Sadrüşşeria Ubeydullah B. Mesud - Alparslan Aydar

Sadrüşşeria Ubeydullah B. Mesud


Mâverâünnehir bölgesinin ilim dünyasına kazandırdığı bu büyük fakihin kitapları, İslam dünyasında ve Osmanlı Devleti medreselerinde en çok okunan eserlerden olmuştur. Sadrüşşeria, bu anlamda birçok yönden kendinden sonraki dönemlere ziyadesiyle etki etmiştir.

Sadrüşşeria Ubeydullah B. Mesud
Sezayi Bekdemir
Hikmetevi Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 383 / Ekim 2022

Sadrüşşeria Ubeydullah B. Mesud

Bu çalışmada 8/14. yy Maveraünnehir bölgesi Hanefi âlimlerinden Ubeydullah b. Mesud Sadrüşşeria es-Sâni ve onun ‘et Tavzih fi Halli Gavâmiz't-Tenkih’ adlı eseri bağlamında fikıhçılığı/hukukçuluğu incelenmiştir.

8/14. yüzyılın büyük fakihlerinden biri olan Sadrüşşeria, Ensar soyuna mensup bir ailedendir. ‘Mahbûbi ailesi’ olarakta bilinen Sadrüşşerla'nın ailesi, Hanefi fıkhında eserleriyle şöhret bulmuştur.

Sadrüşşeria'nın hayatı hicri VI. ve VIII. asrın önemli merkezlerinden olan Maveraünnehr'in üç büyük şehri ve ilim merkezi Buhârâ, Herat ve Kirman'da geçmiştir. Âlimlerle dolu bir ailede büyüyen Sadrüşşeria, sağlam bir ilmi eğitim almıştır. Birçok alanda başucu kitaplar yazmış ve çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Hayatı boyunca eğitim-öğretim faaliyetleri ve eser telifiyle meşgul olmuş, bunun yanında devlet idaresinde başkadılık görevini yaparak hayatını sürdürmüş ve Buhâra'da vefat etmiştir.

Sadrüşşeria, ictihadi ve fıkhi çalışmalar açısından bazı kaynaklarda ‘sırf taklid’ devri olarak değerlendirilen, âlimlerin müstakil veya müntesip ictihadda bulunmadığı, önceden yazılan eserlere şerh ve hâşiye yazmakla yetinildiği bir dönemde yetişmiştir. O, acı ve keşmekeşin İslam dünyasına hâkim olduğu, âlimlerin öldürülüp, kitapların yakıldığı, İbn Batuta'nın ifadesiyle kütüphane ve medreselerin Moğol süvarilerinin atlarına ahır olarak kullanıldığı bu dönemde ilmi ve eserleri ile temayüz etmiştir. Maturidi-Hanefi ekolünü devam ettiren mümtaz müctehidlerden biri olan Sadrüşşeria, ilim adamlarının ve ilmi faaliyetlerin zarar gördüğü ve Müslümanlar için doğudan batıya kargaşa asrı olan bu zor dönemde bütün bu olumsuzluklara rağmen telif ve tedris işlerini yürütmüştür. O, yaktığı ilim meşalesiyle İslam coğrafyasının karanlık devrini aydınlatmış, yetiştirdiği öğrencileri ve telif ettiği eserleriyle Hanefi mezhebinin günümüze sağlıklı bir şekilde intikaline katkı sağlamıştır. Mâverâünnehir bölgesinin ilim dünyasına kazandırdığı bu büyük fakihin kitapları, İslam dünyasında ve Osmanlı Devleti medreselerinde en çok okunan eserlerden olmuştur. Sadrüşşeria, bu anlamda birçok yönden kendinden sonraki dönemlere ziyadesiyle etki etmiştir.

Hanefi fıkıh kitaplarının arasında ‘mutunu erbaa’ olarak maruf ve meşhur dört eserden biri olan -dedesi Tacüşşeria'nın telif ettiği- Vikâye adlı eserin de ilk şârihi olan Sadrüşşeria'nın usûlü fıkha dair yazdığı önemli eseri ‘Tenkih’ ve onun şerhi ‘Tavzih’dir. Bu eser alanında büyük bir önemi haizdir. Bu eserin tertip ve tasnifini örnek alan birçok şerh ve hâşiye türünden kitap telif edilmiştir. Bazı âlimler, bu eserdeki lafızlara ziyâdeler, bazıları çıkarmalar yapmış, bazıları eleştirmiş, bazıları ise eseri tahkik etmiştir.

Sadrüşşeria, Tavzih'i, Hanefi mezhebinin ikinci Ebu Yusuf'u diye adlandırılan Maveraünnehir'in büyük âlimlerinden olan Fahrülislam Pezdevi'nin el-Usûl'ünü kaynak alarak yazmıştır. Söz konusu eserde Şâfii âlimlerden Fahreddin Râzi'inin el-Mahsul'üne ve Mâliki âlimlerden İbnü'l-Hâcib'in el-Muhtasar'ına da ziyadesiyle bavurmuştur. Eserinde Fukahâ/Hanefi ve Mütekellimin/Şâfii metodunu birleştiren Sadrüşşeria, nemzuc/karma metodla usûl yazan ilk müelliflerden biri olarak sayılmıştır.

