Oryantalizmin Zihin Dünyası - Alparslan Aydar

Oryantalizmin Zihin Dünyası


Tanıtımını yaptığımız bu kitap, bilgi sosyolojisi perspektifinden hareketle oryantalizmi eleştirmektedir. Bu arada oryantalizmi bilimsel akademik bir çalışma alanı olarak sınırlayan bakış açılarına karşı kavramın modern Batı toplumuna egemen bir bilgi sistemi olduğu ve oryantalizmin tarihsel açıdan özellikle Osmanlı realitesinin göz önünde bulundurulduğu bir çerçevede ele alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Metin boyunca bir taraftan oryantalizm tezinin geçerliliği üzerine bir savunu gerçekleştirilirken, diğer taraftan ilgili tezin teorik temeli ile içeriğine dair birtakım problemlere dikkat çekilerek oryantalizmi eleştirel bir düzeyde ele almanın imkânlarını sunmaktadır. Bu çerçevede kitap, oryantalizmin teorik, toplumsal, siyasal ve tarihsel temellerine referansta bulunan eleştirel bir arka plan okumasına tabi tutulduğunda neye karşılık gelebileceği sorusuna yanıt aramaktadır.

Oryantalizmin Zihin Dünyası
Ebuzer Karaaslan
Yeditepe Akademi
Mîsak Dergisi
Sayı: 382 / Eylül 2022

Giriş

Edward W. Said'in 1978 yılında yayımlanan Orientalism adlı eserinin etkisiyle birlikte bilimsel-akademik bir çalışma alanı olduğu ifade edilen oryantalizm üzerine birçok açıdan pek çok tartışma gerçekleştirildiği herkesin malumudur.

Öte yandan Said, oryantalizm üzerine eleştirel metinler kaleme alan tek yazar olmadığı gibi bu alanın öncü ismi de değildir. R. Schwab, A. Laroui, B. S. Turner, A. L. Tibawi, E. Abdülmelik, H. Algar gibi birçok yazar Said’den önce bu alanda eleştirel nitelikte eserler üretmiştir. Fakat bahse konu isimlerden hiçbirinin metni Said'in tezi kadar yankı uyandırmayı başaramamıştır.

Çalışmamızın iki temel araştırma sorusu bulunmaktadır. Bunlardan ilki, bilgi sosyolojisi perspektifinden oryantalizmin neye karşılık geldiği sorusudur. Dolayısıyla çalışmanın ilk hedefi bilgi sosyolojisi perspektifinden oryantalizmin neye karşılık geldiğini ortaya çıkarmaktır. İkinci araştırma sorusu ise oryantalizmin sahip olduğu tarihsel ve toplumsal temellerin onun Doğu, İslam ve Osmanlı'ya bakışını nasıl etkilediği sorusudur. Bu kapsamda çalışmanın ikinci hedefi oryantalizme bilgi sosyolojisi perspektifinden bakıldığında, onun Doğu, İslam ve Osmanlı'ya yönelik geliştirdiği bakışı, arka planı ile birlikte ortaya çıkarmak ve bu bakışın gerçekliğini tartışmaya açmaktır.

Öte yandan çalışmamız, Doğu'nun kapsamını Araplarla sınırlandırma tercihine yönelik gerçekleştirdiği itiraz kapsamında, tarihsel ve toplumsal olarak oryantalizmin yakın Doğu'su sayılan Osmanlı coğrafyası ile toplumunu analize dâhil etmekte, oryantalizmin bütünlüklü bir biçimde anlaşılması adına onun Osmanlı'ya bakışına önemli vurgular yapmakta ve bu konuya geniş bir yer ayırmaktadır. Bu açıdan çalışma, oryantalizmin eleştirisi üzerine kaleme alınan ve Arap Orta Doğu'su ile sınırlandırılan birçok metinden farklı olarak oryantalizmin Osmanlı'ya bakışını, bu bakışın arka planını, içerdiği problemler ile sonuçlarını da içeren bir özgünlüğe sahiptir.

Bilgi sosyolojisi perspektifinden oryantalizmin teorik temellerini analiz etme gayreti, onun modernlik, modern Batı toplumu ve modern bilgi ile kurduğu derin ilişkilere odaklanmayı gerektirmektedir. Bu çerçevede çalışmanın ilk bölümü olan Modernlik ve Modern Bilginin Bir Eleştirisi(23-110)'nde modernlik ve oryantalizm arasındaki ilişkiler hem teorik hem pratik boyutlarıyla ele alınmaya çalışılacaktır. Bunun için modernlik, öncelikle kavramsal ve tarihsel bir çerçevede ele alınarak kavrama tasviri bir giriş yapılacak, sonrasında kavramın mahiyetindeki muğlâklığın alternatif okuma biçimlerini mümkün kıldığı tespiti üzerinden modemliğin oryantalizm ile yakından ilişkili ırkçılık, sömürgecilik, emperyalizm gibi pejoratif (küçümseyici/aşağılayıcı) kavram ve süreçlerle kurduğu örtük ve derin bağlantılara dikkat çekilecektir.

Bilgi sosyolojisi perspektifinden oryantalizm eleştirisi, aynı zamanda oryantalist bilginin bilimselliğini de tartışmaya açmakta ve onun iktidar ile kurduğu derin, örtük ilişkileri açığa çıkartmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede ilk bölümde ayrıca çalışmanın ana perspektifi olan bilgi sosyolojisi üzerine genel bir çerçeve oluşturulmaya çalışılacak, sonrasında modern-bilimsel bilginin sosyolojisine Thomas Kuhn'un görüşleri üzerinden bir giriş yapılacak, paradigma, bilim cemaati gibi kavramlar aracılığıyla modern bilimsel bilginin sosyolojik boyutuna vurgu yapılarak bilimselliği tartışmaya açılacaktır. Ardından Michel Foucault'un görüşleri üzerinden modern bilimsel bilginin bu kez arkeolojisine ilişkin bir açılımda bulunulacak, modern bilginin Avrupa Aydınlanma düşüncesi ve iktidar olgusu ile kurduğu derin örtük ilişkiler üzerine açıklamalar yapılarak bilimsel bilginin hakikati tartışmaya açılacak ve bu bilgiye karşı bilgi temelli bir karşı çıkışın gerekliliği ifade edilmeye çalışılacaktır. Bölüm boyunca gerçekleştirilecek bu eleştirel okumalar, bir sonraki bölümde kendisi de modern ve bilimsel bir bilgi türü olan oryantalizme yönelik geliştirilen eleştirel yaklaşıma hazırlık mahiyetindeki bir teorik ön okuma olarak anlaşılmalıdır.

