Kubbeyi Yere Koymamak - Alparslan Aydar

Kubbeyi Yere Koymamak


Kubbeyi Yere Koymamak, Turgut Cansever'in diğer kitaplarında ele aldığı temel konulara giriş mahiyetindeki konuşmalarından teşekkül ediyor. Bu özelliği ile de bir düşünür-sanatçının 1976'dan bu yana her nesle hep aynı azim ve tevazu ile nitelikli bir şeyler sunma gayretinin dökümü özelliğine sahip.

Turgut Cansever, kuşkusuz kelimenin dar anlamında bir “yazar” (ecrit) değil. Yani yazı yazmak, yazdığı yazının zevkine varmak için yazı yazan bir insan değil. Osmanlı konut tecrübesinden Habitat'a, tevhide dayalı mimariden modern mimarinin keyfiyetine uzanan derin ve ışıltılı bir çizgide 1991'den itibaren ortaya koyduğu yazıların derlenmesiyle oluşan bu eserin dikkatle okunmasında fayda vardır.

Kubbeyi Yere Koymamak
Turgut Cansever
Timaş Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 388 / Mart 2023


Önsöz

“Niçin Turgut Cansever?” sorusunun cevabının bu açıklamalarla bir parça verildiğini zannediyorum. Kendine özel bir düşünme sistematiğini yine kendine özel bir sesle dile getiren Turgut Cansever, Türkiye'nin yetiştirdiği ender düşünür-sanatçılardan birisi.  

Tanzimat'la gelen geleneğe rijid düşmanlık ile buna tepki olarak giderek kalınlaşan sözde muhafazakâr sığınmacı tavrın evliliği sonucunda verimsizleşen, kısırlaşan ve nitelikli, kendisi olan ürünlerin var olmasını neredeyse imkânsızlaştıran bir ortamda, kargaşadan, gündelik hesaplardan uzakta kendi fikir ve sanat kozasını ören bu bilge insan, duymak isteyenlerin bile zor fark edeceği seyreklikteki yazı ve konuşmalarıyla düşüncelerini kamuoyuna duyurmayı yıllardır büyük bir görev bilmişti. Konfüçyüs'tan İbn Arabi'ye, Medine'den Brasilia'ya, Sinan'dan Haussmann'a, sanat müziğinden Barok müziğe, Osmanlı konut tecrübesinden Habitat'a, tevhide dayalı mimariden modern mimarinin babalarına uzanan derin ve ışıltılı bir çizgide üretilen bu felsefenin, okuyucuların gözünden sür-git uzak kalmasına seyirci kalmaya gönlü razı olmayan birkaç kişiden birisi olmam hasebiyle 1991'den itibaren bu dağınık yazıları derleme çabası içinde buldum kendimi. Bu çabanın verimleri, daha önce iki kitap ile şekillenmişti. Zamanla her iki kitabın baskısının tükenmesi ve aranması neticesinde yeniden basılmaları söz konusu olduğunda bir başka sorunla karşılaştık. Zira her iki kitabı çok da konu ve tür tasnifine tâbi tutmadan, okuyuculara bir an evvel ulaştırmak gayesiyle yayına hazırlamıştık. Dolayısıyla bir kitapta bahsedilen konunun devamı bazen öbür kitapta olabiliyor, bu da okuyucunun yeterli verimi almasına izin vermiyordu.

Elinizdeki kitap bu mahzurları bertaraf etmek üzere yeni bir tasnifle ele alınarak hazırlandı. Kubbeyi Yere Koymamak, Turgut Cansever'in diğer kitaplarında ele aldığı temel konulara giriş mahiyetindeki konuşmalarından teşekkül ediyor. Bu özelliği ile de bir düşünür-sanatçının 1976'dan bu yana her nesle hep aynı azim ve tevazu ile nitelikli bir şeyler sunma gayretinin dökümü özelliğine sahip.

