrak etmekle anlaşılabilecektir. Su değirmeni akarsuyun debisine bağlı olarak enerji üretmektedir. Dolayısıyla teknik, doğaya boyun eğmiştir, ona bağlı ve bağımlıdır. Diğer taraftan HES ise bir teknolojidir. Bu sistemde akarsu artık kendi kendine akan bir canlı değildir. HES teknolojisi nehri bir bütün olarak kendi içinden geçirmekte, onu yükseklere çıkararak aşağı bırakmakta ve enerji elde etme faaliyetinde nehrin “tabiat için varlık” halini bozarak “üretim için varlık”a dönüştürmektedir. HES teknolojisi ile akarsuyun içindeki tüm canlılar da ekonomik değer taşımadığı için heba edilmektedir. Böylece akarsu, artık canlılığı olan ve çevresine canlılık veren bir hayat kaynağı olmaktan çıkarak “enerji üreten su”ya dönüşmektedir.

 

Hastalığın ve ölümün doktor ve hastane tarafından yönetilerek hastanın tüketiciye dönüştürülmesi:

Batı teknolojisinin hemen bütün çözümleri benzer şekilde varlığı metalaştırıcı zihniyetle yüklüdür.

Tıp, sağlıklı bedenin standartlarını ve hastalığı tarif etmektedir. Standartlara giremeyen insanın 'hastalığı' kurumsal müdahaleye maruz kalmaktadır.

Kişilerin evlerini inşa edememesi: Teknolojinin bir diğer yönelişi ise insanın en temel ihtiyacı olan barınmanın mimarlar, mühendisler, belediye yetkilileri, bankalar ve inşaat malzemeleri üreten şirketler tarafından ele geçirilmesinde görülür. Geleneksel toplumda ev yapmak yerel ustaların, yerel malzemelerle gerçekleştirdiği şahsın ailesine mahsus biricikliği korunmuş bir faaliyet iken, teknoloji toplumunda ev yapmak artık ailelerin insiyatifinden tamamen çıkarılmıştır.

Teknolojinin modern toplumlarda ortaya çıkardığı sorunları dikkatle örttüğü söylenebilecektir. Savaş teknolojisi ile ulaşım teknolojisi “ölüm” imal etmekte, ancak teknolojinin günah hesabına yazılmamaktadır.

 

3- Batı-dışı toplumların teknolojist tutumu resullerin sünneti ile bağdaşmakta mıdır?

Müslümanlar transhumanist çalışmaların “imal ettiği” yeni toplum perspektifini kabul edemeyecek “fıtrat” düşüncesine sahip olduklarından “Batı bilimi”-“İslâm bilimi” ayrışması kaçınılmazdır. Osmanlı'da “Tüfenk icat oldu, mertlik bozuldu” diyenler nasıl elendi ise bilim de nesnesi insan olmaya yöneldikçe Müslümanları eleyecektir. Batı'ya karşı onun silahları ile mücadele edilemeyecektir. Bunun en büyük kanıtı Covid-19'dur. İslâm, biyoteknolojik savaş araçlarıyla insanlığı kitlesel imhaya yönelerek galip gelmenin yollarını meşrulaştırmamaktadır. Bu gerçeğe rağmen Türkiye'de “Atom bombasını Müslümanlar icat etmeliydi; hatta o bile az, hidrojen bombasını biz icat etmeliydik.” diyen aydınlar Batı teknolojisinin ithalinin meşru olduğuna işaret etmiştir. Bugün Batı teknolojisinin geldiği nokta “biyolojik silah” olduğuna göre buna talip miyiz? Müslümanlar geçmişte Batı teknolojisinin araçsallığını İslâm davası için kullanabileceklerini düşünmekle büyük yanılgıya düşmüştür.

 

4- Batı teknolojisine karşı Toynbee'nin gösterdiği ve Herodian ve Zealot olarak kavramlaştırdığı iki tavırdan biriyle mi cevap verilmelidir? Üçüncü bir tavır var mıdır?

Toynbee, modernlikle karşılaşmanın ertesinde iki tepkisel davranışın tezahür ettiğinden söz eder.

İlkini; Zealot tavır, bilinmeyenden kaçan ve geleneksel savaş tekniğini (bu sözü geniş anlamda mücadele ve mücahede terimleriyle karşılamak gerekir) titizce uygulayan ölmüş bir medeniyetin yol geçmez yerlerdeki fosilleri olarak tanımlar.

