Küreselleşmenin Aile Üzerine Etkileri ve İslami Perspektif - Alparslan Aydar

Küreselleşmenin Aile Üzerine Etkileri ve İslami Perspektif

Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Birliği gibi yapılar, Batı'nın “küreselleşme” hedefine uygun olarak siyaset yapan “sömürgeci” yapılarıdır. Sömürgeleştirdiği ülkelerde “Batılılaşmayı” hedef olarak sunar. Kendine üye olan bu devletler vasıtasıyla kendini güçlendirir ve onların siyasetlerini belirler.

Küreselleşmenin Aile Üzerine Etkileri ve İslami Perspektif
Fatma Çetin
Rıhle Kitap
Mîsak Dergisi
Sayı: 384 / Kasım 2022

Önsöz

Son dönem İslâm tarihini temsil eden Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı'nın okunduğu 3 Kasım 1839'da siyasi, kültürel ve sanayi alanındaki gelişmelerin tesirinde kalarak, batılı devletlerin kendi üzerindeki etkinliğini resmen kabul etmişti. Bu tarihten itibaren “ıslahat” adıyla yapılan hemen bütün değişikliklerin üzerinde batılı entelektüellerin etkisi vardır. Batılılaşma fikri, modernleşme ya da bir başka ifadeyle seküler dünya görüşü çerçevesinde geliştiğinden dini eğitim temelli medreselerde yetişen ulemânın devlet yönetimindeki belirleyici konumu giderek zayıfladı. Onların yerini Batı'da eğitim görmüş olan entelektüeller doldurdu. Eğitim müfredatının Arapça olduğu medreseler geri plana atıldı. Gayrimüslim azınlıkların da söz sahibi olduğu seküler eğitim kurumları açıldı. Batı dillerini iyi bilenler önem kazandı. Sünnet ve müstehapların yerini Batı'nın örf ve adetleri aldı. Batılı kimlikler, romanlar ve yine Batı'dan aktarılan basılı medya yoluyla son derece sevimli bir şekilde topluma sunuldu. Evlerdeki haremlik-selamlık ayrımı yerini alaturka-alafranga ayrımına bıraktı. Teehhül, tezevvüc gibi kelimelerle ifade edilen evlilik ya da evlenme kavramları yerine Batı'daki familia/aile kelimesi ikame edildi.

Bu çalışmaların devamında Batı dünyasında olduğu gibi “kadınlar” için ayrı bir başlık açıldı. Medreselerin ve ulemânın değersizleştirilmesi, Osmanlı kadınının eğitimsiz olduğunu iddia edenlerin sözlerini güçlendirdi. Modernitenin toplum tabakalarına göre “eğitimli kadın” kriteri farklıydı. Mesela varlıklı aileler için eğitimli kadın demek, gayrimüslim mürebbiyeye sahip olmak, Fransızca bilmek, iyi bir müzik eğitimi almak, piyano çalmak, ev döşemesinde ve kılık kıyafette Batı modasını takip etmek, geniş salonlarda kadınlı erkekli sohbet düzenlemek ya da şiir söylemek anlamına gelirken, gayrimüslim azınlıklar için devletin yeni açtığı mekteplerde eğitim görerek meslek sahibi olmak ya da imkan bulanların yurt dışına gidip oradaki okullardan meslek sahibi olarak geri dönmesi anlamına geliyordu. Bu durum gayrimüslim azınlıkların devletteki konumunu güçlendirirken Müslümanların konumunu zayıflatıyordu.

Bu tartışmalar esnasında yaşanan 1. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti'nin sonu oldu. Bütün İslâm coğrafyası sömürgeciler tarafından işgal edilerek bölüşüldü.

Günümüzde küreselleş(tir)me adı altında devam eden yeni sekülerlik çalışmalarının “aile birliği” etrafında tekrardan yoğun bir çatışma meydana getirdiği görülmektedir. Adına “aile krizi” denilen bu çatışmaların izi sürüldüğünde bu düşünce sistemini materyalist anlayışa dayalı salt dünya hayatına göre yapılandırmış olan Batı uygarlığı ile düşünce sistemini tevhid ve ahiret inancı çerçevesinde inşa eden İslâm medeniyetinin çatışmasından kaynaklandığı tespit edilmiştir. Algılama ve düşünme biçimlerinde köklü değişim meydana getirmeyi hedefleyen bu çatışmalar, hiç beklenmeyen bir anda ortaya çıkacak olan ve önlem alınmakta geç kalınan yanlış tutumlara işaret etmektedir. Tanzimat döneminden başlayarak günümüze kadar devam eden bu değiştirme isteği geçmişte kaplumbağa hızında olsa da günümüzde toplumların zihin değişimi için sadece yirmi yıl gerektiği iddia edilmektedir.

Araştırmamızda küreselleş(tir)menin başlamadığı veya henüz Müslümanların hedef alınmadığı bu dönemde Batı'da yaşatılan aile ve aile anlayışı, modernleşme çalışmalarıyla beraber Müslümanlara aktarılmaya başlaması bakımından önemli görüldüğü için Batı Dünyasının Aile Tecrübesi: Ailenin Temelleri başlığıyla ele alınmıştır.

