Kitabın Ortasından - Alparslan Aydar

Kitabın Ortasından

Yerle bir olunan on dört asırlık binanın, parçalanan bütünlüğün, içleri boşaltılan mefhumların enkazında biten çiçekler kokmuyor, dıştan güle benziyor ama muhtevası katran. Evet, buhranın zirvesinde, dipsiz kuyuların dibindeyiz. Sahipsizliğimizin ızdırabını ölesiye tadıyoruz, mağlubiyetler çağının mağdurları ve ruhları çalınmış mazlumlarıyız.

Kitabın Ortasından
Harun Çetin
Kudemâ Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 385 / Aralık 2022

Mukaddime

Kitabın ortasından konuşmak nedir? Kitap nedir? Bu deyimdeki kitap, mutlak manada Kur'an-ı Azimüşşan'ı ifade etmekte olup, mukayyed manada ise fıkıh ve akaid kitapları gibi şeriat eserleridir. Hani Anadolumuzda bir söz vardır, “bu dediğinin kitapta yeri var mı?” Yani dinde yeri var mı manasında, işte kitabın ortasından konuşmak demek, hiç eğmeden, bükmeden, dostoğru olarak din ne diyorsa onu beyan etmektir. 14 asırlık şanlı İslam tarihinde umumen âlimlerimiz, ariflermiz, kadılarımız hep “kitapta yeri var mı” sualinin cevabını aramışlar ve kemale erince de hiç sakınmadan Rabbani bir tavır ile kitabın ortasından konuşmuşlar.

Elbette o âlimlerin, ariflerin, zahidlerin yolunun türabıyız ne haddimize kendimizi onlarla kıyas etmek haşa, sadece onlara benzemeye çalışmak açısından bildiğimizin âlimi, bilmediğimizin cahili olmaklığımızı idrakle ne biliyorsak, ne seziyorsak, neyi analiz edebiliyorsak doğrudan söylemeye gayret ettiğimiz bir deneme kitabı olduğu için bu esere “Kitabın Ortasından” ismini verdik,

Rabbim hem bizi hem okuyan herkesi ömür boyunca “kitapta yeri var mı” sualinin cevabını aramak, elde ettklerimizi de doğrudan kitabın ortasından söylemek şerefiyle, izzetiyle mevsuf eylesin.

Eser bir deneme olduğu için akideden tarihe, fikirden ictimai sahaya pek çok hususta yazılardan oluşmaktadır.

Kitabın ortasından konuşmayı öğreten, münzevi mücahid Hüsnü Aktaş hocamıza haddim olmayarak ithaftır.

Hatadan münezzeh olmadığımız için hem lisanen hem ilmen sürç-i lisan oldu ise Rabbimin afvına, sizlerin anlayışınıza sığınırım.

Gayret bizden, tevfik Cenab-ı Hak”tandır.

Harun Çetin İstanbul 2022

 

Giriş

Yerle bir olunan 14 asırlık binanın, parçalanan bütünlüğün, içleri boşaltılan mefhumların enkazında biten çiçekler kokmuyor, dıştan güle benziyor ama muhtevası katran. Evet, buhranın zirvesinde, dipsiz kuyuların dibindeyiz. Sahipsizliğimizin ızdırabını ölesiye tadıyoruz, mağlubiyetler çağının mağdurları ve ruhları çalınmış mazlumlarıyız.

Kelimeler, cümleler biliyoruz ama terkibini kaybettik, binlerce ot dolu eczamızda reçetesiz, teşhissiz can çekişmemize çare arıyoruz. Aslında bu usulsüz arayışa bile talib değiliz, çogunluğu ölmüş, morfinlenmiş, şuurlu olduğu iddiasıyla haykıranların arayışı ya metotdan yoksun ya da metod bize ait değil.

Asırlık yangınlarımız var, cayır cayır yaktık kendimizi, nesillerimizi, muktesebatımızı, irtibatımızı. Devamlı düşmanı olmakla iftihar ettiklerimiz yaktı, biz harladık, bazen biz yaktık onlar harladı. El ele gönül gönüle, küfürle nifakla Tanzimat zamparaları olarak, gülerek ve eğlenerek ateşe verdik kendimizi.

Ne Moğollar ne Haçlılar böyle yakamadı bizi, bu asırdaki gibi tecavüz edemedi benliğimize! Tasallutu kanıksadık, kabul ettik ve zevk de aldık aslında. Bu dehşette bir şizofreniye daha evvel asla ibtila olunmadı. Bunu da biz başardık.

Derdimiz ne, var mı? İddiası olup derdi olmayan yalancıdır, iddiası olup hüznü, çabası, hasmı olmayan müraidir, nebilerin çektiklerini çekmeden davasına sahip çıkmaya çalışmak umumen o davayı tanınmaz hale getirmiştir. Son 150 seneden beri rejimler iddia sahipleriyle pazarlık yapmış, iddiasını sadece söylemde bırakan ve davasını yolunmuş kuşa çevirenleri baş tacı etmiş, hatta etki-tepki oyunuyla milletlere kabul ettirmiştir. İddiasını dava edenlere ise ölümü, yokluğu, hiçliği, zulmü reva görmüş, görünmelerine mani olmak için halkla onlar arasına sun'i perdeler germiş, rabbani tavrı aşağılamış, ihtilaf ve iftiralarla boğmaya çalışmıştır.

Bir asır evvel ruy-i zeminde tek bir ümmet vardı ve bu ümmetin bir imamı vardı ve cihada koşarken Çanakkale'de Rabblerine nida ediyorlardı: Yetiş ya Rabbi, Muhammed Mustafa'nın evlatlarına imdad eyle!

