Kur’an’a Göre Sünnetin Hüccet Değeri - Alparslan Aydar

Kur’an’a Göre Sünnetin Hüccet Değeri


Sünnetin hüccet değerinin asırlarca sonra tekrar gündeme gelmesinin hiçbir akademik ve bilimsel temeli yoktur. Bu tartışmanın belli hedeflere ulaşmak doğrultusunda ideolojik ve politik bir motivasyonla Müslümanların gündemine dayatıldığı besbellidir. Zira Sünnet’in hücciyyetini kategorik olarak inkâr eden mevcut temayüllerin başındaki şahıslara baktığımızda bunların ilmî ehliyeti haiz olmadıklarını görüyoruz. Öne sürdükleri delilleri tahkik ettiğimizde de bunların argümantasyon faaliyetlerinin belli bir metodoloji çerçevesinde yapılmadığını, bu yüzden de son derece indirgemeci bir tutumla temelsiz genellemeler yaptıklarını, keyfî yorumlara alabildiğine açık bir sistem kurmaya çalıştıklarını anlıyoruz. Bu da aklımıza şu ihtimali getirmektedir: Bu şahıslar, bazı gayelere -ki bu gayelerin ne olduğu hususu spekülasyonlara son derece açıktır- ulaşmak üzere önce Sünnet’ in hüccet olma değerini inkâr etme kararı aldılar, sonra da bu inkarlarım temellendirmek için deliller aramaya başladılar.

Kitabın Adı: Kur’an’a Göre Sünnetin Hüccet Değeri
Yazarı:
Muhammed Salih Ekinci
Basım Yeri ve Tarihi:
İst 2019
Yayınevi:
Nida Yayıncılık
Sayfası:
192
Kapak Türü:
Karton

Nitekim bu toprakların yetiştirdiği büyük alim Muhammed Salih Ekinci Hoca efendinin bu eseri okunduğunda da söz konusu temayüllerin ilmî bakımdan ne kadar çürük bir zemine sahip olduğu açıkça görülmekte, dolayısıyla alimlerimizin aslında son derece bedîhî hale gelen şeyleri nasıl yeniden ispatlamak durumunda bırakıldıklarına hayretler içinde tanık olunmaktadır.

Bu bağlamda cevabını ısrarla arayan soru şudur: İlmî temelleri son derece zayıf, metodolojik hiçbir tutarlılığı olmayan bu söylemler ülkemizde nasıl olur da bu denli bir ağırlık ve yaygınlık kazanabilir? Bu sorunun cevabının netleştirîlmesi, hem entelektüel ortamımızm kendisine dayatılan sahte -hatta bu ülkenin asırlar boyunca inşa olmuş, rüştünü ispatlamış İslâmî kimliğini yıkıcı- problematiklerden arınıp verimli ve berekeli bir yönelim kazanması hem de Müslümanların ayrışmasına sebebiyet veren söz konusu radikal temayüllerden korunması adına büyük bir önem arz etmektedir. (S. 8-9)

“Kitap, üç husus üzerine yoğunlaşmış ve üç bölüme ayrılmıştır:

Birinci Bölüm: Nebevî Sünnet’in Yüce Allah’tan gelen bir vahiy olmasına dairdir.

İkinci bölüm: Nebevî Sünnet’ in riayet edilmesi ve içerdiği hükümlerle amel edilmesi gereken bir hüccet olmasına yöneliktir.

Üçüncü bölüm: Bu bölümü iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısımda Sünnet’in üçlü taksimini izah edilir ki bunlar: ‘Kur’ân-ı Kerim’i teyit eden Sünnet’, ‘Kur’ân-ı Kerim’i beyan eden Sünnet’ ve ‘Müstakil bir şekilde şer’î hüküm vazeden Sünnet’tir. İkinci kısımda ise Sünnet kavramının tahlilini ve Sünnet’in hüccet olmasının temellendirmesini yapılır.

