Batılılaşma İhaneti - Alparslan Aydar

Batılılaşma İhaneti

Bugün ilk batılılaşma hareketlerinin üzerinden iki yüz yıla yakın bir zaman geçmiştir. Müslümanlar, bu iki asır boyunca her bakımdan zillete düşmüş, esarete düçar olmuş, ezilmiş, sömürülmüş, yer yer katliamlara maruz kalmışlardır. Ayırıcılık ve bölücülük, inanca kadar varan yıkıcı faaliyetler alabildiğine artmış, İslâmi bilgi ve şuur sistemli olarak yok edilmek istenmiştir. Müslümanların son hâkim devleti, hilâfet müessesesiyle birlikte emperyalizm tarafından, kendi milletine (daha doğrusu millet adına hareket etmek iddiasındaki bir avuç batıcı aydına) yıktırıldı. Yeni devlet kurulduktan sonra bütün İslâmcı önderleri tesirsiz hale getirildi. Emperyalizm, diğer İslâm toplumlarında da İslâmcı hareketleri, kan ve ateşle boğdu. İslâm toplumlarını gelişme imkânlarına kapalı fakat kendi sömürge imkânlarına açık bir durumda tutmaya çalıştı.

Batılılaşma İhaneti
D. Mehmet Doğan
Yazar Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 354 / Mayıs 2020

Batılılaşma İhaneti ilk defa 1975 yılında yayınlandı. O tarihten bu yana devamlı ilgi odağı olan ve sürekli basılan bu kitap, geniş bir okur-yazar kitlenin düşünce ve tavırlarının oluşumunda, en azından çağdaş tabulardan kurtulmasında müessir rol oynadı. Batılılaşma İhaneti esas itibariyle yakın tarihe yönelik bir meydan okumadır. Kitabın yayınlanışından beri azalmayan bir ilgiye mazhar olması şüphesiz öncelikle ele aldığı konunun aktüalitesini yitirmemesinden kaynaklanıyor. Fakat sırf konunun güncelliği böyle bir sonuç doğurmaya yetmez. Ele aldığı hususları cesaretli değerlendiriş biçimi ile birlikte, vardığı sonuçlar da ilginin sürekliliğini sağlamıştır. Yazarı kitabın gördüğü ilgiyi, en çok maşeri vicdana, kamunun hislerine tercüme olmasına bağlamaktadır. Bir mağlubiyetin ideolojisi olan ‘Batılılaşma’nın doğru değerlendirilebilmesi için Batılılaşma İhaneti mutlaka okunmalıdır...

 

Önsöz

“Bugün ilk batılılaşma hareketlerinin üzerinden iki yüz yıla yakın bir süre geçmiştir. Hatta son sürekli batılılaşma hareketleri de yarım asırlık bir tarihe malolmuş bulunmaktadır. Namuslu Türk aydınları yakın tarihimize bakarak, avrupalılaşma / garplılaşma / medenîleşme / uygarlaşma / çağdaşlaşma... gibi kelimelerle ifade edilen batılılaşmadan ne beklenildiğini, Türkiye’ye neler getirdiğini, karşılığında nelerimizi yok ettiğini çok iyi bilmelidirler. Yakın tarihimiz araştırıldığında ilk planda göze çarpan, batılılaşma hareketleri üzerindeki açık-gizli yabancı baskısıdır. 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanlarından başlayarak 1920’lerdeki hareketler, 1946’da çok partili siyasî hayata geçiş, 1960 ve 1970’lerdeki birçok siyasî / gayri siyasî hareketler üzerinde yabancıların baskıları bârizdir.

1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları şüphesiz Osmanlı üniforması giymiş paşalar tarafından okundu. Ancak bu paşaların arkasındaki emperyalizmin uzun vadeli hesaplarını dikte edenler dikkate alınmazsa, hem tarihi hem de günümüzü aydınlatan sonuçlara varmamız imkânsız hale gelir.”

 

Mustafa Reşid Paşa’dan Günümüze Batılılaşma İhaneti

“Devrinde halkın ‘Gâvur Padişah’ diye ad taktığı II. Mahmud Hicrî XIII. asrın eşiğinde, 1199’da doğmuştu. Onun doğumundan sonraki yıllar, bilhassa amcası III. Selim’in saltanatı (Hicrî 1203-1222, Miladî 1789-1807) devrinde başlayan ‘yenileşme – batılılaşma’ hareketleri, kendi zamanında daha şiddetlenmiş ve iki asır boyunca çeşitli İslâmî müesseseleri yıkıp yerine Batı örneği kuruluşlar getirerek cemiyetimizi derinden derine sarsarak, insanımızı büyük bir kargaşanın ve buhranın içine iterek zamanımıza kadar sürüp gelmiştir. Bu iki hicrî asrı İslâm’ın fetret devri, karanlık çağı saymak yerinde olacaktır. Müslümanlar, bu iki asır boyunca her bakımdan zillete düşmüş, esarete düçar olmuş, ezilmiş, sömürülmüş, yer yer katliamlara maruz kalmışlardır. Ayırıcılık ve bölücülük, inanca kadar varan yıkıcı faaliyetler alabildiğine artmış, İslâmî bilgi ve şuur sistemli olarak yok edilmek istenmiştir. Hâkim İslâm devleti olan Osmanlı Devleti’nin çeşitli dış ve iç müdahaleler sonucu yıkılmasından, halifelik otoritesinin yok edilmesinden sonra İslâm dünyası hemen hemen istisnasız Batı güdüm, kontrol ve baskısı altında devletçiklere ayrılmış, bu devletçiklerin idarecileri, Müslümanlar arasındaki bağlılık mihverini batılıların istediği yönde yıkmaya, çeşitli Müslüman toplulukları birbirine düşman hale getirmeye büyük gayret göstermişlerdir. Böylece Müslümanların, asıl düşmanları olan küfre ve onun işbirlikçisi münafık yerli idarecilere karşı çıkması, sistemli olarak önlenmiştir. İslam ülkelerinde son asrın vakası budur: İslam dışı idareler ancak bu yöndeki faaliyetleri ile ayakta durabilmektedirler.