Bu bölümde ilk olarak küreselleş(tir)me öncesi dini geleneği temsil eden putperest Roma ailesi ve sonra Roma İmparatoru I. Konstantin (M.S. 273-337) zamanında Hristiyanlığı kabulüyle başlayan Katolik ailesi tanıtılacaktır. Sonrasında Batı'nın günümüz seküler ailesine temel teşkil eden Protestan ailesi ve devamında Code Civil Kanunu'nun kabulü ile başlayan seküler Batı ailesinin ilk evresi tanıtılacaktır.

Yine Friedman'a göre küreselleş(tir)menin dünyayı orta boydan küçük boya getiren ikinci adımında ise sömürgecilerin gözleri Müslüman coğrafyaya yönelmiştir. Bu tarihten itibaren küreselleş(tir)menin itici gücü kapitalizm olmuştur. 1800'lerde başlayan bu süreç birinci ve ikinci dünya savaşlarıyla biraz hız kesse de tekrar toparlanmış 2000'li yıllara kadar şirketler yoluyla sömürmeye devam etmiştir.

Yine Friedman'a göre 2000'li yıllardan sonra Batılı sermaye grupları neredeyse dünyanın tamamına hâkimdir ve onlar için dünya minnacık denebilecek bir boyuttadır. Bunu sağlayan ise fiber optik şebekeyle birlikte yazılımın keşfedilmesidir. Netice itibarıyla artık dünyanın her yerinde insanlara ulaşmak ve etkilemek için kas gücüne veya fazladan para harcamaya gerek kalmamıştır.

Çalışmamızda bu bölümde Batı aile tecrübelerinin ve kavramlarının Müslüman ailesine intikal ettirilme süreci ve yöntemleri değerlendirilmiştir. Modernite veya postmodernite gibi kavramların Batı seküler kültürünün bir ifadesi olduğu ve küreselleş(tir)menin bu kavramları Müslüman Türk ailesini dönüştürmek maksadıyla kullandığı kabul edilmiştir. Ayrıca 80'li yılların sonundan itibaren aileyi kadın üzerinden yeniden konumlandırmayı hedefleyen uluslararası anlaşmalar yoluyla Müslüman ailesinde meydana gelecek değişimlere işaret etmesi bakımından günümüz Batı ailesinin durumuna dikkat çekilmiştir.

Üçüncü bölümde İslâm bakış açısına göre küreselleş(tir)menin Müslüman aile anlayışında meydana getirdiği değişiklikler ve günümüz Müslümanlarında ve ailesinde riskli hale gelen yönlere işaret edilmiştir. Son olarak aileye yönelik tehlikeleri çözecek olan Müslümanlarda olması gereken özelliklere işaret edilerek konu tamamlanacaktır. Değiştiğini ve Batıdakine benzeştiğini iddia ettiğimiz Müslüman ailesinin mukayesesi, en son özgün ve sağlıklı örneği olduğuna inandığımız, Osmanlı Devleti'nin payitahtında yaşatılan veya buna en yakın özellikler gösteren bölgelerdeki aileye kıyasla yapılacaktır.

 

Giriş

İnsanı dünyaya karı-koca olarak beraberce gönderen Allah Teâlâ onları “birbirine örtü yaptığını” ifade ederken bu örtünün Allah'ın emir ve yasaklarına saygı ve sevgiyle bağlılık anlamına gelen takva ile mümkün olacağına da işaret etmiştir. Misâk-ı galîz olarak tanımlanan evlilik akdi ile başlayan birlikteliğin hayat boyu devam eden muhabbet ve dostluğa dayandığı, bu mümkün olamadığı takdirde önlerini açarak boşama imkânı verdiğini belirtmiştir. Allah, kendi belirlediği bu sınırları çiğneyenleri ise “zalimler” diye vasıflandırarak uyarmıştır.

Yine Kur'ânda Müslümanın kendisine göz aydınlığı olacak, gönlüne sürur ve coşku verecek eş ve çocuklara sahip olmak için Allah'a dua etmesi gerektiği bildirilir? Allah Rasulü (s.a.v) “Evlenmek benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden vazgeçerse benden değildir”, “Gençler, içinizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Zira evlenmek gözleri haramdan daha çok korur, zinadan daha çok muhafaza eder. Gücü yetmeyen kimse ise oruç tutsun. Çünkü orucun şehveti kıran bir özelliği vardır” buyurmuştur.

Aile, insana bu dünya hayatında Allah'ın bir kulu olarak varoluş amacını gerçekleştirmesinde yardımcı olması için ihtiyaç duyduğu fonksiyonel bir birim ve araçtır. Kadın olsun erkek olsun her insan, yeryüzündeki kulluk vazifesini tek başına değil de bir aile içinde yer aldığında daha kolaylıkla yerine getirebilecektir.

Çünkü aile, fertlerinin maddi ve manevi dayanışma içinde organize oldukları yerdir. Bu sayede dünya hayatı kolaylaşır. Aile yoluyla mahremiyet sınırları belirlenir, nesillerin devamı sağlanır.