Turgut Cansever, kuşkusuz kelimenin dar anlamında bir “yazar” (ecrit) değil. Yani yazı yazmak, yazdığı yazının zevkine varmak için yazı yazan bir insan değil. Yazı yazmak, düşüncelerini açıklamakta bir araç, ona göre. Bu yüzden yazıları, düşünce hamulesi altında ezilmiş gibi yürüyen, sarsak adımlı atlara benziyor. Ama sıra konuşmaya geldiğinde düşüncelerinin nasıl şaha kalktığını, hele karşısında kendisini kışkırtan bir partner varsa nasıl diabolic eğriler çizdiğini görmek insanı doğrusu şaşırtıyor. Engin tecrübesi, hiç umulmadık bir zamanda mükellef bir sofra gibi önümüze açılıyor; cevval muhayyilesi, T.S. Eliotun sözünü ettiği “denizin dibini tırmıklayan bir çift el” gibi beklenmedik mekânlara tayy ediyor; donanımlı ve yer yer ‘polemikçi' düşüncesi her adımda yeni ufukları kat ediyor. Bu açıdan Turgut Cansever'in konuşmaları, gerçek bir düşünce, muhayyile ve tecrübe şöleni oluyor okuyucular için.

Şüphesiz bilge-mimar Turgut Cansever'in düşüncelerini paylaşmayanlar, tartışılabilir bulanlar, hatta hiç “tutmayanlar” da olacaktır. Olmalıdır da. Ancak bir düşünürün özgünlüğünün, bazı şeyleri hep doğru düşünüp söylüyor olmasından değil, böyle söylüyor olmasından ileri geldiğini kim inkâr edebilir ki? Hatta burada Kant'ın sesini de duyar gibi oluyorum: “Bir filozofu önemli kılan şey, doğru cevap vermesi değil, doğru soruları sormasıdır” Cansever de bir tartışmada, Batının soru sorduğundan söz edildiğinde şöyle demişti: “Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu.” Dolayısıyla onun düşüncelerine bütünüyle karşı çıkanlar bile, tıpkı mimarlığının inkâr edilemediği gibi, düşünce ve sorularının inşa ediliş biçimine, bunları böyle dile getiriyor oluşunun ilginçliğine itiraz edemeyeceklerdir.

Mustafa Armağan

 

Osmanlı Şehirciliği

“Osmanlı şehirleri güzelliğin yaşandığı yerlerdir"
Söyleşi: Selman Tan - Refik Tuzcuoğlu (Altınoluk, sayı: 101, Temmuz 1994, s. 9-13)

 

Batılılaşma serüveni boyunca kültür ve medeniyet mirasımızdan gittikçe uzaklaşan bir süreç yaşadık. Şehirlerimiz de bu süreçten en çok etkilenenler arasında. Bize Osmanlı şehirciliği hakkında bilgi verir misiniz?

Osmanlı toplumu bir İslâm toplumuydu. İslâm'ın, esas vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğu hususundaki vurgusu, insanların yerleştikleri çevrelerin güzel çevreler olmasını inancın bir zarureti olarak ortaya koyuyordu. Şehrin, güzelin yaşandığı, idrak edildiği bir yer olarak gelişmesi isteniyordu. Yapılar uzun ömürlü birimler olduğu için o binaları vücuda getirenler yalnız kendi yaşama dönemleri için değil, dünyaya gelmemiş nesillere de hizmet edecek bir çevrenin kaygısını taşımışlardı. Müstakbel nesillerin karşılaştıkları dünyanın çirkin, çatışmalar ve kirlilikler dünyası olması bu nesillere karşı işlenen en büyük suç olacaktı. Batı Hıristiyan düşüncesindeki trajik varlık ve felâketler dünyası anlayışı yerine, Müslümanlar, memnu meyveyi yedikten sonra Allah tarafından affedilmiş olma inancı ile her nesle bu güzel dünyayı sürekli olarak yaşama imkânını sağlamayı asli ve en önemli vazife olarak kabul etmişlerdi. Nihai amaç güzel bir dünya meydana getirmek olunca bu şehirleri meydana getirenler cennetin parçalarını oluşturmaya çalıştılar. Özetle şehirleri inşa edenlerin düşüncelerini güzel bir dünya inşa etmek ideolojisi, gayesi, görev ve sorumluluğu teşkil ediyordu. Güzelliğin nasıl oluşturulacağı konusu ise şehir oluşmasının müteakip adımlarını belirledi. Bu, Allah'ın emrine kayıtsız şartsız bir teslimiyetle gerçekleştirilebilecek bir sonuçtur.