İkincisi; Herodianları ise iki zaafla anar: 1) Toynbee'ye göre Herodianlık yaratıcı değil taklitçidir, 2) Toynbee, Mussolini'nin “İşçi sınıfları olduğu gibi işçi milletleri de vardır.” sözünden hareketle Herodianların Batı tehlikesine karşı tepkilerinin kaderinin bu toplumların proleter deryasına katılmak olduğu yargısına varır. Buna göre Herodian insanlar ülkelerini Batı'nın ulusal devletlerinden biri haline getirip, Batılı kardeşleriyle aynı derecede özgür ve eşit siyasal sistemler kursalar bile ancak taklit ettikleri ülkelerin hizmetine koşulacak işçi sınıfının artmasına neden olurlar.

Azgelişmişlik Üstünlüktür paradigması Toynbee'nin bu iki tipik tavrından başka bir tavrın geliştirilebileceğini ifade etmektedir.

Diğer ifadeyle “Azgelişmişlik Üstünlüktür” İslâm toplumunun hicretle inşa edilebileceği ve toplumun iktisadi, sosyal, teknik yapılanmasının fıkıhla kurulabileceği fikrinden hareket etmektedir.

 

Tekniğin getirdiği neticeler insanlığı tehdit etmektedir.

Birinci olarak: İnsanlığın ilerlediği fikri yanlıştır. İlerleme, Amerika kıtasında 100 milyon Kızılderili'nin soykırıma uğraması, II. Dünya Savaşı'nda 60 milyon Avrupalı insanın ölümü, sömürgecilik döneminde 60 milyon Afrikalı insanın Amerika kıtasına sürülmesi, Maya-Aztek-İnka, Japon, Afrika uygarlıklarının ve son olarak Osmanlı-İslâm medeniyetinin yok edilmesiyle neticelenmiştir. Osmanlı-İslâm medeniyetinin “durdurulduğu” doğru değildir.

İkinci olarak: Batı tekniği dört temel konuda insanı kıstırmıştır: Ulaşım, Sağlık, Barınma, ve Çevre-Tabiat.

Dört temel konu, insanlığın içeceği sudan, yiyeceği yemeğe, barınacağı evden, rızık aramak için yapacağı yolculuğa kadar en temel ihtiyaçların “teknolojik iktidar” tarafından kontrol edilmesini ifade etmektedir. Köleci toplumda kölelerin yiyecekleri, barınakları, sağlıkları, tabiatın korunması “efendi”lerin yükümlülüğündedir. Modern teknoloji, köleleri azad ederken büyük bir işsiz/evsiz/hasta/tabiatı yok edilmiş insan kitlesinin zuhuruna yol açmıştır. Diğer ifadeyle Batı teknolojisinin feodal ya da köleci toplumun “geri” koşullarını aştığı söylenemez; tam aksine bu koşullardan bile mahrumiyet içinde bir nüfusa sebebiyet vermiştir.

Üçüncü olarak: Teknoloji kendisini deterministik bir yapı olarak dünya nüfusuna ve devlet düzenlerine dayatmaktadır. Diğer ifadeyle parya devletler, teknoloji geliştiren devletler karşısında kendi varoluşlarını sürdürmek için teknolojikleşmekte, vatandaşlarını da teknolojik tasarımın tebaası kılmaktadır.

Dördüncü olarak: Teknoloji erdemsizliği örtmektedir. Teknolojik faaliyet makinaların faaliyetidir. Makinalar onu ilk imal eden, tasarımlayan, kurgulayan ratio'nun emrindedir. Makinaların kurgu/tasarım/programları gayeli olup, bu gaye kullanıcıların değiştirmesine fırsat vermeyecek şekilde belirlenmiştir. Bu anlamda her teknolojik faaliyet, mesajı yüklenmiş şekilde yürütülebilmekte, kullanıcıyı kendi amacına doğru araçlaştırmaktadır. Azgelişmişlik Üstünlüktür paradigması, sorumluluk etiği ile davranan bir insan-toplum tasavvuru geliştirilmesini teklif ederken ahlâkın kaynağının beşer aklı olamayacağına da işaret etmektedir.

 

Halkın Tekniği Nedir?