Bir Bilgi Sistemi Olarak Oryantalist Düşüncenin Zihin Dünyası (111-176) adlı ikinci bölümde bilgi sosyolojisi perspektifinden oryantalist bilgi sistemine yönelik eleştirel bir bakış açısı geliştirilmeye çalışılacaktır. Bölümün girişinde on iki maddede toplanan hususlar ile bilgi sosyolojisi perspektifinden oryantalist bilgi sisteminin neye karşılık geldiği ifade edilmeye çalışılacak, oryantalizmin tanımı ve tarihi üzerine gerçekleştirilen aktarımların ardından, oryantalizmde ‘Doğu despotizmi’ kavramının işlevi, Doğululaştırmanın zihin dünyası, oryantalizmin Doğu'ya cinsel bakışı ve seyahatnamelerin oryantalist bilgi sisteminin gelişimindeki yeri belirlenmeye çalışılacaktır. Sonrasında oryantalizm tezinin eleştirisi bağlamında çoğu oryantalist yazarlar tarafından yapılan Said eleştirilerine yer verilerek bu eleştiriler bir değerlendirmeye tabi tutulacak, ardından oryantalizme neden Said'le birlikte ve ona karşı bakmamız gerektiği ifade edilecektir.

Çalışmada oryantalizmin Osmanlısını anlamaya yönelik bir girişimde bulunulacağı ifade edilmişti. Bu çaba her şeyden önce oryantalizmin araştırma nesnesi olan Doğu'yu tarihsel bir perspektiften ele almayı zorunlu kılmaktadır. Zira oryantalizmin Doğu, İslam ve Osmanlı imgeleri arasında güçlü bağlantılar bulunmaktadır. Bu çerçevede ‘Osmanlı toplumu’, ‘Osmanlı düşüncesi’, ‘Osmanlı bilimi’ gibi ifadelerin tarihsel referans noktasının İslam medeniyeti olduğu tespitinden hareketle oryantalizmin Osmanlı algısından önce oryantalizmin tarihsel süreçte şekillendirdiği İslam algısını ele almak uygun olacaktır. Bu bağlamda çalışma oryantalizmin ürettiği İslam imgesine yer vererek bu imgenin arka planı ve içerdiği unsurların yanı sıra Osmanlı'ya bakışı nasıl etkilediğini de anlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla Oryantalizmin Zihin Penceresinden İslam İmgesi (177-323) adlı üçüncü bölümde oryantalizmin İslam'a yönelik geliştirdiği genel yaklaşım ana hatlarıyla ve tarihsel bir derinlikle ele alınmaya çalışılacaktır. Bu kapsamda öncelikle oryantalist yazında İslam üzerine yoğunlaşan ilgiden söz edilecek, ardından Avrupa Hristiyan-Yahudi dinsel gelenekten beslenen oryantalist düşüncenin İslam'a yönelik genel yaklaşımı aktarılacaktır. Sonrasında oryantalizmin İslam'a yönelik orijinallik iddiası ile ‘altın çağ’ ve ‘İslam Rönesans'ı’ adlandırmalarının arka planı deşifre edilmeye çalışılacak, İslam medeniyetinin ‘gerileme ve çöküş’ tezi aktarıldıktan sonra gerileme fikrine gerekçe oluşturan ‘Gazzâli’ iddiası üzerine bazı sorgulamalarla bölüm sonlandırılacaktır.

Bilgi Sosyolojisi Perspektifinden Hayali Osmanlı İmgesinin Tarihsel Arka Planı (249-324) adlı dördüncü bölümde Batı toplumunun zihin dünyasında şekillenen Osmanlı imgesi ile konuya bir giriş yapılacak, ardından oryantalizmin Osmanlı'ya cinsel bakışı ve ‘Türk despotizmi’ kavramı etrafında şekillenen oryantalist yargılar ifade edilecektir. Sonrasında Batılı seyyahların Osmanlı'da bilim, düşünce ve inanç gibi konularda ortaya koydukları gözlem ve değerlendirmelerine yer verilecek, bu gözlem ve değerlendirmeler ışığında bölüm seyyahların ‘hayali Osmanlı’ imgesinin oluşmasındaki rolü ile sonlandırılacaktır.

Osmanlıda Düşünsel ve Bilimsel Geri Kalmışlığın Oryantalist Gerekçeleri Üzerine Bazı Sorgulamalar (325-419) adlı son bölümde ise ilk olarak oryantalist bilgi sisteminin Osmanlı'ya yönelik yaklaşımı genel hatları ile ifade edilecek, ardından oryantalizmin Osmanlı toplumunun geri kalmışlığına gerekçe oluşturduğu hususlar üzerinden sorgulamalara girişilecektir. (S.15-22)

 

Modernliğin Kavramsal Çerçevesi ve Tarihsel Gelişimi

Etimolojik açıdan ‘modern’ sözcüğü, Fransızca'daki ‘moderne’den gelmekte olup, bu kelime de Latince'deki ‘modernus’ ve onun kökü olan ‘modo’dan gelmektedir. Latince'de ‘hemen şimdi’ anlamına gelen ‘modo’nun İngilizce'deki karşılığı olan ‘modern’, ilk ortaya çıktığı V. yüzyılın sonlarına doğru Hristiyan dönemi Roma ve pagan inanış dönemlerinden ayırmak üzere kullanılırken, zaman içinde anlam değişikliğine uğrayarak Batı toplumlarının gündelik dilinde ‘çağdaş’ sözcüğünün eş anlamlısı olarak kullanılmaya başlamıştır. Dolayısıyla kavram, dilbilimsel açıdan eski-yeni karşılaştırmasına -daha doğru bir ifade ile eski ve yeni zıtlığına- göndermede bulunmakta, güncel kullanımda ise ortaya atılmış en son fikirler, fikirde açıklık, otoritelerden bağımsızlık ve özgürlük gibi düşünce ve idealleri tarif etmektedir.