Bir diğer önemli husus ise, insanın karşısındaki bir engel olan şeytanca bozmanın uzakta tutulmasının gaye olarak benimsemesidir. Bir de şehirde kalıcı olan ile değiştirilebilecek olanın dengesinin gözetilmesi Osmanlı şehirleri kurulmaya başlandığı zamandan itibaren dikkate alınmıştır. Tabii evrensel olanla fani olanın karşıtlığı, kalıcı olanla geçici olanın karşıtlığına benzerdi. Bir taraftan mimari, üslüp güzellikleriyle bütün insanlara hitap eder ve ebediyen geçerli olacak değerler taşırken, yani İslâm'ın insanlara emrettiği davranış temellerinin özelliklerini yapıların üslübunda devam ettirirken, diğer taraftan yapıların her birinin ailenin ihtiyaçları ve yapının üzerinde yerleştiği bölgenin özelliklerine göre inşa edilmesi esas alınırdı. Doğrusu bu zenginliklerin gerçekleştirildiği yer olarak İslâm âlemi dışında başka bir örnek zikretmek mümkün değildir. Budapeşte'den Hicaz'a kadar kerpiçle, taşla yahut da ahşapla yapılmış olsun, soğuk veya sıcak iklimde olsun, fakir ya da zengin için olsun yapıların hepsi aynı üslüp özelliklerini taşıyordu.

Osmanlılar özellikle 19. asırda olmak üzere derin bir şekilde Batı'nın bir temel vasfının etkisi altında kaldılar. XIV, Louis'in ülkesi olan Fransa, Osmanlı'nın bir vilâyeti kadardı. Buna rağmen kendisini güneş batmayan ülkenin imparatoru ilân ederken, Kanuni Sultan Süleyman 200-300 metre cephesi olan sarayın sonsuz ufuklara bakan merkezi aksının yerine, Topkapı Sarayı'nın iki üç odasında yaşıyor ve gerçekten dünyayı idare ediyordu. Kanuni halifeydi ama mütevazı idi. İddiacı değildi, çekingendi. Sadaret divanında ağzını açıp tek söz söyleme hakkı yoktu, yalnız dinleme hakkı vardı. Söz söyleme hakkı kazaskerindi. Gururlanmak yerine mütevazı olmak onun hayatının tadıydı, lezzetiydi.

 

Gelenekteki ilk önemli farklılaşmalar nasıl ve ne zaman başladı?

Gelenekten farklılaşmada ilk önemli olay, Sultanahmet Camii'dir. Sinan, üslubuyla Sedefkâr Mehmet Kalfa gibi vakur olmak yerine, daha çok zarif ve neşeli olmak karakteriyle binayı vücuda getirmişti. Bu, ilk belirgin değer yargısı farklılaşması oldu. Sinan mektebi bir asır sonra tekrar gündeme geldi ve en son olarak Yeni Cami, Sinan takipçilerince ortaya konuldu. Bu benzeri gelişmelerden sonra ciddi bir gelişme de Selimiye Kışlası idi. III. Selim, orduya Nizam-ı Cedid getirmekle beraber Kanuni'nin Mimar Sinan'a yaptırdığı Kavak Sarayı ve Üsküdar Sarayı'nı yıkarak yerine büyük bir tesis inşa ettirmeye başladı. Bu derecede büyük bir yapı, dosdoğru XIV. Louis'den kaynaklanan merkezi hükümet fikrine tekabül ediyordu. Bu bir nevi büyük ölçünün, büyük kuvvetin bir yansımasıydı. Bu büyük ölçü Osmanlı'yı etkiledi. Aynı zamanda büyük ölçü bir organizasyon biçimi olarak da, bütünlüğün yapısı açısından, İslâmi bütünlük telakkisiyle bağdaşması neredeyse imkânsız olan bir bütünlük telakkisinin gelişmesini başlatan hareketti.

