Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez - Alparslan Aydar

Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez


Tarih, herkese başka şeyler söyler. Okuduğunuz kaynağa, bakış açınıza ve almak istediğiniz derslere göre, olaylardan çıkaracağınız sonuçlar da değişecektir. Okumalarımız çoğu defa fıtratımızdan, yönelişlerimizden, hayattan beklentilerimizden ve zihnimizin istikametinden etkilendiği için, bu normaldir belki de. Eğer sağlıklı ve dengeli bir tartışma zemini sağlanabilirse, tüm bu farklı okumaların ve değerlendirmelerin zengin tecrübe aktarımlarına dönüşmesi ve ufuklarımızı açması mümkündür. Aksi ise, sadece daha fazla çatışmaya ve körleşmeye hizmet edecektir. Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez(1) işte böyle bir tecrübe aktarımı isteğiyle ortaya çıktı.

Ortadoğu'ya Dair Yirmi Tez
Taha Kılınç
Ketebe Yayınevi
Mîsak Dergisi
Sayı: 397 / Aralık 2023

Ortadoğu’ya dair ileri sürülebilecek tezler, elbette yirmi ile sınırlı değildir. Burada daha çok, bölgenin genel manzarasıyla, temel unsurlarıyla, bünyeyi oluşturan yapı taşlarıyla ve bunların tarihsel arka planıyla ilgili olanlara yer verilmiştir.

“Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez” ismindeki ‘tez sözcüğünün de ifade ettiği şekilde, iddia barındıran, doğrulanması veya yanlışlanması mümkün olan, bazı noktalarda neticelerin ancak istikbalde ortaya çıkacağı tahminler içeren 20 ayrı bölümden oluşuyor. Bölgeye neden ve ne zamandan beri “Ortadoğu” dendiğinin açıklamasıyla başlayan anlatım, Türkiye'nin de içinde yer aldığı coğrafyanın tarihindeki çeşitli dönemleri, tarihten günümüze taşınan unsurları, bugün ilk bakışta belki fark edemediğimiz ama kesinlikle aktüel hayatın tam ortasına denk düşen somut gerçeklikleri gözler önüne seriyor. Ortadoğu'nun belkemiğini oluşturan dört ülkenin (Türkiye, Mısır, İran ve Suudi Arabistan) tarihine sıklıkla atıfların yapıldığı kitabın temel hedefi, coğrafyanın kendi iç dinamiklerine işaret etmek. Ortadoğu’da yaşanan gelişmeleri genellikle “dış güçler’e hamleden genellemeci ve kolaycı bakıştan kaçınmaya çalışarak, “dış güçler” dediğimiz ülkelerin aslında içerideki bazı dengeler ve yerli unsurlar yardımıyla iş gördüklerini izah çabası, kitabın ana fikrini oluşturuyor.

Kitaptaki tüm bu başlık ve bölümlerden bazıları okura fazla “cesur” gelebilir, bazıları mantıksız veya saçma bulunabilir, bir kısmı da “işte bu” dedirtebilir. Bütün farklı bakış açılarına ve yorumlara rağmen, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez eğer okurlara alışılmışın dışında bir ufuk sağlar, onların zihnindeki tozları savurur, daha kaliteli ve derinlikli okumalar için onlara yol gösterici ve ilham verici olursa, bunu hamd vesilesi kabul edeceğim.

 

1- Kurân’da kıssaları anlatılan peygamberlerin gönderildiği coğrafya ile bugün “Ortadoğu” denildiğinde kastedilen coğrafya aynıdır.

Ortadoğu terimini ilk defa kimin kullandığı hususunda net bir bilgi bulunmuyor. Genel kabule göre, Ortadoğu ibaresinin mucidi, İngiliz hükümeti bünyesinde 1858’de oluşturulan Hindistan Ofisidir. Balkanlar ve Anadolu’nun da içinde yer aldığı geniş coğrafyayı kabaca üçe bölen ofis bürokratları, Irak’ı da kapsayacak şekilde Doğu Akdeniz havzasını “Yakındoğu” olarak isimlendirdi. Basra Körfezi ve İran çevresi “Ortadoğu” olarak anılırken, Çin ve Japonya’ya da “Uzakdoğu” denildi. 1900’lerin başında “Ortadoğu” terimi henüz yaygın bir şekilde kullanılmıyordu. Kavrama aşina olanların anladığı bölge ise, günümüzdekinden daha farklıydı.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğunun şekillenmesinde aktif rol oynayan Winston Churchill, 1942de “Ortadoğu Departmanı”nı kurdu. Yapılan yeni Ortadoğu tanımına Süveyş Kanalı, Sina Yarımadası, Arap Yarımadası, İran, yeni oluşturulan Irak ve Mâverâ-i Ürdün ülkeleri dâhil iken, Afganistan ve çevresi artık Asya içinde mütalaa ediliyordu. Toprakları Asya’da yer alan İran’ın Ortadoğu’da sayılması tamamen siyasi, stratejik ve jeopolitik bir tercihti. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden itibaren ‘Küçük Asya’ olarak bilinen Türkiye ise, Ortadoğu yerine bir Avrupa ülkesi kabul edilecekti. İngiltere ile aynı dönemde, ABD de içinde Ortadoğu kelimesinin geçtiği resmi bir kurum oluşturdu: Ortadoğu Enstitüsü. Londradaki benzerinden 4 yıl sonra, 1946’da çalışmalarına başlayan enstitü, Ortadoğu kavramının Yeni Dünyada da yaygınlaşmasına yol açtı.

 

6- Yavuz Sultan Selim döneminde izlenen Ortadoğu siyaseti, Arap dünyasıyla aramızdaki temel kırılma noktasıdır. Bunu kısa vadede telafi etmek mümkün değildir.

Kendisinden önceki ve sonraki hiçbir Osmanlı hükümdarına benzemeyen Yavuz Sultan Selim, yönettiği devletin bir dünya imparatorluğuna dönüşebilmesi için, Ortadoğu’yu da mutlaka avucunun içine alması gerektiğini kavrayacak kadar zeki ve ileri görüşlüydü. Bu sadece stratejik bir tercih değil, o dönemin bölgesel dengeleri çerçevesinde bir mecburiyetti de. 23 Ağustos1514’te Çaldıran Savaşı'yla İran hâkimiyetinin Anadolu'ya yayılması sürecini durduran Yavuz, gözünü coğrafyanın daha güneyine çevirdi. Suriyeden itibaren, Hint Okyanusu’na kadar olan bölge kontrol altına alınmadığı takdirde, Avrupa’daki toprak kazanımlarının da uzun süre muhafaza edilemeyeceği açıktı.

1516’nın son günlerinde ordusunun başında Suriye'den hareket eden Yavuz, 30 Aralık 1516’da Kudüs’ü bizzat ziyaret ettikten sonra, hızlı ve kararlı bir yürüyüşle ordusunu Sina Çölü’nden geçirmeyi başardı. 22 Ocak 1517’de Osmanlı ile Memlûk orduları arasında Kahire yakınlarındaki Ridâniye’de gerçekleşen savaş, Osmanlıların mutlak üstünlüğüyle neticelendi.

Son Memlûk sultanının surlarda günlerce teşhir edilen cesedi, Ortadoğu'da artık Osmanlı çağlarının başlangıcına işaret ediyordu. Yemen’den Hicaz’a, Kahire’den Kudüs’e, Şam’dan Halep’e Ortadoğu’nun merkez bölgeleri, artık Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altındaydı.