At izinin it izine karıştığı günümüzde neyin güzel neyin çirkin, neyin haklı neyin haksız, neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda da aynı bulanıklık sürüp gitmektedir. Bazı mihrakların kasten doğurduğu bu bulanıklık, günümüzde gençliğin kafasını karıştırmaktadır. Bütün ömürleri devlet ve millet düşmanlığının müşahhas örnekleri ile dolu şahsiyetlerin ‘kahraman’, ömrünü imanı, milleti ve devleti yolunda tüketenlerin ‘hain’ olarak sunulması, bu vasatta çelişkileri artırmakta; gençler, yakın tarihimizin sayfalarını çevirmekten adeta ürkmektedirler. Çünkü daha önce ‘güvenilir’ kaynaklarca ‘kahraman’ olarak tanıtılan bazılarının ‘hain’, ‘hain’ olarak tanıdıklarının ‘kahraman’ olduğu gerçeği karşısında düştükleri sıkıntının rahatsızlığı içindedirler.

Bu kitabın ilk baskılarında ele alınan konuların birçok çevrede şok tesiri meydana getirmesi bundandır. Ancak Batılılaşma İhaneti bir tarih kitabı değildir.” S.16

Yenileşme’ tarihimizin en çok adı zikredilen isimlerinden birisi, belki de birincisi Mustafa Reşid Paşa’dır. ‘Yenileşmeci-Batılılaşmacı’ bürokrasinin bu ilk önemli siması, resmî tarihlerde ‘Büyük’, ‘Koca’, ‘Islahatçı-reformcu’ diye öğülür. Şair Şinasi ona ‘Medeniyet resulü (peygamberi)’ der. Yakın devirde 2. baskısı 14 cilt olarak gerçekleştirilen Türkiye Tarihi’nde ise ‘deha sahibi ve Türkiye tarihinin en büyük başbakanı’ olarak alkışlanır.

Reşit Paşa'nın masonluğu Türkçe umumi kaynaklarda zikredilmiştir. S.19

“Mustafa Reşid Paşa, 1836'da Londra elçiliğine tayin edildiğinde hayatına damgasını vuran bağlılıklar ve bu çerçevede Türkiye ve dışarıda yürüttüğü faaliyetler başlar. Londra’da, İngiliz Hariciye Nâzırı Palmerston ve Türkiye’de elçilik yapan Stratford Canning’le ilişki halindedir. Palmerston, Reşid Paşa aracılığı ile Sultan II. Mahmut’a ‘reform’ tavsiye eder. Reşid Paşa da ikinci elçiliği sırasında Palmerston’a reform vadeden bir muhtıra verir. Bütün bağlantılar kurulmuştur artık.” S.21

Stratford Canning’in hatıraları yayımlanmıştır: ‘1843’te Baltalimanı’ndaki görüşmelerimizde sık sık buluşmayı kararlaştırmıştık. Gelgelelim, açıkta bir devlet adamı Türkiye’de ayağını denk atmayı bilmeliydi; yabancı bir diplomatla münasebeti şüpheye yol açacağından başka birinin evinde gizlice buluşuyorduk. Bu görüşmelerin sonucu olarak kabinede değişmeler yapıldı. Reşid Paşa’nın her vesileyle dost, güçlü bir yardımcı olduğuna aklım yattı. Devrim meselelerinin çoğunda kafa birliği ettik.’ S.23

“Reşid Paşa, ikinci defa Londra’ya gitmeden önce tarihimizin en önemli ve gelecek dönemlere en fazla tesir eden bir hadisesinde mühim bir rol oynamıştır. 16 Ağustos 1838’de İngilizlerle imzalanan Ticaret Muahedesi, başka bir deyişle Paşa’nın Baltalimanı’ndaki yalısında imzalandığından, Baltalimanı Muahedesi (antlaşması)’dir.” S.24

'Osmanlı İmparatorluğu'nun iktisadî bağımsızlığının ölüm fermanı' olarak vasıflandırılan bu antlaşmayı İngiltere Hariciye Nâzırı kendi açısından ‘şaheser’ olarak niteliyordu. S.25

1838 Ticaret Andlaşması’ndan sonra İngiltere’nin Osmanlı ülkesine olan ihracatı büyük bir artış gösterdi. İngiliz malları sağlanan kolaylıklardan ötürü, millî ve mahallî sanayi kuruluşlarının yok ederek ülkenin her tarafına yayıldı. Dokumacılıkta ileri olan Bursa, Ankara, Üsküdar gibi yerlerde tezgâhlar durdu. İngiliz tüccarları Anadolu’nun limanlarına ve büyük şehirlerine yerleşmeye başladılar. Osmanlı iktisadı iğneden ipliğe yabancıların kontrolüne geçti. Böylece yabancıların işbirlikçisi olan azınlıkların ve Batı bağlısı bürokratların refahı artarken, Müslümanların iş sahaları tamamen kapanıyor, gittikçe fakirleşiyorlardı. S.26

 

Yeni Bürokrasinin Tarih Başlangıcı: Tanzimat Fermanı

“Tanzimat Fermanı’nın bütününün içinde, bürokrasinin yabancı menfaatlere âlet oluşu ile kendi menfaatini gözettiği dikkatlerden kaçmaz. İktidarın merkezîleşmesi, vergi ve gelir kaynaklarının merkezî idareye akıtılması, padişah otoritesinin sınırlanması, sultanın ihmali görülen idarecileri idamla cezalandırmasının önlenmesi bu meyanda zikredilebilir. Böylece Türkiye’de yabancı baskıların meşrulaştığı bir devre girilirken, Osmanlı Devleti’nin temellerine de dinamit konulmuş olmaktadır.” S.29

“Neticede, ıslahat hareketleri başlangıçta, bürokratların üst kademe idarecilerin kendilerini Batı'ya kabul ettirmek için kullandıkları bir vasıta olmaktan çıkıp, Avrupa sömürgeciliğinin kullandığı bir âlet durumuna gelecektir.” S.31

 

Reşit Paşa'nın Son Valsi: Kırım Harbi

“1853'te yeni bir Osmanlı-Rus harbi başladı. Savaşın başlarında Osmanlı ordusu başarılı olduğu zaferler kazandı. Canning, İngiltere'ye yazdığı mektupta, 'bu gidişle elimizi çabuk tutmazsak barış antlaşması yapacak kadar uzun kalmayacağından korkuyoruz' diyordu.

