Suriye, Bilad-ı Şam’ın Hazin Öyküsü - Alparslan Aydar

Suriye, Bilad-ı Şam’ın Hazin Öyküsü


İşgaller, devrimler ve silahlı mücadele içindeki Ortadoğu'da yaşanan siyasi değişim; yeni bir sömürge yüzyılının başında mı, yoksa özgür bir gelecek kurmanın arifesinde mi olduğunu belirleyecektir. Bu yönüyle Suriye'nin yaşadığı tarihi tecrübeyi anlamak, sadece bu ülkeyi değil aynı zamanda Ortadoğu bölgesinin geçmişini, bugününü ve geleceğini şekillendiren önemli tarihi kırılmaları anlamak için önemli ipuçları sunacaktır. Suriye'de kırk yıldan fazla bir süredir iktidarı elinde bulunduran Esed hanedanlığı, Ortadoğu'da sömürge döneminde ortaya çıkan suni ve karanlık yapıların son halkalarından birisidir. Ahmet Emin Dağ'ın kaleme aldığı 'Suriye/ Bilâd-ı Şam'ın Hazin Öyküsü" isimli eser Suriye'de yaşanan savaşı anlamak ve bölgede yaşanan siyasi değişimi doğru olarak yorumlamak isteyen okuyucular için bir başvuru kitabıdır. Bu eser Suriye tarihini, kültürünü, siyasetini, insan hakları uygulamalarını ve dış politikasını yakından tanımaya yardımcı olacak zengin bir muhtevaya haizdir.

Suriye, Bilad-ı Şam’ın Hazin Öyküsü
Ahmet Emin Dağ
İHH İnsani Yardım Vakfı
Mîsak Dergisi
Sayı:275 / Ekim 2013

İşgaller, devrimler ve mücadele içindeki Ortadoğu’nun geçmekte olduğu dönemeç; yeni bir sömürge yüzyılının başında mı, yoksa özgür bir gelecek kurmanın arifesinde mi olduğumuzu belirleyecektir.

Bu yönüyle Suriye’nin yaşadığı tarihi tecrübeyi anlamak, sadece bu ülkeyi değil aynı zamanda Ortadoğu bölgesinin geçmişini, bugününü ve geleceğini şekillendiren önemli tarihsel kırılmaları anlamak için de önemli ipuçları sunacaktır.

Suriye’de 40 yıldan fazla bir süredir iktidarı elinde bulunduran Esed hanedanlığı, Ortadoğu’das ömürge döneminde ortaya çıkan suni ve karanlık yapıların son halkalarından biridir. Rejim değişimi sorunu, Suriye’nin içinde bulunduğu karmaşık siyasi dengeler sebebiyle bir iç sorun olmaktan çıkmış, bölgesel birçok denklemi de yeniden gündeme getirmiştir. Bu çalışma Suriye’yi anlamak ve günümüzde bölgede yaşanan olayları daha iyi yorumlamak isteyen okuyucular için Suriye tarihini, kültürünü, siyasetini, insan hakları uygulamalarını ve dış politikasını yakından tanımaya yardımcı olacak zengin bir içerik sunmaktadır.” (Sh:9-10)

“Azınlıkların ’yönetici sınıf,’ çoğunluğun ise ‘edilgen vatandaş’ olarak göründüğü çarpıklık, ülkede gerilimli bir dönemin başlangıcı oldu. Başlarda etkisi hissedilmeyen bu azınlık tahakkümü, 1949 yılından itibaren başlayan askeri darbeler sürecinde kendini açık biçimde ortaya koydu ve Suriye Devleti mutlak bir azınlık iktidarına doğru evrildi. 1963 yılındaki Baas darbesi mutlak azınlık hâkimiyetini getirdi. Bu darbede rol alan subaylardan biri olan Hafız Esed, 1970’te tek başına iktidarı ele geçirmek üzere harekete geçtiğinde Suriye’de kırk yılı aşkın hüküm sürecek aile hanedanlığı da başlamış oldu. Ülke kaynaklarının tamamı küçük bir azınlık iktidarının kontrolüne girerken, ekonomik imkânlar iktidara yakın bu gruplarca kullanılmaya başlandı. Sosyal adaletin tamamen bozulduğu, özgürlüklerin yitirildiği ülkede toplumsal ilişkiler de gergin bir sürece girdi. Halkın büyük bölümü tarafından meşru görülmeyen iktidarlar, içinde bulundukları meşruiyet krizini aşmak için kimi zaman yumuşak kimi zaman katliam boyutunda yöntemlere başvurdular.