Osmanlı’nın en güçlü ve gözü pek padişahı olan Yavuz Sultan Selim tarafından imparatorluk sınırlarına dâhil edilen üç önemli coğrafya İran (kısmen), Mısır ve Hicaz'dı. Dönemin  şartları gereği, mecburi istikamet olarak buralara düzenlenen seferler sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu bugün “Ortadoğu” dediğimiz coğrafyaya hükmetmeye başlamıştı.

Devletin zinde ve ayakta olduğu zamanlarda kolaylıkla kontrol edilebilen bu geniş coğrafya, gerileme döneminden itibaren hızlı bir şekilde ana merkezden koptu. Devletin gücü zayıflar zayıflamaz, zamanında kılıçla ve askeri operasyonla bünyeye katılan coğrafyalar, hızla kendi akış yönlerine meylettiler.

İlk olarak, İran'la devam eden sürtüşmeler 17 Mayıs 1639'da imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması ile sona erdirildi. Osmanlı, Yavuz döneminde fethedilen Tebriz ve çevresinden feragat etme karşılığında artık Safevilerden düşmanlık görmeyecekti. Anlaşmayla belirlenen sınır, sonraki yüzyıllarda gerçekleştirilen bazı küçük tadilatların ardından, günümüzde de Türkiye-İran sınırını oluşturmaktadır. 1639'dan bu yana, iki devlet arasında ciddi bir savaş veya çatışma da yaşanmamıştır.

İkinci olarak, Mısır, 1798'de Fransız İmparatoru Napolyon Bonaparte’ın düzenlediği askeri harekâtla birlikte merkezle irtibatını yitirdi, ardından kudretli Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın (1769-1849) kurduğu yarı bağımsız yönetimle beraber Osmanlı İmparatorluğu’ndan fiilen ayrıldı.

Ve son olarak, Arap Yarımadası 1744’te ilk Suudi devletinin kuruluşuna şahitlik etti. 1818’de Mısır Valisi Mehmed Ali Paşanın askeri desteğiyle ortadan kaldırılana kadar, bu devlet 74 yıl bağımsız bir şekilde hüküm sürdü. 1800’lerden itibaren ise Hicaz şeriflerinin çıkardığı siyasi problemler etkisini gösterdi. Nihayet bu şeriflerden biri (Hüseyin bin Ali), tarihe “Arap Ayaklanması” adıyla geçen isyan sürecine liderlik edecekti.

Günümüzde, Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında attığı her adımda karşısında yine bu üç coğrafyayı ve bunları temsil eden modern devletleri bulması tesadüf değildir. İran, Mısır ve Arabistan Türkiye’nin bölgedeki rakipleri, muarızları ve bazı durumlarda da düşmanlarıdır. Bazı iyi niyetli analizlerde, halklarla yönetimleri birbirinden ayırma eğilimine sık rastlansa da, halkların da yönetimlerin izlediği siyasete zamanla alışması ve destek vermesi sürpriz değildir.

 

12-Ortadoğu’nun mevcut dengelerinde, sahne arkasındaki belirleyici güç İngiltere’dir. ABD kaba kuvvetiyle ortalıkta görünse de, İngiltere’nin kurmuş olduğu düzen hâlen yürürlüktedir.

Atlantik Okyanusu’nda ilk denizaşırı sömürgelerini oluşturduğu 1670’lerden yaklaşık 200 yıl sonra “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” unvanını kazanan Britanya İmparatorluğu, elinde tuttuğu ve kontrol ettiği toprakların yüzölçümü bakımından, tarihteki en büyük devlet haline gelmişti.

1900’lerin başında, Ortadoğu’nun birçok noktasında İngilizlerin ayak izini görmek mümkündü. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlıların yenilgiye uğratılmasında da, sonrasında bölgenin merkezini oluşturan devasa toprakların paylaştırılmasında da İngilizler başrolü oynadılar.

İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa'yı temellerinden sarstığı 1940'lı yıllarda, İngiltere, manda ve sömürge yönetimi altında tuttuğu bölgelerde zorlu sınavlarla karşı karşıyaydı. Ya da en azından, dışarıdan bakıldığında, elindeki coğrafyalarda asayişi sağlamakta zorlanan, bütün kesimlerin şikâyet odağına yerleşmiş, adeta çözüm üretmekten aciz bir Britanya İmparatorluğu görüntüsü vardı.1970'lerin başına kadar, İngiltere bütün sömürgelerinden kademeli olarak teker teker çekilecek, geride “bağımsız” devletler bırakacaktı. Birçok tarihi kaynakta, İngilizlerin bilfiil yönetimi ve kontrolü altında geçen o uzun yıllar “kaos” “karmaşa”, “iç çatışma” gibi sıfatlarla anılacak, İngiltere’nin “beceriksiz, “acemi” ve “özensiz” yönetimine çeşitli eleştiriler yöneltilecekti.

Oysa, özellikle İslâm coğrafyasında İngiltere’nin yönetiminden geçmiş bölgelerin hepsinde, tüm bu kaos ve kriz manzaralarının ötesinde ve derininde, aşağıdaki yedi esasın Londra’daki devlet aklı tarafından kararlılıkla uygulanmış olduğu görülür. Bu yedi esasa, “İngiliz sömürgeciliğinin altın kuralları” da denebilir. Şimdi bu esaslara yakından bakalım:

a) Yönetilen bölgeleri derinlemesine tanımak ve kavramak

İngiliz tipi sömürgeciliğin birinci vasfı, kontrol altına aldığı bölgelerin ayrıntılı bir envanterini çıkarması, eldeki malzemeyi sınıflandırması ve bünyeyi tüm yönleriyle kavramasıdır.

Bilginin kurumsallaştırılması ve bilgi üretiminde sağlanan süreklilik, İngiliz devlet adamlarını da son derece yetkin şahsiyetler haline getirmiştir. Herhangi bir coğrafyayı yönetmek üzere tayin edilen İngiliz bir görevlinin tarih, arkeoloji, güzel sanatlar gibi çeşitli alanlarda derinlemesine vukûfunun bulunması, nadirattan değildir. Bu duruma özellikle karmaşık dönemlerde İngiliz bürokratlarının çok yönlü çalışmasını ve sahayı daha etraflı kavramasını sağlamıştır.

b) Geleneklere, dinlere ve farklı inançlara müdahale etmemek

İngilizler bir coğrafyada egemenlik kurduğu zaman, çok büyük bir asayiş problemi ortaya çıkmadığı sürece yerel geleneklere, dinlere ve farklı inançlara müdahale etmemişlerdir. Kendi kiliselerini ve misyonerlik kurumlarını tesis etmekle birlikte, özellikle Müslüman coğrafyada yerleşik dini kurumlarla ortak bir nokta bulmaya gayret eden İngiliz yönetimi, bu tavrının direkt sonuçlarından biri olarak, neredeyse her yerde kendisiyle çalışmaya ve işbirliğine hazır din adamı kadroları bulmuştur.