Buradaki izah ve temellendirmemde büyük oranda Kur’ân-ı Kerim’e dayanarak meseleyi ele alınır. Nadiren olsa da Nebevi hadislere yer verilmiştir. Bu hadisler ya bir ayet-i kerimenin ifade ettiği manayı teyit eden veya konuyla ilgili önemli bir katkı sunan bir mahiyet arz etmektedir.

Kitabın baş kısmı iki fasıldan oluşan bir mukaddimeden oluşmuştur. İlk fasıl, vahyin tarifine ve kısımlarına dair muhtasar bir izahı ihtiva eder. İkinci fasıl ise nübüvvetin Kitab’ın nüzulüyle değil, vahyin nazil olmasıyla gerçekleştiğini, vahyin de metlüv ve gayr-i metlüv olmak üzere iki kısma ayrıldığına dair bir tahlil içerir.

Kitabı aşağıdaki fasılları kapsayan bir ‘Hatime’ ile sona erer:

Bu fasıllardan birinci, ikinci ve üçüncüsü, mücmel bir şekilde ele almak suretiyle nebevî hadislerin yazılmasına ve tedvin edilmesine dairdir. Bu fasıllarda çok sayıda hadisin Resulullah (sav) döneminde yazıldığını beyan eder. Hadisler sonra sahabe ve ilk tabiînler döneminde bütünüyle yazılmıştır. Aslında sahabe ile büyük tabiînler dönemi iki farklı devir değil, bilakis aynı dönemdir. Çünkü tabiînler dönemi Peygamber Efendimizin (sav) dar-ı bekaya irtihali ile başlar. Bu dönemde henüz tasnif edilmemişse de hadislerin yazımı nerdeyse tamama ermiştir. Hadis yazma ve ezberlemeye kendilerini adamış her râvî grubu kayda geçirdiği hadisleri bir mecmua olarak elinde tutuyordu. Nebevi hadislerin tedvinine, yani bir külliyat şeklinde bir araya getirilmesine gelince, Tabiin döneminin -başka bir ifadeyle ikinci tabiînlerin (sığaru’t-tabiîn) döneminin- sonunda bitmiş durumdaydı. Halife Ömer b. Abdulaziz’in emriyle imam İbn Şihâb ez-Zührî ve diğer tabiîn imamalar tarafından bu vazife üstlenilmişti. Ardından hadislerin müstakil kitaplar şeklinde tasnif, tertip ve bablandırılması yapıldı. Bu üç meseleyi ve tarihini dakik bir şekilde birbirinden tefrik etmek gerekir. Birincisi hadislerin yazılması, ikincisi tedvin edilmesi, üçüncü ise müstakil kitaplarda tasnif ve tertip edilmesidir. Zira bu meselelerin ve tarihlerin birbirine karıştırılmasından iğreti bir kafa karışıklığı meydana geliyor ve büyük hatalara düşülmektedir.

Dördüncü fasılda muhaddislerin sahih hadisleri belirlemede geliştirdikleri ilmî yöntemler ve hadis rivayeti uğruna çıktıkları seferler bahse konu edilmiştir.

Beşinci fasılda muhaddislerin cerh ve ta’dil ilmini inşa etmelerine dair muhtasar ve müfid bir değerlendirme yapılır.

Altıncı fasıl, muhaddislerin hadis usulü metodolojisini kurmalarından bahseder.

Yedinci fasıl ise Sahîhayn (Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim) hakkındadır.” (S.49-51)

 

Sünnet'in Hüccet Olduğuna Dair Kur'ân-ı Kerîm’den Bazı Deliller

“Sünnet’in hüccet olmasını inkâr edenler, sadece Kur’ân-ı Kerîm’e dayandıklarını, yalnızca ona tabi olduklarını iddia ediyorlar. Oysa onların bu iddiası -tabi eğer bu iddiada sadık iseler- onları zorunlu olarak Nebevi Sünnet’e dayanmak ve onu hüccet kabul etmek durumunda bırakır. Onlar üç cihetten dolayı bu durumda kalırlar:

Birinci Cihet

Sünnet’i hüccet kabul edip onunla amel etmeksizin Kur’ân-ı Kerîm’le amel etmek imkân dâhilinde değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan hükümlerin çoğunluğu mücmeldir. Beyanı ve tafsilatı zikredilemeden amel edilebilecek durumda değildir. Kur’ân-ı beyan, şerh ve tafsil eden de Sünnet’tir.