‘Meselede Müctehid’lerin son bulduğu, ‘ashâbu't-tahric’ diyebileceğimiz müctehidlerin etkin olduğu bir dönemde Pezdevi, Gazzâli ve Râzi ile birlikte klasik usûlle yazılan fıkıh usûlü eserleri, yerini memzûc usûl ile yazılmış eserlere bırakmıştır. Sadrüşşeria'nın fıkıh usûlü alanına dair telif ettiği Tavzih adlı eseri bu türün ilk örneklerinden biri olmuştur. Geçmiş dönemde yazılan eserlerin metinlerinin başka bir mezhebe mensup klasik metinle birlikte okunmasıyla elde edilen bu usûl meslek farklılığına bağlı olarak tasnif farklılığını da beraberinde getirmiştir.

Tavzih'in sistematiği açısından Pezdevi'nin usûlüne tâbi olan Sadrüşşeria, Şafii-Eş'ari ekolüne karşı açık bir tavır içinde olmasına rağmen Râzi ve İbnü'l-Hâcib'ten -onlara eserinde sık sık cevap verse de- ziyadesiyle etkilenmiştir.

Usûl ilmi açısından özgün birçok fikir ortaya koyan; kelam, felsefe, mantık ve dil kuralları ilimleri ile fukahâ mesleğine yeni bir ivme kazandıran Sadrüşşeria, ‘Tavzîh fî Hall-i Gavâmizit-Tenkih'te âdeta dil bilgisi ve mantık dersleri vermiştir. Bazı mütekellimin usûlcüleriyle Sadrüşşeria gibi muahhar Hanefi usûlcülerin eserlerinde genişçe tartıştıkları aklın mahiyeti ve özellikleri konusunda olduğu gibi fıkıh usûlü alanındaki eserlerin hemen hepsinde müelliflerin ilmi mensubiyeti, kişisel birikim ve entelektüel eğilimlerine göre değişiklik arz eden yaklaşımların olması kaçınılmazdır. Nitekim Sadrüşşeria, Tavzih'te, akıl, teklif, hüsün-kubuh, kanun koyucu irade gibi birçok felsefi kavram ve meseleyi, usûlün temel meseleleriyle ilişkilendirerek birer usûl problemi haline getirmiştir. Bu yönüyle Tavzih, hukuk felsefesi içerikli bir kitap olarak da nitelendirilebilir. Yine Tavzih, fıkıh usûlünün, akli ve nakli ilkeleri bünyesinde barındıran nakli yönüyle birlikte akli bir ilim olduğunu gösteren en bariz örnektir.

Fıkıh usûlünü bir mezhebe sıkı biçimde bağlı ve fürû hükümleriyle doğrudan irtibatlı şekilde ele alan, kuralları belirlemede tümevarıma ağırlık veren fukahâ metodu Hanefiler'le özdeşleşmiştir. Bununla birlikte Sadrüşşeria'nın başlattığı memzuc usûl sonraki dönem usûl âlimlerinin tercihi olmuştur. Sadrüşşeria, her ne kadar karma bir eser telif etmiş olsa da eserinde genel olarak Hanefl usûlcülerin görüşlerini müdafaa ve tercih etmiştir. Onun bu usûlü Tavzih üzerine yazılan şerh çalışmalarını da büyük ölçüde etkilemiş ve genelde mezhep müdafaası temeline dayandırılmıştır.

Bir müellifin, eserinde meseleleri hangi tertibe göre incelediğinin bilinmesi, onun fıkıh usûlü hakkındaki temel düşüncesini anlama açısından ayrı bir öneme sahiptir. Sadrüşşeria da çeşitli yerlerde ortaya koyduğu yaklaşımla kitabındaki tertibin mantığını ortaya koymuştur. Bu anlamda Sadrüşşeria, kitabında delilleri ve hükümleri merkeze alıp konuları akıl ve mantık ağıyla/ örgüsüyle ören yenilikçi bir müctehiddir diyebiliriz.

Tavzih, mukaddime ve iki ana bölüm (bab) oluşmaktadır. Bunlardan birinci bölümde deliller, ikinci bölümde de hükümler işlenmiştir. Bu bölümlerden birincisi dört, ikincisi üç kısma/ rükne ayrılmıştır. Sadrüşşeria, mukaddimede fıkıh usûlünün tanımı, konusu ve gayesini işlemiş, şer'i delillerin dörtle (Kitab, sünnet, icma, kıyâs) sınırlı olduğunu vurgulamış ve sahâbi kavli gibi diğer fer'i delillerin ise bu dört delile raci olduğunu ifade etmiştir. Sadrüşşeria'ya göre fıkıh usûlünün konusu deliller ve hükümlerdir.