Allah Teâlâ insanoğlunu mükerrem sosyal bir varlık olarak yaratmış, yarattıklarının çoğundan farklı özelliklerle donatarak üstün kılmış ve tek başına değil, diğer insanlarla beraber toplumsal bir hayat yaşamak için yaratmıştır. İşte İslâm, bazı temel özelliklerle Allah tarafından yaratılmış olan insanın bu yapısını fıtrat olarak ifade etmiş ve bu fıtratın bozulmadan devamını hedefleyerek bazı tedbirler almıştır.

Allah Teâlâ'nın bildirdiği üzere bir Müslümanın manevi mesuliyeti sadece kişisel hayatıyla sınırlı olmayıp aynı zamanda yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden kendisini ve ailesini korumaktır.

Erken Cumhuriyet döneminde yaşanan bu değişikliklerden yaklaşık 100 yıl sonra, küreselleşmeye teslim olmayan Müslüman-Türk ailesi yeniden küreselleş(tir) me çalışmalarının hedefi olmuştur. Şöyle ki, Birleşmiş Milletler'in hazırladığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi” (CEDAW) adı verilen sözleşmenin 1985 yılında Türkiye dâhil olmak üzere çoğu üye ülke tarafından imzalanması ile Medeni Hukuk'un değiştirilmesini gerektirecek yeni bir dönem başlamıştır. Bu tarihten sonra Türkiye söz konusu sözleşmeye uygun alt yapının hazırlanması için yeni birtakım kurumlar oluşturmaya başlamıştır.

80'li yılların sonlarından itibaren faaliyete geçen bu kurumlar ailenin; sosyolog, psikolog, antropolog, tarihçi, iktisatçı, maliyeci, sosyal güvenlikçi, sosyal hizmetçi, ev ekonomisti, gönüllü kuruluş temsilcileri gibi farklı meslek gruplarının araştırmalarına göre mercek altına alınmasını talep ettiler ve yapılan çalışmaların küresel boyutta ele alınmasını istediler.

Çünkü içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda iletişim araçları vasıtasıyla Batı kültürü bütün dünyaya yayılmaya başlamıştır ve bu değişim dünyaya yeni bir süreç yaşatacaktır. Bu şekilde Batı ailesine, kültürüne ve kaynaklarına dayalı olarak masaya yatırılan Müslüman ailesi bir taraftan akademinin önemli bir konusu haline getirilirken devlet politikalarının da bir aracı haline gelmiştir. Bu çalışmaların sonucunda CEDAW Sözleşmesi'ne uygunluğun sağlanması için 2000'li yıllardan itibaren yeni kanunlar çıkarılmaya başlanmış, Medeni Hukuk'taki pek çok madde değiştirilmiş ve Türk Aile Hukuku ailenin kadın bireyi üzerinden yeniden düzenlenmiştir.

CEDAW Sözleşmesi'nin ardından aileyi ilgilendiren ikinci adım, Avrupa Konseyi tarafından Feride Acar'ın ifadesiyle iki yıllık tartışmalar sonucunda hazırlanan 80 maddelik “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkı” (kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi) ile atılmıştır. Bu sözleşme ile aile veya ev, kadına yönelik şiddetin merkezi kabul edilerek toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği gibi kavramlarla özellikle meşru olmayan ilişkilerde bulunanların korunmasına yönelik yeni bir hukuk dili geliştirildi. 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul'da imzaya açılan sözleşme 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi.

CEDAW 'dan farklı olarak iç hukukta yaptırım gücü olan İstanbul Sözleşmesi’nin bütün maddeleri kanun hükmündedir. Bunun için 80 maddenin herhangi biri hakkında anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamaz. Bir konu hakkında İstanbul Sözleşmesi ile kanunların çatışması durumunda İstanbul Sözleşmesi hükümleri esas alınır. Çünkü İstanbul Sözleşmesi hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olarak kabul edilmiştir. (Türkiye Cumhuriyeti, 1 Temmuz 2021 itibariyle sözleşmeden çekilerek önemli bir adım atmıştır. Ancak İstanbul Sözleşmesi esas alınarak hazırlanan yasal mevzuatta bir değişikliğe gidilmemiş olması bu noktada gündemde tutulması gereken önemli bir noktadır. M. Z. Aydar)

Bu gelişmelere bağlı olarak günümüz küreselleş(tir)me çalışmalarının özellikle Müslümanları hedef aldığı görülür. Çünkü İslâm Müslümanları, Allah'tan başkasına kul olmamak üzere yetiştirir. Bu yüzden küreselcilerin bu sözleşmelerle kendi isteklerini yerine getirecek halk tipini oluşturmak için Müslüman ailesini seçtiği kanaatinin oluşması tabiidir. Günümüzde küreselleş(tir)menin “tek tipleştirme” çalışmalarının iletişim organları ve uluslararası anlaşmalar yoluyla hızlandırıldığı ve buna bağlı olarak Batı toplumlarında görülen aile çeşitlerinin, hastalıklı kişiliklerin, toplumsal problemlerin Müslüman toplumlara taşınmasını kolaylaştırmak ve böylece Müslüman ailesinin sağlam yapısını zayıflatmak amacını güttüğü açıktır. Şöyle ki dünyaca ünlü bazı bebek maması firmaları “Çocuklarınızı cinsiyet kalıplarına sokmayın” tavsiyesinde bulunurken toplumsal cinsiyetçi politikaların aslında erkek çocukların erkek, kız çocuklarının kız gibi fıtratlarına uygun olarak yetiştirilmesinden rahatsız olduğunu ispat etmektedirler.