İkinci Cihet

Hemen yukarıda beyan ettiğimiz üzere Kur’ân-ı Kerîm’in sübutu ve onun Allah katından nazil olduğunun ve onunla amel etmenin gerekliliğinin ispatı ancak Nebevî Sünnet’le gerçekleşir. Bu sünnet Peygamber Efendimiz’in 'Kur’ân' olarak isimlendirilen kitap hakkında 'O Allah’ın kelamıdır. O’nu bana indirdi' şeklindeki sözüdür. Bunun yanı sıra beyan ettik ki, Nebevî Sünnet, peygamberlik ve İslâmî hükümler gibi İslâmî kurucu unsurların üzerine kurulu olduğu temeldir.

Üçüncü Cihet

Kur’ân-ı Kerîm onlarca ayet-i kerimede 'Resul'e inanmayı emretmiş, O’na iman etmenin mertebece Allah’a iman etmekle eşdeğer olduğunu açıkça beyan etmiştir. Keza, emrettiği ve nehyettiği şeylerde Resul’e itaati vacip kılmıştır. O’nun (sav) şer’î hükümleri beyan ettiği gibi vazettiğini, müminlerin izinden gitmeleri gereken en güzel örnek olduğunu bildirmiştir. Tüm bu emir ve beyanlar Sünnet’in müminler için uyulması gereken, gereğiyle amel edilmesi lazım olan bir hüccet olduğunu ispatlar. Bu hususa delalet eden bazı ayetleri delil olarak serdedelim:

 

Birinci delil: Yüce Allah, Kitab’ında Hz. Muhammed’i (sav) bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdiğini bildirmiştir. O (cc) buyurmuştur ki:

"De ki: ey insanlar! Ben hepinize gönderilmiş Allah’ın elçisiyim"(A’râf 7/158)

"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe 34/28)

“De ki: Ey insanlar! Ben size yalnızca bir müjdeleyici ve uyarıcıyım. ” (Hac 22/49)

“Bize seni insanlara elçi olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter. ” (Nisâ 4/79)

“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. ” (Enbiyâ 21/ 107)

Yüce Allah, Hz. Muhammed’i (sav) bütün insanlığa müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdiği için bütün insanlara ona iman etmeyi emretmiştir. O’na iman etmeyi kendisine iman edilmesinin ve İslâm’a girmenin şartı kılmıştır.

O’na iman etmeyi derece bakımından kendisine iman edilmesiyle eşit saymıştır. Nitekim O (cc) burmuştur ki:

“Ey iman edenler! Allah’a, Resulü’ne ve Resulün indirdiği Kitab’a iman edin” (Nisâ 4/136)

“Allah ’a, Resulü ’ne ve size indirdiğimiz nura iman edin.” (Teğâbun 64/8)

“Müminler ancak Allah’a ve Resulü ’ne iman edenlerdir.” (Nûr 24/62)  

“O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar ne Peygamberlerini, o kimseler ki Allah’ı tanıyıp lakin Peygamberlerini tanımayıp ayırmak isterler ve o kimseler ki Peygamberlerin bazısına inanırız, bazısını tanımayız derler ve böylelikle küfür ile iman arasında bir yol tutmak isterler, İşte onlar gerçek kâfirlerdir…” (Nisâ 4/ 150-152)

“Resul, kendisine Allah ’tan inene iman etti. Müminler de iman ettiler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'Biz Allah’ın peygamberleri arasında ayrım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.' dediler.” (Bakara 2/ 285)