1854’te bu harbe İngiliz ve Fransızlar da katıldı. Bu katılmanın Osmanlı menfaatlerini temin uğruna gerçekleştirildiğini ispat etmek zor olduğu gibi, netice olarak Osmanlıların menfaatine sonuçlar doğurduğunu iddia etmek daha zordur. Osmanlı Devleti ile İngiltere ve Fransa devletleri arasında yapılan 12 Mart 1854 tarihli ittifak antlaşması, 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması gibi tesirleri yıkıcı olan bir yolun açılmasına sebep teşkil etmiştir. İngilizler ve Fransızlar bu antlaşmaya, Müslüman olmayan Osmanlı teb’asından alınan haraç vergisinin kaldırılması şartını koydurmuşlardı. Bu hazine gelirlerinde kırk milyon kuruşluk azalmaya, büyük bir harbin yükü sırtında bulunan Osmanlı Devleti’nin malî gücüne darbe vurulmasına zemin hazırladı.

Bu şartlar altında, üst seviyeli bürokratlar borçlanmaktan başka çare olmadığını Sultan Abdühnecid’e telkine çalışıyorlardı. Malî durum dışında bürokratlar, dış borçları başka sebeplerle de istiyorlardı. Eğer batılılara borçlanılırsa, batılı devletlerin himayesi garanti altına alınmış olacaktı. Bu aynı zamanda batıcı ve gayr-î millî bürokrasinin varlığı için en büyük teminattı. Böylece bürokratlar, padişaha emrivaki yaparak, 28 Haziran 1855’de 5 milyon İngiliz altını tutarındaki borç antlaşmasını imzaladılar. Bu ilk borcun açtığı kapı, yirmi yıl içinde Osmanlı mâliyesinin iflasına kadar vardı. Borçlanma meselesi günümüze kadar kapanmayan yara olarak işledi.” S.35

 

Sonrakiler: Batıcı, Gayr-î Millî Bürokrasinin Teşekkülü ve Hâkim Vasıfları

“Reşid Paşa’nın açtığı Batı bağlılığı yolunda yürüyen ve Paşa’nın yetiştirmesi olan bürokratlar, bu konuda daha ileri safhalarda bağlılıklar içine girdiler.

Ona göre, o sırada (1850’ler) Türkiye’de iki tip bürokrat vardır: Gelenekçiler ve yenilikçiler. Birinci grupta olanlar da Avrupa’ya yakınlaşmaya taraftardırlar. Ancak geleneklere sırt çevirmek istememektedirler. Yeniliklerin, düzenlemelerin ithal malı olmaması, kelimenin tam manasıyla bir reform (yeniden şekillenme) olması gerektiğini öne sürmektedirler: ‘Onlar yeni müesseseler kurma değil, mevcut kurumları, Türkiye’nin yeni ilişkileri ve ihtiyaçları gereğince değiştirip düzeltme taraftarıdırlar: Reformdan Türk unsurunu çıkarmayı istemek uygulama kabiliyetini kaybettirin Türkler için kulaklarına durmadan tekrarlanan medeniyet, terakki, hatta vatan nedir? Onlar için vatan, din; bayrak, Peygamber’in sancağı; vazife ise, Kuran’a itaattir. Bu sebeple Kur’an’la devlet idare etmek zaruridir.’

‘Aksi kanaatte olanlar Avrupalı bir Türkiye hayal etmekte ve istemektedirler: Bunun için de ne halkın dinî içgüdülerini, ne yaşayış ve gelenek farklarını, ne de iklimi göz önünde tutuyorlar Gerçeği Kur’an veya İncil’den almak onlar için fark etmiyor. Ne ona, ne de ötekine iman ediyorlar. Halkın sosyal durumunun bir opera dekoru gibi değiştirilemeyeceğini unutuyorlar ve özellikle şunu unutuyorlar: Devletin kurumlarını birden ve gelişi güzel yenilemek, terakki değil boşluk yarattı.” S.37

 

Mülkiyet Sisteminin Sömürüyü Kolaylaştıracak Şekilde Değiştirilmesi

“Yabancıların Tanzimat başlangıcından beri takip ettikleri, Osmanlı ülkesinin rahatça sömürülmesine uygun bir vasat, hukukî düzen meydana getirme çabaları Islahat Fermanı’ndan sonra hız kazandı. Bu konuda temel güçlük, İslâm Hukuku’nun hususiyetinden ileri geliyordu. Yabancıların Osmanlı ülkesinde mülk edinmeleri İslâm kanunlarına göre mümkün değildi. İkinci husus da vakıf mallarının durumunun yabancıların işlerini zorlaştırmasıydı. Islahat Fermanı’nda yabancılara mülk edinme hakkı verilmesi vadedilmişti. O günlerde Times’da yayımlanan bir yazıda bunun ne mânaya geldiğini açıkça ifade eden şu satırlar ilgi çekicidir: “Yabancıların toprak almasında her türlü engelin ortadan kalkması, sağlıklı bir mali sistemin kurulması ve yol veya köprülere yatırılan sermayenin güven altına alınabilmesi için verilen teminatlar ardından büyük sonuçlar getirecek olan diplomatik başarılardır: Önümüzde işlenmemiş ve zengin bir toprak bulunmaktadır: Batı sanayii bu toprağa nüfuz etmeli ve ona sahip olmalıdır."

Yabancı güçler, faaliyetlerini bu noktalar üzerinde teksif ettiler. Önce İngilizler, yabancıların mülk edinmelerinin sağlanmasını, vakıf sisteminin kökünden değiştirilmesini ve malî işleri idare etmek için beynelmilel bir kontrol sistemi kurulmasını teklif ettiler. Islahat Hattı’nın yabancılara mülk edinme hakkı verileceği yolundaki hükmüne dayanan yabancı devletler, bu vaadin gerçekleştirilmesi için Babıali’yi sıkıştırmak yolunu tuttular.