Biz bu çalışmada “küreselleşmenin aile üzerindeki etkileri”ni araştırırken Batı'nın küreselleş(tir)me çalışmalarının aşamalarını, kendi seküler ve feminist kültürünün gerek iletişim araçları gerekse uluslararası sözleşmeler yoluyla Müslümanlara aktarımı sonrasında meydana gelen ve gelecek olan değişikliklerin aileye etkileri boyutuyla ele almaya çalıştık.

Diğer taraftan geldiğimiz noktada seküler veya yarı seküler kesimlerin ailenin ve özellikle kadınların mağdur oldukları, şiddet gördükleri gibi söylemlerinin küreselcilerin halkları sömürmek için kullandıkları bir dil olduğuna dikkat çekmeyi amaçladık.

İslâm'da günlük hayatın helal ve haram ilkesine göre belirlendiği, bu bakımdan Batı'nın geliştirdiği seküler kültüre göre zamanı modern, post-modern, post-truth gibi ayrımlara tâbi tutmalarının Müslümanlar için bir anlam ifade etmemesi gerektiğine işaret edilmiştir. İslâm'ın günümüz aile ve kadın ile ilgili problemlerin çözümünde yetersiz kaldığı fikri, Batı kaynaklı olduğu için tedbir diye ortaya atılan düşünceler kabul görmemelidir. Çünkü değişen dünya değil, Müslümanların kendileridir.

Küreselleş(tir)menin etkisi altında kalan Müslüman toplumlarda ve Müslüman ailesinde yaşanan problemlerin Batı dünyasında yaşananlarla benzeştiğine işaret edilerek, Batı aile tecrübesi günümüzde veya gelecekte yaşanacaklara örnek olması amacıyla ele alınarak aile anlayışı sorgulanmıştır.

Bu amaçla Batı ailesinin en eski örneği olarak Roma putperest ailesi incelenmiştir. Çünkü Medeni Hukuk'un temelleri Roma hukukuna dayanmaktadır ve bunun 1926'da kabulü ile beraber Roma hukukunun aile ile ilgili kuralları Müslüman Türk ailesine uygulanmaya başlanmış, değişimin ilk aşamasını bu kanun meydana getirmiştir.

Küreselleş(tir)me çalışmalarının modernleşme ile Osmanlı'ya yöneldiğinde Müslüman ailesinin tam çatışmanın ortasında kaldığına işaretle, çalışmamızda vurguladığımız günümüz Müslüman Türk ailesindeki değişimin izleri Tanzimat dönemine kadar uzanmaktadır.

 

Araştırmanın Önemi

Bugünün Müslüman ailesi, kendi değerleri olan “iffet ve mahremiyet”, “meveddet ve rahmet” kavramlarıyla değil; Batı kültür ve medeniyetinin aileye ilişkin ürettiği “toplumsal cinsiyet eşitliği” ve “toplumsal cinsiyet eşitliği politikaları”, “şiddet”, “kadına şiddet”, “cinsel yönelim” gibi kavram, teori ve modeller, yapılar ve bulunan çözümlerle anılmaktadır.

Batı'nın insanı merkeze alan “haz” odaklı düşünce sistemi son zamanlarda Müslüman dünyasına aile aracılığıyla aktarılmaya ve Müslümanın da bu dünyadaki yaşama amacının “mutlu aile” kurmak olduğu algısı oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Kur'ân ve Sünnet'e dayalı yorumlar “mutlu aile” algısı oluşturmaya yarayacak örneklerle derlenmekte, Hz. Peygamber (s.a.v) bütün ömrünü eşlerine adayan bir erkek olarak sembolize edilmektedir.

İslâm'da kadın ve erkek ilişkilerini belirleyen iffet ve mahremiyet kavramlarının yerini her şekilde nefsin isteklerinin yerine getirilmesini amaçlayan cinsellik kavramının aldığı görülmektedir. İslâm'da zinaya götürdüğü için yasaklanan davranışlar modernlik adına değiştirilmektedir. Erkeklerin evini geçindirmek için çalışmasına karşılık kadınların kocalarına itaat edip saygı göstermesi ve çocuklarıyla ilgilenmesi cinsiyetçi bir iş bölümü olduğu gerekçesiyle reddedilmektedir.