Yıkıcı tavrı büründüğümüz günden beri bu hakikati unuttuk, özgüven dedikleri aslında imanımızın kuvvet ve kudretine olan inancımızı kaybettik. Günahkâr da olsak hodbin de olsak iman ateşimizin verdiği küfre ve kâfire üst perdeden bir bakışımız vardı. Bu kibir değildi, hamdedilen ve inşallah sözünü kabul etmeyen imandı.

Hani âsi Kavalalı Mehmet Ali Paşa var, okuma bilmemesine rağmen çokça kitap okuttururdu ve kendisi dinlerdi. O dönem Avrupa'da çokça ün yapmış Makyavelli'nin Hükümet isimli kitabını tercüme ettirmiş ve beş on sayfasına dinlendikten sonra mütercime;

“Kapat artık bu kadar kâfi. Daha fazla okumana gerek yok. Bu adamda ahlâk namına hiçbirşey yok ki idareye dair ahlak alalım. Anlattığı desise ve hileler ise Avrupa için şayan-ı hayret olabilir lakin Şark zekâsına göre çok basittir. Bu yüzden okunmaya değmez.

İslam ahkâmına göre halifeye baği olmuş bir asi ve İslam ahlakına göre de düşük biri sayılan Kavalalı'nın bu tavrı bile dediğime misaldir.

Hâkimiyet, şahsiyet, hükümranlık, adalet, kudret ve şeriat doluydu asırlar. Nal yere Asya'da vururdu, Afrika'dan duyulurdu, Avrupa'da beklenirdi. Hakikat elden ele, tahtan tahta, bahtan bahta, halktan halka, kıtalar arasında ama mümin kalplerde deveran etti durdu. Ettikçe de şahamaet ve azamet bahşedildi yüce Yaradan tarafından.

Sahabe-i Kiramın kaçta kaçı kendi doğduğu topraklarla ruhlarını Allah'a teslim etmiş dersiniz? Onlar bilmezler miydi vatanlarını sevmeyi, onlar sevmezler miydi hurma gölgeliklerinde ister dünyevi ister uhrevi gam alan, ferahlatan sohbetlerle gözlerini rahat döşeklerde kapamayı?

İstemezlerdi, sevmezlerdi, Allah Rasulü Aleyhisselamın yapmadığını yapmayı, etmediğini etmeyi, yemediğini yemeyi, yaşamadığı rahatı istemezdiler, istemediler. “Her seferinde niye burada konaklıyorsun ey İbn Ömer”, “Her seferinde niye burada bineğinden iniyorsun ey Malik” diye sorulunca onlar “çünkü O'ndan öyle gördük.” diyenler, “karpuz niye yemiyorsun ey İmam” sorusuna “Bilirim haram değildir lakin Allah Rasülünün ondan tattığını hiçbir rivayette göremedim” cevabını verenlere yol açmıştı.

Onlar deli miydi, biz akıllı mıydık? Hasan Basri dedi ya: “Eğer siz sahabeleri görseniz deli derdiniz, onlar sizi görse kâfir derlerdi”

Akıl başta mıydı, kalpte miydi? Ruhu rahvan olmayan ne bilsin bunları.

Ve doludizgin atlar, at üzerinde Allah Rasulünün tezyin ettiği serhadlar. “Ben nasıl geri çeviririm Allah Rasulunün yola revan kıldığı orduyu” demişti Sıddık-ı Ekber imametinin ilk gününde ve demişti de bir daha da geri çevrilmemişti Cundullah, âlemde ayak basmadık yer, Allah azze ve cellenin adını ilan etmedikleri bir sahra bırakmadılar,

Ve çok geçmeden bir asır sonra taa Ümit Burnu’ndan atını okyanusa daldıran bir adamın nidası duyuldu: “Ya Rabbi varsa buradan öteleri, ötelerin ötesi, nasip et bize duyuralım o izzetli adını oralara”

Hayat sahipleri kimdi? Biz mi, onlar mı? Onların nefesini hayat yapan mefhumlar neydi, neydi onları aziz, zamanlarını aziz, yoldaşlarını aziz kılan şey?

 

Cihad!

Sinelerinin en derinine, tüm hücrelerine kadar işleyen aşk cihad. Ne yaş dinliyor, ne makam dinliyor ne mertebe dinliyor, âlimi, avamı, emiri, halkı cihad ve fetih rüyaları görüyordu.

İzzet böyle gelirdi, izzet bedel isterdi, onlar bedel olarak Rablerine canlarını vermeyi bir düğün bellemişlerdi. Hani tarihimizin aslanları der ya “bezm u rezm” “savaş ve eğlence”

Cihad bir ruhtu sanki onlar ise beden. Birbirleriyle bütünleşip yekvücud olunca bir mıh gibi küffarın göğsüne ya bir mızrak olup saplanmışlar ya hidayet okuyla kalplerini almışlar.

Ve her ne yaptıysalar, her nereye baktıysalar, nereye kılıç salladıysalar, nerelere hicret ettilerse rıza-i bâriden başka hiçbir gayeleri, cemalullahtan başka emelleri olmamıştı.

İmam Abdullah bin Mübarek devamlı cihada giderdi ve bir gün Mekke'de ibadetle meşgul olan Fudayl bin İyaz'a cepheden şu satırları yazdı;

“Ey Haremeyn’de ibadet ettiğini sanan adam! Bizim nasıl bir ibadet içinde olduğumuzu bilseydin gerçekten senin yaptığının bir oyalanmadan ibaret olduğunu fark edecektin. Sen yanaklarını gözyaşlarıyla ıslatırken, bizler yanaklarımızı kan ile süslemekteyiz.”