Yabancı devletler bu konudaki baskılarını ‘teb’anıza özel mülkiyet hakkı tanımalısınız’ noktasında teksif ediyorlardı. Bu, Osmanlı toprak mülkiyeti sisteminin değiştirilmesi demekti. Bilindiği üzere, Osmanlılarda, toprak devletindi. Vatandaşlar sadece kullanma hakkına sahiptiler. 1856’da hazırlanan Arazi Kanunnamesi’nde de bu yolda hükümler yer alıyordu. 1868’de kabul edilen bir kanunla yabancıların mülk edinmesine imkân tanındı. Aynı yıl vakıflarla ilgili hükümleri düzenleyen bir kanun daha yayımlandı. Böylece yabancılara mülkiyet hakkının tanınması da Ali Paşa’nın sadrazamlığı sırasında gerçekleştirilmiştir. Bu yabancıların önündeki sömürgeleştirme engellerinden birinin daha ortadan kalkması demektir.” S.42

 

Eğitimde Yabancılaşma

“Fuad Paşa’nın bilhassa tesirli olduğu bir konu da yabancı eğitim ve öğretimin Türkiye’de teşekkül ettirilmesidir. Eğitim meselesine ilk olarak Fransızlar el attılar. Çünkü birtakım ıslahat, kanun vb. şeylerle halkın karakterini, zihniyetini, fikriyatını değiştirmenin mümkün olmadığını anlamışlardır. İslâm fikriyatını muhafaza eden bir milletin tam manasıyla sömürülmesi, köleleştirilmesi mümkün değildi. Bu yüzden, eğitim yoluyla İslâmî fikriyatın yıkılıp, yeni bir fikriyatın, batı fikriyatının aşılanması gerekiyordu. Fransızlar bu yönde faaliyetlerine hız verdiler. İlk ve orta kademede tahsil müesseseleri kurulmasını teklif ettiler.” S.43

“Böylece Galatasaray Sultanisi (sonradan lise) kurulur. Müfredat programında Latince ve Grek etimolojisi de yer almaktadır. İlk başta 622 talebesinin 277’si Müslümandır. Demek ki öğreticiler dışında, talebelerde de Müslüman olmayanlar çoğunluktaydı. Böylece Müslüman talebenin hangi psikolojik şartlara mahkûm olduğu tahmin edilebilir. Fransızlar, öğretim meselesini bu safhada bırakmak istemezler. Memur yetiştiren kuruluşlara ve meslek mekteplerine de el atarlar. Harp okullarını bile bu çerçeve içinde ele almak isterler.” S.44

“Gerçekte, Osmanlı ülkesinde geçen asırda devletin kontrolünde görünen ve yabancı dille eğitim veren bu kuruluşlar dışında yüzlerce Fransız, İngiliz, Amerikan... öğretim kurumu vardır. Bunlar yalnız Hıristiyan azınlıkları eğitmekle kalmamakta, Müslüman asıllıların çocuklarını da rahle-i tedrislerinden geçirmektedir. Osmanlı idarî kademelerinin önde gelen simalarının bir kısmı bu okullarda yetişmiştir. l. Dünya Savaşı öncesinde yalnız İstanbul’daki Fransız öğretim kuruluşlarında bin civarında Müslüman asıllı talebe olduğu bilindiğine göre, Cumhuriyet devri seçkinleri içinde, yabancı öğretim kurumlarından yetişmiş kimselerin ne nispette tesirli olduklarını tahmin edebiliriz. Bu yabancı mektepler, Cumhuriyet devrinde de faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Bürokratik çizginin son noktasında bulunan zamanımızın kişilerinden Mustafa Bülent Ecevit de böyle bir kuruluşta (Robert Kolej) yetişmiştir. Sonraki devirlerde eğitim sistemi, yabancı mektepleri gereksiz hale getirdiğinden (çünkü onların planladığını resmî kuruluşlar gerçekleştirmekte, İslâmî-millî yapının tahribi yolunda faaliyet göstermektedirler) fonksiyonları azalmıştır.” S.45

 

Sonrakiler...

“Sultan II. Abdülhamid, Rus Harbi dolayısıyla Meclisi feshedip Kanun-i Esasiyi yürürlükten kaldırarak, 1839’dan beri devam eden bürokrat tahakkümüne son verdi. Böylece, birbirleriyle adeta -bilerek, bilmeyerek- ihanet yarışı içinde olan bürokratların devri sona erdi. Dışardan müdahale için yabancı devletler, kendilerine yardımcı olacak üst derecede bürokratlardan yoksun kaldılar. Bu durumda hem yabancılar, menfaatlerine belli nispette sekte vurduğundan hem de hâkimiyetlerine ve tahakkümlerine son verdiğinden bürokratlar, Abdülhamid Han’ın devrini ‘İstibdat devri’ olarak ilan ettiler. Bu devrin sona erdirilmesi, Abdülhamid Han’ın idaresine son verilmesi, neticede bürokrasinin engelsiz iktidarının tekrar gerçekleşmesi için içte ve dışta, yabancı güçlerle ittifak ederek mücadele ettiler. Bunu da ‘hürriyet mücadelesi’ olarak adlandırdılar. Nihayet 1908’de yaptıkları darbe ile istediklerine nail oldular. Abdülhamid’i önce tesirsiz hale getirdiler, sonra da tahttan uzaklaştırdılar. Kendi sözlerini dinleyen bir padişahı tahta çıkardılar. Kendi iktidarlarını kan, şiddet ve terörle uygulamaya başladılar. Bir taraftan da yabancılara hizmet arzetmekten geri kalmadılar.

Bürokratlar neticede, devleti kısa zamanda parçalayıp kendi padişahsız -yani kontrolsüz iktidarlarını kurdular. Cumhuriyetten sonra da bürokratların saltanatı, dolayısıyla tahakkümü devam etti. Reşid ve Ali paşalarla başlayan bürokrasi zinciri, Midhat Paşa, Talat Paşa, İsmet Paşa, Mustafa Bülent Ecevit çizgi takip ederek günümüze kadar geldi.” S.49

 

Bürokratik Şahsiyetler Zincirinin Son Halkasından Bir Örnek: Mustafa Bülent Ecevit

“1925 ’de İstanbul’da doğan, bürokrasi zincirinin son dönemdeki önemli halkası B. Ecevit, ilk ve orta tahsilini Amerikan misyonerleri tarafından kurulan Robert Kolej’de yaptı. 1944’te bu mektebin lise kısmından mezun oldu. Bir süre Dili ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümüne devam etti, fakat bitiremedi. Daha sonra bir müddet, Londra’da basın ataşeliğinde kâtip olarak vazife yaptıktan sonra 1950’de CHP organı Ulus Gazetesi’nde çalışmaya başladı.