Kızlar için “kendi ayakları üzerinde durmak, koca eline bakmamak” şeklinde ifade edilen yeni bir hedef belirlenerek kadınların da maaşlı bir işte çalışmaları teşvik edildiği gibi kadınların çalışmazlarsa özgür olamayacakları ve buna bağlı olarak milletlerin de kalkınamayacağı fikri seküler olan veya olmayan her kesimden kabul görmeye başladı. Artık ailelerin kız çocuklarının da ellerinin ekmek tutmasını şart koşmaya, buna mukabil çoğu genç erkeğin de eğitimli ve meslek sahibi genç kızlara ilgi göstermeye başladığı herkesin malumudur.

Büyüklerimizden aktarılan “Öyle bir zaman gelecek ki o zamanda doğu ile batı yakınlaşacak; doğudan bakan batıyı, batıdan bakan doğuyu rahatlıkla görecektir.” meselini günümüzde iletişim teknolojileri vasıtasıyla, dünyanın her yerinden çok kısa sürede haberdar olarak yaşamaktayız. Bir de bunun yanında, aktarılan bilginin mahiyeti üzerinde durmayıp, bu teknolojileri üretenlerin belirlediği mecradan dünyayı değerlendirmekteyiz. Bilgi teknolojilerinin üreticisi olan Batılı kaynakların, Müslüman âleminden verdiği doğru veya yalan olumsuz haberler, her geçen gün insanları Müslümanların aile değerleri ve hayatları hakkında şüpheye düşürmektedir. Günümüz ailesi üzerine yazılar yazan meşhur psikiyatr Prof. Dr. Erol Göka, teknomedya adını verdiği kitle iletişim araçlarının, genel olarak aileye karşıt, onun aleyhine bir şekilde işlediğini iddia ederken haklıdır.

Başta görsel medya olmak üzere tüm medya organlarında aile; ataerkillik, erkek egemen aile yapısı, kadın hakları, kadının ezilmişliği, kadına şiddet, cinsel istismar, küçük yaşta evlilik gibi menfi başlıklarla ele alınmakta; bütün bunların sorumlusunun “erkekler” olduğu iddiası kabul görmektedir. Erkeklerin kadınlardan fiziki olarak daha güçlü oldukları için bu özelliklerini kadınlara baskı unsuru olarak kullandıkları kabulüne göre hareket eden bazı dernekler reklamlarında erkekleri sadece “erkek” oldukları için eşlerine karşı davranışlarında bazı hayvanlardan daha kötü oldukları imasında bulunarak bu yolla onları ikaz etmeyi uygun görmektedirler. Neticede bu tür propagandalar “erkek” olduğu için sürekli eleştirilen babaların aile içinde baskılanmasına sebep olmakta ve erkeği eşinin ve çocukların karşısında etkisizleştirmektedir. Buna karşılık kadının güçlendirilmesi söylemi ile ailede kadınlar her türlü fedakârlığı yapan, bütün yükü omuzlarında taşıyan ama buna karşılık koca tarafından değeri bilinmeyen, mazlum bir aile ferdi şeklinde takdim edilmekte, her türlü iltifat kadına yöneltilerek aile içindeki eşitlik bozulmaktadır. Bunun sonucunda karı ve kocanın birbirine karşı tahammülü azalmaktadır.

İslâm'daki “meşru” ve “gayrimeşru” ayrımı yok sayılmakta, gayrimeşru ilişki yaşayanlar veya birtakım cinsel sapkınlıklar hoş görülmekte, yukarıda da ifade edildiği gibi uluslararası sözleşmeler vasıtasıyla güvence altına alınmaktadır.

 

Kadın ve erkek arasında Allah'ın var ettiği fıtri bir çekim gücüne rağmen günümüzde evlilik yaşına gelen gençlerin çoğunun henüz evlenmediklerine, yakın zamanda da evlenmeyi düşünmediklerine yahut bir kısmının evlenmeyi hayatlarının en önemli hedefi haline getirdiklerine şahit olmaktayız. İki kesim de müstakbel eşinin, her bakımdan “en”lerin eşi olmasını hayal etmektedir. Örnek vermek gerekirse eş adaylarının eskiden ahlâkı, terbiyesi, ailesi ve güzelliği dikkate alınırken, günümüzde, güzel/yakışıklı, çılgın, heyecanlı, eğlenceli, ailesi en zengin, ailesinden uzak ve kızın ailesini kendi ailesi kabul edecek, gezen/gezdiren, entelektüel, en ilginç evlenme teklifini yapacak erkek gibi özelliklerin hepsi veya çoğunun bir arada olması beklenmektedir.

Yine gözlemlerimize göre kız ve erkeklerin birbirleriyle, ancak evlilik yoluyla helal olabilecek birtakım davranış ve yakınlıkları orta öğretim çağında başlamakta, üniversite yılları ise bunun sınırsız bir şekilde icra edildiği dönemi oluşturmakta, eskiden ilahi azabı celbedeceği düşünülen bu aşırılıklar, eşini seçmek amacıyla olduğu zaman, normal görülmektedir.