Türkiye'nin 20. asır düşünürleri “Batı'nın maddi uygarlığının tamamı kötü değildir, onun iyi taraflarını almamız İslâm'ın gereğidir.” fikriyle hareket ettiler ve modernleşme sürecini kaçınılmaz gördüler. Bu süreçte köyler bozuluyor, kentlerde gecekondu bölgeleri oluşuyor, eski çiftçilerimiz hızla “işçileşmeye” uğruyordu. Teknoloji ithal edildikçe sosyal değişme yaşanmaktaydı. Kentleşme ve konut problemleri doğmakta, otomobil zarurete dönüşmekteydi. Oysa Batı'da bu süreçler eleştirilmekte, çevre hareketleri gelişmekteydi. Batı Almanya'da, 1980'lerde Yeşiller Partisi kurulurken merhum Erbakan MSP'nin 1977 seçimleri konuşmaları kapsamında Adıyaman'da “Milli Sanayi Mitingi” tertip etmekteydi.

Özellikle merhum Erbakan'ın söylemi son kertede teknolojik uygarlığı olumlayan ama onun plansızlığını veya uygulamadaki hatalarını ortaya koyan bir eleştiriyle şekillenmekteydi. Teknolojinin özüne dair bir eleştiri ise yapılmamaktaydı.

YZ (Yapay Zekâ) ve TH (Transhumanist) çalışmaların yeni bir topluma yol açacağından bahseden kimi yazarlar modern dönemde sanki insan iki sınıflı değilmiş gibi bir algı yönlendirmesi yapmaktadır. Yuval Noah Harari'ye göre yapay zekânın yükselişe geçmesi çoğu insanın ekonomik değerini ve siyasi gücünü ortadan kaldırabilir. Aynı zamanda biyoteknoloji alanındaki gelişmeler ekonomik eşitsizliği biyolojik eşitsizliğe dönüştürebilir. Süper zenginler şimdiye kadar statü sembolü şeyler satın alırken bundan sonra hayatın kendisini almaya yani yaşam süresini uzatmak, fiziki ve zihinsel becerileri güçlendirmek için geliştirilecek yöntemlerle biyolojik kastları kurabilirler. 2100 yılında süper zenginler üstün beden ve beyinler satın alırlarsa “türleşme” denilen şey ortaya çıkar ve insanlık iki ayrı biyolojik kasta ve hatta iki ayrı türe ayrılır. Silikon Vadisi kodamanlarının torunları Apalaş Dağları'nda yaşayan taşralılardan ve Sibiryalı köylülerden üstün bir ırka dönüşebilir. 20. asrın sanayi toplumunda ucuz işgücü, hammadde gerekliydi. 21. asrın YZ, biyoteknoloji (BT) ve nanoteknoloji (NT) post-sanayi toplumunda bütün bir ülke veya bir kıta dahi lüzumsuz addedilebilir. Kendini “medeniyet” ilan eden, birbirine mantık bombası atarak savaşan siborgların cirit attığı alanlarla, ellerinde palalar ve kalaşnikoflarla birbirine saldıran vahşi insanların yaşadığı topraklar ayrılabilir. Alt-insanların yaşadığı topraklar, insansız hava araçlarının ve robot muhafızların koruduğu surlarla üst-insanların yaşadığı kentlerden ayrılabilir (Harari, 2018: 83-84).