A. Touraine modernliği; ‘aklın zaferi, devrim ve özgürleşme’ olarak ifade etmektedir. Bu anlamda modernlik, toplumun kalbinde bulunan Tanrı yerine bilimi yerleştirerek dini inançlara yalnızca özel hayatta şans tanımaktadır. Ona göre modern toplumun varlığından söz edebilmek için bilimsel ve teknolojik gelişmelerin varlığı gerekli olmasına karşın asla yeterli değildir. Bunun yanı sıra, entelektüel faaliyetlerin politik propaganda ile dini inançlardan muhafazası, kanunların tarafsızlığının şahısları ve kurumları her türlü kayırma ve yozlaşmadan muhafazası, kamu yönetiminin ve özel idarelerin şahsi bir iktidarın vasıtasına dönüşmemesi, şahsi servet ile idare bütçelerinin birbirlerinden ayrılması, kamusal hayat ile özel hayatın birbirlerinden ayrılması gerekmektedir.

Tarihçiler ve sosyologlar, modernliğin başlangıcı üzerine bir konsensüs sağlayamamalarına rağmen literatürdeki ağırlıklı görüş XVI ve XVII. yüzyıllara işaret etmektedir. Tarihsel temelleri ile birlikte ele alındığında bu süreç Batı Avrupada gelişen Rönesans düşüncesi ve Reform hareketlerine kadar uzanan ve kabaca Orta Çağ'ın sonuna işaret eden XVI. ve XVII. yüzyıllara karşılık gelmektedir. Bu kapsamda, XV. yüzyıl Rönesans düşüncesi ile XVI. yüzyıl Reform hareketlerinin modernliğin ortaya çıkışında kaynak işlevi gördüğü, XVII. yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin ise bu olguya nihai bir kimlik ve istikamet tayin ettiği söylenebilir.

Touraine'nin deyimiyle Batı, modernlik olarak adlandırılan süreci bir devrim olarak tahayyül etmiş ve yaşamıştır. Burada sözü edilen devrimler; Bilimsel, Siyasal, Kültürel, Teknik ve Endüstriyel Devrim'dir. Modernite sürecini başlatan ve gelişimini sağlayan bu dört devrimden her biri, kendi içinde birtakım aşamalar içermektedir.

Avrupa'da XVI. ve XVII. yüzyıllar boyunca güçlenecek olan bilimsel yaklaşım ile geleneksel olarak adlandırılan dünya görüşü arasındaki geri döndürülemez kopuş ise Isaac Newton (ö.1727)'un çalışmaları ile başlatılmaktadır. Newton'un yer çekimi kanununu keşfi üzerinden sembolik ifadesini bulan bu süreç, tanrı yasaları ile açıklanan teleolojik/ereksel evren düşüncesinden doğa yasaları ile açıklanan mekanik evren düşüncesine geçişi ifade etmektedir. Modern bilim ile birlikte onun katı ve tutucu ideolojisi olan pozitivizm de zamanla gelişecektir. Tanrı, insan ve evren arasında kurulu kadim dengeyi bozan bu kırılma, insanın, ‘Tanrı'nın yokluğunda’ doğa ile ilişkileri yeniden düzenlemesi düşüncesini gündeme getirmiştir. Bu haliyle modernliğin ideolojisinin, insan ve doğanın birlikteliğine duyulan inancın büründüğü en son biçim olduğu söylenebilir. Bu cüretkâr girişim, modernlik projesine içkin olan doğaya egemen olma düşüncesinin başlangıcına işaret etmekte ve modern insana bilimsel yasaları keşfetmek suretiyle evrene egemen olma misyonu kazandırmaktadır.

Siyasal Devrim, modernlik projesinin siyasal boyutunu oluşturmakta ve tarihsel olarak 1789 Fransız Devrimi ile ilişkilendirilmektedir. Bu anlamda Fransız Devrimi, modernliğin siyasal alana dair getirdiği yeniliklerin somut ve tarihsel bir ifadesidir. Dönemin diğer iki büyük siyasal devrimi, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'de yaşanmıştır. Bu devrime göre, iktidarın kaynağı ve sahibi kutsal bir kişi, soy ya da grup değil bizatihi ulustur, Öyle ki ulus, modern dönemin yeni siyasal aktörü olarak siyasal egemenliğin meşruiyet temeli konumundadır. Siyasal yönetim faaliyeti, ulusu temsil eden kişi ve organlarca, ulusun iradesi ve çıkarı gözetilecek şekilde gerçekleştirilecektir.

Kültürel Devrim, Aydınlanma düşüncesinin güçlenmesi ve kitlesel yayılması süreci olarak ifade edilebilir. Bu devrim, toplumun düşünce ve inanç temelinde sekülerleşme ve rasyonelleşme süreçlerini kapsamakta, modern devletin laik bir temele oturtulması süreçlerini ihtiva etmektedir. Dolayısıyla burada dinin toplumsal, siyasal, düşünsel alanlarda etkisinin giderek artan bir biçimde azaldığı, din ve kutsalın karşısında aklın ‘büyük zaferi'nin tescillendiği bir durumdan söz edilmektedir. Diğer bir deyişle Kültürel Devrim, temelde toplumların kuruluşunda ve işleyişinde ana referansın din olmaktan çıkmasını ifade etmektedir. Bilimsel devrim ile başlayan bu değişim, Kültürel Devrimle birlikte kitleselleşmiştir.

Modernite sürecinin temelini oluşturan son devrim olan Sanayi Devrimi, bilimsel devrimin öngörüleri doğrultusunda modern insanın teknik ve endüstriyel bilgi yardımıyla doğayı ele geçirme düşüncesinin eyleme dönüşmüş formunu ifade etmektedir. Bu süreci devrime dönüştüren temel unsur, Batı Avrupada mekanik aygıt yapma becerisinde yaşanan büyük sıçramadır. Kol gücüne dayalı basit aletlerden makineye geçişi ihtiva eden süreçte gerçekleşen kitlesel ölçekli üretim faaliyetlerinde insan emeğine duyulan ihtiyaç azaltılmıştır. Zira yeni makineleri, insan emeğinden ziyade su buharı ve elektrik gibi enerji kaynakları harekete geçirmektedir. Bu kitlesel/seri üretim, Avrupa'nın çehresinin demir ağlarla sarılmasını beraberinde getirmiş, üretim alanında gelişen ve atölyeden fabrikaya geçişi ifade eden yeni örgütlenme türleri, iş yaşamındaki ilişki biçimlerini de büyük bir değişime uğratmış ve üretim alanında insan emeğine duyulan saygı ve gösterilen değeri gözle görülür ölçüde düşürmüştür.