Kadın-erkek ihtilatı seküler kesimde olduğu gibi dindar kesimde de problem olarak görülmemektedir. Bunun getirdiği kolaylık ve alışkanlıkla gençler ekseriyetle kendi kendilerine tanıştıkları, kendi ifadelerine göre âşık oldukları biriyle evlenmeyi ailelerine kabul ettirmekte; her iki tarafın ailesi, kimi zaman isteyerek kimi zaman da kerhen, çocuklarının bu isteklerine boyun eğmek zorunda kalmaktadırlar. Maddi imkânların sağladığı rahatlıkla, benzerine masallarda rast geldiğimiz adeta 40 gün 40 gece süren bir düğün merasiminin ardından gençler yine isteklerine göre dayanıp döşenen müstakil evlerinde yaşamaya başladıklarında ebeveynler de çocuklarından tıkır tıkır yürüyecek ve ömür boyu devam edecek bir evlilik beklentisi içine giriyorlar, Ancak bu evliliklerin çoğu kısa süre bir sonra boşanmayla sonlanıyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) istatistiklerine göre meşru evlilik yapanlar arasında yaşanan boşanma olayları 1990'lardan itibaren önceki yıllara göre belli bir artış göstermektedir. Bu durum, 2000'li yılların başından itibaren dikkat çekici bir hal almaya başlamıştır. Şöyle ki 2001 yılından 2012 yılına kadar geçen 11 yıllık süreçte boşanmaların %42,3 oranında arttığı saptanmıştır. Boşanmaların çoğu, evliliğin ilk 5 yılında meydana gelmekte, 10 yıl evli kaldıktan sonra boşananların sayısının da buna yakın bir oranda olduğu görülmektedir. Yine bu istatistiklere göre dikkat çeken bir başka husus da aşağıda görüleceği üzere boşanma sebeplerinde meydana gelen değişimdir.

Buna göre 2006 yılında “Evliliğinizi hangi durumlarda sona erdirirsiniz?” sorusuna aldatma, kötü davranış, eşin alkolik veya kumarbaz olması şeklinde cevaplar verilirken, 2016 yılına ait istatistiklerde en az bir kez boşanmış bireylerin boşanma nedeni olarak %50,9 ile eşinin sorumsuz ve ilgisiz davranması öne çıkmaktadır. Bu sebeple kocasından boşanan kadınların oranı %61,5tir. Aynı nedenden karısını boşayan erkekler ise %40,2'dir. Boşanma nedenlerinde ikinci sırada %30,2 ile eşlerin evin ekonomik olarak geçimini sağlayamaması ve üçüncü sırada ise %24,3 ile eşlerin ailelerine karşı saygısız davranması gelmektedir. Bu durumlardan şikâyetçi olduğu için boşanan kadınların oranı %42,6 ve yine dayak/kötü muamele sonucu boşananların da %36,4'ü kadınlardır. Erkekler için sorumsuz ve ilgisiz davranmadan sonra en önemli boşanma nedeni %24,5 ile karısının ailesinin aile içi ilişkilere karışması ve %24 ile eşin ailesine karşı saygısız davranması olduğu belirtilmiştir.

Bu verilerde en çok göze çarpan husus, 2016 yılındaki boşanma sebeplerinin 2006 yılındaki boşanma sebeplerine göre oldukça farklılık göstermesidir. Öyle ki eşlerin yarısının maddi hiçbir sıkıntısı olmadığı halde sadece kocam veya karım benimle ilgilenmiyor sebebiyle adeta can sıkıntısından boşandıkları görülmektedir. Diğer taraftan çocuksuzluk sebebiyle boşanan kimse yoktur.

Boşanma olaylarına çocuklar açısından bakıldığında ise 2015 yılındaki verilere göre bir yıl içindeki boşanma olaylarından 200 bine yakın çocuğun etkilendiği, kesinleşen boşanma davaları sonucunda bu çocukların velâyetinin genelde anneye az da olsa babaya verildiği görülmektedir. Bunun sonucu olarak Batı'da 19. yüzyıldan bu yana var olan, ancak bizde daha önce çok rastlamadığımız Tek Ebeveynli Aile (Single Parent Family) türü sosyal hayatta, medyada ve istatistiklerde sıkça görülmeye başlanmıştır.

 

Çalışmanın Amacı

Bu dünyanın bir imtihan yurdu ve herkesin imtihanının farklı olduğuna inanan Müslümanlar olarak; Allah Teâlâ'nın bildirdiği üzere bazen bu imtihanın sahip olunan mallar ve evlatlar vesilesi ile başımıza gelebileceğini; çoğu zaman bir miktar dünyalığa veya çocuğa sahip olan insanın bunlarla ilgilenirken Allah a ibadet etmeyi unutabileceği ve yaratılış gayesinin dışında işler yapabileceği gerçeğinin tekrar tekrar hatırlanması gerekmektedir.

Yine hatırlanması gereken bir başka önemli husus da Allah Teâlâ'nın Bakara 143. ve Âl-i İmrân 110. âyet-i kerimelerinde haber verdiği üzere iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden Müslümanların var olmasıdır. Çünkü onlar Allah'a iman ederler. Bu imanın gereği olarak peygambere, kitaba, ahiret gününde hesap vereceklerine ve diğer iman esaslarına inanırlar. İyiliği emreder, kötülüğü engellerler ve imanlarının gereğini yerine getirirler. Onlar salih amel olan işleri, haddi aşmayan, sapkınlıktan uzak, dosdoğru, adaletli, ölçülü, mutedil ve dengeli tutum ve davranışları sebebiyle insanlığa örnek ve rehber olmaya hak kazanmışlardır.