Osmanlı şehrinde mahalle, herkesin birbirini tanıdığı bin kişilik âdeta büyük bir aile tarzındaydı. Herkes birbirinin hakkını korur ve bütün meselelerini kendi içinde hallederdi. 17. asırdaki adalet kararları, buna dahildir. Bunun yerine bu bütünlüğe tamamen hâkim olacak şekilde başka bir merkezi irade vücuda getirilerek, merkezi iradenin âdeta orada hazır bulunduğu bir başka bütünlük telakkisi başlatılmıştı. Nitekim 1840 Ticaret Anlaşması İngilizler tarafından dikte edilip Mustafa Reşit Paşa tarafından kabul edildikten sonra, lonca temsilcileri Osmanlı tarihinde ilk defa müzakerelere kabul edilmediler. Ve orada Mustafa Reşit Paşa İngiltere'den gelecek bütün mallara akıl almaz teşvikler verirken, Osmanlı'da üretilen mallara aynı miktarda vergi getiriyordu. Bu ise Osmanlı mallarının dünyada satılmasını tamamen imkânsız kılıyordu. Buna karşı isyan eden loncaları ise katliamla yok ettiler, Loncalar çeşitli ihtisas gruplarına göre çeşitli şehir ve kasabalarda oluşmuş, belli sorumlulukları olan ve üretim faaliyetini düzenleyen birimlerdi. Merkezi otoritenin bu tavrı fethedilen yerlerde hükümdarların yaptığı ahidnamelerde de kendini gösteriyordu. Önceki dönemlerde yapılan ahidnameler bir insan grubu ile merkezi idare arasında bir bağımlılık akdi oluyordu. Onun gibi binlerce ahidname, insan gruplarını birbirinden bağımsız, kendi şahsiyetlerini ve haklarını muhafaza eden insan toplulukları haline getiriyordu. Tanzimat, halkın parçalardan oluşan yapısı yerine hepsini tek taraflı bir yığın kabul ederek, mahalli şartlardan doğan haklarını devam ettirme imkânını yok etti. Buna rağmen Lamartine 1830'larda Türkiye'ye geliyor ve “Cennet burası” diyor. “Batılıların tasavvur edemeyeceği iki özelliği var bu ülkenin. Bir tanesi temiz, diğeri de güzel bir ülke olması” diyor.

 

Şu halde şehirlerimiz için 1800'lere kadar bazı üslüp farklılıkları dışında olumsuz bir şey söylemek mümkün değil. Bozulma süreci nasıl başladı?

Lamartine Osmanlı âlemini büyük bir değerler ülkesi olarak görürken, Ziya Paşa Fransa'ya gidip döndüğünde “diyar-ı küfr”de kâşâneler, “mülk-i İslâm”da ise hep “virâneler” gördüğünü söyleyebiliyor. Lamartine'in gördüğü güzelliği fark etmemek sadece Ziya Paşa'ya has değil. Tanzimat'la beraber Osmanlı'nın üst düzey yöneticilerinin, yani padişah, şehzade, sadrazam ve hatta ulemanın inşa ettirdiği yapılar, dosdoğru Greko-Romen, Helenistik kültürden aktarılmış biçimlerin İstanbul'a taşınması şeklinde olmuştur. Biraz daha ileri gidersek harabe denilen bu ülkede, 20. asırda biçim dünyamızı değiştiren Fransız Le Corbusier İstanbul'da çizdiği resimler ve getirdiği çözümlerle 20. asır mimarisini ortaya çıkartıyor. Osmanlı ileri gelenleri Türk kıymetler hazinesinin farkında olamıyorlar. Çok karakteristik bir husus şudur bence: Abdülaziz ve Abdülhamid, katliamlarla Hıristiyanlaştırılmış Afrika'yı tekrar İslâmlaştıran iki büyük isimdir. Ne var ki, Abdülhamid musikiyle ilgili olarak “Alaturkayı severim fakat daha çok Beethoven'i severim” diyor. Böyle bir karakter, dönemin hâkim anlayışı olmuş.

İslâm'ın emrettiği ruh hallerine aykırı olanın İslâm'a da aykırı olduğunun farkında değiller. Burada çok mühim bir mesele gündeme geliyor. “Bir kavmi şirke düşmedikçe helâk etmeyiz” buyrulmuştur. Gerçekte bir gizli şirk teşekkül ediyor Osmanlı'da ve bu şirki fark etmiyorlar. Aslında inançları ona asudelik, sükünet, çekingenlik, tevazu, vakar tavsiye ederken, ibadetin şeklinde bile bilinçten kopmamayı şart koşarken, onlar kendilerini saldırganlığın, gürültünün, bilinci yok eden bir etkileme mekanizmasının içine bırakmayı tercih ediyorlar. Bu yanlış, Sultanahmet'le Ayasofya'nın önüne, Ayasofya'nın kubbesi hizasına kadar yükselen, Allah'ın bir lütfu olarak yanarak yok olan eski Adalet Nezareti binasını inşa etme hakkını veriyor. Akıl almaz bir mimari mucize olan Beşiktaş sarayının yapılarını yok edip, onun yerine Dolmabahçe Sarayı gibi kof bir saman çuvalına benzeyen, yine de dünya ölçeğinde düşündüğünüz zaman müthiş bir onuru olan bir sarayı inşa ediyorlar. Şuna tekrar işaret etmekte fayda var: XIV Louis ve Napolyon'dan etkilenen Osmanlı, büyük ölçeği ülkesinde hâkim kılmaya çalışır.