Meşruiyet sorunu iç politikada gergin bir tablo ortaya çıkarırken, dış politika da bu gerilimi yansıtacak bir formda şekillendi. Kendilerini ülke içinde her zaman zayıf hisseden Suriye iktidarları, bunu telafi edecek radikallikte bir dış politik söylem benimseyerek Arap dünyasının liderliğine sarıldılar.

Batı’nın Arap ülkelerindeki kötü sömürge mirası sebebiyle Batı karşıtı blokta konumlanma ihtiyacı hisseden Suriye, haklı olarak hararetli bir İsrail karşıtlığını da dillendirdi. Sovyet Rusya’ya yakın duran bu siyasi rota, dışarıdaki devrimci söylemi içerideki baskıları sürdürmek için hep bir bahane olarak kullandı.

‘Ülke bütünlüğüne yönelmiş dış düşman’ tiyatrosunu başarılı biçimde oynayan azınlık iktidarı, halktan gelen talepleri ‘dış güçlere hizmet eden ajanlar’ söylemiyle yıllarca ezdi. Dış politikadaki sert söylem, aynı zamanda içeride halka ekonomik, siyasi ve sosyal anlamda hiçbir şey sunamayan yolsuz hükümetlere yaslanabilecekleri güçlü meşruiyet dayanakları sağladı.

Esed hanedanlığının politikada geliştirdiği en büyük fark ise, 1970’ten bu yana içeride ve dışarıda uygulamaya çalıştığı pragmatist çizgi oldu. Bu çizginin bir ucunda alabildiğine halkçı sosyalist bir söylem, başka bir ucunda devrimci dış politika, bir diğer ucunda ise kanlı bir diktatörlük bulunuyordu. Bu paradoksal durum, Esed ailesine çelişkili bir politik manevra kabiliyeti kazandırdı. Bu nedenle Suriye, aynı anda hem Arap dünyasının lideri hem Filistin’in kurtarıcısı hem de bölgede ilerici devrimlerin öncüsü bir ülke imajı oluşturdu. Fakat öte yandan, Suriye aynı zamanda binlerce insanı katleden eli kanlı bir diktatörlük, ülke kaynaklarını cebine indiren oligarşik bir baskı yönetimi, halkın inançlarına ihanet eden ikiyüzlü bir rejim olduğu gerçeğiyle de yüz yüze geldi.

Gücünü uluslararası seviyede Rusya’dan, bölgesel seviyede İran’dan, ülke içinde ise kurmuş olduğu acımasız güvenlik şebekesinden alan Esed hanedanlığı, bu çelişkili siyaseti son yıllara kadar uyguladı, ancak Suriye toplumunun ve Ortadoğu’nun değişen dokusu, Suriye’deki bu çarpıklığı daha fazla taşıyamaz hale geldi.” (Sh:207-209)

 

I. Bölüm

Tarihî Süreçte Suriye başlığı altında: “Tarihi Miras ve Osmanlı Dönemi, Fransız Mandası Dönemi, Bağımsızlık Mücadelesi, Darbeler ve Ordunun Yükselişi, Mısır’la Birlik, Baaslı Döneme İlk Adım, Altı Gün Savaşı (1967 Arap-İsrail Savaşı)’nda Suriye, Esed Hanedanlığının Başlangıcı ve Hafız Esed’in Hayatı, Yom Kippur Savaşı (1973 Arap-İsrail Savaşı) ve Lübnan İç Savaşı, Suriye Müdahalesi ve Beşşar Esed İktidarı” incelenmiş. (Sh:11-65)