Sadruşşeria, Kitap'la ilgili konuları iki kısma ayırarak, birinci kısımda Kitab'ın ifade ettiği manayı, ikinci kısımda ise Kitab'ın ifade ettiği şer'i hükmü ele almak suretiyle mana ve hüküm arasında bir ayırıma gitmiştir. O, hıtâbın şer'i hükmü ifade etmesinin, mana ifade etmesine bağlı olduğu fikrinden hareketle böyle bir taksime başvurmuş, birinci kısımda hass, âmm, müşterek, hakikat, mecaz ve benzeri konuları, ikinci kısımda ise emir ve nehiy konularını incelemiştir.

Sadrüşşeria, Kur'ân ve Sünnetin umum ifade eden nasslarını esas almak suretiyle bunların tahsisini belli şartlarda kabul etmiştir. O, âmmın tahsisini ve nass üzerine ziyâdeyi bir çeşit nesih saymıştır. Sadrüşşeria'nın âmmın tahsisi, nass üzerine ziyâde ve mutlakın takyidi konusundaki tutumu, hadislerin Kur'ân'a arzı, âhâd haberlerin kabul şartları, nesih ve delillerin teâruzu konularında sergilediği tutumuyla yakından ilgilidir. Sadrüşşeria'nın bu konuların hepsinde Kur'ân ve Sünnet hükümlerinin bütünlüğünün korunmasına, deliller arasında hiyerarşiye özen gösterdiği gözlemlenmektedir.

Sadrüşşeria'nın teklifi hükümleri, liaynihi-liğayrihi şeklindeki sınıflandırmasının ve hüküm teorisini açıklamasının temelinde hüsün-kubuh konusuna yaklaşımının tesiri vardır. Onun hüsün-kubuh konusunda yaptığı açıklamalar yalnız kendi dönemine değil, kendisinden sonraki dönemlere de etki etmiştir. Sadrüşşeria'nın hüsün-kubuh meselesine bakış açısı, Mekâsıdu'ş-Şeria'da, aklın kullanımını ve nassların kapsamını belirlemede yol gösterici olmaktadır. Sadrüşşeria, ahlak felsefesinde iyilik ve güzellik; kelâm ilminde ise şer'i fiillerdeki iyilik ve kötülük anlamında kullanılan ve hukuk felsefesinin temel konuları arasında yer alan hüsün-kubuh meselesini, emredilen ve nehyedilen fiillerin hüsün-kubuh oluşu, akıl tarafından bilinip bilinemeyeceği gibi konular içerisinde Tavzih'te derinlemesine ele alarak fıkıh usûlünün bir parçası haline getirmiştir.

Sadrüşşeria, delalet türlerini izah ederken akla alan açma gayretine girmiştir. Nitekim lafzın muktezasındaki meskûtun anh olan durumu ortaya çıkaracak olan akıldır. Sadruşşeria'nın Debûsi kaynaklı akıl tarifiyle, felsefeden müteahhirin kelâmına intikal eden dört mertebeli akıl anlayışını birlikte düşünmesi, Hanefi hukuk teorisinde genel kabul gören tavır olmuştur.

Mutezile'nin akılcılığı ile Eş'âriler'in nakilciliği arasında kendilerini mutedil bir anlayışın temsilcileri olarak konumlandıran Maturidi-Hanefi âlimler, akıl ile din arasında orta bir yol tutmuşlardır. Bu gayretin en bariz örneği Sadrüşşeria'dır. O, bu gayretini hüsn-kubh meselesinde ortaya koymuştur. Onun akıl ve nakil karşısındaki bu tutumunun pratik sonuçlarından biri bâliğ olmamış küçük ile kendisine davet ulaşmamış ve ömrünü dağ başı gibi toplumdan soyut bir ortamda geçirmiş kişinin imânlarının sıhhati meselesinde görülmektedir. Bu konular, aklın şer'i hükümler karşısındaki konumuyla alakalı rolünün tezahür ettiği meselelerdendir.

Sadrüşşeria'nın, Maveraünnehir Hanefilerinin akıl anlayışları/tasavvurları ile başta İbn Sina ve Gazzâli olmak üzere hukemânın akıl anlayışlarını/tasavvurlarını mezcederek fıkıh usûlüne taşıması, Tavzih'in, müteahhirin fıkıh usûlü eserlerinin en etkilileri arasında yer almasına ve Sadruşşeria'nın da ‘hikmet/akıl ile şeriat arasını cem' eden muhakkikler arasında sayılmasına vesile olmuştur.

Sadrüşşeria, Tavzih'te ictihadın tanımı ve mahiyeti, ictihad fikrinin doğuşu ve gelişimi, ictihadın nakzı, müctehidin başkasını taklidi, müctehidlerin tabakaları, müfti ve müstefti gibi konulara değinmemiştir. Diğer bir ifadeyle ictihadı, temellendirme ve tanımlama gayretine girmeyen Sadrüşşeria, bir ön kabul ile kıyâs ana başlığı içerisinde alt başlık olarak ele almış ve bu bölümde müctehidliğin şartlarına, müctehidin musib veya muhti oluşuna değinmiştir. Sadrüşşeria, müctehid olmak için ‘kendisinden istinbât yapılacak olan asılları ve bu asıllardan hüküm çıkarma keyfiyetini bilmek’ gibi şartları yeterli görmüştür.