Batı, modernleşme tarihi boyunca kendi mensuplarını dahi insanlık değerlerine uygun bir çalışma/barınma/ kültürel katılma vasatı kazandırmakta başarısız kalmıştı. BBC'nin verdiği bir habere göre (2018) İngiltere'de en az 320 bin evsiz bulunuyor. Bu sayı sadece yerel yönetimlerle iletişime geçen ve evsizler için kurulmuş olan hostellerde kalan evsizleri kapsıyor (BBC, 22.11.2018). Almanya'da da benzeri bir olgu görülüyor. Alman DW (Deutsche Welle) Türkçe internet haber sitesi 24.12.2018'deki bir haberinde Almanya'da evsizlerin sayısı hızla arttığı konusunu işledi. Evsizlere Yardım Çalışma Birliği (BAGW) yöneticisi Werena Rosenke'in, Rheinische Post gazetesine yaptığı açıklaması da haberde yer aldı. Buna göre Rosenke, “Toplam evsiz sayısı çoktan bir milyonu bulmuş olabilir. Geçen yıl tahminlerimiz kısa süre içinde 1 milyon 200 bin kadın, erkek ve çocuğun evsiz kalabileceği yönündeydi.” diye konuştu (DW, 24.12.2018). 2019 Ocak resmi kayıtlarına göre, ABD genelinde 568 bin kişinin evsiz olarak hayatını sürdürdüğü görülüyor. Yeşil Gazete'de yayımlanan “Fransa'da her üç evsiz kadından birinin günlük tecavüze uğradığı” haberi, barınma sorununun ırz emniyetinin de yok oluşuyla neticelendiğini göstermektedir. Kadınların tanıklıkları ve Evsizler Vakfı'nın verilerini içeren Francelnfo'nun haberine göre Fransa'da sokakta yaşayan kadınlar, tecavüz ve şiddete karşı savunmasız. Anlaşılacağı üzere modern Batı'da zaten hem ekonomik hem cinsel bir kast sistemi bulunmaktadır. Modernlik 20. asırda bütün insanlığı modernleştirmede başarısız kalmıştır. Nitekim teknolojinin yoksulluğu kaldıracağı vaadi yerine getirilememiştir. 20. asır, insanın onurunun ve hayatının korunamadığı bir çağ oldu. 20. asırda 11. Dünya Harbi 60 milyon insanın ölümüne neden oldu. 20. asır boyunca trafik kazalarından dolayı her yıl 1,35 milyon insan can kaybetti. Demek ki 50 yıllık periyodda sırf kapitalizmin yeryüzü pazarlarını işgal etmek ve ulaşım /hız istencini tahakkuk ettirmek adına 70 milyon kişinin ölümüne sebebiyet veren bir teknolojik uygarlık durumunda yaşamaya mecbur kılınan dünya kurgusu gerçekleşmişti. Kapitalist uygarlık, kendi icat ettiği “cinayet teknolojisi”nin suçlarını itiraf etmeyerek “tüketici"leri alt-sınıflaştırdığını gizlemekte ve sermaye temerküzüne devam etmekteydi.

 

Halkın Tekniğinin Kriterleri

Türkiye'nin modernleşme sürecinin 3. Selim'den (1789-1807) başladığını kabul edersek geçen zaman içinde geleneksel toplumun başlarda itiraz ettiği Batılı sosyal kültüre adaptasyonla (uyumla) seciyesini kaybettiği teslim edilecektir. Töresini kaybetmiş bir topluma genetik karakterini kazandırmak adına ortaya koyacağımız her teklif “Bu zamanda böyle yaşanamaz.” diyerek reddedilecektir. Fakat yine de “halkın tekniği”nin kriterleri hakkında kitap boyunca satır aralarına saklanmış önerilerimi yeniden vurgulamamın fayda vereceğini düşünüyorum.

 

1- Makasıd-ı Hamse (Beş Maksat)

İnsanlar birbirlerine ihtiyaçları nedeniyle toplum halinde yaşar. İnsanın beş temel ihtiyacı vardır: a) Su ve gıda, b) Giysi, c) Barınma, d) Cinsellik ve üreme, e) Rızk temin etme. Bu beş temel ihtiyaç 1) İletişim, 2) Ulaşım, 3) Alış-veriş (pazar) olmak üzere üç ihtiyacı daha dayatır ve toplumsallaşır. İnsanlar bu temel ihtiyaçlarını karşılarken birbirleriyle ihtilaf ettiği için devlet düzeni kurulmaktadır. Diğer ifadeyle devlet, insanlar arasında Güvenlik ve Adalet sağlamak üzere iki işlevi yüklendiği için meşruiyet kazanır. Türk toplumları tarih boyunca kendi içtimai törelerinde bir tür devlet teşkilatlanması halinde yaşayarak yukarda modellediğim halk-devlet ilişkisini de facto (ekonomik ve ahlâki fiiliyatla) tesis etti. Dede Korkut Hikâyeleri'nde Korkut Ata'nın “adalet” ve Bayındır Han'ın da “güvenlik” ihtiyaçlarını karşılayarak birlikte “devlet” tesis ettikleri görülür.