1954’te Amerikan Haberler Merkezi (USIS)’nin davetlisi olarak, bazı basın kuruluşlarında incelemeler yapmak için dört aylığına Amerika’ya gitti. B. Ecevit hakkında 3 ciltlik bir hâl tercümesi kitabı kaleme alan Kayhan Sağlamer, bursun geri kalmış ülkelerde yükselme ve liderlik yeteneği sezilenlere yönelik olduğunu ifade eder.

B. Ecevit, 1956’da ikinci defa, bu sefer de Rockefeller bursu ile iki yıllığına Amerika’ya gider. Kaynaklarda, bu arada Harvard Üniversitesi’nde ‘Osmanlı Siyasî Tarihi’ üzerinde (herhalde, Tanzimat sonrası siyasî tarihi olmalı) çalıştığı kaydedilmektedir. 1958 seçimleri öncesinde sona erecek bu Amerikan bursunun siyasî bir yatırım hazırlığı olduğu tahmin edilebilir. Nitekim B. Ecevit, seçimin bir yıl önceye alınması ile Ankara’dan aday gösterilmiş ve bursu bitmeden derhal Türkiye’ye dönmüştür (1957). Böylece genç yaşında (o sırada 32 yaşındadır) milletvekili olarak Meclis’e girdiğinde, gelecek için yollar açılmıştır. Ecevit’in daha o yıllarda bazı mihraklarca CHP liderliğine ve dolayısıyla herhangi bir CHP iktidarında başbakanlığa tezgâhlandığı söylenebilir. Bunu kendisinin daha o yıllarda, tren tuvaletlerinde ‘Ben başvekil olacağım’ diye naralar atmasına bağlamasak da, o devrin ünlü yazarlarından ve ta ittihatçılardan beri tesirli bir gazeteci olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın daha 1954’te (ne tesadüf, ilk Amerikan bursu aldığı yıl) 'Bu çocuk başvekil olacak' diye ilan etmesini önemsiz sayamayız. Bu kurt gazetecinin kehanette bulunmadığını, sadece bir tezgâhı açığa vurduğunu tahmin edebiliriz.” S.50

 

Netice

Türkiye’nin meselesi şu veya bu şahıslarla ilgili bir hâl değildir. Mesele iki asırdan beri geliştirilen ve memleketin bünyesine musallat edilen bürokratik zihniyetle ilgilidir. Bir tarafta Reşid, Ali, Fuad, Midhat, Talat, İsmet Paşalar, Bülent Ecevitler, diğer tarafta ise millet ve onun bağlı olduğu zihniyet vardır. Türkiye’nin hâli hazır bünyesinden milletimizin yapısına aykırı zihniyeti söküp atmadan kurtuluş ihtimali görülmemektedir. Ölçü şunun veya bunun iyi vasıfları olduğu değil, zihniyetidir. Bu zihniyet Mustafa Reşid Paşa’da neyse Mustafa Bülent Ecevit’te de odur. Bu itibarla, bürokrasinin zihniyeti, liberalizm, devletçilik, sosyal demokrasi, sosyalizm... ne olursa olsun gayr-i millîdir ve milletimizin aleyhinedir. (1979)

 

Aydın Yabancılaşması

Bürokrasi Çağ Dışıdır

* İdeoloji planında batılılaşmayı savunan bürokrasi çağdışıdır.

Bu seviyede ortaya çıkan gerçek şudur: Batılılaşma Türkiye için en çağdışı akımdır. 200 yıllık tarihimiz bu gerçeği doğrulayan hadiselerin tarihidir. Türkiye batılılaştıkça batmış, sömürgeleşmiş, yabancı emellere âlet olmuştur. Halkımız batılılaşma süreci boyunca artan bir şekilde maddî ve manevî sefalete mahkûm edilirken belli bir bürokrat kesimle bürokrat yaratığı burjuvazi lüks tüketime yöneltilecek gelire sahip olmuştur. Halkımız kendini sefalete mahkûm edenlere karşı öz benliğiyle, İslâmiyet’le karşı çıkınca bunun adı irtica, gericilik, çağdışılık olmuştur. Oysa gerçek irtica, gericilik; gerçek çağdışılık halkı sefalete mahkûm etmek, onu yabancı kültürlerin ve iktisatların oyuncağı yapmaktır.

* Bürokrasi iktisadî ve içtimaî yapı planında çağdışıdır.

Bürokrasi, Batı’yla bütünleşmeye yönelik bir iktisadî hayatın savunucusudur. Bu iktisadî yapı, Avrupa’nın sınıflaşmış toplumlarından farklı değildir. Bürokrasinin Türkiye’deki siyasî teşkilatının ‘sosyal demokrasi’ deyimine sarılması hiç de tesadüf sayılamaz. Bütün Batı ülkelerinde artık kapitalizm sosyal demokrasiye sarılmış durumdadır. Bu memleketlerde sosyal demokrat ilkeler ileri sürmeyen kapitalist parti yok gibidir. Sosyal demokrasi, işçilere bazı günlük haklar bahşederek düzenin devamını sağlamaya yönelmenin diğer adıdır. Türkiye’de sosyal demokrasiyi savunanlar iki yönlü bir ilişki içindedirler. Öncelikle, dışa bağlı hale getirdikleri kültür-iktisat yapımızı alıştıkları batılı yaşama tarzlarıyla devam ettirebilmek için kendilerini sosyal demokrasiye muhtaç hissetmektedirler.

Diğer taraftan bürokrasi kendi yaratığı olan Türk sermayedarlarını rasyonel tekliflerle korumak, gereğinde ondan pay almak ve sermayedarlar kafilesine katılmak yollarını kapatmamak için, yumuşak, sosyal demokrasi görüşünü uygun bulmuştur. Böylece iç ve dış barış (Yurtta ve cihanda sulh) sosyal demokrasinin düzenden yana (Türkiye için katlı sömürüden yana) muhtevasıyla sağlanış olacaktır. Bu itibarla sosyal demokrasi, Avrupa ülkeleri için bir kere çağdışıysa, Türkiye için iki kere çağdışıdır.