Berman'a göre tarihsel sosyolojik bir süreç olan modernleşme birçok kaynaktan beslenerek günümüze ulaşmıştır evrene ilişkin bilgilerimizi ve bu evren içindeki konumumuzu yeniden düzenleyen bilimsel keşifler, bilimsel bilgiden teknoloji çıkaran, yeni varlık mekânları yaratıp eskilerini tarihin derinliklerine fırlatan, zamanı hızlandırıp yeni sınıflar ve iktidar mücadeleleri ortaya çıkaran sanayileşme; milyonlarca insanı yüzyıllardır yaşayageldikleri ata topraklarından kopararak dünyanın bambaşka coğrafyalarına savuran büyük demografik değişimler; hızlı ve büyük oranda çarpık seyreden kentleşme, insanlar ve toplumların aralarında devasa ilişkiler ağı geliştiren kitle iletişim araçları, bürokratik idari sistemi esas alan ve giderek siyasi güç kazanan ulus devletler, siyasal ve ekonomik güç odaklarına karşı direnerek kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmayı amaçlayan kitlesel hareketler ve bu süreç dâhilindeki tüm birey ve yapıları bir araya getirip örgütleyen çalkantılarla dolu dünya kapitalist pazarı bu dinamik sürecin temel kaynaklarıdır.

 

Modernliğin Çağrışımları

Modern Batı medeniyeti kendi tarihsel serüvenini, barbarlığa karşı insanlığı, önyargıya karşı nesnelliği, yozlaşmaya karşı ilerlemeyi, hurafeye karşı hakikati, büyüye karşı bilimi, tutkuya karşı akılcılığı savunma savaşı şeklinde özetlemektedir. Kendi tarihini, doğanın tahakkümünden kurtulan insanlığın doğaya egemen olma süreci olarak ifade eden modernlik, kendini insanlığın özgürlüğü, mutluluğu, yaratıcı potansiyeli ve güvenliğine adadığını iddia etmektedir. Bu kavramsal açılımı kendi kimliğine dayanak gösteren modern toplum ise yüzeysel ve tek taraflı değerlendirmelerde barbarlık, baskı ve şiddetin bulunmadığı, içinde yumuşak, nazik ve kibar insanların yaşadığı ‘uygar’ bir toplum olarak idealize edilmektedir.

Oysa Bauman'a göre gerçek bundan oldukça farklıdır. Her şeyden önce modernliğin ilerlemeci karakterinde üzerinde durulmayan önemli yapısal problemler bulunmaktadır. Bu çerçevede modernlik her zaman daha fazlasını talep ettiğinden değil, hiçbir zaman yeteri kadar şeye sahip olamadığını düşündüğünden, her zaman daha maceracı ve hırslı olduğundan değil, özlemleri daima boşa çıktığı ve maceraları daima acı ile son bulduğundan sahip olduğu ilerlemeci anlayışı saplantılara gömülüdür.

Öte yandan modern uygarlığın öne sürülen şiddet karşıtı karakteri de tam anlamıyla bir yanılsamadır. Dahası bu yanılsama, modern uygarlığın kendini aldatma, meşrulaştırma ve ilahlaştırma mitlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Modern uygarlığın şiddeti, onun insanlık ve ahlak dışı karakteri sebebiyle yok ettiğine ilişkin naif iddia kesinlikle doğru değildir. Aksine modern uygarlık, işkence ve katliamların serinkanlı bir biçimde ve ustalıkla gerçekleştirildiği, akılcı yöntemlerle çok daha fazla sayıda insanın yok edildiği bir dönemi ifade etmektedir. Terörizm ile işkence gibi yöntemler bu dönemde heyecan araçları olmaktan çıkarak siyasal aklın araçlarına dönüşmüşlerdir. Uygarlaşma olarak ifade edilen süreç, gerçekte şiddetin daha etkili yöntem ve teknikler kullanılarak yeniden kurgulanması ve şiddet fiiline yeni alanlar açılması sürecinden başka bir şey değildir. Bauman'a göre modern uygarlık, kendi yarattığı muazzam gücün ahlaklı bir biçimde kullanılacağı güvencesini ne yazık ki verememiştir. Dolayısıyla modern uygarlık ile barbarlığın birbirinin karşıtı olduğu yönündeki yaygın iddia kesinlikle doğru değildir. Zira modern dünyada barbarlık, eskiye nazaran çok daha yaygın ve etkilidir. Bu sebeple modernlik barbarlığı asla yok edemez. Zira yaratmak ile yok etmek fiilleri, adına modern uygarlık denilen varlığın farklı yüzleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Batı modernliğinin tüm dünyaya yaşattığı trajedilere dikkat çeken Hardt ve Negri, onun günümüz toplumlarına zulme dayalı bir medeniyet, ilerlemeye eşlik eden felaketler, ölümcül savaşlar, korkunç işkence ve katliamları miras bıraktığını ifade etmektedir. Batılı düşünürlerin kader ve trajedi benzeri temalar üzerinden bu cürümleri metafizik anlatılara dönüştürme çabalarına karşın ırkçı ayırımcılık, kölelik, soykırım savaşları, nükleer silahlar, toplama kampları ve daha pek çok başlık altında toplanabilecek bu cürümler ne yazık ki gerçektir.