Yerel geleneklere, dinlere ve farklı inançlara müdahale etmemek, yönetilen insanlarda İngilizlere karşı bir sempati meydana getirmiş bu alanlardaki özgürlük karşılığında siyasi alanın İngiltere tarafından düzenlenmesine ses çıkarılmamıştır.

c) Birbirine rakip ve düşman fraksiyonlar arasındaki rekabeti körüklemek

Kontrol altına aldıkları toprakların yeraltı ve yerüstü birikimini iyi etüt eden İngilizler, işlerine yarayacak bütün durumlarda, halk tabakaları içindeki rekabet ve düşmanlıkları alttan alta körüklemekten de geri durmamıştır. Etnik farklılıklar, bölgesel farklılıklar, dini farklılıklar, mezhepsel farklılıklar vb. birbirine karşı kışkırtılmak suretiyle, (yönetilen, coğrafyaların yekvücut olmasının da önüne geçen İgiltere, zamana yayılmış bu kaos düzenini, kendi çıkarları için ustalıkla kullanmıştır. Bu konuda verilebilecek en dikkat çekici örnek, 1922’den 1948’e kadar İngiliz Mandası altında kalan Filistin’deki gelişmelerdir:

Birinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ederken, İngiltere, Filistin topraklarını birbiri içine geçmiş üç ayrı pazarlığa konu etmişti. Osmanlı’ya isyan etmesi karşılığında Şerif Hüseyin’e “söz verilen” geniş bölge Filistin’i de kapsıyordu. Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un 2 Kasım 1917’de İngiliz Yahudilerinin gayrı resmi lideri Baron Lionel Walter Rothschild’a ilettiği ünlü deklarasyon, Filistin’i Yahudilere tahsis ediyordu. Araplara ve Yahudilere böyle çakışık taahhütlerde bulunan İngiltere, son olarak, aynı coğrafyanın taksimini gizlice Fransızlarla müzakere ediyordu (Sykes-Picot Anlaşması). Tüm bu sözlerin birbiriyle çarpışmaması ve gerilimin yükselmemesi mümkün değildi. İngilizler de şüphesiz bunu bilmiyor olamazdı.

d) İç sorunlar ve çatışmalar karşısında tarafsız kalmak

Bir önceki maddeyle bağlantılı olarak, iç sorunlar ve çatışan tarafların iddiaları konusunda tarafsız kalmak da bir İngiliz siyasetidir. Yönetim tesis ettiği toprakları iyi etüt eden, çatışma alanlarını belirleyen, çekişmeleri karşılıklı kışkırtan İngiltere, asla taraflardan birini açıkça ve sonuna kadar desteklemez. Dönemsel ilgiler, elde edilmesi planlanan sonuçla bağlantılı olarak hep kısa sürer. Öyle ki, İngiliz desteğini tamamen kazandığını zanneden taraf, çok kısa bir süre sonra kendisini tümüyle ortada bırakılmış bulabilir. Yine, Filistin konusundan bir örnek:

29 Kasım 1947’de Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında paylaştırılmasını öngören ünlü tasarı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na getirildiğinde 33 ülke kabul oyu vermiş, 13 ülke karşıt oy kullanmış, 10 ülke de çekimser kalmıştı. Çekimser ülkeler arasında, -görünüşte sürpriz şekilde- İngiltere de vardı. İngilizler, tam 26 yıl boyunca yönettikleri toprakların akıbetini belirleyecek kritik bir oylamada, yine ortada durmayı tercih etmişti. Bu elbette İngiltere’nin kararsızlığından veya kafasının karışıklığından dolayı atılmış bir adım değildi. Daha sonraki dönemlerde taraflarla ilişkileri sorunsuz sürdürebilme adına, geleceğe yapılmış uzun vadeli bir yatırımdı.

e) Sağlam bir devlet düzeni, anayasa ve kurumlar oluşturmak

İngiltere, yine uzun soluklu düşünmenin pratik bir sonucu olarak, yönetimi altına aldığı coğrafyalarda hep bir devlet düzeni kurmaya, anayasa oluşturmaya ve bürokratik yapıyı yerleştirmeye gayret etmiştir. Özellikle yerel unsurların iktidar katmanlarında istihdamını da beraberinde getiren bu uygulama sayesinde, sömürge ve manda yönetimleri sona erdikten sonra bile, geride İngiltere’ye sadık bir siyasal kültür kalmaktadır. Çatışmaları körükleyen, ortalık karıştığında ise tarafsız kalmaya gayret eden İngiltere, aynı çekimserliği kurumsallaşma noktasında göstermemiş, ülkelerin iskeletlerini oluşturmaya önem vermiştir.

İşleyen bir siyasal sistem kurmak ve yasal metinlerin yazımına nezaret etmek gibi iki kritik meselenin halledilmesi sayesinde, İngiltere'nin on yıllar önce çekildiği ülkelere diğer emperyal güçlerin sonradan müdahalesi sınırlı kalmakta, ana omurga Londra’nın çattığı biçimde durmaktadır.

f) İngiliz kültürünü, elitler eliyle toplumda yerleştirmek

Bir İngiliz oyunu olan kriketin Pakistan’da milli spor haline gelmesi ve yıllar içerisinde hâlâ en sevilen oyun olması, İngiltere’nin kendi kültürünü yönettiği bölgelerde nasıl benimsettiğinin ilginç bir örneğidir. Aynı durum, Hindistan başta olmak üzere, mazisinde İngiliz izi bulunan birçok Asya ülkesi için de geçerlidir.

Ortadoğu’da yerel geleneklerin köklü oluşu ve İngilizlerin direkt yönetiminin yaşanmaması nedeniyle bu türden bir etkileşim bu çapta görülmese de, toplumsal elitlerin İngiliz kültürüne ve yaşam tarzına yatkınlığı oldukça yaygındır. Fransa Kuzey Afrika’da İslâm düşmanlığına vardırılan jakoben laiklik ve katliamlarla, İtalya ise işgal ve sömürgecilikle anılırken, İngiliz kültürel kodları, bölge halklarının şuuraltına rahatça yerleşebilmiştir.

g) Ve son olarak; komşu ülkelerle sınır ihtilafı oluşturmak

İngiltere'nin direkt şekilde kontrol ettiği ve birbirine yakın zamanlarda çekildiği üç coğrafya Hindistan (1858-1947), Kıbrıs (1878-1960) ve Filistin (1922-1948), İngiliz tipi yönetimin bütün özelliklerinin görüldüğü yerlerdir. Yukarıda zikredilen maddelere ilaveten, İngiltere bu coğrafyalardan ayrılırken, sınır ihtilaflarını bilhassa canlı tutacak bir tahdide gitmiş, etnik ve dini ayrımları belirginleştirmiş, böylece günümüze kadar devam eden devasa problemlerin doğmasına zemin hazırlamıştır.

Gertrude Bellin marifetiyle 1920’lerin başında “Irak” diye bir ülke oluşturulurken, Kuveyt-Irak sınırı da yine aynı düşünceyle çizilmiştir. 1990’da yaşanan Körfez Krizi’nin temellerini, ondan 70 yıl önce masa başında hazırlanan haritalarda aramak gerekir. Aynı şekilde İran-Irak sınırı da, adeta iki ülke arasında savaş çıksın diye tasarlanmıştır. Nitekim çıkmıştır da. 1980’de Irak’ın İran’a saldırmasıyla başlayan ve 1988’de ateşkesle sona eren İran-Irak Savaşı’nda iki taraftan toplam bir milyon insan hayatını kaybetmiştir.

Ortadoğu’nun günümüzdeki siyasal ve askeri manzarasına üstünkörü bakan biri, başat ve hâkim güç olarak ABD’yi görebilir. Gerçekten de, askeri üslerinden kültürel alametlere, yöneticilerin siyasi anlayışından halkların gündemine kadar, her yerde “Amerika” karşımıza çıkmaktadır. Ama ülke ülke ve bölge bölge daha derinlere göz atıldığında, İngiliz etkisi açık seçik fark edilecektir. ABD, “zücaciye dükkânına girmiş sakar bir “fil” gibi hareket ederken, İngilizlerin adımları planlı ve uzun vadelidir. Bu nedenle, ABD ile bölge ülkelerinin kurduğu bağ dönemsel ve geçici, İngiltere’yle irtibat ise derinden ve kalıcıdır. Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Kuveyt, Katar, Kıbrıs ve Mısır, Ortadoğuda İngilizlerin perdenin gerisinden direkt şekilde kontrol ettiği ülkelerdir. Aralarında en çok Ürdün ve Umman olmak üzere, tüm bu ülkelerin hepsinde İngilizler devlet kademelerinde, istihbaratta, siyasette ve kültürel hayat üzerinde söz sahibidirler. 1971’de Körfez ülkelerine bağımsızlıklarını bahşeden İngiltere, sonraki süreçte ellerini ve ilgisini bu ülkelerden hiç çekmemiştir.