*Bürokrasi usûl (metod-yöntem) planında da çağdışıdır.

Bürokrasi iktidarını kurarken Ortaçağ’dan kalma bütün usûlleri büyük bir başarıyla kullanmaktadır. Böylece XX. yüzyıl Türkiye bürokrasisiyle 600 yıl öncenin Bizans entrikacılığı, Avrupa engizisyonculuğu aynı usûllerde birleşmektedir. Bürokrasi iktidarını, kan dökmek, halka karşı bazı silahlı silahsız grupları kışkırtmak, çeşitli biçimlerde güç kullanmak ve her türlü kin ve tezvirat tohumları atarak gerçekleştirmek ve sağlamlaştırmak çabasındadır. Çağdaş kitle-haberleşme araçlarını çağdışı usûllerin emrine vermek çağdışı olmaktan da öte bir zihniyeti ortaya koymaktadır.

*Çağdışı bürokrasi din istismarcısı, ilim istismarcısıdır.

Bürokrasi bütün bu çağdışılıklarını örtüp-gizlemek için çeşitli baskı usulleri yanında bazı istismar usûllerine de başvurmuştur: 'Çağdışı çağ'ın mutlak iktidar gücü bürokrasi, Türkiye’de yıllar boyu en ufak fikir ve ilim hürriyetine müsamaha etmemiştir.’ Fikir ve ilim hürriyeti namına piyasaya sürülenler de bürokrasinin çağdışı zihniyetini aksettiren mahsuller olmuştur. Bu yüzden Türkiye’de sosyal ilim namına ne üretildiyse şüphe ile bakmak lazımdır. Hele hele bu ürünler tarih ilmi sahasında ortaya konulmuşsa mutlaka yanlışlarla malul olduklarından şüphe etmemelidir.” S.97

 

Komprador Bürokrasinin Doğuşu

“Batı'nın kendi sistemini yayacak, kültürünü aşılayıp menfaatlerini koruyacak bir ajanlar kesimine ihtiyacı vardır. Makineleşme, üretimi artırmıştır. Bu ise yeni pazarların aranması, zorlanmasını gerektirir. Artan üretimi besleyecek hammadde ihtiyacı da önemli bir baskıdır. Sömürgeciliğin maddî temeli bu iki ihtiyaca dayandırılır. Bir pazar aynı zamanda hammadde kaynağıdır Avrupalı için. Avrupalı pazara çok şey arzetmiştir. Hem de herkes için makul fiyatla. Türkiyeli bürokratlar bu pazarda çok ucuza gitmiştir.” S.98

[Komprodor: Yabancılarla işbirliği yapan, onların menfaatleri için içinden çıktığı halkla ilişki kuran kimse, işbirlikçi.]

 

Netice

Müslüman halkımız ve onun şuurlu önderleri inançlı aydınlarımız, bürokrasinin Türkiye’yi yeniden karanlığa götürme ve Batı oyuncağı yapma çabalarına bütün güçleriyle karşı çıkmalıdır.

Aydınlık yarınlar, halkımızın maddî ve manevî sefaletten kurtularak insanca yaşama seviyesine yükselmesi ancak İslâm’la gerçekleşecektir. İktisat planında, sosyal planda ve kültür planında da bu böyledir. Birtakım sloganlarla kapitalizme karşı olduklarını iddia edenlerin, kapitalizmin en belirgin unsuru faize karşı çıkıldığında kopardıkları vaveylâ gerçek yüzlerini ortaya koymuştur. Faize karşı çıkışı çağ dışı olarak mahkûm edenlerin, kapitalizmi ve onun bütün çağdışı kurumlarını 'çağ içi' olarak takdime kalkışmaları maskelerini indirmiştir.” S.99

 

Yardımsız

“Yardım', batılılaşma tarihimizin anahtar kelimelerinden biri. Batı’nın yardımı batılılaşmamızın gerçek teminatı olarak kabul edilegelmiştir. Devirler değişmiş, ama bu kanaat değişmemiştir. Oysa ilk maddî yardım teklifi Osmanlı bir tavırla karşılanmış, yani reddedilmişti. 1850 Ağustosunda İngiliz elçisi Sir Canning, Padişah Sultan Abdülmecid’e bir rapor sunmuştu. Bu rapor iki seviyede teklif getiriyordu:

* Osmanlı Devleti’nin Islahat (İngilizce tabiriyle ve bugünün Türkiye’sindeki söyleyişle 'reform'a) ihtiyacı vardır.

* Bu reformların gerçekleşmesi için Batı ülkeleri yardımda bulunacak ve hatta çok müsait şartlarla borç verecektir.

Padişah bu yardım teklifini reddetti. Bu Osmanlı bir tavırdı. Ancak, Osmanlı tavır, ülkede artık tek ve hâkim tavır değildir. Yeni bir zihniyet, Batı eğilimli ve eğitimlilerin zihniyeti alttan alta kendini hissettiriyordu. Bu zihniyete göre de yardımsız olamazdı. Batıcı zihniyetle Osmanlı zihniyetin sahipleri kendilerine has yollar izlediler. Padişah ve namuslu aydınlar şahsî servetlerini devlet yolunda seferber ettiler. Batıcı zihniyet sahipleri ise çeşitli kulislerle Batı yardımını kaçırmamaya çalışıyorlardı. Batı eğilimli siyasî erkân padişahtan gizli olarak bu ilk yardım antlaşmasını imzalamış, böylece Batı’yla ilişkiler tarihimizde yardım safhası başlamıştır. Osmanlı en nazik yerinden vurulmuştu: Kırım Harbi kargaşalığı sırasında bu yardım padişaha da kabul ettirildi.

Avrupa’nın borç şeklinde yardımı Osmanlı mâliyesini alt üst etmiş ve bazı iktisadî bağlılıklar, tam manasıyla bağımlılık haline dönüşmüştür. 1877’de borç toplamı faizleriyle birlikte 250 milyon İngiliz lirasını bulmuş ve devlet ödeyemediği borçlara karşılık en emin gelir kaynaklarını teminat olarak göstermek zorunda kalmıştır.