Birgivi ve Seyyid Bey gibi bazı âlimlere göre; Sadrüşşeria, mezheb imamlarının ictihadları bulunmayan furû meselelerinin hükümlerini çıkaran ve onların hükmünü belirtmediği meselelere dokunmayan buna mukabil üçüncü tabaka müctehidlerin tesbit etmiş olduğu tercih esaslarına dayanarak rivayet edilen görüşler arasında tercihlerde bulunan ve bazı görüşleri, dayandığı delilin kuvvetli oluşu veya mevcut asrın icaplarına tatbik bakımından elverişli bulunuşu sebebiyle tercih eden müctehidliğin beşinci tabakasından tercih ehli/ashâb-ı tercih bir müctehiddir.

Sadrüşşeria, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam Azam Ebu Hanife'nin görüşlerini benimsemiş ve onun görüşlerini muhaliflerine karşı bütün ilmi gücüyle savunmuştur. Zaman zaman Ebu Yusuf ve Züfer gibi mezhepte müctehid, Kerhî gibi meselede müctehid âlimlerin görüşlerine itiraz etmiş ve mezhep içi tercihte bulunmuştur. Bu kriterler ve tezimizde verdiğimiz örnekler, Seadrüşşeria'nın ‘Ashab-ı Tercih’ bir müctehid olduğunu göstermektedir.

Sadrüşşeria, fıkhın konusuna yeni bir açılım getirmek, bir ilmin birden fazla konusu olabileceğini isbat etmek, kendinden sonraki usûlcülerin kullandığı icmâ tarifini yapmak ve müevvel, cemi münekker, istisna gibi konulara diğer usûlcülerden farklı yaklaşmak suretiyle müstakil ictihadlarda da bulunan bir müctehiddir. Bu farık vasıflar Sadrüşşeria'nın, Râzi ve Gazzâli gibi âlimlerden aşağı olmadığının en bariz göstergesidir.

Tavzih'te kelami bir konu olan hüsün-kubuh meselesine geniş yer ayırmak suretiyle fıkıh usûlü eserlerine yeni bir bakış açısı ve ivme kazandırmıştır. Maturidi-Hanefi ekolüne mensup olan Sadrüşşeria'ya göre şeriat, hüsün ve kubha hâkimdir. Akıl tamamen devre dışı da değildir. Akıl, tek başına muteber değilse de marifetullah gibi bazı konularda etkilidir. Sadrüşşeria, Mu'tezile'nin ‘akıl; hüsün ve kubhun belirleyicisidir’ ve Eşariler'in ‘akıl; sadece Şâri'in hitabını anlamak için bir alettir, hüsün ve kubhu belirleyen akıl değil şeriattır’ görüşlerini ifrat-tefrid derecesinde görüşler olarak değerlendirmiş ve kendi görüşünün mutedil bir görüş olduğunu ifade etmiştir.

Sadrüşşeria, hüsn-kubuh meselesini kelam ve felsefenin meselesi olmaktan çıkarmış ve fıkıh usûlünün de temel meselelerinden biri haline dönüştürmüştür. O, memurun bih başlığı altında hüsn-kubh meselesinin alt yapısını oluşturmak için Mukaddimetü Erbaa/Dört Mukaddime'yi kaleme almıştır. Ona göre memurun bihin hüsün veya kubuh oluşu, ihtiyâr-cebr-kader meselesiyle doğrudan ilişkilidir.

Sadrüşşeria'ya göre iman-amel, sevap-ikab ve cebr-irade açısından kulun sorumluluğundan bahsedebilmek için şer'in akliliğinin bir gereği olarak teklifin yutâk/güç yetirilebilir olması gerekir. Çünkü mükellefin ne ile yükümlü olduğunu bilmesi, fiile kastının/niyetinin olması ve yükümlü tutulduğu şeyi yerine getirebilecek güce sahip bulunması gerekir. Bu bakımdan Sadrüşşeria, mukaddimelerde ilim, irade ve kudret olmak üzere kelami üç konu üzerinde durmuştur.

Eş’âri-Şafîi çizgisinde olan âlimler, Sadrüşşeria'yı eleştirirken, Maturidi-Hanefi çizgisinde olan âlimler savunmuşlardır. Sadrüşşeria ile Teftazâni arasında başlayan mezhep savunuculuğu, etkisini asırlara yaymış, bu suretle birçok eser telif edilmiş ve bu iki mezhebin (Hanefi-Şafii) günümüze kadar canlı kalmasına neden olmuştur.

Sadrüşşeria'nın da Kadı Burhaneddin, Birgivi ve Seyyid Bey gibi müdafileri, Teftazâni, Molla Hüsrev ve İbn Kemalpaşa gibi münekkidleri vardır. Bu âlimler, birbirlerine cevap mahiyetinde eserler ve hâşiyeler yazmışlar ve karşılıklı olarak atışmışlardır. Bütün bunlar, Sadrüşşeria'nın ilim dünyasına ne kadar etki ettiğini ortaya koyan verilerdir.