(19. yy’da) “Avrupalıların bölgeye tek etkisi ticari konularla sınırlı kalmadı. Bu dönemde bölgedeki Hıristiyanlarla girilen yoğun ekonomik ilişkiler, bir yandan Avrupa’nın siyasi alandaki etkilerini gösterirken bir yandan da kurulan yabancı okullar eliyle birçok yeni fikrin doğmasına zemin hazırlanıyordu. 1839’dan itibaren bölgede kurulan yabancı okullar ve özellikle 1866’da kurulan Suriye Protestan Koleji (bugünkü Beyrut Amerikan Üniversitesi), yeni bir aydın sınıfın doğuşunu beraberinde getirdi. Nazif Yazıcı, Butros Bustani ve Abdurrahman el-Kevakibi gibi aydınlar, sadece Batı’nın değil kendi edebi miraslarının da farkına vararak Arap Rönesans’ının temelini hazırladılar. Amerikan himayesinde, 1847 yılında Suriye ve Beyrut’ta Arap Edebiyatçılar Derneği (Cem’iyet el-Fünun ve’l-Ulum)’nin kurulması ile başlayan Arap milliyetçi hareketi, daha çok dini azınlıklar arasında yer alan Hıristiyan Araplar tarafından büyük rağbet gördü. Yerel gayrimüslim tüccarların ve misyonerlerin finanse ettiği bu kolejlerde Arap-İslam kültüründen ziyade Suriye, Lübnan gibi ülkelerin İslam öncesi tarihlerine önem veriliyordu.

Yine milli ve ayırt edici bir özellik olarak sürekli dil ve kültür üzerinde durulması milliyetçi duyguların yükselmesinde etkili oldu. Bu dönemde kurulan birçok edebiyat derneğinin yanı sıra, siyasi alanda faaliyet gösteren resmi ve gayri resmi onlarca dernek, Arap milliyetçiliği temasını işliyor ve Arapların Osmanlı’dan üstün olduğu düşüncesini yayıyordu. Bu yüzyılın başında Fransızların Katolikler, Amerikalıların Protestanlar arasında başlattıkları faaliyetler giderek yoğunlaşmıştı.

İngilizler aslında Hüseyin’i oyuna getirmiş ve Şerif’e verecekleri Suriye’nin büyük bir bölümünü 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması’yla Fransızlara bırakarak Filistin bölgesinde bir Yahudi milli devleti kurulması için hazırlıklara çoktan başlamıştı. 1920 yılında toplanan San Remo Konferansı’nda İngiltere ve Fransa, Arap dünyasını Sykes-Picot Anlaşması’na göre bölme sürecini hayata geçirdi. Müttefikler, söz konusu bölgede dört ayrı bağımsız devlet kurdurdu. Bunlardan Suriye ve Lübnan Fransa’nın kontrolüne verilirken Irak ve Filistin İngiltere’ye kaldı. Fransızların Şerif’in oğlu Kral Faysal’ı Şam’dan kovması üzerine İngiltere, Şerif’e vefa borcunu(!) ödemek için Filistin’i ikiye bölerek Ürdün isimli bir devlet oluşturdu.” (Sh:17-19)

“Faysal’ın krallığının 1920 yılında Fransızların Suriye’yi işgali ile ortadan kalkmasının ardından ülkede 1945 yılına kadar sürecek olan manda yönetimi dönemi başlamış oldu. Fransızlar, ülkede güçlerini artırmanın tek yolunun Sünni İslami düşünceyi benimsemiş Arap milliyetçi hareketine karşı, karşıt dini azınlıkları güçlendirmek olduğu kanaatindeydi. Bu dönemde Sünni Osmanlı idaresi altında aşağılandıklarını düşünen azınlık gruplarının bağımsızlık vaadiyle örgütlenmeleri ve Fransız politikaları yönünde kullanılmaları zor olmadı. Bu gruplar bölgenin Katolik ve Protestan dini azınlıklarından Dürzî, Marunî ve Nusayri gibi heterodoks azınlıklarına kadar geniş bir yelpazeyi oluşturuyordu.” (Sh:20)