Konuyla ilgili olarak Turgut Özal'dan bir şey nakletmek istiyorum. Bir televizyon konuşmasında “New York'a gittiğim zaman şaşkına döndüm, dev gibi, harika, muazzam binalar. “Bunlar neden benim ülkemde olmasın' dedim?” diyordu. Tabii Turgut Bey de asli değerlerin neler olduğunu bu şekilde gözden kaçırmış oluyordu.

Batılıların baskısı sonucu şehirleri düzenleyen hukuki esasların ortadan kaldırılmasıyla birlikte başlayan hareket 1925'lerden sonra insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir tahribatı başlattı.

1943 yılında şehircilik dersine girdiğimiz çok meşhur bir Alman hoca, Prof. Oelsner, “Bana söyleyin, Türkiye'de ne yapmalı?” diye sınıfa sormuştu. Herkes bir şey söyledi. “Bilemediniz, ben söyleyeyim” dedi: “Türkiye dua etmeli ama ne için biliyor musunuz? Belediyelerin kasalarında mevcut bulunan imar planlarını uygulayacak yöneticiler çıkmasın diye. Eğer çıkarsa Türkiye birkaç asır belini doğrultamayacaktır”. Eline cetvel alıp Osmanlı'nın insan ölçeğindeki sokaklarını kargacık burgacık diye tarif eden kişiler, onların üzerine çizgi çizip geniş yollar yaparak, üzerinde arabaların hızla gittikleri, altlarında çocukların ezildikleri, insanların egzost dumanından kanser oldukları, annelerin çocuklarını sokağa çıkarmaktan korktukları bugünkü şehirleri imar ettiler.

Bu yeni şehircilik anlayışı Türk toplumunu en yaygın şekilde ahlâki değerlerin dışına iten rüşveti, her türlü suistimali en ücra köşelere kadar götürdü. İnsanların birine 2 kat yapı hakkı verirken diğerine 8, ötekine 10 kat vermek, topraktan farklı şekilde yararlanmaya müsaade etmek, şehirliden toplanan vergi ile vücuda getirilen altyapıdan kimisine 2 kat ölçeğinde, kimisine 30 kat ölçeğinde imkân vermek hasedin doğmasına, hasedin arkasından “Ben de aynı şeyi neden yapmayayım?” diye düşünerek şeytanla kol kola giren bir toplumun ortaya çıkmasına sebep olacağı aşikârdır. Ticaret kesiminde 2.5 milyon insan çalışırken, yaklaşık 15 milyon insan inşa ettiği ve edeceği evle ilgili olarak rüşvetle karşı karşıya geldi. İnsanlar şeytanla bir arada yaşamaya mahkûm edildi. Sonra her yapının tasarımı bir gösterişçilik haline geldi. 30 katlı binayı yapıp bütün daireleri satarak oradan ayrılmak isteyenler ise yaptıkları tanıtım kampanyalarıyla dünyanın en modern siteleri şeklinde yalanlar söylüyorlar. Ve bu yalanları sizin tekzip etme imkânınız yok.

 

Osmanlı'daki sadelik bugünkü sisteme uyarlanacak olursa yanlış şehirleşme durdurulabilir mi?

Soruyu şöyle açmak istiyorum: Osmanlı'da mahalleler, her biri kendi içinde yaşayan aile bütünlüğü gibiydi. Burada mahalleye hizmet eden çarşı fonksiyonu çok ufak bir şey. Dolayısıyla oradaki dükkânın sahibi bakkalın kendisi olabiliyor. Bunun yerine büyük ticaretin cereyan ettiği yer kapalı çarşılar, hanlar, kervansaraylar olmuştur. Osmanlı toprak hukukunda toprak Allah'a aittir. Biz emanetçiyiz. Emanetçi olarak halifeye, dolayısıyla devlete aittir toprak. İnsanlar evlerini inşa ederken toprağın kullanım hakkını satın alabilirler, satabilirler ve orada yalnız ev yapabilirler. Şehir merkezine doğru bu ev biraz daha iri olur. Evler arasındaki mesafe biraz daha azalır. Şehrin dışına doğru gittiğinizde bu defa merkezden uzak olması sebebiyle bahçeli olmanın zevkini, lezzetini bulursunuz. Dolayısıyla insanlar tercihlerine göre evlerini belirlerler. Ancak arsayı bire alıp ona satmak yoktur. Şehir merkezine gelince; şehir toprak değerinin %85'ini vakıf araziler teşkil eder. Osmanlılar belli odak noktalarını kontrol etmişler, gerisini yapı ve değerler sisteminin şartlarına uymak kaydıyla serbest bırakmışlardır.