Batı modernliğinin gerçekleştirdiği cürümlere yalnızca birkaç örnek vermek gerekirse, Kolomb 1492 yılında 50 adamıyla birlikte Amerika'nın Hispaniola adasına ayak bastığında adada yaklaşık 8 milyon yerli yaşarken, aradan geçen 50 yılın ardından adada hayatta kalan yalnızca 200 yerli kalmıştır. XVI-XIX. yüzyıllar arasında 13 milyon civarında Afrikalı, Amerika'ya köle olarak gönderilirken bu sayının %12,5 ila %50'si köle sevkiyatı sırasındaki angarya, aç bırakma gibi ağır koşullara dayanamayarak hayatlarını kaybetmiştir. Belçikalılar XIX. yüzyılın sonlarına doğru Kongo'yu sömürü amacıyla işgal ettiklerinde, uzunca süren vahşi bir talan sonucunda en az 10 milyon yerli yaşamını kaybetmiştir. 1788 yılında İngilizler Avusturalya'yı işgal ettiklerinde adada 750 bin civarında Aborjin yaşarken, 1911 yılında gelindiğinde hayatta kalan yalnızca 31 bin Aborjin bulunmaktadır. Almanya ve diğer birkaç Batılı devlet tarafından II. Dünya Savaşı esnasında gerçekleştirilen Yahudi soykırımı neticesinde 6 milyonu aşkın Yahudi yaşamını kaybetmiştir. Fransızların sömürge toprağı olan Cezayir'de gerçekleştirdikleri katliamlar neticesinde ise bir milyonu aşkın Cezayirli soykırıma uğramıştır. Sömürgeleştirilen coğrafyalarda bu şekilde katledilen toplam insan sayısının 100 milyona yakın olduğu tahmin edilmekte, sömürgeci faaliyetler kapsamında Afrika kıtasındaki nüfusun yaklaşık yarısının yok edildiği bilinmektedir.

Modernliğin totaliter bir dünya görüşü olduğu hususunda Heidegger kuşkusuz yalnız değildir. T. Adorno ve M. Horkheimer'in birlikte kaleme aldıkları ve modernliğin eleştirisine dair ufuk açıcı bir eser olarak nitelenen Aydınlanma'nın Diyalektiği'nde modernliğin düşünsel temelini oluşturan Aydınlanmanın hakikat ve adaletten yoksun, metafizik korkulara dayanan, baskıcı, aldatıcı, totaliter bir zihniyetin ürünü olduğu ve insanlığı yeni bir tür barbarlığa sürüklediği tezi kanıtları ile defaatle ifade edilmektedir. H. Arendt de Totalitarizmin Kaynakları adlı üç ciltlik eserinde totaliter zihniyetin modernliğin ürünü olan bir dünya görüşü ve yönetme biçimi olduğunu, bu zihniyetin tahakkümünü pekiştirmek üzere modern teknik ve araçlardan yararlandığını örneklerle ifade etmektedir.

 

Modernlik ve Irkçılık

Ünlü İngiliz tarihçi A. Toynbee, bu kavramı tanımlarken onun Batı toplumlarına özgü çeşitli önyargıları ifade eden bir kavram olduğu tespitinde bulunmakta ve tarihsel olarak ortaya çıkışının Batı'nın yeni toplumlarla karşılaşmasıyla eş zamanlı olduğunu itiraf etmektedir.

Konuya ilişkin tespit ve girişimlere karşın modernlik söylemi, tüm pejoratif (küçümseyici/aşağılayıcı) sözcük, kavram ve uygulamalarda olduğu gibi ırkçılığın da geleneksel dünyaya ait bir kavram olduğunu ve modern dünyada ırkçılığın gerilediği tezini ileri sürmektedir. Fakat yapılan araştırmalarda modern dünyada ırkçılığın gerilemediği, tam tersine modern içeriğiyle güçlü bir biçimde geliştiği ve ırka dayalı eşitsizliklerin modern zamanlarda tarihinin en yüksek düzeyine ulaştığı tespit edilmiştir. Diğer bir deyişle ırkçılık, bu konudaki hatalı ve yaygın kanaatin aksine hem fiili (sistematik aşağılama, ayırımcılık ve şiddet kullanma biçiminde) hem de teorik (ideolojik ve sahte bilimsel öğreti) düzeyde Rönesans sonrası dünyada merkezde Avrupa'nın olduğu büyük değişim ve dönüşümlere koşut olarak hız kazanmıştır.

Irkçılık düşüncesinin gelişimi hususunda modernliğin siyasal aygıtı olan modern devletin de önemli bir sorumluluğu bulunmaktadır. Bahse konu sorumluluğa dikkat çeken M. Foucault, ırkçılığın bir iktidar mekanizması olarak kendisini modern devlette gösterdiğini ve ırkçılıktan nasibini almamış bir modern devletten söz edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Gerçekten de modern ırkçılığın tarihsel seyrine bakıldığında, onun Batı modernliğinin siyasal sistemi olan ulus devletlerin inşa sürecinde çoğu kez ulusçuluk, ulusal kimliğin inşası vb. ifadeler altında savunulduğu, politik endoktrinasyon yoluyla kitleselleştirilmeye çalışıldığı, dışlama, ötekileştirme ve sömürgeleştirme gibi çeşitli sonuçlar doğurduğu görülmektedir. Foucault gibi Wallerstein da yazılarında Batı dünyasının sahip olduğu ulusçu fikirlerin temelinde düşmanlara yönelik husumet düşüncesinin bulunduğunu ifade etmektedir. Bahse konu husumet, birleşik Avrupa tarafından dünyanın geri kalanına yöneltilmiş ve ırkçılık da bu yönelimin kurumsal yönünü oluşturmuştur.

Irkçı yaklaşımlar genellikle ırkçılık ile ulusçuluğu birbirinden farklı kavramlar olduğu tespitinden hareketle kendilerinin ‘ırkçı’ bakış açısına sahip olduklarına yönelik suçlamaları reddederek yaklaşımlarının ‘ulusçu’ bir temel ve çerçeveye oturduğu hususunda ısrarcı olmaktadır. Oysa ırkçılık ve ulusçuluk temsil ve pratikler düzeyinde birbirinden farklılık gösterse de modernlikle yakından ilişkili kavramlar olarak birbirleri ile iç içedir.