Fudayl mektubu aldı, kemal-i hürmet ve gözyaşlarıyla öptü.

Kimdir onlar? Tebe-i Tabiin. Kime tabi olmuşlar ki bir makam olmuş taabiyyet? Tâbi olanlara tabi olmuşlar? Ya onlar kime tabi olmuşlar? Sahabeye. Kimin Sahabesi? Nebiyyi Ekrem'in gül bahçeleri sahabeleri. Ya Nebi kimin Nebisi?

“Burası dünya ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi ekip biçip gidecektik” diyor ya merhum Zarifoğlu. İşte ben bu satırları, ekip biçme hürriyetimizin tamamen elimizden alındıgı, insanlığa karşı insanlar eliyle yapılan, üst üste, birinin ne olduğunu idrak edemeden diğerinin bastırıldığı operasyonların karmaşasında, buhranında yazıyorum. Zarifoğlu talihliydi, ekip biçme hürriyeti vardı o neslin, dileyen fıtratını korudu, dileyen de kendi ikna edilmiş köleliğinde boğuldu gitti. Şimdiyse öyle mi?

Artık işi şansa bırakmıyorlar, ikna etme merhametini bile göstermiyorlar. 20. asırla beraber geride bıraktığımıza inandırdıkları totaliter faşist metotlarla insanlığın kalitesini (!) yükseltiyorlar. Ne çok kandırıldık, aldatıldık

Yaşadığımız şeyler yaşanmamış şeyler, arz üzerinde denenenler denenmiş şeyler. Aslında kendimizi şu manevi terapiyle bu hayrete düştüğümüz gündemden sıyırıp alabiliriz; kuvvet ve kudretim ancak kendimi kurtaracak kadar, o halde çıkalım dağ başlarına, kaçalım ıssız çöllere (ki oraları bile talan edecek bir istila da bu), azıcık helal/tayyip/tabii aşım, ağrısız/medyasız/internetsiz başım usulüyle yırtalım ind-i ilahideki hesaptan! Amma bu kaçışın mümkünü yoktur, zira Müslümanların gölgeleneceği bir kalkan bir sancak yoktur, insanlığa bir nefes adası kalmamıştır. O halde fıkhen evvelden farz-ı kifaye olan birçok husus artık farz-ı ayn olmuştur, yani evvelden bazılarının yapmasıyla diğer bazılarından kalkan mesuliyetler devrini imamsızlığa geçtiğimiz gün kapatmışızdır.

Artık her fert bir cemaat ve devlet konumundadır. Yani herkesin kendi akidesini, fıkhını, namusunu, zihnini, kalbini, fıtratını, ekmeğini müdafaa ettiği ve etmek zorunda olduğu, bu mücadeleden feragat eden birinin bu haklarının asla başkası tarafından kanunen korunmadığı bir vakittir bu. Nam-ı diğer ahirzaman!

Ahirzamansa bırakalım gitsin, ya kurtarıcı gelir kurtarır ya da zaten mukadder olan yok oluş vuku bulur. İyi ama işte biz bazı yoldan ayrılan güruh gibi değiliz ki, kurtuluşumuzu necat mehdisine bağlayalım! Bize gelecek olan, hiçbir nefs ve akıl sahibinden ne evvelinde ne sonrasında hiçbir teklifi düşürmeyen cihad ve tecdid mehdisidir. Yani ilk nefeste neyle mesul isen son nefese kadar o mesuliyet ve mükellefiyet devam edecektir, Ha mehdi varken ha yokken! Hiç kimse ruz-i mahşerde “Ya Rabbi! Ben iflahım ve halasım için Mehdi'yi bekledim ama benim vaktim de gelmedi, o yüzden de ben sorumluluklarımı ifâ edemedim” diyemeyecek!

O halde kurtuluşun yalnızca Hakka iktida etmek ve anca iktida edenlerin gelecek olan Mehdi'ye muktedi olacağı şuuruyla, ne ile emredilmişsek onu ifaya, neden men edilmişsek onu ifnaya gayret etmeliyiz.

Evvelemirde dünya içindeki zillete düçar oluşumuzu kabul ettiğimizi düşünerek başlamak gerek. Zira hasta olduğunu kabul etmek, iyileşmenin ilk alametidir. Sonra hastalığın ne olduğunun tespiti ve sonra ise kullanılacak reçete yani ilaçlar mevzusu gelir ve nihayet tedavi başlar. Tabi bunlar yapıldı diye kesinkes iyileşme meydana gelir mi bilemeyiz, bu Allahımızın yed-i kudretinde ve takdirindedir. Biz Mutezile değiliz, sebeplerini yerine getirdik diye oluşun kesinlikle meydana gelmesi Allah'a vaciptir demeyiz ama risaleti tebliğiden geri durmayan, tevhide sımsıkı sarılan, bu yolda can baş feda edenlere, eza ve cefalara sabredenlere, yolu tastamam, müstakim üzere yürüyenlere, zamana ve mekâna göre akidesini, fıkhını eğip bükmeyenlere, dininden zerrece taviz vermeyenlere, inandığı gibi olana, olduğu gibi inanana zafer müjdeleyen pek çok ayet-i celile vardır, Cihadın kıyamet sabahına kadar farz olduğunu ve buna temessük eden kulların arzda aziz arşta meşhur olacağını beyan eden ayet-i kerimeler var. Zira mezheb semamızın en parlak yıldızlarından olan İmam Muhammed bin Hasan eş-Şeybani'nin dünya hukuk literatüründe ilk olarak addedilen bir eseri Kitab-ı Siyeri Kebir’i vardır. Bu esere de yine Şemsü'l-eimme lakaplı yani imamların güneşi addedilmiş İmam Serahsi Şerh-ü Siyer-i Kebir diye şerh yazmış. İşte o şerhin girişinde ulu imamımız şöyle beyan etmiş: “Ehl-i Sünnet olmanın ilk şartı cihadu kıtalin kıyamet sabahına kadar kaim ve daim olduğuna inanmaktır.” Cihadla alakalı Kur'an-ı Azimüşşanda onlarca ayet-i celile vardır. Ve cihadı terketmek büyük günah oldugu gibi cihadı istememekte münafıklık sayılmıştır. Cihadın bu devirde iptal olduğunu söylemekse dört mezhebe göre kat'i olarak küfürdür.