Bu gerçek Allah Rasulü (s.a.v)'in, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” hadis-i şerifinde ifadesini bulur. Bu cümleye her türlü hayır, iyilik, fazilet, şahsiyet, ihsan ve adalet adına ne varsa hepsi girer. Çünkü İslâm dini kendinden önce gelen ve birbirine destek olan bütün semavi dinlerin iman, muhabbet ve kardeşlik çağrılarını, bütün iyilikleri, ıslahatçıların bildiği bütün o hoşgörüye teşvik, düşmanlıkları terk, kin, nefret ve öfkeye sebep olacak şeylerden uzak tutmaya yarayacak ne varsa hepsinin zirvesi ve tutunacak sağlam ipidir. Eğer bir küreselleş(tir)me olacaksa olması gereken düzgün bir küreselleş(tir)me İslâm'ın hâkimiyetinde mümkün olur. Çünkü ancak böyle bir durumda prensiplerini, hükümlerini, kurallarını ve güzel ahlâkını yerleştirmek için kalpler ısınır, gönüller açılır. Böylece insanlar güler yüzle, gönülden ve saygı duyarak İslâm'a boyun eğerler. Neticede inançta, ibadette, bütün fiillerde ve düzgün ahlâkta liderlik İslâm mesajındadır.

Bu çalışmanın bir amacı da Allah'ın ve Resülü (s.a.v)'in bildirdiği bu gerçeklere göre Müslümanın Allah katındaki değerini tekrar hatırlatarak genel olarak küreselleş(tir)meye dikkat çekmektir.

Yine Allah Teâlâ'nın Bakara Sûresi'nin 217. âyetinde bildirdiğine göre kâfırlerin (müşrik, münafık, mürted) Müslümanlara karşı içlerinde sakladıkları kin ve nefretin boyutu onları imandan döndürmeye kadar gidecektir: “Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.”

Biz görmek istemesek de böyle bir düşmanlık hâlâ vardır ve devam etmektedir. Bu düşmanlık günümüzde İslâm'a ve Müslümanlara karşı art niyetli, kindar grupların saflarında, kalplerinde ve hareketlerinde yeniden alevlenerek maddi ve manevi bütün yönlerden üzerimize doğru oluk oluk akmaktadır. Bu durum karşısında her birimiz onların İslâm'ı yok etmek istedikleri geçitlerden birinin üzerinde sağlam bir şekilde durmalı ve korumakla görevli olduğumuz o geçitten düşmanın girmesine asla izin vermemelidir.

Günümüzde Müslüman ailesi ve aile birliği de küreselleş(tir)menin hedefi haline gelmiştir. Bu bakımdan düşmanların saldırılarına karşı korumamız gereken kalelerden biri olarak görülmelidir. Bu tezde küreselleş(tir)menin yıkıcı etkisine karşı aile birliğini sağlayacak tedbirlere işaret edilecek, Müslüman ailesinin eskiden olduğu gibi “insanlığa model” olma özelliğini kazanmasının yolları aranacaktur. Müslümanın sahip olması gerekli olan aile bilincini edinmesinde takva boyutunun önemine dikkat çekilerek aile birliğinin sağlanmasındaki önemi vurgulanacaktır.

Çalışmamızda küreselleş(tir)menin Batı'nın sömürgeciliğinin evrilerek geldiği son noktada dünyada bir millete, bir dine veya bir kültüre özgü hiçbir şey bırakmayan ve başkalarını köle haline getirmeye çalışan bir sistem olduğuna işaretle Müslüman ailesinde ve şahsiyetinde meydana getirdiği değişikliklerin izi sürülecektir.

Araştırmamız boyunca “Modernleşme ile başlayan küreselleş(tir)me çalışmalarının hedefinde olan Müslüman ailesinin özgünlüğünü kaybetmesine sebep olacak risk alanları nelerdir?”, “Küreselciler Müslüman ailesini değiştirmek için hangi yöntemleri kullanmaktadır?”, “Bütün bu saldırılar karşısında Müslüman aile birliği nasıl korunmalıdır?” gibi soruların cevapları aranacaktır.

 

Küreselleştirme ve Küreselleşme

Küreselleşme, kapitalizmle yaşıttır ve bir anlamda Batı dünyasının sosyal, ekonomik, politik ve kültürel temelleri olan kapitalizm ve emperyalizmin yeni adıdır, dolayısıyla iddia edilenlerin tersine yeni bir süreç değildir. Küreselleşme, 16. yüzyılda temeli atılan ancak 19. yüzyılda dünya toplumlarına önemli ölçüde nüfuz eden kapitalizmin, günümüzde yerküreyi kaplamış ve dünyanın tamamına yayılmış halidir.”