'Yardım' bir buçuk asırdır Türkiye’de günün konusudur. Yapılacak, arttırılacak; azaltılacak, kesilecek... gibi fiillerle desteklenen cümleler gazetelere, nutuklara en ciddî kitaplara yansımıştır. Bu şartlanmalar içinde yetişen kafalar, kendiliğinden bağımlı bir düzene yamanmışlardır. Hayatın her safhasını kaplayan yardımlar söz konusuydu. Eğitim, kültür, sanat... Kısaca, millî olması gereken ne kadar müessese varsa ya yabancı mütehassıslar eline verilmiş veya yabancı zihniyeti benimsemiş kendi vatandaşımızın tasarrufunda bulunagelmişti.” S.103

 

Azınlık Hükümeti

“Bürokrasi (batıcı aydınlar) Türkiye’nin  'uygarlaşmasını' engelleyen (gerçekte bürokratik iktidarı frenleyen) bütün güçleri tasfiye etmek için aradığı müsait vasatı Millî Mücadele ertesinde bulur. Bu vasatta bütün halkla bağlantılı akımlar, şahıslar ve kurumlar anti-emperyalist nitelikleriyle birlikte yok etme-sindirme hareketinin konusu olur. Neticede sahnede iktidar gücü olarak bürokrasi ve kurumları kalır. Bu seviyede, maddî dayanak olarak batılı menfaatlere istinat eden bürokrasinin kendine maddî dayanak olacak dışa bağlı bir buıjuvazi oluşturmaya yöneldiğini görüyoruz. Böylece bürokrasi kendi türettiği sermayedarlarla birlikte iktidarını sağlamlaştırabilecektir. Millî Mücadele sonrasında bürokrasinin iktidarı, kendisiyle birlikte tüccar-sanayici küçük bir zümreyi temsil etmektedir. Bu anlamda iktidarı elde tutanlar, halkı hiçbir şekilde iktidara layık görmediklerinden bir bakıma adı konulmamış bir azınlık hükümetine vücut vermişlerdir.

Bu çerçeveden bakılınca, zaman zaman bürokrasinin siyasî teşkilatının liderleri 'azınlık hükümeti'nden söz ederken, diğer toplum katlarını temsil etmeyecek bir iktidarı savunurken, bürokrasinin tarihî zihniyetini dile getirmektedir. Ve aynı zamanda bürokrasinin tarihî yaralarını sarmaya çalışma çabası içindedir. Bürokrasi 1950’de iktidardan çekilmiş, fakat idarî kademelerde bürokratlar bütün zihnî yapı ve varlıklarıyla görev başında olduklarından neredeyse fiilî bir koalisyon idaresinin varlığından söz edilebilir. 1950’lerin Başbakanının 'İktidarı biz kazandık ama programımızı icra edecek devlet kademeleri karşıt parti fikriyatını temsil edenlerin elinde' mealindeki sözleri bu neticeye işaret etmektedir. Bununla birlikte 1950-60 döneminde bürokrasi yaralanmış ve daima bir azınlık hükümetinin hayaliyle yaşamıştır. 1960 darbesi bu zihniyetin tepkisidir. Ancak halk, seçimlerde bürokrasiye iktidar şansı vermedi ve sonraki seçimlerde de vermeye yanaşmadı.” S.106

 

Aydınların Milletimize Yabancılaşması ve ‘Dil Devrimi’

“Mesele, topluluğun bazı fertlerinin değişik kelimeler kullanması, cemiyet katları ve nesiller arasında haberleşmenin ve insanî ilişkilerin normal gidişi yönünden sapması ile bitmemektedir. Aydınların, bürokratların taklit ve teslimiyet suretiyle yeni bir medeniyet çemberine girme çabalarında dil devrimine belli başlı vasıtalardan biri olarak bakmak aydınlatıcı olacaktır.” S.113

1925 Takrir-i Sükün Kanunu’yla her türlü muhalefet susturulmuş, 1926’da çıkarılan Memurin Kanunu bürokratların hukukî statülerini teminat altına almış, 1927’de kabul edilen Maaş Kanunu ise, maaşların ödenmesini bir düzene bağlamıştır. Böylece bürokrasi diğer bütün sosyal tabakalardan daha istikrarlı şartlara kavuşturulmuştur. 1929 dünya iktisadî buhranının tesiriyle tüccarlar ve büyük toprak sahipleri zor duruma düşünce bürokrasinin vaziyeti daha da sağlamlaşmıştır.

Aydın takımı, halkın dilinden tamamen ayrı kendine has bir dil meydana getirmeye çabalamakta, bu Fransızca kırması dille halkla olan ilişkilerini kesmektedir. Öyle ki, aydınlar kadrosu içinde yer alabilmek, bürokrasiye intisap edebilmek için bu dili bilmek, hiç olmazsa, bu sonucu oluşturan dil görüşünü tasvip etmek gerekmektedir. O dönemde, bürokrasinin gücü ve tesirliliği düşünülürse, meselenin mahiyeti daha iyi anlaşılacaktır.” S.115

“Ancak, bütünüyle yabancılaşmaya dönük aydınlar, batılılaşmanın tabiî bir sonucu olarak yürüttükleri bu dil hareketlerini bir ‘millileştirme’ hareketi olarak takdim etmektedirler. (Bugün dahi, şiddetle savunulan bu tezin, birkaç satır yukarıda, dil devriminin ateşli savunucularının cümleleriyle de yalanlandığını belirtmeye çalışmıştık). Gerçekten, millîlik, öz kaynaklara dönüş, aysbergin su yüzündeki kısmıdır. Asıl ağırlığı teşkil eden Batılılaşmaya araç teşkil etmek yönü, su altındaki hükmünü yürütmektedir. Aslında bu tür davranış batıcı-pozitivist aydınlar için yeni bir tutum değildir. Batıcı-pozitivist aydınlar Anadolu Hareketi (Millî Mücadele) sırasında da halkın desteğini sağlamak için İslâmî görüntülere ve sloganlara bol bol başvurmuşlardı. Savaş bittikten sonra nasıl bir yol izlendiği üzerinde durmaya gerek görmüyoruz.