Şimdi bazıları çıkıp diyor ki: “Efendim cihad sadece kıtal değildir, hatta Peygamberimizin cihad-ı asgardan cihad-i ekbere hoşgeldiniz ilh.” diyerek Müslümanları küfre, nifaka, şikaka karşı yumuşatmakta ve bunu da din adı altında yapmaktadır. Eğer kim ki, tasavvufu bahane ederek “nefsle mücahede kıtal mücadelesinden daha önemli” derse münafıktür, zındıktır, hain-i dindir, ulus devlet projesinin adamıdır, korkaktır, ödlektir, zilletimizin yegâne sebebidir. Tasavvufun da yüz karasıdır. Burada mevzusu geldi diye birkaç yerde zikrettiğim örnekleri dile getireyim, Necmeddin-i Kübra ki Kübreviyye tarikatının piridir, Moğollara karşı talebeleri ile cihad ederken şehid olmuştur. Yine Hanefi mezhebinin en temel eserlerinden olan Hidaye kitabının musannıfı Ebubekir Merginani Moğollara karşı cihad ederken şehid olmuştur. İşte fakih işte mutasavvıf. Örnekleri arttırılabilir, nasipse Nakşi Reaksiyonu isimli bir eser yazıyorum, orada çokça zikrettim.

“Bunlar küffara karşı savaştı ya hocam biz onu demiyoruz biz Türkiye gibi ezan okunan namaz kılınan yerlerde fitne çıkaran, devlete çatan kişilere söylüyoruz” diyen herif-i nâşerifler de var. Hususen benim çokça maruz kaldığım bir ithamdır bu. Bir iki misalle de bu ulus devletçi nane mollalara cevap verelim o zaman: az evvel yukarıda İmam Serahsi hazretlerinden, Şerhu Siyer-i Kebir'inden bahsettik. Aynı imamın 31 ciltlik Mebsut isimli eseri vardır ki mezhebimiz içinde otorite bir eserdir.

Bu eseri öve öve bitiremeyen hocalarımız bu eserin yazıldığı şartlardan hiç bahsetmez. Zaten bizim son 100-150 senelik muvaffakiyetsizliğimin en temel sebeplerinden biri budur. Olguları, meseleleri, olayları, ilimleri, fenleri velhasıl her şeyi anlatırız ama onu sebep-sonuç-tesir ilişkisi içinde anlatmayız veya hiçbir fennin, ilmin makasıdını daha anlaşılır ifadeyle felsefesini anlatmayız. Misal matematik, kimya gibi derslere pat diye mevzusundan başlarız. Hâlbuki evvela uzunca güzelce şu matematiğin felsefesini anlatsana be hoca, ne işe yarar, bu matematiğin tarihi nedir, hangi maksada hizmet eder vesaire. Metamatiğin, mantığının kavranması ve felsefesinin öğrenilmesi, tarihi seyrinin bilinmesi o ilme iştiyakı arttırdığı gibi müspet bir ilmi nasıl rahmani bir niyetle de kullanacağımız gösterir. Bak bakalım o zaman “sosyal zekâlı bu matematikten ne anlar” dediğin adamlar o zaman nasıl matematik kimya hastası adamlar oluyor. Ama nerde? Hocalar ve öğretmenler, pozitivistler bizi nerede konumlandırmışsa tam da ordalar!

Neyse, İmam Serahsi, Karahanlı sultanının vergilere yaptığı zammı çok bulmuş, “vergi vermeyebilirsiniz” diye halka fetva vermiş ve bu sebeple devlet tarafından bir kuyuya hapsedilmiş, 15 sene kalmış ve o Mebsut eserinin yarsını burada kaleme almıştır. Yani bakın, İmam Serahsi devlete resmen isyan etmiş, fitne çıkarmış o hocalara göre. Yine Selçuklu devrinde Tuğrul Bey, Amidü'l-mülk isimli Mutezili vezir Eşarilere baskı yapıp İmam Abdülkerim Kuşeyri'yi, İmamü”l-Harameyn Cüveyni'yi hapse atmış, bunun üzerine alimler hapishaneyi basarak alimleri kurtarmışlar, Hicaz'a kaçmışlar ve Selçuklu sultanına ültimatom vermişler.