Resulullah’ın Allah Teâla tarafından gönderilmiş olması, O’na bir elçi olarak iman etmenin zorunlu olması, O’nun (sav) tebliği ettiği şer’î meselelerde masum (hata ve günahtan beri) olmasını gerektirir. Aksi takdirde O’nun elçi olmasının gayesi tahakkuk etmez. Bu noktadan hareketle ümmet, tebliğe ve şeriata müteallik meselelerde Peygamber Efendimiz’in hata ve günahtan beri olduğu hususunda icma etmiştir. Bu da O’nun tebliğe ve şer’î hükümler yönelik emir ve nehiylerine itaat etmenin vacip olmasını gerektirir. Keza, mümin kimsenin O’nun sünnetine dair böyle bir tasavvura sahip olmasını da iktiza eder. Yoksa Resulün peygamberliğinin de bir manası kalmaz, O’nun peygamber olduğuna inanmanın da.

İkinci delil: Yüce Allah peygamberi Hz. Muhammed’i (sav), insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndererek onu insanların biz doğru yolu bilmiyorduk yönündeki özürlerine karşı bir hüccet kıldı. Nitekim Yüce Allah bu manayı ifade sadedinde “Güç ve kemalde nihâî maksada ulaşan hüccet yalnızca Allah’ındır” (En’âm 6/149) ve “Onlar, hep müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderilmiş Peygamberlerdir ki, artık insanlar için Allaha karşı Peygamberlerden sonra bir özür/ bahane söz konusu olamasın, Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Nisâ 4/165) Bu ikinci ayet-i kerimede Yüce Allah’ın insanlara karşı hüccetinî ikame etmesinin ancak onlara peygamberler göndermesiyle gerçekleştiği beyan edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in bu anlama işaret eden birçok ayetinden biri de şöyledir: “Onlara peygamber göndermeden önce onları bir azapla helak etseydik, onlar 'ey Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de biz alçalıp umarsız hale gelmeden senin ayetlerine tabi olsaydık' derlerdi.” (Tâhâ 20/134)

Üçüncü delil: Yüce Allah elçisi Hz. Muhammed’in kadrini yüceltmiştir, makamını yükseltmiştir. O denli ki, Resulüne ait bir eylemi, kendi eylemi saymıştır. Nitekim O (cc) buyurmuştur ki: “Sana biat edenler, muhakkak ki, Allah’a biat ediyorlar.” (Fetih 48/10) Burada söz konusu olan biat aslında Resulullah’a (sav) yapılmış olan bir biatti. Keza, peygamberine itaati kendisine itaat addetmiştir. Bu manayı ifade ederek buyurmuştur ki: “Resule itaat eden, Allah ’a itaat etmiştir.” (Nisâ 4/80) Zira Resul’e itaati emreden Allah Teâla’dır, dolayısıyla Resule itaat esasında O’na itaattir. Bu ayette ki vurgu da aslında Yüce Allah’a olan itaatedir. Öte taraftan Yüce Allah, Resulü’nün rızasının kazanılmasını kendi rızasının kazanılması saymıştır. Bu anlamda buyurmuştur ki: “(Münâfıklar) sizi hoşnûd etmek için size Allah'ın üzerine yemîn ederler. Eğer mü'min kimseler iseler, kendisini râzı etmelerine Allah ve Resûlü daha lâyıktır.(Tevbe 9/62)

Bir ayet-i kerimesinde de Yüce Allah, Resulü’nün verdiği hükmü kendi verdiği hüküm addetmiştir. Zira buyurmuştur ki: “Onlar, aralarında hüküm vermek üzere Allah ve Resulü’ne çağrıldıklarında...” (Nûr 24/48)  Bu ayette, görülmektedir ki, Yüce Allah, kendi hükmü ile Nebi’sinin hükmünü eşit kılmış ve aynı tabirle ifade etmiştir. (Ayrıca bakınız: Tevbe 9/74, Enfâl 8/1, Nisâ’4/80, Nûr 24/48, Nûr 24/52)