Suudi Arabistan, Bahreyn ve İran üzerinde ise, İngilizlerin tesirleri görünür. Özellikle ABD’nin yıkıcı gücüne karşı, İgilizler bu ülkelerde her zaman “yapıcı ortak” rolündedir. İran yönetiminin “Emperyalizm karşıtı” retoriği, söz konusu Britanya İmparatorluğu olunca değişmekte ve hafiflemektedir. “Büyük Şeytan” olarak sadece ABD’yi işaret eden İran devlet dili, ülke petrollerini on yıllar boyunca sömüren ve İranlıların fakirleşmesine yol açan ülkenin İngiltere olduğunu unutmuş görünmektedir. ABD’nin Ortadoğu’daki stratejik müttefiki olarak görülen (ve de öyle olan) İsrail bile, İngiltere’yle yakınlık konusunda İran’la aynı noktada durmaktadır.

İngiltere'nin günümüzde hâlâ böylesine tesirini sürdürmesinin iki ana sebebi zikredilebilir:

İgilizler, her şeyden önce, diğer coğrafyalarda uyguladıkları “kaosu dışarıdan izleme” prensibini Ortadoğu'da da geçerli tutuyor Filistin sorununun temelinde tamamen İngiliz aklı yatıyor olmasına rağmen, bugün bütün dünya ABD’yi suçlamaktadır. Dünyada bozgunculuk, işgal, kaos yaratma gibi bütün kötü sıfatlar Amerika’nın sırtına yüklenirken, İngiltere kendisini kenarda ve “temiz” olarak konumlandırmayı başarmıştır. 2003’te dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’in ABD Başkanı George W. Bush’un peşine takılması, İngiliz siyasetinin bir istisnasıdır. Blair, bu tavrı nedeniyle hem kendi ülkesinde hem de Avrupa'da kıyasıya eleştirilmiştir. Bunun dışında, bölgedeki bütün krizlerde İngiltere kendisini hep kenarda, tarafsız ve hakem olarak konumlandırmıştır. Bölge ülkelerinin, İngiltere'nin bu imajını kolaylıkla kabul edip geçmişteki birçok problemin doğmasında oynadığı başrolü tamamen görmezden gelmesi, gerçekten düşündürücüdür.

İngiltere'nin Ortadoğu (ve İslâm) ülkelerini böylesine başarıyla ve istikrarla kontrol edebilmesinin ikinci nedeni, bölgenin birçok üst düzey ismini mezun ettiği eğitim kurumlarıdır.

Bunlar içinde Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi’nin ise “özel bir yeri vardır. Kökenleri 1720’de kurulan ilk askeri akademiye kadar uzanan Sandhurst Kraliyet Askeri Akademisi (RMAS), şimdiki yapısına 1947’de kavuştu. 1972’den sonra İngiltere’de asker yetiştiren temel akademi konumuna yükselen RMAS, o zamandan günümüze, hepsi de ülkelerinde kritik noktalara yerleşen birçok ismi mezun etti.

İngiltere sadece askeri okullarda değil, sivil kurum ve üniversitelerde de Ortadoğu'nun geleceğinde söz sahibi olacak binlerce ismi yetiştirmiştir. Özellikle kültürel alanda bütün Ortadoğu ülkeleriyle İngiltere arasında devam eden üst düzey iletişim ve etkileşim, İngiliz tesirinin sürekli kalmasına hizmet etmektedir.

 

14- Şiilik, tarihteki üçüncü büyük yükselişini yaşamaktadır. Bu durum, İslâm dünyası içinde bir iç çatışma ihtimalinin güçlendiğini göstermektedir.

Şiilerin ilk büyük devlet ve imparatorluk tecrübesi olan Fâtımi idaresi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu topraklarında tam 262 yıl (909-1171) hüküm sürdü. Salahaddin’in sert müdahalesiyle Fâtımi Devleti tarihe karışmış olsa da, bu dönemde yetiştirilip İslâm dünyasının dört bir yanına gönderilen Şii dâiler, İsmâilî inancının kök salmasına yardımcı oldu.

Günümüzde İran’ın Şiiliğin merkezi ve bayraktarı oluşuna bakan biri, aynı toprakların geçmişte Sünni çoğunluğun yaşadığı bir coğrafya olduğuna inanmakta zorlanabilir. Bu dikkat çekici değişim, zorlu ama ısrarlı bir siyasal proje çerçevesinde şekillenmiştir.

Sünniliğe sofuluk derecesinde bağlı bir tarikat lideri olan Şeyh Safiyyuddin Erdebili’nin (1252-1334) kurmuş olduğu dini hareket, ardılları tarafından “siyasi Şiilik” olarak yeniden formüle edilmişti. Kurucusuna nispetle “Safeviyye” adını alan hareket, başlangıcının üzerinden henüz 100 yıl bile geçmeden bambaşka bir forma dönüştü. Şeyh Cüneyd (ö. 1460) ve oğlu Şeyh Haydar’ın (1460-1488) Alevi Türkmenlerden oluşturduğu askeri güç, Safevilere Azerbaycan ve Kafkasyada ciddi şekilde ilerleme imkânı sağladı.

Şeyh Haydar'ın oğlu Şah İsmail (1488-1524), İran topraklarının Şiiliğin üssüne dönüşmesine yol açacak süreci başlatan isimdir. Batıda önce Türkmen Akkoyunlular daha sonra da Osmanlılarla, doğuda ise “Özbek Hanlığı” olarak da bilinen Şeybânilerle mücadele eden Şah İsmail, Şii inancını, yönettiği bölgedeki insanları siyasi ve askeri mücadeleye odaklamak için “manevi güç” olarak kurgulamıştır.

1514’te Yavuz Sultan Selim tarafından Çaldıran’da mağlup edilinceye kadar, başkent Tebriz'den batıya doğru Anadolu içlerindeki ilerlemesini sürdüren Şah İsmail, bu tarihten sonra ülkesinin iç meselelerine odaklandı. Osmanlıdaki yeniçerilere benzer biçimde, Safevilere hareket kabiliyetini kazandıran Türkmen kuvvetler, yönetimde ortaklık iddiasında bulunan bir gölge güç haline gelmişti. Şah İsmail, kademeli olarak Türkmenleri devlet tabakalarından diskalifiye ederek, yerlerine İran topraklarının yerli halkı olan Farsları getirmeye başladı. Devletin üst düzey yöneticileri, “sorun çıkarmayacak” bir etnik sınıf olarak görülen Farslardan belirlendikçe, İran devlet yapısı ve sosyolojisi de buna göre şekillenecekti.

Safevilerden sonra İran’ı yaklaşık 60 yıl yöneten Afşarlılar, 1796’da nöbeti Kaçarlara devretmişti. Her ikisi de Türkmen kökenli olan bu hanedanların ardından, 1925’te son Kaçar Şahı Ahmed’in Avrupa’ya gitmesiyle, İran’da yönetim Kazak Tugayı komutanı Rıza Han’a geçti. Eğitimsiz bir asker olan Rıza Han, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan kaos ortamından istifade ederek 1925’te kendisini İran’ın hâkimi ilân etti. 1926’da “Rıza Şah” adıyla tahta çıkan yeni hükümdar, soyadı olarak tarihteki büyük Pers imparatorluğu Ahameniş dönemindeki İran halkına ve diline nispetle ‘Pehlevî’yi tercih etmişti.