Sultana karşı olan hurucu maddi olarak destekleyen Ebu Hanife, kadılık görevini kabul etmediği için kamçılanan Ebu Hanife, “Değil kadı olmak Sultan bana Vâsıt mescidin kapılarını say dese, onu bile kabul etmem” diyen, hatta diğer fakihler “Ebu Hanife ne dediyse kabul ettik, ama en sonunda önümüze kılıç getirince bu ağrımıza gitti” dedikleri Ebu Hanife Ehi-i Sünnet değil mi?

“Baskı altında yeminli şartlı edilen beyatın hükmü yoktur” dediği için sultan tarafından dövdürülüp dayaktan omuzu çıkan İmam Malik Ehi-i Sünnet değil mi?

Mihne senelerinde ağır işkenceler çeken, kırbaçlanan, zehirlenen yine de sultanın dediğini kabul etmeyip karşı çıkan İmam Ahmed bin Hanbel Ehl-i Sünnet değil mi?

Sultanın zorla verdiği kadılık görevini kabul eder gibi yapıp kaçan ve 10 sene sultanı tasdik etmemek için ordan oraya göçen İmam Şafii Ehl-i Sünnet değil mi?

Fazla vergi koyan Samani sultanının memurunu tehdid edip sultana beddua edeceğini söyleyen İmam Maturidi Ehl-i Sünnet değil mi?

“Fazla vergi zulümdür, kaçabilen kaçsın” diye fetva veren ve evi başına yıkılan İmam Taberi Ehi-i Sünnet değil mi?

Memlukluler Moğollarla yapacağı savaşa hazırlık sebebiyle halka yeni vergiler koymaya hazırlanırken Mısır'ın kudretli âlimi İzzeddin bin Abdüsselam “evvela sultan ve ailesi, sonra erkân-ı devlet tüm mallarını hazineye bağışlamalı, yetmezse o zaman halka müracaat etmelidir, Aksi caiz değildir” diye fetva vermiş, devlet buna karşı çıksa da Rabbani bir âlime daha fazla direnememiş ve devlet ricalinin malları hazineye devredilmiş, fazlasıyla kâfi geldiği için halka yeni yükümlülükler yüklemeye gerek kalmamış ve nihayet şer'i şerife ve Rabbani bir âlime boyun eğen Sultanı, yüce Allah, Moğollara karşı gâlip kılmıştır.

Daha nice nice ulema hem de İslam devletleri zamanında böyle böyle yapmış iken utanmıyor musunuz bugün devletin ve erkan-ı devletin hatalarını tenkid edenleri, düzelmesi için baskı yapmaya çalışanları sözde din perdesi ile engellemeye, fitneci diye yaftalamaya, itham etmeye? Allah'tan korkun, devleti tenkid değil yaltaklanma, dalkavukluk ve hataları görmezden gelmek yıkar. Tarihteki devletlerin yıkılış sürecini, mesela Moğolların dümdüz ettiği Harzemşah Devletini okursanız bunu görürsünüz!

Bakınız onlardan biri fıkıhta mezheb imamımız Ebu Hanife, biri itikadda imamımız Ebu Mansur Maturidi biri tasavvufta imamımız Ubeydullah Ahrar. Ve en ilginci de içlerinde bulundukları devletler İslam ahkâmıyla yönetilen İslam devletleri ve hatta hilafet devri. Onlar bu devlette yaşarken bu izzetli duruşları sergileyecek ve rabbani âlimlerimiz onların bu davranışlarını takdir edecek, şeref levhası olarak sayfalara yazacaklar. Bugün sen laik seküler profan devletlerde, pozitivizm hapıyla haplanmış bir devirde ulus devlette yaşayacaksın, sonra devletin sistemini rejimini bırakın ihtilali isyanı, tenkid edeni bile fitnecilikle suçlayacaksın ve hocacılık oynayıp vekâlet-i risaleti kirleteceksin. Allah'a ve dinine savaş açan asrın Firavununa rahmetler okutacaksın da biz sana Belam demeyeceğiz öyle mi? Allahu Teâla'nın İsrailoğullarını defaatle ikaz etmesi, lanet etmesi ve pek çok kez helake uğratmasının sebebi hep din adamları ruhbanları olmuştur.

O yüzden bir ümmeti aziz eden de zelil eden de âlimleridir. Efendimiz aleyhisselamın beyan buyurduğu gibi “bu ümmet başka bir şeyden ötürü değil âlimlerinin ayakları sürçmesi sebebiyle helak olur.”

O sebeble İmam-ı Rabbani ümmetin hâlasında da fesadında da en büyük rolün ulemada olduğunu beyan eder ve ulema-i su yani kötü âlimleri şeytana benzetir. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyurur ki: “İnsanların kurtuluşu ulemaya bağlı olduğu gibi, helak ve fesatları da ona bağlıdır. En faziletli insanlar âlimlerin en iyileri olduğu gibi, en kötü insanlar da ulema-i su'i (kötü âlimler)dir. Bir Allah dostu rüyada şeytanı boş ve hareketsiz görmüş. Sebebini sorunca şöyle demiş: “Zamanımızdaki kötü ulema, ifsat ve saptırma görevini üstlenmiştir. Bu sebeple bize bir şey düşmemektedir.” İmam-ı Rabbani, Müslümanların başına gelen birçok musibetin kötü âlimlerden kaynaklandığını şöyle ifade eder: “Kötü âlimler idarecilerinin de sapmasına sebep olmuşlardır. Ümmeti yetmiş iki fırkaya bölenlerin başında onlar gelir. Müslümanların başına gelen musibetlerin bir diğeri de ‘cahil sofular'dır. Bütün gaye ve himmetleri dünya metaı olan kötü âlimler ile muaşeret etmek, “semmün katilün” (öldürücü zehirdir).