 

İstanbul'u yeniden sıhhatli ve yaşanılır bir şehir haline getirmek mümkün mü?

Sözünü ettiğim şey Türkiye'nin geleceğidir. İstanbul bu şekilde teşkilâtlandırılmazsa Türkiye hakkındaki kararlar başka yerlerde alınacaktır. Bunu gerçekleştirmek Türkiye'ye ve bütün gelecek nesillere karşı vazifemizdir. İstanbul için eski çabaların içinde biri olarak yapılacak çok farklı bir iş var. Halk bunu destekler. Yalnızca yöneticilerin bunu anlayacak bir açık kalpliliğe sahip olmaları gerekiyor. Çok önemli dediğim şey, bugün ya da yarın için değil, ahiret için düşünme tavrı içinde olmaktır. Bir başka husus, arazi kullanımını iyi düzenlememiz gerekmektedir. Arazi kullanımı şu demek: İskân alanlarını, ticarethaneleri, sanayi tesislerini ve yeşil alanları belirleyen kararların çok sıhhatli alınması.

Seçimlerden önce bazı arkadaşlarla bir sohbetimiz oldu. “Pendik'i, Küçükçekmece'yi İstanbul merkezine bağlı hale getirirseniz İstanbul'un yoğunluğunu artırırsınız. Yolları genişletirseniz, metro yaparsanız, iyi çalışan bir otobüs ağı kurarsanız bu merkeze gelen insan sayısını artırmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. Halbuki bu şehirleri iktisadi ve sosyal açıdan merkeze bağımlılıktan kurtarmak gerekmektedir” dedim. Paris'in etrafına 9 şehir inşa edildi, bu büyük bir hata idi. Londra etrafına bazı şehirler inşa edildi, aksine Londra'nın merkezini yoğunlaştırdı. Bunu önlemek için iki tedbir türü var. Birincisi, şehir içinde toplanan yoğunlukları bu bölgeleri bağımsızlığa kavuşturacak şekilde başka merkezler vücuda getirerek o merkezlere dağıtmak. İkinci tedbir, nüfusun aykırı yerleşmelerini bertaraf edici tedbirler almak. Meselâ İstinye'de çalışan bir insan Kartal'daki kooperatif evlerinde oturmamalı. İstinye'de gecekondulaşmaya fırsat vermeden bu insanlar için konutlar tesis edilmeli. Tabii bu ilişkileri düzenlemek oldukça zor, ancak imkânsız değil.

İstanbul'un bu şekilde merkezileşmesi Osmanlı'dan itibaren devam edegelen politik merkezileşmenin tam bir devamı şeklindedir. Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin halkı kırbaçla adam etme tasavvurlarının bir nevi sonucudur bugünkü İstanbul. 1994 Ocak ayı para değeriyle yapılan bir hesaplamada İstanbul'da yıllık şehir içi ulaşım masrafı, otobüs ya da diğer kamu taşıma araçlarının, özel arabaların daha fazla ödemeleriyle trafik sıkışıklığından kaynaklanan iktisadi kayıplar ve seyahat sürelerinin uzunluğu nedeniyle, insanların ömürlerinden kaybettikleri sürenin iktisadi karşılığı hariç tam 90 trilyon liradır. 20 milyonluk Frankfurtunki bunun on beşte biri kadar. Çünkü Frankfurtun merkez şehri 1 milyon kişi. 20 milyonluk Frankfurt'un diğer şehirleri 20 bin, 30 bin gibi düşük nüfus yoğunluklarından oluşmaktadır. Burada yıldız kümesi şeklindeki şehirleşme biçimi üzerinde durmak istiyorum. Biz 1954'te bir grup arkadaşla “Türkiye'de şehirleşme yıldız kümesi şeklinde olmalıdır” dedik. Bundan 8-10 sene evvel Türkiye'de incelemede bulunan bir grup araştırmacının önerdiği çözümlerden iki tanesinden birisi yine yıldız kümesi biçimindeki şehircilikti. Yıldız kümesi şehir biçiminin bugün için gerçekleştirildiği tek yöre Orta Avrupa. Almanya'nın federatif yapıya sahip olması, İngiltere ve Fransa'dan aşağı yukarı 50-60 sene sonra sanayileşmeye başlaması ve oralarda yaşanan felâketin farkında olması, ayrıca Almanya'nın Napolyon tarafından çiğnenmiş olması dolayısıyla da merkeziyetçi güçlerin tahripkârlığını görmüş olması muhtemelen Almanya'yı yıldız kümesi biçimi şehirciliğe yöneltti. Almanya, Fransa ve İngiltere'deki yanlışları görürken biz akılsızca yapılan yanlışları doğru diyerek alıp Türkiye'ye getirmişiz.