İkinci Dünya Savaşı'nın fırtınası içinde, “istifa” görünümü altında İngiltere tarafından tahttan indirilen Rıza Şah’ın yerine, 1941’de oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geçirilmişti. Rejimle ulema ve halk sınıfları arasındaki (dayatmacı modernizm uygulamaları sebebiyle başlayan) sürtüşme, Muhammed Rıza Şah döneminde daha da alevlendi. 1963'te ilan edilen kapsamlı dönüşüm programı "Beyaz Devrim", içerdiği toprak reformuna dair madde ile din adamlarının ekonomik gücünü sınırlamayı amaçlıyordu. Doğal olarak, din adamları rejime karşı ayaklandı. Bunlardan birinin ismini, kısa bir süre sonra bütün dünya duyacaktı: Rûhullah Humeyni (1902-1989).

Yönetici sınıfla halk arasındaki ekonomik uçurumun yarattığı genel sefalet tablosuna, Şah’ın acımasız istihbarat örgütü SAVAK’ın binlerce cana mal olan kanlı ve karanlık operasyonları eklenince, Pehlevi rejimi İranlılar açısından bir kâbusa dönüşmüştü. 1971’de Pers İmparatorluğu’nun 2500’üncü kuruluş yıldönümü için harcanan milyon dolarlar ve 1976’da İslâmi takvimin değiştirilmesi, Şah’ın sonunu getiren halk ayaklanmasının kilometre taşlarını oluşturdu. Hikâyenin devamı zaten malum...

1 Şubat 1979’da Ayetullah Rûhullah Humeyni’nin, Air France’a ait bir uçakla sürgünde bulunduğu Fransa’nın başkenti Paris’ten Tahran’a dönüşüyle, tarihteki üçüncü büyük Şii devletinin kurulmasına doğru gidiş süreci de başlamış oldu.

Muhammed Rıza Şah’a toplumun her kesiminin birlikte başkaldırdığının farkında olan Humeyni, ilk adım olarak Mehdi Bâzergân’ı (1907-1995) başbakanlığa getirdi. Akademisyen kökenli bir eğitimci olan Bâzergân, hem bilgi birikimi hem de itidalli duruşuyla, İranlıların genelinde güven ve saygı uyandıran bir isimdi. Ancak kısa süre içinde Humeyni ile arasında çıkan görüş ayrılıkları, sadece dokuz ay sonra Bâzergânı istifa etmek zorunda bıraktı. Ülke içindeki gücünü artıran Humeyni’nin, artık toplumun farklı kesimlerini memnun etme çabasına ihtiyacı kalmamıştı.

1980’de Saddam Hüseyin’in İran’a saldırmasıyla patlak veren ve sekiz yıl devam eden İran-Irak Savaşı, İran halkının Humeyni ve yönetimine daha sıkı sarılmasına yol açtı. Humeyni de bu sadakati, İran içindeki dengeleri din adamları sınıfı lehine sağlamlaştırmak için kullandı. Aynı yıl, üniversitelerin tamamına yakını kapatılarak müfredatın yenilenmesine girişildi. 1983’te okullar açıldığında, “seküler” unsurlar temizlenmiş, içerikler Şii İslâm’a göre yeniden düzenlenmişti. Yine aynı süreçte İranlı bütün kadınlara kamusal alanda baş örtüsü mecburiyeti getirilmiş, adalet sistemi “İslâm hukukuna göre” şekillendirilmişti.

İran içinde siyasal, ekonomik ve sosyal dengeleri Şiiliğe göre düzenlese de, Humeyni İslâm dünyasına “mezhepler üstü” bir üslupla hitap etmeye çalıştı. Bunun için kullandığı en önemli enstrüman da Kudüs oldu. 1979’da, Humeyni’nin işaretiyle Milli Eğitim Bakanı İbrahim Yezdi (1931-2017) tarafından ihdas edilen “Kudüs Günü” törenleri, bu durumun en bariz örnegidir. Her yıl Ramazan ayının son cumasının “Kudüs Günü” olarak ihya edilmesi, günümüzde artık dünya çapına yayılmış bir etkinlik olarak çoktan yerleşmiştir.

“İslâm Devrimi”ne dini meşruiyet sağlamak için ortaya attığı “Velâyet-i Fakih” teorisiyle Şiiler arasında büyük bir tartışmaya neden olan Ayetullah Humeyni, sahip olduğu karizma ve oluşturduğu devlet sistemi yardımıyla aykırı sesleri kısa zamanda bastırdı. Hz. Hüseyin’in katledildiği Kerbelâ olayının siyasi bir gündemle yeniden tedavüle sokulması, Safevilerden beri İran devlet aklının elinde tuttuğu bir başka meşruiyet aracının tozlu raflardan indirilmesiydi. Şam Valisi Muâviye bin Ebi Sufyân’ın Hz. Osman’ın kanlı gömleğiyle Hz. Ali’ye karşı siyasi mücadele başlatması gibi, Humeyni de şekillendirdiği ve yönettiği devlet aygıtını “Hz. Hüseyin’in günümüzdeki mirasçısı ve hak arayıcısı” olarak kurguladı.

Hem Kudüs hem de Hz. Hüseyin, Sünni dünyanın da kabul edeceği argümanlardı. İran’ın bunların sözcülüğüne soyunması, Sünniler tarafından “Humeyni’nin Sünni dünya ile ortak payda arama çabası” olarak yorumlandı. ABD’nin Ortadogudaki jandarması konumunda olan Şah’ın devrilmesi de, Humeyni’ye İslâm dünyasının her kesiminde popülarite kazandıran bir başka unsurdu. Devrimden sonra binlerce insanın “Asr-ı Saadet’in günümüzdeki modellemesi” olarak görülen İran’a yaptıkları hayranlık ve merak dolu seferler, Humeyni’nin pozitif imajını İslâm dünyasının dört bir köşesine yayacaktı.

İran-Irak Savaşı devam ederken yaşanan üç gelişme, Ayetullah Humeyni’nin, kurduğu devleti ne pahasına olursa olsun yaşatmak için oldukça pragmatist davranabileceğini gösterdi. Kronoloji sırasına göre, bu olaylar şunlardı:

1- 30 Ağustos 1981 günü, başkent Tahran'da düzenlenen bombalı salsırı, Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recâi, Başbakan Muhammed Cevad Bahonar ve beş hükümet yetkilisinin ölümüne neden olmuştu. İki ay önce, 27 Haziranda, İslâmi Cumhuriyet Partisi’nin üst düzey isimlerinden Ali Hamaney, bir bombalı saldırıyla ağır yaralanmış; ondan bir gün sonra, bombalar bu defa partinin genel başkanı Ayetullah Muhammed Beheşti’yi hedef almıştı. Hükümetin, Beheşti’ye düzenlenen suikastta 72 kişinin öldüğünü açıklaması, o yıl 10 Ekim’e denk gelen Âşûrâ’ya zekice yapılmış bir atıftı: Kerbelâ’da da “İmam Hüseyin”le birlikte 72 kişi şehit olmuştu.

Yaz sonuna kadar rejimin en az 120 kilit adamının çeşitli saldırılarda hayatını kaybetmesi, Humeyni’yi geniş çaplı bir emniyet seferberliği ilân etmeye itti. Başlatılan tutuklama ve idam furyası önceleri saldırılarda sorumluluğu bulunan terör örgütlerinin üyelerine yönelikken, daha sonra kapsam genişletildi: Komünistler, solcular, eski rejim yanlıları ve hatta tehlikeli bulunan yeni dönemdeki bazı isimler...