Şeriatleri ve geçmiş dinleri tahrif edenler Firavni sistemler ve bu rejimlere rabıtalı “ulema-i su” denilen belamlardır. Dinin bir kısmını gizleyip, geri kalanıyla insanları ve inananları Firavni sisteme köle ve entegre etme vazifesini üstlenenlerin ve “dinin başını yine din kılıcı ile kesmeyi” icra edenlerin ahvali ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde çokça izah edilen bir husus iken, geçmiş ümmetlerin düştükleri hatalara nasıl düşeriz? “Bu din kıyamet sabahına kadar muhafaza altındadır” hakikatiyle, dinlerini parçalama ve tahrif hususunda geçmiş ümmetlere benzememe ikaz-ı ilahiyesinin üzerini kapatmaya çalışmak ihanetin büyüğü değil mi?

Çok tuhaf olan durum şu ki, yerlerin ve göklerin sahibi Allah azze ve celle'nin inzal buyurduğu şeriatlerin ve kitapların tahrif olduğuna inananlar, nasıl olur da kavimlerinin, toplumlarının yoldan toplu olarak çıkabileceğine inanmazlar, geçmişlerinin şeref ve mücadelesinin kendilerini kurtacağına koruyacağına inanıyorlar, şahısperestlik hastalığına mübtela olabiliyorlar ve bu hastalıklarını teşhis edenlere mecnun veya hain diyebiliyorlar?

Allahu Teâla, bu dini muhafaza edeceğini beyan buyurmuştur, inananları değil! “Dikkat edin, geçmiş ümmetlere benzemeyin, dinin bir kısmını gizleyip bir kısmıyla dindarlık etmeyin” ihtarları Kur'an semasında yankılanıp durmuştur.

Hz. İsa, dünyevileşen kötü âlimlere şu tembihte bulunmuştur: “Ey kötü âlimler! Cennet kapısında durdunuz. Ne siz giriyorsunuz, ne de başkalarının girmesine müsaade veriyorsunuz. Ey kötü âlimler! Sizler zakkum ağacına benziyorsunuz. Yaprak ve çiçekleriniz (dış görünüşünüz) güzel, ancak meyveniz (ameliniz) zehirli ve öldürücüdür. Dünyayı kendinize baş tacı yaptınız. Ahireti ayaklar altına aldınız. Sözleriniz şifa, eylemleriniz zehir!” Ebu Cehil karpuzu gibisiniz. Zâhiriniz güzel, kendiniz öldürücü.

Ey sahtekâr fakih ve rahipler! Yazıklar olsun sizlere. Siz göklerin hâkimiyetinin kapılarını insanlara kapatıyorsunuz. Bu kapıya ne kendiniz giriyor, ne girmek isteyenlerin girmelerine izin veriyorsunuz. Ey yalancı fakihler ve rahipler yazıklar olsun! Siz sivrisineği süzgeçten geçiriyorsunuz fakat deveyi hamuduyla yutuyorsunuz.

Ey hilekâr fakihler yazıklar olsun. Siz, üstü beyazla boyanmış mezarlar gibisiniz. Dışarıdan güzel görünüyor, ama içinde ölülerin kemiklerinden, diğer pisliklere varıncaya kadar her şey var. İşte siz busunuz. Dışarıdan dürüst gibi görünüyor, içiniz hilekârlık ve sahtekârlıkla dolu.

Buraya kadar teselsül halinde ne anlattık; cihadı. Hazret-i Ebubekir efendimizin ifadesiyle “cihadı terk eden bir milletin yüzü asla gülmeyecektir” meselesini, cihadın unutulmasında âlimlerin rolü, rabbani âlimlerin halkın sığınağı, ümidi ve halası olması meselesini, ulema-i su'nun ümmetin fesadının sorumlusu olduğunu anlattık. Zira emirlerin ayağı âlimlerin tembelliği ve korkaklığı sebebiyle kayar. Tarihte bakın ne kadar zalim varsa hep dalkavuk, mürai âlimler sebebiyle zalimleşip azgınlaştığı görülür.

Düşünün bugün kürsülere oturmuşlar “bu gençlik niye solcu oluyor niye komünist oluyor niye LGBT oluyor” deyip duruyorlar, duruyoruz. Ya hu sen işçi haklarından bahsetmezsin, tarımın durumundan, işçilerin mevzularından, insanların sosyal haklarından bahsetmezsin, gençlerin dertleriyle dertlenmezsin, mahsullerin fiyatlarından narh meselesinden konuşmazsın ama hasat zamanı koşa koşa gidersin “öşür ver, öşür farz” dersin.

Buraya kadar âlimleri anlattık çünkü çöküşün sebebi ulema olduğu gibi kurtuluşun yolu da mihengi de ulemadır.

Bu devre üçüncü çöküş devri dedik...

Çünkü âlem-i İslam ilk büyük kırılmayı Haçlı ve Moğolların istilaları asrında yaşamıştır 1050 senesinden 1291 senesine kadar hem haçlı seferleri hem Moğolların katliamları sürmüştür.

Bu iki büyük taarruzun istilanın döneminde bugünümürze benzeyen çok yönler vardır. Evvelinden de akidevi olarak kopmalar kırılmalar meydana gelmişti. Misal Mihne olayları gibi. Abbasi Halifesi Memun'un Mutezile'nin “Kur'an mahlûktur” bidat öğretisini zorla benimsetmek amacıyla 833’te başlattığı ve bazı âlimlerin sorguya çekilerek eziyet edilip hapsedilmelerine, bazılarının şehit edilmelerine ilişkin olaylara verilen ad.