Dördüncü delil: Yüce Allah, Hz. Muhammed’i (sav) göndererek kendi lütfundan insanlara büyük bir nimet vermiştir. Nitekim Yüce Allah’ın “Yüce Allah müminlere paha biçilmez bir minnet verdi; zira onlara kendilerinden bir peygamber gönderdi. O, onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, onlara Kitab ’ı ve Hikmet’i öğretiyor. Oysa onlar önceden açık bir dalalet içindeydiler. ” (Âl-i İmrân 3/164) ayet-i kerimesiyle ifade ettiği husus budur.

Beşinci delil: Yüce Allah, Hz. Muhammed’e (sav) tabi olmayı, tabi olan kimseye Allah’ın sevgisinin ve tabi olan kimsenin de Allah’a olan sevgisinin delili kılmıştır. Buna göre Yüce Allah’ı sevmenin ölçütü Resulullah’a (sav) tabi olmaktır. Keza, Hz. Peygamber’e uyması, Allah Teâla’nın kulunu af ettiğinin alametidir. Nitekim Yüce Allah buyurmuştur ki: “De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Tâ ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.” (Âl-i İmrân 3/164) Tabi olmak ise itaat etmek'ten daha genel bir anlama sahiptir. Çünkü itaat etmek, emir ve nehiylere riayet etmeye mahsustur. Oysa 'tabi olmak', sözleri, eylemleri, halleri, ahlakı ve istikameti kapsar. Bu ayet, Peygamber efendimizin hem söz ve fiillerini hem takrir ve hallerini hem de ahlak ve istikametini kapsayan Sünnet’in hüccet oluşuna kati bir delildir.

Altıncı delil: Allah Teâla, hem kendisine hem de elçisine itaat edilmesini emretmiştir. Bunu da sadık imanın -aynı zamanda- hem gereği hem de delili kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer müminseniz, Allah ve Resulüne itaat edin.” (Enfâl 8/1) Keza, Yüce Allah peygamberinin hükmünün dinlenilmesini ve ona itaat edilmesini, sadık müminin vasıflarından saymıştır. Ve bir müminin felah bulup bulmayacağını bu itaate bağlamıştır. Zira buyurmuştur ki: “Aralarında hükmetmesi için Allah ile Resulüne davet olundukları zaman müminlerin sözü ancak “işittik ve itaat ettik” demeleridir, işte bunlar felâh bulacak olanlardır.” (Nûr 24/51)

Yedinci delil: Yüce Allah, peygamberleri göndermesinin hikmetinin onlara itaat etmek olduğunu açıkça zikretmiştir. Zira buyurmuştur ki: “Biz her peygamberi ancak ve ancak itaat edilmesi için gönderdik.” (Nisâ 4/64) Onlara itaat etmeyen, hiç kuşkusuz ki, Allah Teâla’ya isyan etmiş ve O’nun elem verici azabını hak etmiştir. Nitekim Yüce Allah, birçok ayet-i kerimesinde peygamberlerine itaat etmedikleri için helak olan ümmetlerden bahsetmiştir.

Sekizinci delil: Yüce Allah(cc)’ın beyanına göre, O, dünyada bir topluluğa peygamber göndermeden ve onlar kendilerine gönderilen peygambere isyan etmeden onları helak etmez. Zira buyurmuştur ki: “Rabbin, toplumların merkezine, kendilerine ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe onları yok etmez Biz, halkı zalim olmayan toplumları asla yok etmeyiz.” (Kasas 28/59) Bir toplumun helak edilmesi, kendilerine gönderilen peygambere isyan ederek zulüm etmelerinden dolayıdır. Çünkü peygamberlere isyan etmek kula haram, itaat etmek ise farzdır.