 

Modernlik ve Sömürgecilik

Sömürgecilik, basitçe bir devletin yabancı bir toprağı işgal etmesi, işgal ettiği toprağı işlemesi ve bu toprağa göçmen nüfusunu iskân etmesini ifade etmektedir. Batılı tarih, bu faaliyetin başlangıcı olarak coğrafi keşiflere atıfta bulunmaktadır. Rönesans düşüncesinin de etkisiyle birlikte XV. yüzyıldan itibaren Batı'da Avrupalılık bilinci ortaya çıkmış, takip eden yüzyılda ise coğrafi keşiflerin hız kazanması beraberinde sömürgeci uygulamaları getirmiştir.

Devam eden süreçte modern Batı uygarlığı, kendi ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sistemini ayakta tutmak üzere dış kaynak olarak sömürgeciliği kullanmıştır. Bu noktada dünyanın en modern toplumları olan Batı toplumlarının aynı zamanda tarihin en büyük sömürgeci güçleri olması tesadüfi bir durum değildir. Bahse konu yapı ve süreçler arasında güçlü ilişkiler bulunmaktadır. Zira sömürgecilik, modernliğin karakterine has olan yayılma, dışlama, hâkimiyet kurma ve ihlal etme dürtülerinin Batı-dışı dünyada hayata geçirilmiş formudur. Modern Batılı bilincin ürettiği Avrupa-merkezci düşünce sömürgeci uygulamalarla ete kemiğe bürünmüştür. Bu kapsamda sömürgeciliğin Avrupa Rönesans düşüncesinin gelişimi ile ortaya çıkışı ve oryantalizmin Batı dışı dünyada hâkimiyetini perçinlediği XIX. yüzyılda altın çağını yaşaması yine tesadüfi bir durum değildir. Rönesans döneminin insanlık tarihinde önemli bir kopuşa neden olmasının temel sebebi, bu dönemle birlikte Avrupa medeniyetinin tüm dünyayı tahakkümü altına alabileceği fikrinin sömürgecilik uygulamaları üzerinden gerçekçi bir hedefe dönüşmesidir.

Foucault'ya göre sömürgecilik, modernliğe kimliğini veren akılcılıktan beslenmektedir. Diğer bir deyişle aklın kanlı iktidarı olan sömürgecilik rastgele ya da tesadüfi eylemler bütünü değildir. O, bilinçli olarak, üzerine uzun uzun düşünülerek gerçekleştirilmiş rasyonel bir tahakküm tekniğidir. Modernliğin karanlık yüzleri olan ırkçılık, sömürgecilik ve soykırımcılığın aralarındaki iş birliğine işaret eden Foucault'ya göre soykırımcı sömürgecilik, ırkçılığı besleyen ve onu güçlendiren önemli bir kaynak konumundadır.

XIX. yüzyıldan itibaren Batı dışı dünyada gelişen sömürge yönetimleri, tahakkümleri altında bulunan coğrafyalarda yaşayan insanları kendilerinden apayrı toplumlar oldukları gerekçesiyle incelemeye almış, bu girişim vesilesiyle yeni bir ‘bilimsel’ disiplin olan antropoloji ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle bilim ve bilimsel bilgi Batılı sömürgeciliğin hizmetine sunulmuştur. Nitekim antropologlar, sömürge yönetimlerine ve onların arkasındaki sömürgeci Batılı devletlere duymayı arzu ettikleri açıklamalarda bulunmuşlardır. Buna göre yüksek bir medeniyete sahip Batı toplumu ile kıyaslandığında bahse konu halklar tarihsiz ve ilkel toplumlardır. Böylece yerel halkın kültürel olarak geri kalmış olmasını gerekçe gösteren sömürge yönetimleri, 'medenileştirme misyonu’ altında sömürgeci zihniyeti ve fiilleri meşrulaştırmaya çalışmıştır. Bu yönüyle modernliğin egemenliği, bir yönüyle eğitimli Batılı beyaz erkeğin medenileştirme, evrensel akıl gibi kavramlar üzerinden dünyanın geri kalanı üzerine kurduğu akıl dışı bir tahakküm olarak ifade edilebilir.

Batılı düşünürler kapitalizm ve sömürgecilik arasındaki ilişkiyi tarihin ilerleyişi olarak görme ve bu ilişkiyi destekleme eğilimindedir. Örneğin K. Marx, İngilizlerin Hindistan'daki sömürge rejimi üzerine yazdığı yazılarda Batı dışı toplumlarda beliren durağanlığın sömürgecilik üzerinden gerçekleşecek bir toplumsal devrim ile aşılabileceği inancında olduğunu ifade etmektedir. Marx'a göre İngiliz sömürgeciliği öncesinde Hindistan'ın kendine ait özgün bir tarihi ve kimliği bulunmamaktadır. Diğer taraftan, İngiliz vahşetine karşı direnen Hindistan'daki geleneksel köy cemaatleri de Doğu despotizminin altyapısı olarak insan zihnini bağnazlığa ve köleliğe teslim etmektedir. Marx'a göre İngilizlerin Hindistan'da işlediği cürümler ne kadar ağır olursa olsun bu girişim, Hindistanda devrimin ortaya çıkması için gerekli olan bilinçdışı gücü ortaya çıkarmıştır. Bu sebeplerle Doğu'da tarihin ilk ve tek sosyal devrimini gerçekleştiren İngilizlerin Hindistan'ı sömürgeleştirmesini tarihi ilerleten bir gelişme olarak gören düşünür, bu sömürge sistemini bir sanatçı edasıyla Goethe'nin dizeleriyle selamlamaktadır. Marx'ın bu yaklaşımını kuşkusuz Avrupa-merkezci bakışın doğal bir yansıması olarak ele almak gerekmektedir. Zira o ve diğer Batılı düşünürlerin zihin evreninde Hindistan ve dolayısıyla bütün bir Doğu, kendi geçmişini yok etmeden ve Batılılar tarafından sömürgeleştirilmeden asla gelişemeyecektir.

J. P. Sartre, modern ırkçılık ve sömürgecilikle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışılan hususların özeti mahiyetinde analizlerde bulunmaktadır. Sartre, modern sömürgeciliğin Batı ekonomilerinin başta gelen finans kaynağı olduğunu, bu finansal kaynağın Batı toplumlarının bugünkü zenginliklerinin temelini oluşturduğunu, Batı sömürgeciliğinin aynı zamanda ırkçılığı da barındırdığını, gerçekleştirilen sömürgeci uygulamalar ile ona eşlik eden ırkçı yaklaşımın özgürlük, eşitlik, hümanizm gibi modern Batılı değerlerle çelişmesine rağmen Avrupalı toplumlar için bunun bir öneminin olmadığını kendine has üslubuyla ortaya koymaktadır.