Fârâbi'nin de “reis” kavramında adalet ve güvenlik fonksiyonunu tek şahsiyette birleştirdiği bilinmektedir. Bu ilkeler Hz. Nuh'a indirilen vahiyden neşet ettiğinden Hz. Âdem'den beri gelen tek din olan İslâm'ın gayelerinin Türk seciyesinde ifadesi idi. Dolayısıyla devlet cihazının bu ilkeleri koruyan bir mahfaza (zırh) olarak temellendirilmesi lâzımdır. Bu mahfazaya dinde makasıd-ı hamse (zarurat-ı diniyye) de denilebilir. Müslüman âlimler toplumsal normların makasıd-ı hamse olarak bilinen beş gayeye (din, akıl, can, mal, nesil emniyeti) yöneldiğini ve toplumsal inşanın başlama noktasının beş maksat olması gerektiğini ifade etmektedir. Modernleşme istenci, Müslümanların bu beş gayeyi çoğu kere unutarak hareket etmesiyle neticelendi. Örneğin “aile” temeli üzerinde inşa edilen bir devlet teorisini artık muhafazakâr aydınlar dahi benimsememektedir. Aileyi inşa eden fert kavramı idi. Fert, “emanet ve mesuliyet” kavramları ile içtimai hayatını tesis eden şahsiyette tezahür etmektedir. Oysa gerek İslâmcı cenahta ve gerekse milliyetçi kesimde “hak ve özgürlük” kavramları ile hareket eden “birey” kavramına yaslanılmaktadır. Hukukun “hak ve özgürlük” kavramlarıyla ele alınması, toplumlarda “emanet ve mesuliyet” bilincinin yitirilmesine yol açmıştı. Bu durum 1789'dan beri bütün yeryüzü halklarına dayatılmakta ve Birleşmiş Milletler'e üye olarak varlığını meşrulaştıran devletlere zorla kabul ettirilmektedir. Devletlerin yasalarını belirleyen hak ve özgürlük kavramları, geleneksel toplumların çözülmesini, dinin sekülerleşmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Hak kavramının yerine emanet kavramını, özgürlük kavramının yerine ise mesuliyet terimini ikame ettiğimizde içtimai yapının devletle ilişkisini yeniden tesis edeceği ve bu devlet modelinin Batı'dan bize dayatılan durak olmadığı anlaşılacaktır. Hakikatte İslâm dini Batı'da tesis bulan devlet tasavvurundan farklı olarak “emanet” ve “mesuliyet” kavramını bir yöneten/yönetilen ilkesi olarak ortaya koyarken (anti-teknolojist toplum tasavvuruna ilham veren) “çoban ve koyun sürüsü” mecazını kullandı: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz. Yönetici bir çobandır. Erkek, aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır. Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz” (Buhari, Nikah, 91).

Çoğu siyaset bilimcisi, çoban-koyun sürüsü mecazının “devlet/tebaa” ilişkisine örnek gösterilmesini özgürlüklerin ve hak taleplerinin baskılanmasına yol açan otoriter/totaliter rejimleri hortlatacağı kaygısıyla görüş veriyor. Dikkat edilirse modern toplum sürü güden şahsiyetlere içtimai bünyesinde yer vermiyor. Zira koyunlar artık güdülmemekte, tam aksine çiftliklerde makinalara bağlı olarak sağılmaktadır. Günümüzde kendilerini özgür ve hak sahibi olarak niteleyen milyarlarca insan, çiftliklerde “yakalanmış” ve “bağlanarak sağılmış” bir meta olarak koyun/inekten besleniyor. Bu örnek bile modern insanın teknolojik toplumda emanet (eminlik) ve mesuliyet ilişkisini, kendi gıdasında dahi kurgusal olarak temin edemediğini göstermektedir. “Halkın tekniği” kavramı, öncelikle teknolojik toplumlar karşısında ihtiyaçlar üzerinde ceberrut makine saltanatını boşa düşüren hukuk ve iktisat arayışına girmemiz gerektiği fikrine dayanmaktadır. “Beş emniyeti” temin eden bir iktisadi ve hukuki tasavvur, Türk toplumunu “millet” yapan töresiyle ve nübüvvetin ahlâki amaçlarıyla buluşturabilir.

 

2- Gıdaya Doğrudan Ulaşma

Ebu Said'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurmuştur: “Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur” |Buhâri, İman 12, Bed'ü'i-Halk 14, Menakıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti'zan 16, (2, 970); Ebu Davud, Fiten 4, (4267); Nesâi,İman30,(8, 123, 124).

Tamamen kentleşmiş ve hatta zihni kentsel hayatı ululaştırmak üzere biçimlenmiş bir topluma Hz. Peygamber'in (asv) “koyun” hakkında beyan ettiği sözleri hatırlatmak, benim açımdan anti-teknolojik bir direniş için halkın tekniğini ifadelendirmek bakımından oldukça önemli. Gıdaya doğrudan erişmek, “modern dünyanın bunalımı”ndan kurtulmak bakımından radikal bir sistem kırıcı etkiye sahip görünüyor.