Dokuzuncu delil: Müsellem olan hususlardandır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan mükellef kılıcı hükümlerin çoğu, mücmeldir. Beyan ve tafsile ihtiyacı vardır. Bu hükümler eğer Kur’ân’daki mücmel halleri üzere kalırlarsa, onlarla amel etmek mümkün olmaz. Örneğin Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de “namazı dosdoğru kılın” diye buyurarak namaz kılmayı emretmiştir. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de onun vakitlerini, rekât sayılarını, vaciplerini, sünnetlerini ifade etmemiştir. Bu durum zekât, oruç, hac, muamelat hükümleri, nikâh ve ceza hukuku için de böyledir. Pekiyi, Kur’ân’da genel olarak yer alan bu hükümlerle amel etmenin yolu nedir? Bunun tek yolu vardır. O da bu hükümlerin beyan edilmesidir. Bu beyan Kur’ân’da yer almadığına göre O zorunlu olarak gönderilen peygamber tarafından açıklanmalıdır. Bu da Yüce Allah’ın kendi elçisine indirdiği gayr-i metlüv vahiyle olabilir ancak. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah, kendi peygamberine böyle bir vazife ve yetki verdiğini sarihen ifade etmiştir. Zira buyurmuştur ki: “Sana ez-Zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, insanlara ineni onlara beyan edesin. Umulur ki onlar düşünürler.” (Nahl 16/44)

Onuncu delil: Yüce Allah, peygamberlerin görevlerinden birini de insanların ihtilafa düştükleri şeyleri açıklığa kavuşturmak, o konuda doğru olanı yanlış olandan ayıklayıp belirlemek kılmıştır. Bu hususta buyurmuştur ki: “Biz Kitab'ı sana ancak onların ihtilafa düştükleri şeyleri beyan etmen için ve inananlara da bir hidayet ve rahmet olarak indirdik.” (Nahl 16/64) Hakikat o ki, insanların ihtilafa düştükleri birçok meselede hakkın batıldan ayrıştırılması ve hak olanın beyan edilmesi Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaz. İnsanların ihtilafa düştüğü meselelerde hak olanı temyiz ve beyan etmenin yolu, gayr-ı metlüv vahiydir. Allah’ın vahyini insanların mutlak bir teslimiyet ve itaatle karşılaması gerekir. Dolaysıyla söz konusu bu temyiz ve beyanı da teslimiyet ve itaatle karşılamaları gerekir.

On birinci delil: Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlere kendisine itaati nasıl farz kılmışsa, Resulü’ne de itaati farz kılmıştır. Resulullah’a (sav) itaat etmenin gerekliliğiyle ilgili nazil olan ayetler, iki türdür:

1-İlk türdeki ayetlerde Yüce Allah, ayet-i kerimesinde kendisine itaati zikretmeksizin sadece Resulü’ne itaat etmekten bahsetmiştir. Buna Nûr suresinde yer alan “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Resul’e itaat edin ki, merhametle muamele olunasınız” (Nûr 24/56) şeklindeki ayet-i kerime örnek verilebilir. Yüce Allah bu ayet-i kerimesinde Resul’e itaati emretmiş ve onu namaz kılmak ve zekât vermekle aynı bağlamda zikretmiştir. Eğer Resulullah’a (sav) itaat etmek farz olmasaydı, Allah ona itaati emretmez ve onu iki farz ibadet olan namaz ve zekâtla beraber zikretmezdi.

2-İkinci türdeki ayetlerde Resulullah’a (sav) itaat, Allah’a itaat etmekle aynı ifade içinde emredilmiştir. Bu da ya “Allah’a ve Resul’e itaat edin” (Âl-i İmrân, 3/32) ayeti kerimesinde olduğu gibi 'itaat edin' emrinin bir defa kullanılıp Resul kelimesinin lafze-i celâla (Allah lafzına) atfedilmesi şeklindedir. Ya da “Allah ’a itaat edin ve Resul’e itaat edin” (Nisâ 4/59)  ayet-i kerimesinde olduğu üzere 'itaat edin' emrinin iki kere tekrarlanması şeklindedir.