Bütün bu bilgilere rağmen Sadrüşşerianın usûlcü yönünün, günümüz ilim camiasında yeterince bilindiği söylenemez. Hâlbuki onun çalışmamıza konu olan eseri kendinden sonraki dönemde -özellikle Osmanlı'nın kuruluşundan cumhuriyetin ilanına kadar ki dönemde- fıkıh usûlü alanında âlimlerin el ve medreselerin baş kitabı olmuş ve bu alanda telif edilen eserlere ana kaynaklık yapmıştır. Günümüzde ise hak ettiği ilgiden uzak ve hakkında yapılan çalışmaların yetersiz olduğu aşikârdır.

 

Hüsün-Kubuh Meselesi

Sadrüşşeria'ya göre hüsün-kubuh (1) sorunu usül meselelerinin, akli ve nakli mebhasların mühimlerindendir. Zira Hanefi-Şâfil usül anlayışının ayrıştığı önemli noktalardan biri onların fillerdeki hüsün-kubuh sıfatlarıyla ilgili yaklaşımlarıdır. Hanefilerle Şâfiiler arasında bu konuda anlayış farkı ve Mezheplerin bu konuya yaklaşımlarından mütevellit, pratikte bir kısım farklı yansımalar olmuştur. Şahitsiz nikâh, Cuma saatinde alışveriş, faizli işlem ve Şâfiilerde farklı kullanılan Hanefilerdeki ara hüküm formu olan vacib kavramı gibi konular bu yansımalardan bazılarıdır. Bu mesele, rüsuh bulmuş nice âlimin ayağının kaydığı, nice mütefekkirin dalalete düştüğü, nice derya misali aklı olanların boğulduğu cebr ve kader meselelerinin üzerine bina edilmiştir.

Sadrüşşeria, konunun ehemmiyeti ile ilgili şunları ifade etmiştir; Gerçek şu ki; bu konu ifrat ve tefrite düşülen, yalnızca Allahın seçkin kullarının vakıf olduğu Allah'ın sırlarından bir sırdır. Ben, o seçkin kullardan olmasam da tam olarak idrakten aciz olsam da gücümün yettiği kadarıyla bu konunun üzerinde durmak istedim. Sadrüşşeria, bu gerekçelerden hareketle âlimlerin meseleyi nasıl tasnif ettiklerini ifade ederek konuya giriş yapmıştır. Ona göre; Âlimler hüsn ve kubhun üç anlamda kullanmışlardır. Birincisi; hüsn ve kubh, bir şeyin fıtratına uygun veya ters olmasıdır. İkincisi hüsn ve kubh, bir şeyin kemal veya noksan sıfatının olmasıdır. Üçüncüsü ise; hüsn ve kubh, bir şeyin dünyada övgüye ve âhirette sevaba yahut dünyada zemmedilmeye ve âhirette ikaba taalluk etmesidir. İlk iki mânaya göre; hüsn ve kubhun akıl ile sâbit olduğunda görüş birliği vardır. Üçüncü mânada ise âlimler ihtilâf etmişlerdir.

Âlimler arasındaki ihtilaflı konulardan biri de; ‘hüsün, emrin mucibatından mıdır yoksa medlulatından mıdır’ meselesidir.’ (2)

Eşariler ve Ehli Hadise göre hüsün, emrin mucibatındandır. Bu görüşte olanların gerekçesi şudur; ızdırârdan hariç fiillerde hüsün ve kubuh hususunda aklın rolü yoktur. Bu durumdaki hüsün ve kubuh ancak emir ve nehiyle bilinir. Böylece hüsün akıl ve delil ile değil, emrin bizzat kendisiyle bilinir. Hanefiler'e göre ise; iman, ibadetin aslı, adi ve ihsan gibi şer ile emredilen bazı şeylerin hasen olduğunu akıl bilebilir. Bu durumda emr, hasenliği akılla sâbit olana delil ve maruf, fiilin mizandaki durumunu akıl bilemeyeceği için emrin hasenliği mucibattan olur.

Sadrüşşeria, Mutezile'den iki farklı hüsn-kubh tarifi nakleder. Birinci tarife göre şer'an veya aklen övülen fiiller hasen, yerilen fiiller kabihtir. İkinci tarife göre ise fiili işlemeye de işlememeye de muktedir ve kendi durumuna dair bilgisi olan bir kimsenin fiili hasen, böyle birinin terk ettiği fiil kabihtir. Birinci tarife göre hasen, vacib ve menduba mahsustur. Mübah, hasen ile kabih arasında orta bir konumdadır; ikinciye göre ise aralarında orta bir konum yoktur. İkinci tarif ise mübahı da kapsar. Kabihin içeriği iki tarife göre de aynıdır; haram ve mekruhu kapsar.’ (3)