1986’ya gelindiğinde, binlerce kişi idam mangalarında veya hapishanelerde işkence altında hayatını kaybetmişti. Humeyni’nin yardımcısı ve halefi olarak bilinen Ayetullah Hüseyin Ali Muntazeri (1922-2009), bu dönemde yaşanan insan hakkı ihlalleri ve cinayetlerle ilgili önce Humeyni’nin kendisine, daha sonra ise kademeli olarak kamuoyuna bilgilendirmede bulunmaya başladı. Aynı yılın ekim ayında Humeyni’ye yazdığı bilahare hatıratında da yer verdiği mektubundaki ayrıntılar korkunçtu. Muntazeri, öldürülen hamile kadınlardan, iftar vakti katledilen dindar gençlerden, her gün düzenli olarak atılan dayaklar sebebiyle bayılıp komaya girenlerden, aylarca ışık görmeden hücrede tutulanlardan bahsediyordu. Muntazeri’ye göre, “İran İslâm Cumhuriyeti” zindanlarında işlenen suçlar, Şah rejiminin imza attıklarını çoktan geride bırakmıştı.

İran-Irak Savaşı'nın sona erdiği 1988 yazında zirveye çıkan infazlara gösterdiği tepki nedeniyle Ayetullah Muntazeri önce Humeyni’nin halefliği vazifesinden azledildi, daha sonra da yönetimden tamamen dışlandı. 2009’daki ölümüne kadar yönetime muhalif kalan Muntazeri, İran Dini Lideri Ali Hamaney’in de “rehberlik makamı” için uygun vasıfta ve ilmi yeterlilikte olmadığı kanaatindeydi.

İranda 1981-88 arasındaki bu cinnet döneminde tam olarak kaç kişinin öldürüldüğü bilinmiyor. Hadiselere bizzat şahit olan Ayetullah Muntazeri’ye göre rakam 3 bin 800 civarında. Bugün, 5 bine yakın ölüm vakası resmen raporlanmış ve aileler tarafından belgelenmiş durumda, Bazı insan hakları örgütlerinin 18 bin civarında ölü olduğu şeklindeki açıklamaları ise –henüz- dayanaksız bir iddiadan ibaret.

2- İran-Irak Savaşı'nda Ortadoğu'daki Arap ülkelerinin tamamı Saddam Hüseyin’den yana olmuştu. Tek bir ülke hariç: Suriye. 1970’de Hâfız Esed’in (1930-2000) darbeyle işbaşına geldiği ülkede hâkim olan Baas Partisi, komşu Arap ülkesi Irak’taki Baas’la ölümcül bir çekişme içindeydi. 1979’dan önce Lübnanlı Şii lider Musa Sadr kanalıyla kendi mezhebi Nusayrilik’i Şia’nın “meşru” kollarından biri olarak kabul ettiren Esed, Şah’ın devrilmesinden sonra İran yönetimiyle hızlıca yakınlık kurmuştu.

1979’dan itibaren Humeynî İran’da hâkimiyetini kökleştirmek için hamle üzerine hamle yaparken, Esed de 1976’dan beri devam eden İslâmcı” ayaklanmayla meşguldü. 1975’te Lübnan iç savaşının patlak vermesiyle Suriye ordusunun bu ülkeyi fiilen işgali, Suriye içindeki Sünni muhalefeti harekete geçirmişti. Baas rejimine hizmet eden önemli isimlerin, memurların ve tanınmış figürlerin arka arkaya suikasta kurban gitmeye başlamasıyla, rejim de muhalefet üzerindeki baskıyı arttırdı. Binlerce kişi tutuklandı, kurşuna dizildi, işkence altında hayatını kaybetti. 16 Haziran 1979’da Halep’teki Topçu Okulu’nda gerçekleştirilen katliamda 80’e akın öğrencinin ölmesi üzerine, Esed rejimi saldırıdan Müslüman Kardeşler Teşkilâtı İhvân'ı sorumlu tutarak ülke çapında insan avı başlattı. İhvân'ın katliamda parmağının olduğu iddiası, şimdiye kadar ispatlanabilmiş değildir.

26 Haziran 1980’de Şam’da Hâfız Esed’e el bombasıyla düzenlenen suikast girişimi, rejimin muhaliflere karşı daha da sertleşmesine yol açtı. Ertesi gün, Esed’in kardeşi Rıfat komutasında Tedmur Hapishanesi’ne intikal eden bir askeri birlik, 1152 mahkûmu koğuşlarında makineli tüfeklerle tarayarak öldürdü. Diğer hapishanelerdeki tutuklular da hızlıca infaz edilmeye başladı. 1980-81’de Şam ve diğer kentlerde düzenlenen birkaç bombalı saldırının ardından, rejimin muhaliflere asıl ve kesin cevabı Hama kentini kuşatmak suretiyle geldi. S.140

2 Şubat 1982’de başlayan ve yaklaşık bir ay süren bombardımanda, Hama havadan ve karadan abluka altına alındı. Taş taş üstünde bırakılmayan saldırıların sonunda, en az 30 bin kişinin hayatını kaybettiği bilinmektedir. Hama Katliamı, Hâfız Esed’in ülkedeki İslâmcı muhalefeti tamamen sindirip yok etme projesinin son ve kesin adımını teşkil etmekteydi. Arap Baharı sürecine kadar, yani yaklaşık 30 yıl boyunca, Suriyede herhangi bir halk ayaklanması veya toplu kalkışmanın görülmemesinin nedeni, Hama’daki vahşetin hafızalarda bıraktığı derin etki ve korkuydu.

Hama Katliamı ve buna giden süreç yaşanırken, İran yönetimi bir yandan 22 Eylül 1980’de Irak’ın saldırısıyla başlayan konvansiyonel savaşla uğraşıyor, bir yandan da ülke içinde muhaliflere yönelik infazları sürdürüyordu. Esed’in -eş zamanlı olarak- kendi ülkesindeki İslâmcı muhalefetin kökünü kazıması, uzun vadeli bölgesel politikalar tasarlamakta olan yeni İran yönetiminin elbette işine gelmişti.

Ayetullah Humeyni’nin Hama Katliamı’ndan ne derecede ve ne zaman haberdar olduğu tartışılmıştır. O zamanın kıt haberleşme şartlarında katliamı çok sonra öğrendiği iddiası, Suriye ile İran arasındaki sıkı diplomatik ve istihbari münasebet düşünüldüğünde ikna edici değildir. Kuşatmanın öncesinde veya ilk günlerinde bilgi alamamış olduğu varsayılsa bile, bir ay devam eden bir operasyonu hiç işitmemiş olması, makul görünmemektedir. Hama sonrası süreçte Suriye yönetimine siyasi, askeri, ekonomik ve dini açıdan her türlü desteğin sınırsızca sunulması, Humeyni ve ekibinin Suriye’deki “İslâmcı Sünni muhalefet”e bakışı hakkında önemli ipuçları vermektedir.

3- İran'ın aktif şekilde var olduğu yeni bir Ortadoğu denkleminin oluştuğunu gören Reagan, tıpkı Humeyni gibi pragmatist bir siyasetçiydi. ABD, Ortadoğu'daki kadim müttefiki Şah'ı artık kaybetmiş olsa da, İsrail istihbarat servisi Mossad kanalıyla yapılan nabız yoklamaları, İran’ın yeni yönetiminin de Washington’la çalışmaya hazır olduğunu gösteriyordu. Yakın tarihe, ABD Başkanı Richard Nixon’ın 9 Ağustos 1974 te istifasına yol açan Watergate Skandalı’ndan ilhamla “Irangate Skandalı” adıyla geçen gizli pazarlık ve işbirliğinin yolu da böylece açıldı.