“Fransız manda döneminde Sünni çoğunluğa karşı kullanılmak üzere Fransızlar tarafından özel olarak oluşturulan ve Suriyelileri yine Suriyelilere kırdırmayı hedefleyen Troupes Speciafes (Özel Birlikler) adlı birliklerin %25’ini tek başına Aleviler meydana getiriyordu. Bu birliklerin kalan kısmının büyük bir bölümünde de diğer azınlık grupları (Dürzîler, İsmailîler, Çerkezler, Kürtler, Ermeniler ve Suriye Hıristiyanları) istihdam edilmişti. Bu etnik dengenin oluşumunda, Fransa’nın Sünni Arapları sömürge çıkarlarına aykırı bulmasının rolü olduğu kadar, o dönemde Sünni Arap aileler arasında ordunun hakir görülmesinin ve manda döneminde böyle bir orduya girmeyi büyük bir ihanet olarak kabul etmelerinin de etkisi bulunuyordu. Ancak Fransızlar tarafından iyi eğitilmiş olan bu birlikler, bağımsızlık sonrasında Suriye ordusunun ilk nüvesini oluşturacaktı.” (Sh:37)

“1967 Savaşı’ndaki kötü yönetimi, Baas içinde Esed’e karşı güçlü bir muhalefet ortaya çıkardı. Toplam altı gün süren savaşın dördüncü gününde İsrail birlikleri Golan Tepeleri’ne girerek hızla ilerlemeye başladığında anlaşılmaz bir sebeple Şam radyosu sabah 08.45’te Şam’a 40 km mesafedeki stratejik Kuneytra yerleşim biriminin düştüğünü ilan etti. İsrail kuvvetlerinin Kuneytra’ya ulaşmasına bir hayli mesafe olduğu halde Şam radyosunun böyle bir açıklama yapması, Şam’dan yardım gelmeyeceğini gören Suriye kuvvetlerinin Kuneytra’yı boşaltarak geri çekilmesine neden oldu. İsrail askerlerinin ayak basmasından tam 17 saat önce Kuneytra’nın düştüğünü duyuran 66 no’lu bildiri Savunma Bakanı General Hafız Esed tarafından imzalanmış ve Baas Partisi’ne onaylatılarak bir an önce okunması için radyoya gönderilmişti. (…) Kısacası Esed, Golan’ı İsrail’e adeta hediye etmişti.

Bugüne kadar cevabı verilemeyen ve muhaliflerinin Esed hakkında ağır eleştirilerine yol açan ikinci olay ise, 1967 yılındaki savaşta Suriye birliklerinin savaşın dördüncü gününe kadar saldırıya geçmemeleridir. Dört gün boyunca Mısır ve Ürdün’ün gücünü kıran İsrail’in güney cephelerinde işini bitirdikten sonra yoğun bir şekilde Suriye’ye saldıracağını herkes biliyordu. Buna rağmen Şam, saldırı emrini askerlere bir türlü vermemişti.” (Sh:40-41)

“Hafız Esed 10 Haziran 2000’de öldü. Onun ölümü Suriye’nin iç ve dış politikasında belirsiz bir dönemin başlangıcı olarak görülmüştü. Ancak 10 Temmuz’da yapılan halk oylaması ile oyların %97’sini alan Beşşar Esed, babasının 30 yıllık iktidarı ardından onun halefi olarak yeni devlet başkanı oldu.

Beşşar Esed, göreve başlamasının ilk anından itibaren yeni bir imaj ve beklenti dalgasını beraberinde getirdi. Oğul Esed, ilk günlerde ihtiyacı olan toplumsal meşruiyeti sağlamak için gayet özgürlükçü, serbest piyasa taraflısı ve demokratik bir imaj çizdi. Çok sayıda siyasi suçlu affedildi, devletten bağımsız ilk serbest gazetenin yayınlanmasına izin verildi, devlet kontrolünde de olsa Şam’da ilk defa iki internet kafe açıldı, demokratik toplantı ve gösterilere koşullu da olsa izin verildi.” (Sh:51-52)

 

II. Bölüm

Suriye’de Muhalefet Geleneği ve Rejimin Meşruiyeti Sorunu başlığı altında: “Azınlık İktidarı ve Rejimin Meşruiyeti Sorunu, Geleneksel Sünni Muhalefetin Oluşumu, Hanedan İçi Muhalefet, Diğer Muhalefet Grupları ve Arap Baharı ve Suriye” konuları ele alınmış.(Sh:67-89)