Küreselleştirme, Amerika'nın Avrupa ile bir olup Batı dışındaki bütün toplumlar, özellikle Müslüman toprakları, üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda denetim kurmaları ve bu topraklarda yayılmasıdır. Bu durum öyle bir hal almıştır ki neredeyse bütün dünya Batılı bir görüntü alması için zorlanmaktadır. Ya da bu savaş, Batı-dışı hiçbir toplum kalmayıncaya kadar devam edecektir. 

Günümüzde “küreselleştirme” çalışmaları, akademik merkezler tarafından yönetilmektedir. Bu merkezlerin önde gelenlerinden biri olan Yale Üniversitesi bünyesinde “Küreselleştirme Araştırma Merkezi” vardır. Bu merkeze ait bir çalışmada “global” kelimesinin ilk olarak 1979 yılında Avrupa Ekonomik Toplurluğu'nun idâri bir belgesinde belli belirsiz denecek şekilde kullanıldığı belirtilir. Ancak 1995 yılından sonraki dönemde kullanımı en hızlı artan kelimelerden biri haline gelmiş ve 2000'li yılların başından itibaren küreselleştirme konusunda yapılan akademik çalışmaların tartışmasız en başta gelen maddesi olmuştur. Bu şekilde kısa zamanda çoğunluk tarafından benimsenip kullanılan “klişe” akademik terimler, aslında çok uzun ömürlü olmayan, önceleri başka bir terimle ifade edilen mânânın yeni bir türevidir. 1980'lerden itibaren ise kalkınmacılık, postmodernizm, postkalkınmacılık ve postkolonializm (sömürge sonrası) gibi kavramlar; uluslararası politika, ekonomik ve ticâri ilişkiler ve Batı kültürünün hegemonyasının yükselmesini ifade etmekte kullanılmaya başlanan yeni kavramlar olmuştur. 2000'li yıllardan itibaren küreselleştirme bütün bu konularla ilgili anlayış ve durumları açıklamak için kullanılmaya başlanmıştır.

Nayan Chanda, küresellik kimliğinin seküler olduğunu, küreselliği yayan misyonerlerin de laik olduklarını söyler. Bunun için küreselleşme misyonerleri, dünyanın her tarafına seküler kimliği yaymak için çalışırlar. Onlar, inançlı veya inançsız olsun, insanları birbirine bağlayacağını iddia ettikleri birtakım düşüncelerin, dünya çapında uygulanabilir olduğuna dair küresel bilinç oluşturmayı amaçlamaktadırlar.

Küreselcilerin bu amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları en önemli araçları geniş kapsamlı bir insan hakları dili meydana getirmektir. Fakat küreselleştirmecilerin öne çıkardığı kimlik, sadece Batı menşeli ve Batı'nın medeniyet kimliklerine dair değerleridir ve bunlar çoğunlukla Batı dışındaki toplumlarda kabul görmediği için bu başlık çoğu zaman tartışmalı bir ifadenin ortaya çıkmasına sebep olur. Bu yüzden bazı Batılı kuruluşların insan haklarının büyük savunucusu olduğuna karar verip ödüllendirdiği kişiler, bizim değer yargılarımıza göre insan haklarının en büyük ihlalcisi olabilmektedir. Bu şekilde çok büyük tezatlar ortaya çıkmaktadır.

İnsan hakları dili şiddet söylemleri üzerinden yürütülür. Küreselcilerin şiddet ahlâkı adını verdikleri birtakım davranışlar vardır. Bunlar üzerinden toplumları; baskıcı, sömürücü sistemli olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırır ve istediklerini elde ederler. Diğer taraftan kendisini dünyanın merkezi olarak gören Batılılar kendi ırklarına olan güvenlerini pekiştirir ve kendileri dışında kalan diğer milletlere de ilerlemelerinin sadece Batılıların tedrisinden geçmekle mümkün olacağı fikrini yerleştirirler. ABD Dışişleri'nin Türkiye veya dünyanın diğer yerlerindeki “istismar” vakalarıyla ilgilenmesinin sebebi budur. Nitekim ABD; Irak, Somalı, Suriye ve benzeri kıta ötesi yerlerde bulunma sebebini kendi kamuoyuna açıklarken bunun bir insan hakları ve demokrasi mücadelesi olduğunu söyleyerek onları ikna eder. Bunun için günümüzde insana, çocuğa, hayvana “şiddet” başlıklı çalışmaları, küreselcilerin “şiddet ahlâkı” söyleminden kastettikleri mânâ üzerinden değerlendirilmelidir. Buradan hareketle “aile içi şiddet”, “kadına şiddet” gibi kullanımların dünyayı sömürmek için harekete geçen küreselcilerin söylemleri olduğunu söylemek iddianın ötesinde bir anlam taşımaktadır.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Birliği gibi yapılar, Batı'nın “küreselleşme” hedefine uygun olarak siyaset yapan “sömürgeci” yapılarıdır. Sömürgeleştirdiği ülkelerde “Batılılaşmayı” hedef olarak sunar. Kendine üye olan bu devletler vasıtasıyla kendini güçlendirir ve onların siyasetlerini belirler.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 384 / Kasım 2022