Sadrüşşeria, memurun bihin hasen olduğunu kabul eder. Çünkü Şâri, hâkimdir ve o, fuhşiyatı emretmez. Bu emrin luğavi olması mümteni değildir. Sadrüşşeria, fiileri ihtiyâri ve ıztırâri olmak üzere taksimata tabi tutmuştur. Bu konunun iyi anlaşılması için fiilin izahı ile ilgili dört mukaddimeyi serdetmiştir. (4)

Bu mukaddimelerde Sadrüşşeria, hüsün ve kubuhun fiile bitişen birer sıfat olduğunu, fiilin de iki anlamının bulunduğunu ispatlamaya çalışmak suretiyle Râzi'nin ‘araz, arazla kâim olmaz’ delilini reddetmiştir. O, varlık mertebeleri vacib-mümkün-muhal gibi kelami konulara açıklık getirmiştir. Filleri, ızdırâri ve ihtiyâri olmak üzere ayırıma tabi tutmuş bu suretle kulun iradesinden söz edileceğini ifade etmiştir. Ona göre fiilin kabih diye vasıflanması, kulun irade ve kasdına bağlıdır. Mukaddimeleri bu şekilde bitirdikten sonra hüsün-kubuh meselesine dönmüştür.

Sadrüşşeria, ittifaki (tevafuki) ve ızdırâri fiillerin hüsün veya kubuhla vasıflanamayacağını kabul etmez. Çünkü tevafuki veya ızdırâri bir fiil, ya zatı veya sıfatıyla hasen olabilir. Fiilin zatının veya sıfatlarından birinin medh/övgü veya zemme/yergiye ilhakı mucib kılması mümkündür. Bu durumda fiilin ihtiyâr, ızdırâr veya ittifak ile vasıflanması fark etmez. Nitekim kemal ve noksan manasıyla hüsün ve kubuhu aklen kabul eden Eşariler'e göre fiilleri ihtiyâri olmayan Allah, yüce sıfatlarıyla övülmektedir. Şüphe yok ki her kâmil övülür, her noksan da yerilir. Hüsün ve kubuhun inkârının nedeni; mevsufunun övüldüğü veya yerildiği zıt birer sıfat olmasıdır. Husün ve kubuhun inkâr edilmesi durumunda, fiil de fâiline sevab veya azab gerektirecek bir şey bulunmaz.

Sadrüşşeria'ya göre fiilinden dolayı Allah'a sevap ve ikab vacib olmaz. Kul, fiilin gerçekleşmesinde Allah'a yardım eder. Fakat herkes bilir ki; Allah, külliyatı da cüz'iyatı da bilir. O, fâil bi'l-ihtiyârdır ve O'nun her şeye gücü yeter. Bunların hepsi Allah'a nisbet edilen sıfatlar ve fiillerdendir. İtikad şudur ki; Allah, fiillerinde kubuhtan münezzehtir.

Sadrüşşeria, Hanefiler ve Mutezile'nin, kulların fiillerinin hasen veya kabih olduğu fiillerin zatı ve sıfatı gereği aklen bilinebileceği hususunda birleştiklerini ifade etmiştir. Yani hüsün fiilin zatıyla veya sıfatıyla olur. Fiilin fâili, dünyada övülür, ahirette sevap alır. Kubuh içinde aynı şeyler söylenebilir. Kubuh fiilin fâili de dünyada yerilir, ahirette azaba uğrar. Zira hüsün ve kubuhun şer’ ile bilinebileceğinde ihtilaf yoktur.

Sadrüşşeria, Râzi'nin ‘nübüvvet, şer’ yoluyla bilinirse nübüvvetin tasdiki vacip olur, bu da devri/döngüyü gerektirir’ iddiasını çürütmeye çalışmıştır. Ona göre bir kimse nebi olduğunu iddia ettiğinde mucize gösterir, Nebiyi işiten kimseye, nebinin haber verdiği emirler vacib olur, Nebiyi işiten kimseye herhangi bir şeyin tasdiki vacib olmazsa nebiliğin faydası bâtıl olur. Vacib olduğunu kabul edersek; nebinin ihbarlarının bir kısmının akli olup olmadığını tasdik etmek de faydadan hali değildir. Bilakis nebinin ihbarının tamamının tasdiki şer'i olur. Sadrüşşeria'ya göre ikincisi bâtıldır. Çünkü her haberin tasdikinin vücubu şer yoluyla olsaydı, tasdikin vücubu nebinin sözüyle olurdu. Tasdiki vacip haberlerin ilki, nebinin sözüyle olanı tasdik vacip olur. Şüphesiz haberlerin ilkini tasdik vaciptir. Nebinin tasdiki vacip olmazsa ilk haberinin tasdiki de vacip olmazdı. Nebinin tasdiki vacipse bu vaciplik onun ilk haberiyle olacaktır. Bu durum kısır döngüyü gerektirir. O halde nebinin ihbarından bir şeyin tasdikinin vücubu aklidir.