“Suriye’de Sünni İslam’ın rejime muhalefetinin kökenleri 19. Yüzyılın sonlarındaki İslami cemiyet ve sosyal dayanışma kurumlarına kadar uzanmaktadır. İlk ciddi örgütlenme ise, 1930’lu yılların sonunda Hama kentindeki bazı aydın ve tüccarların öncülüğünde kurulan Suriye Müslüman Kardeşler Hareketi ile başlamıştır. Hareketin ilk dönemdeki üye sayısı sadece 500-600 civarındaydı. Örgütlenme sürecini ikinci başkan Dr. Nuris Abdurrezzak zamanında da sürdüren Suriye İhvanı, kısa süre içinde Humus, Deraa ve Deyri Zor gibi kentlerdeki diğer hayır cemiyetleriyle de güç birliği yaparak 1944 yılına gelindiğinde tüm Suriye’deki cemiyetleri bir çatı altında toplamayı başardı. (Sh:76)

 

Arap Baharı ve Suriye

2010 yılında Tunus’ta seyyar satıcı bir gencin kendini yakmasıyla başlayan öfke patlaması Ortadoğu’nun tamamında, aktörleri dâhil kimsenin tam anlamıyla kontrol edemediği bir süreci başlattı. Tüm Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu sivil öfke patlaması, 2011 yılı Mart ayından itibaren Suriye’ye de sıçradı.

Mart ayının ilk günlerinde başlayan barışçıl gösterilere güvenlik güçlerinin sert müdahalesi, ülkede giderek daha fazla sayıda insanın hayatını kaybettiği bir iç savaşa yol açtı. Aslında Suriye’deki olaylar, Tunus ve Mısır’da büyük kitleleri sokağa döken eylemlerin aksine, oldukça düşük bir profilde başlamıştı.

Olayların fitilini ateşleyen ilk gelişme, güneydeki Deraa kentinde iki gencin duvar yazıları sebebiyle tutuklanması sonrasında meydana geldi. Yoğun işkencelere maruz kalan gençlerin serbest bırakılması için mensup oldukları aşiretlerin sokağa dökülmesi, kentte gerilimi arttırdı. Sokaktaki insanlara yönelik hükümetin oldukça sert bir tutum sergilemesi ise büyük bir kışkırtmayı beraberinde getirdi. Başlangıçta oldukça lokal görünen küçük gösteriler, her gün istikrarlı bir şekilde sürdü ve birkaç hafta sonra diğer kentlere de sıçradı.

Bu ürkek gösterilerin ilki 15 Mart 2011’de başkent Şam’da yapıldı. Yaşanan acı olaylara tepki olarak düzenlenen ve ‘Öfke Günü’ olarak adlandırılan gösteri şiddetle bastırılınca, 17 Mart’ta tüm kentlerde insanlar küçük gruplar halinde sokağa döküldü. 20 Mart’tan itibaren çatışmaya dönüşen olaylarda, kentteki Ömeri Camii’ne baskın yapmak isteyen silahlı güçlerle halk arasında çıkan çatışmalarda ilk kan döküldü ve 9 kişi hayatını kaybetti. 24 Mart’ta 20.000’i aşkın kişinin katıldığı gösterilerde hükümet protesto edilirken, bir ay içinde hayatını kaybedenlerin sayısının 50’yi aşması, diğer ülkelerde olduğu gibi, muhalefetin tabanını genişletmeye ve olayların tüm ülke çapına yayılmaya başlamasına neden oldu. (Sh:86-87)

 

III. Bölüm

İnsan hakları ihlallerinin incelendiği üçüncü bölümde Fransız İşgalinden günümüze yaşananlar Suriye’de İnsan Hakları (Suriye’de İnsan Haklarının Tarihi Gelişimi, Fransız Mandası Dönemi ve Bağımsızlık Sonrası Dönem ve Esed Hanedanlığı) başlığı altında incelenmiş.