Teknolojik uygarlık Türkiye'de geçimlik iktisadıyla helal rızık peşinde koşan kırsal nüfusu, gıdayı ele geçirerek iktisadi hayattan koparttı. Bir de bu yönelişi tahkim eden idari yapılanma ile Büyükşehir Yasası, İmar Yasası, Kentsel Dönüşüm Yasası, Tohum Yasası gibi mevzuatlarla kırsal nüfusun gıda kaynaklarına erişimini imkânsız kıldı. Kırsalda dahi gıdaya erişemeyen milyonlarca nüfus kentlere akarak kapitalist borçlanma tuzağının merkezlerini inşa etti, bankalara borçlandı. Kentleşme süreci, kırsal nüfusun gıdaya erişememesinin yansıması olarak okunmalıdır. Hadislerde de görüleceği üzere gıda tedariki bir halkın varoluş dinamiğidir ve iktisadi temelidir. Gıdasını tedarik edemeyen toplumlar yok olmaktadır. Halkın tekniği kavramına sorulacak “Nasıl bir çözüm öneriyorsunuz?” sorusunun ilk cevabı, “gıdaya doğrudan erişimin imkânlarının ele geçirilmesi” şeklinde olacaktır.

 

3- Teknolojik Metaya Karşı, Zanaatkârın Eşyası

Farklı kitaplarımda sıklıkla dile getirdiğim bir konu ahilik-fütüvvet meselesidir. Ahiliği “meslek erbabının mal üretimi için teşkilatlanması” sayan geniş bir entelektüel çevre bulunuyor. Entelektüeller, ahilerin ürettiği malın yüksek kalitesinden bahsederek “tüketici hakları”nın korunduğu bir pazar yapısının, ahilerden oluşan meslek erbabının oto-kontrolüyle kurulduğuna işaret ediyor. Ahilik, zikri geçen aydınlar tarafından iş ve çalışma hayatının dinamiğiyle ilgili “kurumsal” bir mesele gibi görülmektedir.

İbrahim Nehai, “Hikmet, eşyanın manalarını bilip anlamaktır.” demiştir. Ehl-i Beyt'i müdafaa ederek ona “talip olan” Türkmenlerin, seyyid ve şeriflere verilen hikmeti hayat edinerek Anadolu'yu şenlendirmeleri sırasında ortaya koydukları iktisadi faaliyetlerin günümüzün emtia bilgisine benzemeyeceği ortadadır. Bu manadan bakan büyükler günümüzün tüketim maddeleri ve metalarıyla hiç de bağı kurulamayacak bir eşya tasavvurundan bahsettiler. Abdülaziz Mecdi Efendi, “Eşya, hakkın aynasıdır.” derken Elmalılı Hamdi Yazır “Haricen sabit ve mahsus olan cevher ve araz; mevcudatın her biri, her nevi mevcudat” demekteydi. Hatta, “Hâliku'l eşya” diyerek eşyanın Allah tarafından yaratılmışlığına işaret buyurarak Rabbi'ni “Eşyayı Yaratan” olarak tezekkür etmekteydi (Yazır, 1997: 85-86).

Modernitenin emtia anlayışının ise “eşya”yı değil “meta”yı kullanıma açtığı hususuna sanıyorum kimse itiraz etmeyecektir. Bu durumda eşya üreten ahîliğin, Batı'nın mal-meta-tüketim maddesi imal eden üretim teknolojileri ile uzlaşmaz bir çelişki yaşayacağı hususunu göremiyor muyuz? Batı'nın tabiatı sömürmek için dizayn ettiği işkence teknojilerini, “sanayi” ya da “endüstri” adıyla ahi topluluklarının zihin dünyasına, varlık coğrafyasına sokmanın meydana getirdiği tahribat, ülkemizde entelektüel zehirlenme nedeniyle kavranamamaktadır. Bu tahribat nedeniyle biz artık “HİKMET” dediğimiz mana âleminden kopmuş durumdayız.

Eşyayı “tereke defterine giren mal ve kıymetler” şeklinde de tarif edebiliriz. Dikkat edilirse günümüz insanının tereke defterine kayıtlı mal ve kıymetler artık sadece gayr-ı menkul, motorlu taşıt ve banka hesaplarındaki değerlerden ibaret kalmaktadır. Gündelik hayatın gereği olarak edinilmiş mal ve gereçlerin tereke defterlerine kaydedilemeyecek derecede dayanıksız olduğu ve hatta bunların daha imal edilirken “eskime ömrü”nün imalatçı tarafından belirlendiği hatırlanmalıdır. Diğer değişle modern imalat zihniyeti, daha fabrikadan çıkmadan malı “arızalı ürün”e dönüştürmekte ve müşteriyi de “parası kapılacak tüketici” olarak kodlamaktadır.