 

Modernlik ve Emperyalizm

Emperyalizm kavramı tarihte ilk kez 1870'lerin Fransasında II. Napoleon'un politik ve askeri hedeflerini karşılamak üzere dolaşıma girmiş, sonrasında Batılı devletlerin Batı dışı coğrafyaların bölüşümü konusundaki rekabetini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Günümüzde ise kavram ağırlıklı olarak Batılı ülkelerin geçmişte sömürgeleştirdiği coğrafyalar üzerindeki bugünkü gücünü ve etkisini ifade etmek üzere kullanılmaktadır.

Konuyu farklı bir yönden ele alan Said'e göre emperyalizm ile sömürgecilik arasında bir neden sonuç ilişkisi bulunmaktadır. Diğer bir deyişle emperyalizm, uzak topraklarda tahakküm kuran egemenin sahip olduğu zihniyet ve uygulamalarını ifade ederken, bu zihniyet ve uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkan sömürgecilik ise bahse konu topraklarda yeni yerleşim yerlerinin kurulmasını ifade etmektedir. Said, emperyalizmi basitçe bir toplumun mülkiyetinde bulunmayan, uzakta, başkalarının yaşadığı ve sahibinin başkaları olduğu topraklara yerleşme ve denetim altına alma arzusu olarak tarif etmektedir. Ona göre modern emperyalizmin en az dört farklı özelliğinden söz edilebilir.

Bu kapsamda o, ilk olarak toprağa dayalı yayılmayı içermektedir. İkinci olarak, Batı toplumunun Batı dışı toplumlar üzerinde tahakküm kurma arzusunu ifade etmektedir. Üçüncü olarak, bütün dünya toplumlarını bilimsel açıdan etno-merkezci, geri-ileri, az gelişmiş-gelişmiş, suçlu-normal kategorilerine yerleştirerek yapay bir sınıflandırma üretmektedir. Son olarak ise yukarıda sayılan tüm cürümlerin üzerini örtmek adına bilim, hukuk, hümanizma ve toplumsal örgütlenme gibi araçları kullanmaktadır.

Arendt'e göre modern emperyalizmin temel siyasi düşüncesi ve yüce amacı devamlılık arz eden bir yayılma fikridir. Said de benzer biçimde, modern emperyalizmin dünyadaki hemen her şeyi kapsar niteliğe sahip küresel bir olgu olduğunu ifade etmekte ve bu iddiasına somut delil olarak Batı sömürgeciliğinin tüm dünyaya yayılma sürecine dair çarpıcı istatistikler paylaşmaktadır. Buna göre XIX. yüzyılın başlarında Batlı sömürgeci güçler fiilen dünyanın %35'ini elinde bulundurmakta, fakat %55'ini talep etmektedir. 1878 yılına gelindiğinde Batı sömürgeciliğinin hâkimiyeti altındaki topraklar %67'ye, 1914'te ise 384.000 kilometre kare ile %85'e ulaşmaktadır. Bu sarsıcı istatistik, Batı medeniyeti dışında tarihte hiçbir sömürgeci gücün kendi dışındaki dünyanın neredeyse tamamını tahakkümü altına alan bir sistem kuramadığı gerçeğini ortaya koymaktadır.

Arendt, emperyalizmin, kapitalist sistemin güçlü sınıfı olan burjuvanın ekonomik yayılmasının ulusal sınırları aştığı anda ortaya çıktığını ifade ederken, onun modern ekonomik sistemle kurduğu ilişkilere dikkat çekmektedir. Buna karşın Said, emperyalizm ve sömürgeciliğin Batı modernliğinin kendini finanse etme ve kâr elde etme dürtüsünden çok daha fazlasını kapsadığını ortaya koymaktadır. Batı modernliği, emperyalizm ve sömürgecilik üzerinden Batı dışı dünyada yaşayan toplumların zihin dünyalarına da yayılarak bu zihinleri de sömürgeleştirme arzusundadır. Oryantalizmin ürettiği söylem ise tüm bu işlemlere rıza gösterilmesini sağlamaktadır. Bu sayede Batı dışı dünya kendine yönelik her türlü fiziki ve zihinsel tecavüze boyun eğen bağımlı bir kişilik geliştirmektedir. Nitekim Batı dışı dünya yeteri kadar gücü olmasına karşın Avrupadan gelen emperyal ve sömürgeci girişimlere karşı çok az direniş gösterebilmiştir. Örneğin Birleşik Krallık'ın, 1930'lu yıllarda 300 milyon nüfuslu Hindistan'ı kontrol edebilmek için yalnızca 60 bin asker, 90 bin sivil ve 4 bin devlet memuru göndermesi yeterli olmuştur.

 

Modernlikten Oryantalizme

Avrupa-merkezci bilinçten güçlü bir biçimde beslenen oryantalizm, bu noktada modernliğin küresel hegemonyasının söylemini kurgulayan tarih anlayışıdır. Bu tarih, kendinden farklı olan Doğu'yu ‘öteki’ ve ‘Batı-dışı’ kategorilerine mahkûm eden ve bu mahkûmiyeti ‘evrensel bir gerçeklik’ olarak dayatan bir söyleme sahiptir. Tarih ise nesnel bir bilim dalı ya da bir hesap makinesi değildir. Tarih, toplumların zihinlerinde, imgelem dünyalarında, kültürleri içinde gelişerek ete kemiğe bürünen çok yönlü süreçler bütünüdür. XIX. yüzyılda Avrupada inşa edilen modern oryantalist tarih, kadim Batı tarihi ve kültürel nesne konumuna indirgenen ‘tarihsiz öteki’ arasında bir karşıtlık ilişkisi kurgulamaktadır. Oryantalist tarih söylemi, aklı ve gelişmeyi esas alan Batı modernliği karşısında Batı dışı dünyanın gelişime kapalı bir gerilik ve geleneksellik çukuruna hapsolduğu iddiasındadır. Dolayısıyla bütün bir dünya tarihi, Batı medeniyet tarihiyle özdeşleştirilerek Doğu tarihten dışlanmakta ve tarihsel gelişmenin evrensel referans noktası olarak kabul edilen Batı modernliği hegemonik bir proje olarak kendisini bütün bir dünyaya dayatmaktadır.