Sadrüşşeria, ‘nebinin tasdikinin vücubu, şere dayanmıyorsa, aklendir’ demiştir. Bu durumdaki vacip, aklen hasen olur. Zira akli vacip, işlenmesi durumunda övülür, terki durumunda da yerilir. Akli vacip, akli hasenden daha hasstır. Bu suretle nebinin emirlerine uymak aklen vaciptir.

Sadrüşşeria'ya göre; ‘Nübüvvetin tasdiki yalanın haramlığına dayanır, bu hurmet, şer'an sâbit olursa devr/kısır döngü oluşur, aklen sâbit olursa kubuhlüğü de aklen olur’ görüşü de akli kubuha delalet etmektedir. Bu delilerin biri diğerini bağlamaktadır. Çünkü bir şey aklen vacipse, terki de aklen kabih olur. Bir şeyin haramlığı aklen olursa, ter ki de aklen hasen olarak vacip olur. Mutezile'ye göre akıl, hüsün ve kubuha hükmedicidir ve o ikisinin bilgisine mucibtir. Hanefiler'e göre hüsün ve kubuha hükmedici Allah'tır ve akıl, ilmi mucip değil ilme alettir. Allah, aklın sahih nazarının peşine yaratır. Özetle söylemek gerekirse; Mutezile'ye göre akıl, Allah ve kul açısından hüsün ve kubuha mutlak hâkimdir. Çünkü kul için aslah olanı/en iyisi yaratmak akılla Allah'a vaciptir. Vacibin terki Allah'a haram olur. Vücuba ve hurmete hükmetmek, zarureten hüsün ve kubuha hükmetmek olur. Kula vacip olmasına gelince; Mutezile'ye göre akıl, Allah hükmetmeden de fiillerin vacip, mubah ve haramlığına hükmeder.

Sadrüşşeria, Hanefiler'in bu konudaki görüşlerini özet olarak nakletmiştir. Hanefiler'e göre hüsün ve kubuha hükmedici Allah'tır. Allah, kendisine hükmedilmekten, üzerine bir şeyin vacip kılınmasından yücedir. Allah, kulların bir kımı hasen, bir kısmı kabih olan fiillerinin yaratıcısıdır. O külli cüz’i apaçık bir şekilde hükmedici, gizli açık her şeyi kuşatıcıdır. Hayrı veya şerri, faydalı veya zararlıyı, hasen veya kabihi O, vaz etmiştir.

Sadrüşşeria, Mutezile'nin bu konuyla ilgili diğer görüşlerini de özet olarak vermiştir. Onlara göre akıl, hasen ve kabih olanı, sahih bir nazarın peşine aklın doğurduğu ilmin neticesinde tevellüt yoluyla bilmeye muciptir. Hanefiler'e göre bu türden bazı şeyleri bilmeye akıl alettir. Çünkü Allah'ın hükmettiklerinin çoğunun hüsün ve kubuhlüğüne akıl muttali olamaz. Bilakis akıl, bu gibi şeyleri bilmek için peygamberin tebliğine ihtiyaç duyar. Lakin Allah, bu bilgilerin bazılarını aklın varlığına bağlamıştır.

Sadrüşşeria, ‘hüsün ve kubuh aklen bilinebilir’ görüşünü ispat ettikten sonra fiilleri, hasen liaynihi-liğayrihi ve kubuh liaynihi-liğayrihi diye tasnifata tabi tutmuştur. Sadrüşşeria'ya göre Pezdevi'nin kullandığı ‘hasen li manen fi nefsihi’ ibaresi ‘hasen liaynihi’ kavramından daha geneldir.

Sadrüşşeria, bu tasnifi açıkladıktan sonra İbnü'l-Hâcib'in ‘izafet itibariyle füllin hüsün ve kubuh oluşu ihtilaflıdır, bu yüzden hasen lizatihi ve kubuh lizatihi doğru bir ifade olmaz, çünkü izafet, fiilin zatına dâhildir, fiilde arazı nisbidir, arazı nisbi de nsibet ve izafetten oluşur’ iddiasına cevap vermiştir. Sadrüşşeria'ya göre nimet verene teşekkür etmek, hasen lizatihidir. Bunun manası; nimet verene muzaf olan şükür, hasendir. Yoksa izafetsiz şükrün zatı hasen değildir.’

Netice de Eşarilere göre hüsün ve kubhu belirleyen şeriattır. Akıl ise sadece Şâri'in hitabını anlamak için bir alettir. Mutezile'ye göre ise hüsün ve kubhun belirleyicisi akıldır. Maturidi/ Hanefiler'in görüşüne göre ise hüsün ve kubha hâkim şeriattır. Akıl, marifetullah gibi bazı şeylerde etkilidir. Akıl tek başına muteber değildir. Ancak tamamen geçersiz de değildir.