Türkiye'de Batı'nın emperyalist saldırıları karşısında halis ve hasbi niyetlerle söylem ve pratik üretmeye çalışan “öncü kuşak” entelektüellerimiz bu bağlamda “sanayi hamlesi”, “fabrika üreten fabrika” kavramlaştırmalarını yaparken yukardan beri izah etmeye çalıştığım anlam dünyasından koparak “terakki meftunluğu” ile Anadolu'ya nazar ettiler. Onlara göre Anadolu köylüsü buğday peşinde koşarak, dağdaki sahipsiz ağaçtan şimşir kaşık imal ederek zavallılığın dibinde boğuşuyor, nefesi açlıktan kokuyordu. Oysa Batı'nın Batı-dışı toplumlara üretim mantığı itibarıyla “arızalı ürün” olarak imal edilen sanayi mamulleri verip kamyonlarca buğday alması bizdeki “hikmet krizi"nden kaynaklanmaktaydı. Batı'nın endüstriyel teknolojisi eşya imal etmemekte; bilakis “eşya üreticileri” piyasadan kovulsun istemektedir. Geçimlik ekonomileri imha etmek için piyasaya meta süren zihniyetin mallarını “eşya” zannıyla kavrayıp kullanmaya rıza geliştirmek ve üstüne bu imalat zihniyetini “ulaşılması gereken medeniyet ölçüsü” saymak nedeniyle Müslümanların dünya sisteminde (irabda) mahalli yoktur. Bu nedenle halkın tekniği meselesi tarihe ekonomik varlığıyla çıkmış Türklerin geleneksel eşya üretimiyle ilgili görülmelidir. Bizim bütün insanlığa “evlatlarımıza miras bırakmayı düşündüğümüz” bir mal ve eşya fikriyle hareket eden üretim zihniyeti teklif etmemiz gerekir. Böyle bir teklifin halkları kapitalizme borçlanmaktan kurtaracağı açık değil midir?

 

4- Kendi Barınaklarımızın İnşa Edicisi Olmak

Gerek Türklerde gerekse İslâm'ın ev-beyt fıkhında evliliğin tesis edilmesi ile “ocak” inşa edilmektedir. Ocak, sadece karı-kocanın ortak ateşidir. Yani sizin ocağınız başkasının ocağı ile benzeş/denk/eşit değildir. Biricik olan bu ateş, Allah'tan sadece sizin otağınızı aydınlatsın için indirilmiştir. Bu ateş söndürülmemelidir. Sadece karı-kocaya ait olan ateşi tutan ocak tüttüğü sürece bu barınak, bir karargâh, “ordu çadırı” olarak kabul edilebilir. Nitekim Türklerde çadıra “otağ” denmesi ve bunun sonradan “oda” olarak kullanılması da Türk evinin “askeri bir varlık” olduğunu gösterir. Türk evinin askeri niteliği, bu hanede yaşayan aileleri “ordu mensubu” kılmaktadır. Türkler askeri harekatlara eşlerini de götürmekte ve kullandıkları evlere “otağ” demekteydi. Gündelik hayatlarında kullandıkları barınaklara ise “ev-bark” dediler. Ev-bark kelimesindeki “bark” kavramı “mabed” demektir. Bu şu demektir: Karı-koca evlerinde geçirdikleri zamanı aslında ibadethânede geçirmektedir. Türkler barınaklarına ev-bark demekle evliliği sürekli ibadet edilen bir kurum olarak anladılar. Barınağa verilen bu anlam nedeniyle ev-bark kutsaldır. Oraya ayakkabı ile girilmez.