 

Kurulacak bu şehirlerde mimari, eski dönemlerdeki gibi ikişer, üçer katlı olabilir mi? Yoksa çok katlı olması mı gerekiyor? Eğer çok katlı olursa “bin kişilik bir aileyi andıran” mahallelerdeki idari mekanizma bugün gerçekleşebilir mi?

Amerika ve Batı Avrupa'nın “Türkiye anti-demokratiktir” diye yönetim mekanizmalarına bastırdıkları konulardan bir tanesi, halkın yönetime katılması konusudur. Bu fikir (katılım düşüncesi) Avrupa'da şöyle gelişti: Arnavutluk'ta Enver Hoca iktidarı ele geçirdiğinde, Osmanlı mahalle teşkilâtı henüz feshedilmemişti. Dünyada Osmanlı mahalle teşkilâtının yok edilmediği tek noktaydı Arnavutluk. Enver Hoca bakıyor ki, halk burada kendi kendisini idare ediyor. Halbuki komünist teoriye göre iki asır işçi sınıfı diktatöryası olacak, iki asır sonra halk kendi kendisini idare edecekti.

Bu mahalli teşkilât Arnavutluk'a ikide bir hâkim olmak isteyen İtalyanların dikkatini çekiyor, özellikle de İtalyan Komünist Partisi'nin. Bu parti Arnavutluk'taki Osmanlı mahalle teşkilâtını araştırıyor ve seçim kazandığı bölgelerde uygulamaya koyuyor. İtalya'da insanların kendi mahalle ve sokaklarıyla ilgili söz söylemeleri müthiş bir etki yapıyor. Bu arada Boston'da bütün dünyanın ilgisini çeken önemli bir hadise yaşanıyor. Federal hükümet tarım alanlarından geçen bir karayolu şebekesi kurmak istiyor. Bunun farkına varan köylüler karşı çıkıyorlar. Bu çok radikal bir hareket haline geliyor. Bunun üzerine karayolları merkezi teşkilâtı bir geniş araştırmacı ve bilim adamı grubunu konuyu incelemek üzere Arnavutluk'a gönderiyor. Bunlar 1-1.5 sene köylülerin nelere itiraz ettiklerini araştırıyor ve görüyorlar ki, köylüler tamamen haklı. Merkezi inceleme ve karar mekanizmalarının masada aldıkları kararların mahalli gerçeğe erişmesine imkân olmadığı deneyle ortaya çıkıyor. Boston vakası İtalyan şehirlerinde halkın karar sistemine katılmasını gündeme getiriyor ve İtalyan Komünist Partisi'ne itibar kazandırıyor. Onlar da buradan hareketle mahalli seçimlerde bütün İtalyan şehirlerinin %80'ini kazanıyor. Beraberinde insan ve toplum lehine bir uygulama olması nedeniyle Mukaddes İttifak denilen Hıristiyan Demokratlarla Komünistler arasında bir ittifak oluşturuluyor. Bu olayı Avrupa Konseyi toplantılarında her iki cepheden dinleme fırsatını buldum. Bundan sonra alınacak kararlarda halkın katılımını sağlamak, çözümü oldukça kolaylaştıracaktır.

Buradan İstanbul'a geçmek istiyorum. İstanbul'a gelecek nüfus, henüz gelmeden durdurulmalı. İstanbul'un fethinden 30-40 sene sonra nüfus 500 bine ulaşıyor. 1840'a kadar da değişmiyor. Çünkü insanların bir arada olmalarının en verimli oldugu bir yoğunluk düzeyi var. Bu yoğunluk düzeyini geçerseniz insanca yaşama şartları yok oluyor. Bunun altına inerseniz, bu defa insanlar arası münasebetin verimli yoğunluğu sona eriyor veya azalıyor. Dolayısıyla Osmanlılar İstanbul'u bu yoğunlukta koruyor ve yıldız kümesi şeklindeki bu yapıyı dört asır devam ettiriyorlar.