Özellikle Hafız Esed döneminde gerçekleşen insan hakları ihlalleri: “Yaşam hakkının ihlali (Tadmur Hapishanesi Katliamı, Çarşı Katliamı, Sermed Köyü Katliamı, Hanunu Katliamı, El- Raggah Katliamı, Hama Katliamı ve 2011 Ayaklanması Sürecinde Yaşam Hakkına Yönelik İhlaller), Keyfi tutuklama ve alıkoymalar, İşkence ve diğer insanlık dışı muameleler, Kayıplar, Adil yargılamanın olmaması ve İfade ve basın özgürlüğünün kısıtlanması” şeklinde tasnif edilmiş, yaşanan ihlaller zulmü tüm boyutlarıyla gözler önüne sermiştir.” (Sh:91-122)

“Müslüman Kardeşler’e göre Hama’daki kayıplar ordudakilerle birlikte 30 bin’in üzerinde, katliam sonrası ülkeyi terk edenlerin sayısı ise 800 bin kadar.” (Sh:114)

 

IV. Bölüm

Suriye Dış Politikası ve Bölgesel Dengeler başlığı altında “Dış Politikanın Tarihsel Dönüşümü, Bölgesel Dengeler ve Ortadoğu Barış Süreci, Ortadoğu Barış Süreci ve Suriye’nin Barış Politikaları, Suriye-İsrail Barış Sürecinin Çöküşü, Suriye-Türkiye İlişkileri ve Son Dönem Suriye-Türkiye İlişkilerinde Geleneksel Sorunlar” ele alınmış. (Sh:123-209)

Daha önceki dönemlerden farklı bir yol izleyen Esed hanedanlığı ise son yıllara kadar getirdiği çizgisiyle pragmatist bir politika güttü. Aileyi ilk defa iktidara taşıyan 1970 darbesi, gerek Batılı ülkeler gerekse Sovyetler Birliği tarafından olumlu karşılandı. Söz konusu ülkeler, baştaki sert ve uzlaşmaz görüntüsüne rağmen Esed’in bu sertliğinin İsrail konusunda oldukça hassas olan iç politik aktörleri tatmine yönelik olduğunu, dışarıya karşı ise pragmatist bir tutum sergileyeceğini düşünüyorlardı.”(Sh:125)

“Hafız Esed’in dış politika değişikliğinin üç boyutu bulunmaktaydı. Bunlardan ilki ve en önemlisi, Batı ve Doğu Blokları arasındaki rekabette tercih sorunuydu. Esed, kendisinden önceki Baasçı siyasilerin aksine, tamamen Sovyetler Birliği’ne endeksli, öykünmeci bir politikaya karşıydı. O, Sovyetlerin Suriye iç ve dış siyasetindeki geleneksel ağırlığını korumasına müsaade etmekle birlikte ABD ile köprüleri tamamen atmayı düşünmüyordu. Esed’in bu denge politikası, 1970’li yıllar boyunca kendisine büyük bir karizma ve bölgesel güç sağladı. Esed’in bu tutumunun farkında olan Sovyetler Birliği, 1973 yenilgisinden sonra Mısır’da yaşadığı mevzi kaybının bir benzerini Suriye’de de yaşamamak için oldukça hassas davranmak zorunda kaldı. Aynı şey ABD için de geçerliydi. Arap dünyasında Nasır sonrası liderlerin 1960’lı yıllardaki katı lider tiplerinden önemli ölçüde ayrıldığının farkında olan ABD yönetimi, Esed’i uzlaşılabilecek bir lider olarak görüyordu. Bu nedenle Şam’daki politikaları radikalleştirecek davranışlardan kaçınmaya daha fazla özen gösteriyordu.

Esed’in dış politikada getirdiği yeniliğin ikinci boyutunu Arap ülkeleri ile olan ilişkilerde yaşanan değişim oluşturuyordu. Arap ülkeleri ile ilişkilerde, Cedid döneminde konulmuş olan ve Suriye ile diğer Arap ülkelerinin arasını bozan tüm politikalara son veren yeni Şam yönetimi, daha önce kanlı bıçaklı olduğu Ürdün, Irak ve Suudi Arabistan gibi ülkeler dâhil tüm Arap ülkeleri ile ilişkilerde yeni bir dönem başlattı.”(Sh:126)

Gerek Fransız işgali gerekse Esad hanedanlığı döneminde gayri meşru işgal güçlerine direnen ve bunun bedelini fazlasıyla ödeyen Sünni Müslümanlar olmuştur. Bir başka ifadeyle Suriye’li mü’minler 80 yıldır fiilen ‘28 Şubat Süreci’ni yaşamaktalar.