Oryantalizm, modernliğin ürettiği özel bir tarih anlayışı olduğu kadar aynı zamanda özel bir bilgi tarzını da temsil etmektedir. Bu bilgi tarzının ürettiği ‘Doğu’ ve ‘Batı’ kavramları, toplumları keyfi bir şekilde tanımlama ve kategorilere ayırmaya yaramayan birer imge işlevi görmektedir. Doğu-Batı karşıtlığını esas alan bu bilgi tarzında Doğu kadar Batı da kurgusal bir imgedir. Dahası, Batı imgesi kendi kimliğini Doğu imgesiyle arasındaki gerilime borçludur. Dolayısıyla modernliğin söylemi olarak kabul edilen oryantalizm, Doğu'nun yanı sıra Batı imgesini de üretmektedir. Böylece gelişmiş, az gelişmiş, barbar, medeni, geleneksel, vahşi vb. ölçüler üzerinden toplumları birbirleriyle karşılaştırmakta, Batı kimliğini ayrıcalıklı bir konuma yerleştirdiği bu sanal hiyerarşik sıralamaları bütün toplumlara dayatmaktadır.

 

Modern Bilginin Sosyolojisi

Modernliğin tarihi, bir yönüyle modern bilgi ve bilimin de tarihidir. Modernlik anlatıları, sürecin birbirinden farklı boyutlarına dikkat çekerken çoğu kez bu boyutu ihmal etme eğilimindedir. Bahse konu ihmalkârlığın en önemli sonuçlarından biri de modern bilgi ve bilimin tarihsel ve sosyolojik niteliğinin göz ardı edilmesidir. Nitekim modern pozitivizme angaje olmuş klasik sosyologlara göre bilim ve bilimsel bilgi, toplum, politika, zaman ve tarih üstü bir gerçekliğe sahip olduğundan onun sosyolojisi yapılamaz. Bilgi sosyolojisi, bilimsel bilgi üzerine değil, ancak ideolojik, mitik ve dini bilgi üzerine araştırmalarda bulunabilir. Zira bilimsel bilgi, insan ve toplum gibi irrasyonel etkilere kapalı, doğru, rasyonel, hatadan bağışık, evrensel nitelikli bir bilgidir. Diğer bir deyişle bilgi sosyolojisi, ancak hatalı, kusurlu, yanlış, çarpıtılmış, irrasyonel olanın bilgisi üzerine araştırmalar yapabileceğinden bu kategorinin dışında bulunan bilimsel bilgi onun inceleme alanına girmemektedir.

Özetle, klasik sosyolojisinin varlık alanı içinde modern bilgi ve bilimin doğası/karakteri, işleyişi, farklı unsurlarla kurduğu ilişkiler, insan ve toplum yaşamı üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri gibi birçok konu üzerine araştırmalar yapılmasının imkânları sınırlanmaktadır. Ancak XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bahse konu durumun değişmeye başladığı gözlenmekte, bu tarihten itibaren ortaya çıkan kimi çalışmalarda bilimsel bilginin üretiminin rasyonel değil, sosyolojik süreçleri içerdiği tespitinden hareketle, ‘doğru’ veya ‘yanlış’ olmasından bağımsız olarak bilimsel bilginin sosyolojik analizin sabit ve zorunlu alanı olması gerektiği ifade edilmeye başlanmaktadır.

 

Bilim sosyolojisi mi, Bilimsel Bilginin Sosyolojisi mi?

Bilimsel bilgi/bilim sosyolojisi, sosyoloji disiplininin bir alt dalıdır. Disiplinin ortaya çıkmasında temel etkenlerin başında pozitivist bilim anlayışının dönemin Nazi ve Sovyet bilim politikalarına karşı yetkin argümanlar ortaya koyamaması gelmektedir. Bu çerçevede bilim felsefesi, bilimsel bilginin metodolojik ve epistemolojik meşruiyetinin tartışılmasını sağlayacak entelektüel bir zemin yaratsa da toplumda bilgiyi üreten bilim cemaatinin meşruiyetinin tartışılmasının koşullarını sağlayamamaktadır. Bilimsel bilgi/bilim sosyolojisi, bu noktada bilim cemaatinin sahip olduğu bilimsel inançlar ile çıkarların da analize dâhil edilme ihtiyacını karşılamak üzere geliştirilmiştir.

Bilimsel bilginin sosyolojisi, her şeyden önce modern bilimin ve bilimsel bilginin sosyolojik bir eleştirisidir. Dolayısıyla disiplin, bilim ve bilimsel bilgi kategorilerine olumlayıcı değil sorgulayıcı bir perspektiften bakmakta, bu alanda üretilen dogmalara kuşku ile yaklaşmakta, bilime ve bilimsel bilgiye bir dine iman eder gibi inanan bilimperestlerin ortaya koyduğu görüşlerin karşısında konumlanmaktadır. Disiplin ayrıca, hangi bilgilerin ne şekilde ‘bilimsel bilgi’ şemsiyesi altında değerlendirilebileceğine odaklanmakta, bu bilgilerin bağlı olduğu inançlar üzerine gerçekleştirilen iktidar çatışmalarının incelenmesini konu edinmekte, belirli grupların inançlarının ‘bilimsel bilgi’ adı altında meşrulaştırılması mücadelesinde başarı ve başarısızlığın koşullarını görünür kılmakta, ‘bilim yapmak’ adı altında kültürel kaynakların nasıl kullanıldığını ve anlam oluşturan pratiklerin nasıl geliştirildiğini ortaya çıkarmaktadır.

1960'larda bahse konu pozitivist hegemonya dünyanın her yerinde sarsılmaya başlamış, T. Kuhn ve M. J. Mulkay'ın başını çektiği yazarlar, bilimsel bilgiyi sosyolojik sorgulamaların konusu kılmakta başarılı olmuşlardır. (S. 23-110)

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 382 / Eylül 2022