 

“Bu icraat, İstanbul'un kendi içinde medeniyet olarak yükselişini sağladı ama taşranın da kendi kabuğu içerisinde kalmasına sebep oldu” şeklinde bir düşünce var. Bu düşünceye katılıyor musunuz?

Bu doğru değil. İstanbul'da Bağdatlı Fuzuli okunduğu gibi Amasya'da da Bâki okunuyordu. Osmanlı'nın son 15 yılında en önemli musiki odaklarından birisi Kütahya idi. Kütahya'daki neyzenler Osmanlı musikisini yaşattılar. Son derece yoğun bir alışveriş olduğuna hiç şüphe yok. İstanbul'da üretilenler dünyanın her yerine gidiyordu. Ayrıca loncalar birbirleriyle yoğun ilişkiler içerisindeydiler. Yani Sinan yalnız İstanbul'u inşa etmedi.

 

Osmanlı mahallelerinde tekkelerin fonksiyonları nasıldı? Bugün İslâm şehri kurulacak olsa bu ihtiyacı hangi müesseseler karşılayabilir?

Bir kere şunu söylemek lazım, bu ihtiyacı yine tekkeler karşılayabilir. Osmanlı mahallelerinde tekkeler buluşma merkezleriydi. Rahmetli dedem Kasımpaşa civarındaki Turabi tekkesinin şeyhi idi. Babamdan tekkedeki hayatla ilgili hatırladığım şeyler şunlar: Her gün otuz-kırk kişi tekkede yemek yiyorlar. Maksat, yemek vesilesiyle bir araya gelmek. Burada birbirlerini, akıllarına gelen bir düşünceden, bir vakanın değerlendirilmesinden haberdar ediyorlar. Sonra tasavvufi eğitim yapılıyor. İslâm'ın emrettiği ruh hallerine, davranış biçimlerine eriştirmek için insanlar bilgilendiriliyor ve kendi kendilerini terbiye etmelerinin imkânları hazırlanıyor. Bu, insanlara son derece yüksek bir disiplin kazandırıyor. Tekkeler düşünce ve bilgi geliştirme merkezleri olarak yaşıyor. Bu merkezin eğitimine tabi olanlar son derece hızlı ve kat kat yüksek düzeyde idrak kabiliyetine sahip insanlar oluyorlar. Her kişi dini ve (böyle bir tevil düşündürücü ama anlaşılması kolay olsun diye söylüyorum) felsefi bir varlık haline geliyor. Her biri düşünce melekeleri en üst düzeye çıkmış kişiler oluyor.

Orada yetişen insanların her biri yeni ufuklar inşa edebilecek bir kıvamda oluyor.

Bu bilinç, yapı kalfasına da intikal ettiriliyor. Yapı kalfası da insan-ı kâmil olarak yetiştiriliyor. Neticede bu, onun kurduğu yapıya da yansıyor. Din ve tasavvufun birlikteliği Osmanlı'daki sade, zarif ve mükemmel şehirleşmenin kaynağı olmuştur, diyebiliriz. Bunda hiç şüphe yok. Şehirlerdeki bu sadelik nasıl şehir yapısını meydana getirdiyse aynı zamanda mimarinin değerlerini de veriyor: Sade olmak, mütevazı olmak, vakur olmak, tam gerçek olmak... Hem de o kadar gerçek olmak ki, o gerçeğin karşısında huşu hissini duymamak mümkün olmasın.

 

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Eğer önümüzdeki 30 sene zarfında yeni ilaveler yaparak şehirleri yaygınlaştırmak ve yoğunluğu artırmak suretiyle yoğunluğu artan yörelerin sahiplerine menfaat sağlamaya devam edersek bu ülkede insanca yaşamaya imkân kalmayacaktır. Bu yanlış gidiş devam ettiği sürece Türk ekonomisi çökecektir. Hiçbir yaklaşım bu israfın önüne geçemez. Bu israfa son vererek kat kat az kaynaklarla fakat cennet güzelliğinde yeni şehirler inşa ederek yıldız kümesi biçimindeki şehirleri gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu en kısa zamanda âdeta savaş verircesine Türk toplumuna anlatmak mecburiyetindeyiz ki, bu ülke 30 sene sonra içinde yaşanmayacak bir cehennem haline gelmesin.