Dil devrimini bir batılılaşma hareketi olarak kabule zorlayan birçok hususlar üzerinde durulabilir. Meselâ, dil devriminin hızlı yıllarında, dilde tasfiyeler yapılırken Batı kaynaklı kelimelere dokunulmuyordu.” S.117

Aynı paralelde, batılı sözlerin eski Türkçe köklerden türediğini ispatlamak devrin aydınlarının aşağılık duygusunu belgeleyen belli başlı örneklerdendir. Bu isbatın tabiî sonucu da, Batı kaynaklı kelimelerin Türkçe diye sözlüklere alınması oldu. Hatta yeni türetilen kelimelerin de Batı dillerindeki kelimelere benzemesine çalışıyordu. Mesela Fransızca, 'ekol' kelimesi okul, 'general'; genel ve general, 'üniversal'; evrensel, 'hegemonya'; egemenlik, 'bülten'; belleten, 'sembol'; simge, 'imaj'; imge olarak Türkçe’ye sokuldu ve devlet zoruyla kabul ettirildi... 'Bütün medenî dünyanın kullandığı' bu kelimelerin Türkçe’ye girmesi gayet normal karşılanıyordu.” S.118

 

Fikir Yabancılaşması

“Türkçülük bir aksiyon olarak Cumhuriyet’in oluşumunda hâkim rol oynadıktan sonra, onu korumanın telaşıyla, az çok resmîlik kokusu taşımayan bütün fikir hareketlerine reaksiyon olmaktan uzun süre kurtulamamıştır.

Türkçülük, 1910’ların aşırı batıcılığı ile İslâmcılığı arasında bir akım olarak belirmişti. Ancak, aşırı batıcıların hiçbir zaman fazla etkili olamadığı bir vasatta batıcılığı savunuşuyla, bu konudaki tesirliliği bakımından batıcı bir akım olarak yerini tayin etmiştir. 1923 sonrasında türkçülük aşırı batıcılığı şiar edinerek kalkanı olduğu bu fikrin arkasına geçmiş, İslâmî milliyetçiliğe karşı girişilen yıldırma hareketinde rol almıştır. İslâmiyet’i bir hayat görüşü olarak da savunan milliyetçilik mahkûm edildikten sonra, Türkçülük meydanda yalnız kendisi kalmış, resmî bir ideoloji olarak katılaşmıştır. İslâm’ın sözüne bile tahammül edilmediği bir dönemden sonra daha önceki sayfalarda sözünü ettiğimiz gelişim içinde resmîlik sıfatlarından soyulan Türkçülük, lâiklik maddesinin daha hür, yani her fırsatta İslâm’ı mahkûm etmeyen serbest yorumuna bile siyasî bir partinin mecburiyetleri (seçmen ve oy meselesi) çerçevesinde varabilmiştir. Türkçülük, nasıl, diğer fikir hareketleri karşısında, eskiden kalma resmî ideoloji olmanın tesiriyle, kraldan çok kralcı bir reaksiyonerliğe yöneliyorsa, İslâmlık konusunda da günlük sloganlarla idare etmektedir. (1973)”

 

Batılı Türkiye Cumhuriyeti

“İslâm’la bağlarını koparmış, İslâm topluluklarıyla ilişkilerini kesmiş bir Türk devleti batılılar için yönetilmesi, kontrol edilmesi kolay bir siyasî organizasyon olarak görünmüş olmalıdır. Batılı emperyalist mihraklar, l. Dünya Harbi sonunda, böyle bir Türk devletini sınırlamış ve kurulmasına müsaade etmişlerdir.

Bu devlet, kuruluşundan itibaren bütün imkânları ile Batı bağlısı, sonuna kadar onun menfaatlerinin aracı bir siyasî otorite olmak teşkilatlandırıldı. Eğitim ve kültür kurumları, sömürgeciliğin gölgesinde bir batıcılığı ideoloji haline getirmeye çalıştılar. Bu ideoloji, son tahlilde ‘pan’ (bütün) ve ‘izm’ (cılık) kelimeleriyle ifadelendirilirse 'Panavrupaist' bir devleti öngörüyor ve toplum fertlerini bu yöne sevk etmek istiyordu.

Bu yüzden Cumhuriyet hükümetleri Batı devletleriyle münasebetlerde fazlasıyla hassas -bağlı derecesinde hassas- bir tutum içinde bulunmuşlardır. Ne zaman ki sömürge ülkeleri emperyalizme karşı başkaldırdılar, Türkiye Cumhuriyeti’nin Panavrupaist eğilimleri daha bir açıklığa kavuştu. Hele ki, Müslüman toplulukların batılı sömürgecilere karşı mücadeleleri bu eğilimler için gerçek bir ölçü oldu.

Cumhuriyet hükümetleri Panavrupaizmi iç siyasette de bir baskı unsuru olarak kullandılar. Avrupa ile münasebetlerimize zarar verecek herhangi bir kıpırdanışı hemen yok etmek, gerici çağdışı ilan etmekte yarıştılar. Bu durumuyla Panavrupaizm, klâsik Cumhuriyet aydınlarının fikriyâtı olarak adı konulmamış bir beynelmilel ideoloji görünümündeydi. 

Müslümanların son hâkim devleti, hilâfet müessesesiyle birlikte emperyalizm tarafından, kendi milletine -daha doğrusu millet adına hareket etmek iddiasındaki bir avuç batıcı aydına- yıktırıldı. Yeni devlet kurulduktan sonra bütün İslâmcı önderleri tesirsiz hale getirildi. İslâmcı kıpırdanışlar Cumhuriyet hükümetlerinin en büyük şiddetle takip ettikleri bir zararlı faaliyet (tabiî batılılar için zararlı) oldu. Emperyalizm, diğer İslâm toplumlarında da İslâmcı hareketleri, kan ve ateşle boğdu. İslâm toplumlarını gelişme imkânlarına kapalı fakat kendi sömürge imkânlarına açık bir durumda tutmaya çalıştı.” S.163

 

Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi

Sayı: 354 / Mayıs 2020