Esad Hanedanlığının göstermelik İsrail düşmanlığından hareketle Suriye yönetimine verdiği destek sebebiyle katliamların ortağı olan İran yönetimi, katledilen on binlerce Müslümanın kendilerince hiçbir değer ifade etmediğini göstermiş bulunmaktadır.

Bunca Müslüman katledilirken bu katliamın en büyük ortağı olan İran yönetimini kınayamayanlar: ABD’nin ‘Esad Hanedanlığı’nın gerçekleştirdiği kimyasal katliam sonrası müdahale ihtimali gündeme geldiğinde ‘savaşa hayır.!’ kampanyalarının parçası olmuşlar, Suriye’de fiilen iki yıldır devam eden ve binlerce sivilin planlı olarak katledildiği savaşı görmezden gelebilmişlerdir. Bu çelişkileri gündeme getirdiğinizde ‘Amerikancı’ olmak veya ‘Mezhepçilik’ yapmak gibi iftiralarla karşılaşmanız adeta mukadderattır. Bu durum, İran lobisinin bu topraklardaki gücünün bir başka göstergesidir. Mü’minleri mezhepçilikle suçlayan söz konusu çevrelerin öncelikle anayasasında: “Allahû Teâla(cc) zuhurunu tez kılsın, sahib-i zaman gelinceye kadar bu hükümler geçerli olacaktır” diyerek on ikinci imama atıfta bulunan İran’ın durumunu gözden geçirmelerinde fayda vardır.

Suriye’de katledilen on binlere rağmen kılları kıpırdamayan yeryüzü müstekbirlerinin Şam’ın Doğu Gota Banliyösü’nde Kimyasal silahlarla gerçekleştirilen katliam sonrası ortaya koydukları tepkiler ya da Mısır’da İhvan-ı Müslimîn yönetimine karşı gerçekleştirilen darbe sonrası sergiledikleri rezil tavır bir kere daha göstermiştir ki: Yeryüzü müstekbirlerinin Ortadoğu’da birinci önceliği İsrail’in güvenliğidir.

İnsanlık adına ortaya koydukları tüm değerlerin: Mekke müşriklerinin acıktıklarında yedikleri helvadan putlardan bir farkı yoktur. Bu hakikat Mısır ve Suriye’de bir kere daha tüm çirkinliğiyle gözler önüne serilmiştir. Bununla birlikte dün İhvan’ı ‘Amerikancı!’ olmakla suçlayanlar bugün ‘dut yemiş bülbül’den farksızdırlar.

Suriye meselesinde ABD’nin içine düştüğü acziyet, mücahidlerin sergiledikleri kararlı mücadelenin sonucudur. Afganistan’da yenilen ABD yeni bir savaşı göze alamadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Esed sonrasında ortaya çıkacak manzara yeryüzü müstekbirlerini ve İsrail’i korkutmaktadır. Umutları bir mezhep savaşıdır.

Suriye’de denize düşen halk yılana sarılıp sarılmama noktasında özgürdür. Fakat halkın hem de çok küçük bir kısmının can havliyle yılanla olduğu varsayılan işbirliğini dillerine dolayanların, insanlığı denizde boğmak için ellerinden gelen zulmü esirgemeyen zalimler ve işbirlikçileri karşısındaki suskunluğu yaşadığımız ızdırabı perçinlemektedir.

Büyük bir emeğin ürünü olduğunu daha ilk sayfalarda hissettiren bu eserin, ilk baskısı 2003, ikinci baskısı 2013 yılında yapılmış. 2003 yılı sonrası gelişmeler ve özellikle son iki yılda gerçekleşen olaylar daha ayrıntılı ele alındığında, Suriye’de olup biteni anlayabilmemiz adına çok daha faydalı bir eser olacağı kanaatindeyiz.

(Rabbimiz!) Ancak sana ibâdet ederiz ve ancak senden yardım dileriz. (Fâtiha Sûresi:5)

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 275 / Ekim 2013

 

https://www.academia.edu/8814430/SUR%C4%B0YE_Bilad_i_%C5%9Eam%C4%B1n_Hazin_%C3%96yk%C3%BCs%C3%BC_%C4%B0HH