Daha sonra Şiilerin iç gaileleri musallat olmuştu, Sünni dünya, çapulcu Şii Büveyhilerin ve Fatimilerin işgaline uğradı. İslam dünyası artık eskisi gibi 2 devletli değil çok devletli idi. Zira evvelden sadece Bağdat merkezli Abbasiler ve Endülüs Emevileri vardı. Ama artık Abbasilerin güçsüzleşmesi ile Türklerin devletin merkezini idarede ve askeriyede ele geçirmesiyle yeni bağımsız devletler ortaya çıkmıştı. Tahiriler, İhşidler Tolunlar vesaire. Daha sonra Samaniler, Gazneliler, Selçuklular. Eskisi kadar güçlü olmasa da Bağdat halifesinin yine ordusu Bağdat merkezli devleti vardı. En önemlisi manevi olarak Selçuklular, Gazneliler ve diğer İslam devletçiklerinin üzerinde tesiri vardı, adeta Türkler Sünniliğin pazusu. Bağdat halifesi beyni olmuştu. Türkler halifeliğe o kadar bağlı idi ki, sayfalar dolusu anlatsak bitmez. Ama kısa misalle şöyle anlatabiliriz: Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, Halifenin kızıyla evlenmeyi çok istemiş ve nihayetinde evlenmiştir. Diğer büyük Müslüman Türk devleti olan Gaznelilerin hükümdarı Sultan Mahmud, Halife'nin elçisi Gazne'ye geldiği zaman onu ta şehir dışında karşılamıştır.

Sonra haçlılar istila etti, İslam devletleri paramparça oldu. Sonra Moğollar gelir seller gibi yıkar geçer. Harzemşahları yok eder. Milyonlarca Müslümanı şehid ederler, ilk defa bir İslam halifesi kâfirlerin işgali neticesinde esir düşer ve atların ayakları altında ezilerek şehid edilir. Şiilerin ihaneti ile 1258'de şehid edilen Mustasım'dan sonra 3 sene halifesiz kalır İslam ailemi.

 

Hem haçlı seferlerinde hem Moğol katliamlarında Şiiler hep düşmanlarla ittifak yaptılar hatta Kudüs'ü haçlılara teslim eden Şii Fatımilerdi. Neyse Şiilerin ihanetleri bahs-i diğer çok uzun bir yazı mevzusu.

Osmanlı'yla ve beride Memlüklülerle birlikte güçlü İslam devletleri devri başlar. Nihayet hilafet Yavuz Sultan Selim hanla Osmanlı'ya geçer.

Güçlü Osmanlı asırlarının ardından ikinci büyük buhran devresi gelir. Avrupa'da Rönesans reformlar olmuş, sömürgecilik başlamış, paranın yeni coğrafyaların onların emrine girmesiyle Aydınlanma Pozitivizm çağı başlamıştı. Artık Batı modern teslise inanmıştı yani bilim teknik endüstriye. Osmanlı bu devrede Batı'yı izlememişti, zira onların kendi içlerindeki savaşların hep devam edeceğini ve Avrupa'dan bir cacık olmayacağını düşünüyordu. Nihayet artık Avrupa yer altı yer üstü sömürgelerle karşı konulmaz devler haline gelince Osmanlı sıkıntılara düşmüş, çareler aramıştı lakin artık geç kalınmıştı. Zira silahta teknolojik üstünlük Avrupa'ya geçmişti.

III. Selim dönemine kadar ıslahat çabaları hep “kanun-u kadime dönelim şeriatı tam uygulayalım” iken III. Selim Avrupa'nın üstünlüğü kabul etmiş, etmekle kalmamış üstad Necip Fazıl'ın dediği gibi taklitçilik çağını başlatmıştır.

Nizam-ı Cedid dediği yenilikler tamamen Avrupalı bilim adamları ve Avrupalı askerler eliyle yapılıyordu. Onun tahttan indirilip, sonra Sultan Mustafa'nın tahttan indirilip II. Mahmud'un tahta geçmesiyle taklitçilik öyle zirvesine çıkmıştır ki hayret etmemek elde değil, yani bunu Osmanlı nasıl yapmış dersiniz! Fransız İhtilaliyle daha perçinleşen Batılılık ezici güç olmuştur.

Buhranlar asrının çocuklarıyız, ne zaman bizden ne biz zamandan memnunuz, lakin “dehre sövmeyiniz” emri mucibince şikâyetlerimizi isyana dönüştürmeme gayretiyle ve içinde bulunduğumuz çarkın hayretiyle ne yapabilirizi konuşmanın da vakti gelmiştir.

Evvela tarihi bir seyre çıkıp, azametli İslam devletlerini, fetihleri, sultanları, adaleti, ulemayı, dik duruş ve izzeti gözden geçirip üzerimize ne alacaksak almayı, tezyin olunup en mücehhez silahlarla düşman karşısına çıkma gerekliliğini hissetmemiz lazım.

Diyor ya şair “devirlerden diyarlardan bir devir vardı”, işte aynen öyle yola çıkan ve gerisin geriye topuklarının üzerine asla geri dönmeyen ordular vardı ya, işte o orduların, askerlerin, komutanların, efendilerin, sahiplerinin, kölelerinin, kadınlarının, erkeklerinin, çocuklarının şahsiyetini ve o şahsiyeti ortaya koyan unsurları bilmek zorundayız.