İslâm kültüründe amel defterinin açık tutulmasının bir yolu sebil/ hayrat çeşmesi imar etmektir. Bir diğeri insanların istifade edeceği eser yazmaktır. Üçüncü bir yol ise öldükten sonra kendisi için dua eden, hayır yapan evlatlar bırakmaktır. Evlilik ve ev kurma (beyt) sayesinde eşler, eğer hayırlı çocukları olursa amel defterlerinin kapanmamasını da tekeffül etmiş olurlar. Bu hakikat nedeniyle Kur'an'da kadın ve erkeğe aile olmaya ve beyt inşa etmeye niyetlenip dua etmesi emredilmiştir: “Bize eşlerimizden ve soylarımızdan göz aydınlığı olacak kimseler ihsan et.” (25 Furkan, 74). Buna göre “İnsan evlendiği zaman hayır sahibi olur.” denilebilecektir. Karı-kocanın aile kurarak her daim, her vakit hayırda yaşaması, evin “bark"lanması yani ibadetgâh mertebesine ermesi anlamındadır. Bekâr bir adam/kadın ev-bark inşa edemediği için gece-gündüz ibadet halinde yaşama fırsatını yakalayamadığı açıktır.

 

5- Ulaşım ve Pazar

Halkın tekniği kavramının yöneldiği iki dinamik, üretilen malların pazara çıkarılması hususunda kendini gösterir. Malların pazara çıkarılması ise “yol emniyeti” ve “pazar emniyeti” ile temin edilebilir. Kitabımın makalelerinde Anadolu Selçuklu Devleti'nin ticaret yollarında hâkimiyet sağlamak için liman şehirleri ile ticaret merkezi niteliğindeki kentleri fethettiğine genişçe yer vermiştim. Tıpkı Selçuklu Türklerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti de fethettiği beldelerde pazarın teşkilini esas almıştır. Pazarın teşkil edilmesi, pazara ulaşan yolların da düzenlenmesini gerektirmektedir. Bu kapsamda her tür sivil ulaşım aracı (örneğin bisiklet) ve binek (at, deve, merkep, katır) pazara mal ve insan taşımakta kullanılabilir. Ulaşım araçlarının ve pazarın inşasının, kapitalist toplumun kent ve AVM-cadde mağazacılığı sisteminin tekelci yapısını kıracağı açıktır.

2020 yılında Covid-19 kapatılması ile ticaret, kapitalizm tarafından yeniden organize edilmiş görülmektedir. Sanal ticaretin önünü açan küresel sermaye düzeni, özellikle gıda üzerinden geçim tutan esnafların işletmelerini sokağa çıkma yasağı uygulamalarıyla kitlemiştir. Bu kapatılma, ulus-aşırı şirketlere kargo firmalarıyla “doğrudan eve satış” uygulamasıyla cirolarını katlama fırsatı vermektedir. Anlaşılacağı üzere, kapitalizm, “pazar” yapısını, lojistikte kazandıkları deneyimle ve gıda tekeli haline gelerek dönüştürmek niyetindedir. Pazarın ve mal tedarikinin dönüşümü, ticaretin fiziki para ile ilişkisinin koparılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Yeni bir para sistemine geçişten söz edilmektedir. Küresel sistem, ticaretin kendi tekeline geçmesini sağlamak için tüccarı bu araçla da tasfiye etmenin peşine düşmekte; fiziki parayı dünya nüfusunun elinden alıp, yerine dijital para koyarak alış-veriş araçlarını yok etmek istemektedir. Ashab-ı Kehf kıssasının öğrettiği önemli hikmetlerden biri de onların metal parayı “ölüme yatarken” bile ellerinden çıkarmamış olmalarıdır. Ölüme yatanların üzerinden asırlar geçti; uyandıklarında içlerinden birini ellerindeki metal para ile çarşıya gönderdiler. O para, çağlar üstü haşmetiyle o zamanın ekonomik sisteminin sanallığını açığa vurmuştur. Bugün de Covid-19 tedbirleri, bütün yeryüzünde küçük esnaf ve tüccarların iflasına yol açmaktadır. Bu, yüksek teknolojik bir sistemin insanlığı “gözetim toplumu”na itmesi demektir. Covid-19'un getirdiği küresel nizamı, kapitalizmin küçük ve yerel iktisadi faaliyetleri ayak bağı olarak görerek ve onları silkeleyerek temizleme düzeni şeklinde yorumlamak mümkündür. Kanaatimce parayla vatandaşın ilişkisinin kesilmesi büyük sorundur. Sanal para (dijital para), makinalara bağımlılık demektir. Makinalara ulaşamayan halk (bilgisayar bulamadığı, internete giremediği, elektronik kartı bloke edildiği, bankamatiklerin servis dışı olduğu, küresel ölçekte elektrik kesintilerine gidildiği takdirde) ticaret yapamayacak, servetini kontrol edemeyecektir.