1985’te Lübnan'da -yine İran’ın desteklediği- Hizbullah örgütünün elinde tuttuğu 39 Amerikalı rehinenin serbest bırakılması karşılığında, ABD Başkanı Ronald Reagan, İran'a silah satmaya başladı. Aynı yılın temmuz ayında İsrail'den İran'a, Amerikan yapımı 508 TOW tanksavar füzesi transfer edildi. Ticaretin gayet kârlı olduğunu fark eden İsrail, kasım ayında İran’a 500 füze daha gönderdi. 1986’nın şubatında İsrail, İran’a bu defa 1000 füze nakletti. Mayıstan kasıma kadar İran’a çok sayıda silah ve yedek parça gönderildi. İran’ın tüm bu hayati desteklerin karşılığında ABD ve İsrail’e 48 milyon dolar civarında ödeme yaptığı tahmin ediliyor.

“Irangate Skandalı”, 3 Kasım 1986’da, Lübnan'da yayımlanan eş-Şirâ isimli bir gazetenin ifşaatıyla gün yüzüne çıktı. ABD yalnızca İran’a silah satmakla kalmamış, silahlardan elde edilen paranın bir kısmını Nikaragua’da Sovyet yanlısı Sandinista rejimine karşı savaşan kontra-gerillalara aktarmıştı.

Humeyni tarafından bizzat onaylanan bu silah alışverişi, ABD ile İran arasında günümüze kadar devam eden perde arkası anlaşma sürecinin de ilk adımıydı. İran,” karşılığında bir şey aldıkça, ABD ve diğer Batılı ülkelerle ortak çalışmaktan hiç kaçınmayacak; özellikle Afganistan (2001) ve Irak’ın (2003) işgalleri sürecinde, Washington’la birlikte hareket ederek sahada ciddi bir ilerleme kaydedecekti.

Bu satırların yazıldığı 2018 yılının eylül ayı itibariyle, İran’ın ülke sınırları dışındaki faaliyet sahalarını üç başlıkta incelemek mümkündür: 1) Fiili kontrol, 2) İdeolojik etki, 3) Hedef coğrafyalar.

İran, Ortadoğuda 4 kadim Sünni başkenti fiilen kontrol ediyor: Şam (Suriye), Beyrut (Lübnan), Bağdat (Irak) ve Sanaa (Yemen). Arap Baharı sürecinde bütün çıplaklığıyla görüldüğü üzere, İran, Şam'dan elini çekmemek için her şeyi göze almış durumdadır.

İran'ın, etkisini yayarken kullandığı birinci argüman, 1979’dan bu yana ateşli bir retorik olarak dillendirilen “ABD ve İsrail karşıtlığı”dır. Kritik zamanlarda bu ülkelerle masaya oturup pazarlıklara ve alışverişlere girişmekte beis görmese de, İran devlet aklının ürettiği sloganlar, halk tabanında kabul görmüştür. İslâm dünyasının birçok ülkesinde de İran, “ABD ve İsrail’e karşı direniş cephesi” olarak isimlendirilmektedir.

“Ehl-i Beyt Kültü” İran'ın kullandığı bir başka araçtır. Bu bağlamda, Kerbelâ bütün dini gün ve gecelerin önüne geçirilmiş, Muharrem ayı da adeta Ramazan ayına rakip bir merasim ve ibadet zamanına dönüştürülmüştür. Hz. Hüseyin’in Müslümanların genelindeki kıymeti üzerinden İslâm dünyasının tamamıyla irtibat kuran İran, böylece Sünni kesimleri de Hz. Hüseyin fenomeni üzerinden köşeye sıkıştırıp itham altında bırakmaktadır. “Hz. Hüseyin’i Sünniler öldürmüş” gibi bir manaya büründürülen “Modern Kerbelâ matemi” vesilesiyle, Şia dışındaki bütün Müslümanların kendilerini suçlamak ve özeleştiri yapmak zorunda kaldığı bir iklim oluşturulmuştur.

“Vahdet” kavramı da İran tarafından sıklıkla gündemde tutulmaktadır. İran’ın mezhepçi ajandasını ve İslâm dünyasındaki faaliyetlerini sorgulamamak şartıyla, “İslâm Vahdeti” konulu konferanslarda Sünni din adamları ve siyasetçiler de sıklıkla boy göstermektedir.

Tarihsel tecrübe, İran’ın temsil ettiği “Üçüncü Şii Yükselişi ve Yayılması”nın da, tıpkı ilk ikisi gibi, İslâm dünyası içinde bölgesel bir çatışmaya yol açacağını göstermektedir. Eğer İslâm dünyası tarihten ders alıp, “İslâm kardeşliği” mefhumunu gerçekten hayata geçirmeye karar verirse, bu talihsiz senaryonun tekrarlanmaması işte o zaman beklenebilir.

 

15- Uluslararası arenadaki İran karşıtı retorik İslâm dünyası içindeki bölünmeleri, rekabeti ve çekişmeleri körüklemektedir.

Giderek yükselen karşılıklı salvolar ve tehditler arasında, 11 Eylül 2001 günü ABD’de düzenlenen ünlü saldırıların faillerinin İranlılar olması beklenirdi. Ama öyle olmadı. 19 saldırgan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Lübnanlıydı. Üstelik hepsi de Sünni idi. Saldırılardan sonra Afganistan ve Irak işgal edildi, her ikisinde de ABD, sahada İran’dan yakın destek ve yardım gördü. 1980’lerin ilk yarısında yaşanan birkaç sürtüşme hariç, İran’la ABD arasında açık ve sıcak çatışma hiçbir zaman yaşanmadı.

11 Eylül Saldırıları, sadece iki İslâm ülkesinin (Afganistan ve Irak) Batılılar tarafından işgaline yol açmadı, aynı zamanda El Kaide ve benzeri oluşumlar vesilesiyle “terör” ifadesinin Sünni Müslümanlara yapıştırılmasını da sağladı. El Kaide’den IŞİD’e giden yolda, Batı medyasının terörle Sünnileri eşleştiren dili de sürekli ağırlaştı ve saldırganlaştı.

2011’de “Arap Baharı” adı verilen bölgesel türbülans başladığında, Suriye olaylarının failleri zikredilirken Batı medyasında sürekli dile getirilen “terör grupları”, “yabancı teröristler”, “radikal muhalifler” vb. ifadelerin hedefinde de yine Sünniler vardı. Beşşar Esed yönetimi dudak ucuyla kınanırken, ne rejimin on yıllardır halka reva gördüklerinden bahis açan vardı, ne de İran'ın Suriye Baas Partisi’ne devam eden desteğinden. Dünya medyasının ve siyasetçilerin Suriye olaylarını ele alış biçiminde, ta başından beri İran’ı himaye eden ve görmezden gelen bir ton hâkimdi. Yine, Lübnan’dan Suriye’ye geçerek muhaliflere karşı savaşan Hizbullah milisleri “yabancı savaşçı” kategorisine sokulmazken, İran’ın Afganistan’dan taşıyıp Suriye'de cepheye sürdüğü binlerce Şii savaşçıdan da söz eden yoktu. Ne Halep bombalanırken manşete taşındı İran, ne de İdlib’de kuşatma altında bulunan insanları bekleyen muhtemel tehlikelerden bahsedilirken. Aksine İran, uluslararası sistem açısından “barışsever ve yapıcı bir partner’di.