Yani tarih bilmek sadece kıssa nakletmek, hikâyesini okumak değil, sosyolojik boyutuyla kavrayıp hakikati elde edip mana âlemimize nüfuz ettirmektir, Tarih demek, meşhur tarifiyle geriye gidip sonra koşup koşup ilerilere çok ilerilere zıplamaktır, çağları atlamaktır, atlamanın zeminidir.

Şimdi ise hep hüzünlü geceler, bombalı saatler, parçalanan kollar, kirlenen kızlar, acımasızca katledilen bebekler.

İslam dünyasının son iki asrının tek hakikati budur. Ağlamalar ve haykırmalar ama yok oluşlar, kesilen nefesler, akbabalara yem olan bedenler.

İnsandı onlar insan, nefes alan, gülen ağlayan, acıkan, seven, özleyen, bekleyen.

Evet onlar en çok da bekleyendi, beklediler, beklediler ve bekledikleri gelmedi.

Bekledikleri kardeşleriydi, öz kardeşleriydi. Zira “ihvan” aynı anadan babadan doğanlara denilirdi. Ama öz kardeşleri gelmedi, yaralanırken, yakılırken, ırzları kirletilirken ve hayatlarına son darbe vurulurken gelmediler. Beklendiler ama gelmediler.

Gelemezdiler, çünkü kiminin afaklarını yeme, içme, eğlence şehveti sarmıştı, gözlerini daha fazla kazanma arzusu kör etmişti.

Kimi kardeşliğini kabul ediyordu ama konjonktür diyordu, kardeşlerimiz de teröristlik yapmasınlar diyordu, müstekbirler ne diyorsa onu diyor, ne gösteriyorsa onu görüyor, ne ilan ediyorsa onu işitiyordu.

Kalıpları mümindi ama kalpleri gavurdan yanaydı. Çünkü kardeşlik bedel isterdi. Ölümden korkmak ve dünyayı sevmek kardeşliğe mani idi.

Hani bir gün efendiler efendisi buyurmuştu ya “Bir gün gelecek, açların sofraya üşüştüğü gibi insanlar Müslümanların başına üşüşecekler.” Hayretle sordu sevgili ashabı “O gün bugünden daha az mı olacaklar iman edenler ya Rasulallah?” Âlemlerin ışığı buyurdu ki “Hayır, bilakis daha kalabalık olacaksınız, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” buyurdu.

Onlar, “Vehn nedir ya Rasülullah?” diye sorunca Efendimiz, sahibimiz buyuracak ki: “Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.”

Evet, ölmekten, öldürülmekten değil maaşsız bırakılmaktan, ekmeği etsiz yemekten, eğlencesiz bırakılmaktan bile korktuk.

Malını, canını feda etmeye çalışanlara deli dedik, aptal dedik, ahmak dedik ve bir gün emir geldi müstekbir devletlerden kendi vatanlarını müdafaa eden Müslüman kardeşlerimize terörist dedik, kadınları kâfirlerin postalları altında çiğnenirken duymazdan geldik çığlıklarını, görmezden geldik hakikatleri.

Ama hakikatlerin bir gün ortaya çıkma gibi bir huyu vardır değil mi? Saklananlar, pazarlıklar, kardeşlerini masalarda anlaşma konusu yapanlar, açığa çıkmayacak mıydı? Bu dünyada bir gün çıkmazsa bile yevm-i mahşerde çıkmayacak mıydı?

14 asırlık bir mazinin son 2 asrı rezilet, zelilet içindeyken hep böyle mi kalacaktı?

Hayır, her şey açığa çıkacak, tek tek cümle cümle, gün gün. Hesaplar ortaya dökülecek, tarihler, karanlık odalar, kalemler şahitlik edecekti mürekkebi bebek kanları olan. Dağın zirvesinde olan hiç yuvarlanmayacakmış, derelerde olan tepeleri hiç görmeyecekmiş zannedermiş. Ne zirvede olanlar kaldı, ne derinlerde olanlar. Hakikat topraktan petrol gibi fışkırnır bir gün.

Düşüş asırları Allahımızın takdiri, yaptıklarımızın bedeliydi elbet. Kâfir elbet kâfirliğini yapacak, zalim elbet zulmüne devam edecekti. Aksini beklemek akl-ı selime tersdi zaten. Ya bizden olanlar, ya bizdenmiş gibi gözükenler! Onlar değil mi asıl zulmün, yenilgilerin sebepleri? Onlar değil mi kırılmaz kapıları içerden açanlar?

Kasvetli kalemden akan kelimeler sadece olanı izah içindir, unutulmuş olanları belki hatırlatmaya matuf birkaç cümle serpebilmek için edebiyat parçalamaya gayrettir bu.

Asırlar asırlar evvel, ümmetin çocukları vardı, sınırları dar gelen, kıtalar arası İslam topraklarından emin adımlarla gezen çocuklar. Anne babaları yoktu belki bazılarının ama emirleri vardı, gölgesinde ağlayabilecekleri bir imamları vardı.

Kelimeye bakınız, İmamet-i Kübra! Azametine bakınız, önderlerdi onlar, önden giderlerdi. Sahibimiz Aleyhisselam'ın vekilleriydi. Efendimiz ümmetin çocuklarını onlara emanet etmişti, onlar kalkan olacaktı, gölgelik olacaktı, yetimlere baba, mücahidlere komutan olacaktılar.

Günler, asırlar geçiyor, İmamın ve dahi imamların orduları dağlar, taşlar, kıtalar ve ummanlar aşıyordu.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 385 / Aralık 2022