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 383 / Ekim 2022

 

1 -  Akıl, heva ve duyular tarafından güzel görülmek mânâdlarına gelen hüsün kelimesinin çoğulu mehasin, gözlerin ve insan mizacının tiksindiği manzara, hal ve davranışlar anlamına gelen kubuh kelimesinin çoğulu ise mekabih'tir. Hüsün-kubuh değerlendirmelerinde şu beş kriterin belirleyici olduğu görülmektedir: 1. Maksada uygun veya zıt olmak; adalet ve zulüm gibi. 2. Tab'a uygun veya zıt olmak; tatlı ve acı gibi. 3. Sıfat itibariyle kemal ve noksan olmak; ilim ve cehl gibi. 4. İnsanlar arasında medih ve zemmi mucip olmak; cömertlik ve cimrilik gibi. 5. Allah katında medih ve sevaba veya zem ve ikaba müstehak olmak.

2 - Şafiiler'in çoğuna göre nakil olmadan tek başına akıl, bizatihi bir şeyin husnüne ve kubhune hükmedici değildir. Akıl eşyanın hakikatını idrak etmeye bir alettir. Mütekelliminin ve Hanefiler'in çoğunluğuna göre husün ve kubuh iki çeşittir. Birinci kısmı; adalet, doğruluk ve şükür gibi fiillerin hasenliği, zulüm, yalan ve küfür gibi fiillerin kabihliği akılla bilinir. İkinci kısmı ise; ibadetlerin miktarları ve şekillerinin hasenliği, zina ve içkinin kabihliği nakille bilinir. Nakil yoluyla varid olan husün ve kubuh aklın verdiği hükmü tekit eder.

3 - Râzi, Eş'ari'lerin, ‘hüsn ve kubh akılla değil, yalnızca şeriatla sâbit olur’ görüşünü benimsemiştir. Ona göre; ‘kabih, şer'an nehyedilen, hasen ise şeran nehyedilmeyen şeydir.’ Bu durumda iki sonuç ortaya çıkmaktadır. Birincisi; fiilin güzelliği veya çirkinliği, fiilin zatından ve sıfatından değildir ki akıl onun hüsnüne veya kubhuna hükmetsin. İkincisi; kulun fiili ihtiyâri değil, iztıraridir. İhtiyârı olmayan bir fiile günah veya sevab hükmünü akıl veremez. Ayrıca husün ve kubuh Allah'ın fiillerine nisbet edilemez. Husün-kubuh kulun fiilleri ile ilişkilidir. Râzi'ye göre; kula emredilen (vacib, mubah, mendub) fiiller hasen, kulun nehyedildiği (haram, mekruh) fiiller de kabihtir.

4 - Pezdevi, memûrun bihi taksim ettiği gibi menhiyyün anhı da vaz’an liaynihi kabih (abes, sefeh, yalan ve zulüm gibi), şer'an kabih liaynihi'ye ilhak olan kabih (hür kişinin satışı gibi), vasfen liğayrihi kabih (fasid satış gibi) ve mücaviran liğayrihi kabih (ezan vaktinde alış-veriş gibi) olmak üzere dörde taksim etmiştir. Bu taksimle birlikte Pezdevi, fiillerin hasen ve kabihliğini, şer'i-hissi-akli taksimata tabi tutmuştur.

Kubuh sıfatının nehyedilmeden önce de kendisinde bizzat bulunduğu menhiyyün anh kabihe liaynihi kabih menhiyyün anh denir. Liaynihi kabih menhiyyün anh kendi arasında vaz'an ve şer'an liaynihi kabih menhiyyün anh olmak üzere iki kısımda ele alınmaktadır. Vaz'an liaynihi kabih, kabih olduğu aklen malum olan ve vazedilişinde kabih olarak vazedilen menhiyyünanhtir. Şâri aklen kabih oldukları bilinebilir nitelikteki fiillerin çirkinliğini bunları nehyetmek suretiyle beyân buyurmuştur. Pezdevi'ye göre fiillerde zati kubuh sıfatı bulunur. İman ve tasdikin bizzat hasen olması ve bunun da aklen bilinir olması gibi zulüm ve yalan da bizâtihi kabihtir ve aklen bilinebilir niteliktedir. Şeriat gelmezden evvel de bu fiiller kabihtir. Şeriatın gelmesiyle bu fiillerin yasaklanmasıyla bizatihi kabih olan fiiller nehyedilmiştir. Liğayrihi kabih menhiyyün anh; kendi zâtına nazaran kabih olmayıp başka bir şey ile alâkasından dolayı kabih olan menhiyyün anhtır. Bayram günlerinde oruç tutmak, Cuma namazı saatinde alışveriş yapmak, gasbedilmiş bir yerde namaz kılmak ve faizli bir alışveriş işlemi buna örnektir. Zira ne alışveriş, ne oruç tutmak ne de namaz kılmak bizâtihi kabih değildir aksine hasendir. Pezdevi'ye göre liğayrihi kabih menhiyyün anhın memûrun bihteki karşılığı cenaze namazı ve cihattır. Nehyedilen fiilin sıfatındaki kabih vasfının, menhiyyün anhtan kaldırılması mümkün olursa, bu fiil mücâviren liğayrihi kabih diye adlandırılmaktadır. Cuma ezanı sırasında alışveriş yapmak bu kısma örnektir.