İran, Suriye olaylarına rejimin safında müdahale ederek hem I milyona yaklaşan can kaybından direkt şekilde sorumlu oldu, hem de kendisine açılan alanda fütursuzca ilerleyerek Arap halklarının gözündeki konumunu şüpheli hale getirdi. 2006 yazında İsrail ordusu Lübnan’a saldırıp 33 gün boyunca ablukayı devam ettirdiğinde, İslâm dünyasında halklar, evine Hizbullah bayrağı asacak kadar aradaki farklılıkları unutmuştu, Yalnızca 10 yıl sonra, artık İran’ın niyetleriyle ilgili duygular karmakarışık, öfkeler ve sinirler kabarıktı.

ABD Başkanı Barack Obama’nın 2008-2016 arasındaki iki dönemlik görev süresi, genellikle İslâm dünyası ve Ortadoğu ile ilgili kararsızlık, gelgit ve beceriksizlik dönemi olarak anılır. ABD’nin Suriyede “ne yapacağını bilemez” bir siyaset izlediği, kararsız adımları nedeniyle bölgedeki statükonun sarsıldığı, Amerikan menfaatlerinin tamir edilemez biçimde zarar gördüğü gibi çıkarımlara sık rastlanır.

Oysa Obama dönemi, İran’a kasıtlı ve bilinçli olarak alan açılan, Irak ve Suriye'de iplerin tamamen İran’ın eline verildiği, ambargoların kaldırılmasıyla İran yönetimini ekonomik olarak da güçlendirildiği, nükleer anlaşmanın imzalanmasının ardından Tahran’ın dünya sistemine kazandırıldığı bir zaman dilimi olarak da okunabilir. Barack Obama kararsız bir başkan değildi, hele “amaçsız” ve “şapşal” hiç değildi. İngilizlerin devlet sistemini dikkatli bir şekilde incelemiş bir hukukçu olarak, Ortadoğu’nun mevcut gidişatına çok fazla müdahale etmemeyi seçmişti o kadar. Bu tercihi, dışarıdan bakanlar için ABD’yi bölgede etkisizleştirmekle eleştirilebilirse de, aslında Obama ve Amerikan devlet aklı, yönettiği ülkeye yönelik olarak İslâm coğrafyasında biriken kin ve nefreti soğurmak, İran'ın önünü açarak İslâm dünyası içindeki bölünme ve çatışmaları daha da derinleştirmek hedefini güdüyordu. Bunu büyük ölçüde başardı da.

Dünya tarihi, büyük devletlerin, hedefledikleri coğrafyadaki zayıf noktaları keşfedip buralara oynayarak muarızlarını kolayca kontrol altına alabildiklerini gösteren sayısız örneklerle dolu. Din, mezhep, meşrep, ırk, bölge farklılıkları gibi sinir uçlarını kaşımak, eğer bir plan dâhilinde ve uzun vadeli gerçekleştirilirse, coğrafyada muazzam değişikliklere yol açar. Bu, tarih boyunca yaşanmıştır, günümüzde de yaşanmaktadır.

“Batı aklı”, -bizim açımızdan maalesef- İslâm coğrafyasındaki zaaf noktalarını belirleyip buralara çalışmayı, ana strateji olarak benimsemiş bulunuyor. Müslümanların bu stratejiyi görüp ortak bir direniş ve kurtuluş programı geliştirmeleri beklenirken, her bir devlet, sadece kendini kurtarmayı ve milli menfaatlerini önceliyor. Bu mantığın doğal sonucu ise, İslâm coğrafyasının dört bir yanına üşüşen yabancı güçlerin, Müslümanların elindeki zenginlikleri farklı şekillerde kendi zimmetlerine geçirmeleri şeklinde tecelli ediyor.

Mehmed Zahih Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı : 397 / Aralık 2023

__________________________

Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez

1- Kurân’da kıssaları anlatılan peygamberlerin gönderildiği coğrafya ile bugün “Ortadoğu” denildiğinde kastedilen coğrafya aynıdır.

2- İslâm dünyasının (ve dünyanın) merkezi bugünkü Ortadoğu’dur. Bu dairenin dışında kalan ülkelerin etkileri ve önemleri daha alt düzeydedir.

3- Ortadoğuda güç, silah ve insan kaynağı konuşur. Fazla anlam yüklenen “yumuşak güç” gibi kavramlar, ancak güce göre şekillenir ve etki kazanır.

4- Petrol, doğalgaz ve diğer tabii kaynaklar günün birinde tükense bile, Ortadoğu’nun stratejik öneminde bir değişme olmayacaktır.

5- Kudüs, Ortadoğu’nun kilit taşıdır. Kudüs’ü elinde tutan dünyayı elinde tutar; dünyayı elinde tutan, Kudüs’ü de mutlaka eline geçirir.

6-Yavuz Sultan Selim döneminde izlenen Ortadoğu siyaseti, Arap dünyasıyla aramızdaki temel kırılma noktasıdır. Bunu kısa vadede telafi etmek mümkün değildir.

7- Ortadoğuda dört devlet, bölgenin dengelerinde temeli oluşturur: Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan (Hicaz).

8- Arap dünyasının belkemiği Mısırdır. Mısır’da hangi tür bir yönetim olursa olsun, ülkenin önemi ve değeri azalmayacaktır

9- Ortadoğu halkları, güçlü ve muktedir yöneticilerden hoşlanır. İlerleme ve kalkınma da, “toplumsal konsensüs” yerine muktedir idarecilerin icbarıyla gerçekleşir.

10- Ortadoğu halkları, kendiliğinden bir araya gelmez. Tarihte olduğu gibi, güçlü bir liderin yine zor kullanarak bölgeye nizamat vermesi gerekir. Tarihsel tecrübe, bunu göstermektedir.

11-Tarih boyunca, ortalama 100-120 yıllık periyotlarla, Ortadoğu’da ciddi sarsıntılar yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 100 yıl geçtikten sonra Arap Baharı’nın patlak vermiş olması tesadüf değildir.

12-Ortadoğu’nun mevcut dengelerinde, sahne arkasındaki belirleyici güç İngiltere’dir. ABD kaba kuvvetiyle ortalıkta görünse de, İngiltere’nin kurmuş olduğu düzen hâlen yürürlüktedir.

13- Irkları yok sayan “ütopik ümmetçilik” coğrafyaya gerçekçi bir proje sunamaz. Irk unsurunu yok etmek mümkün olmadığına göre, bu gerçeği dikkate almak gerekir.

14- Şiilik, tarihteki üçüncü büyük yükselişini yaşamaktadır. Bu durum, İslâm dünyası içinde bir iç çatışma ihtimalinin güçlendiğini göstermektedir.

15- Uluslararası arenadaki İran karşıtı retorik İslâm dünyası içindeki bölünmeleri, rekabeti ve çekişmeleri körüklemektedir.

16- İran halkı, zannedildiği gibi Batı’ya düşman değil, Batı hayranıdır. Kuvvetli “İranlılık” kimliğiyle bunu dengelemektedir.

17-İsrail’in yıkılışı, kendi içinden ve kendi iç çekişmeleri yüzünden gerçekleşecektir. İsrail devlet aklı, dışarıya karşı saldırganlık ve savaşla bu akıbeti geciktirmeye çabalamaktadır.

18-İsrail’i kontrol altına almanın yolu “topyekün savaş veya topyekün barış’tır. İslâm dünyası, her iki yolu da henüz tam anlamıyla tecrübe etmemiştir.

19- Bölgenin tabiatı gereği, Filistin topraklarında “iki devletli çözüm” mümkün değildir. Kudüs, farklı yönetimler arasında paylaştırılamaz.

20- Suudi Arabistan’ın en az üç parçaya bölünmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu bölünmenin ilk adımı, ‘kurucu ideoloji’nin ortadan kalkmasıdır.