Bu her iki kullanımda Resulullah’a (sav) itaat etmenin dinî bir vecibe olduğuna delalet eder. Zira eğer Resulullah’a (sav) itaat etmek dinî bir gereklilik olmasaydı, Kur’ân-ı Kerîm’de bazen Yüce All ah atfedilerek, bazen de tek başına ona itaat emredilmezdi. O’na (sav) itaat etmenin mahiyeti hususunda hemen belirtmek gerekir ki, Yüce Allah’a itaat nasıl O’nun Kitab’ına uymak ile gerçekleşirse Resulullâh’a itaat da onun Sünnet’ine uymakla yerine gelir.

On ikinci delil: Allah Teâla, müminlere aralarında vuku bulan her ihtilaflı durumda Resulullah’ın (sav) hakemliğine başvurup O’nun verdiği hükme göre uzlaşmalarını emretmiştir. Nitekim buyurmuştur ki: “Rabbine kasem olsun ki, seni aralarındaki ihtilaflarda hâkim tayin edip sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir hoşnutsuzluk duymadan tam teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisâ 4/65) O (cc) bu ayetin ardından Resulüne itaate teşvik ederek ve itaat edenlere büyük sevaplar ve yüce mertebeler vadederek şöyle buyurmuştur: “Allah ve Resulüne itaat eden herkes, Allah’ın nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklar, salihler ve şehitlerle beraberdir. Ne güzel bir arkadaşlıktır o!” (Nisâ 4/69)

Bu ayet-i kerimede dikkati özellikle celbeden bir husus, ihtilafa düştükleri her meselede Hz. Peygamberi (sav) hâkim kılmayanların, Resulullah’ın verdiği hükmü beğenmeyenlerin ve ona tam teslim olmayanların 'iman' vasfına sahip olmayacağını beyan etmesidir. Yüce Allah, bu durumu teyit etmek içinde kendisine kasem etmiştir. Dolayısıyla bu ayet-i kerime, Müminlere aralarındaki bütün anlaşmazlıklarda Resulullah’ı (sav) hakem tayin etmeyi zorunlu kılmaktadır. Malumdur ki, müminlerin arasında vuku bulan her anlaşmazlığın hükmü Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaz. Hatta bu ihtilafların çoğunun çözümüne yönelik hüküm Kur’ân’da varit değildir. Bu yüzden de bizzat ayeti kerimelerle Resulullah’ın hakemliğine havale edilen bu mesellerin çözümüne dair hükümler, Kur’ân-ı Kerîm’in metninde değil, bilakis Allah Resulü’nün sözlerinde yer alır.

On üçüncü delil: Allah Teâla buyurmuştur ki: “Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne âsi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahab, 33/36) Bu ayet, Resulullah’ın (sav) Sünnet’inin uyulması zorunlu olan bir hüccet olduğunu açık bir şekilde bildirmiştir.

On dördüncü delil: Allah Teâla buyurmuştur ki: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisâ 4/59)

Yüce Allah’a itaat etmek onun Kitab’ına itaat etmek demektir. Resulüne itaat etmek ise, onun Sünnet’ine itaat etmek manasındadır. Bir meseleyi Allah ve Resulüne götürmek ise Kitap ve Sünnet’e başvurmak anlamına gelir. Eğer Resulullah’ın Sünneti, dinde hüccet olmasaydı Yüce Allah ona itaat etmeyi emretmezdi. Anlaşmazlıkların çözümü için O’na başvurmayı gerekli kılmazdı.

On beşinci delil: Allah Teâla buyurmuştur ki: “Münafıklara, 'Allah’ın indirdiğine (Kur’ân'a) ve Peygambere gelin dendiği zaman onların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.”( Nisâ 4/61)

Keza, Yüce Allah münafıkların bir başka vasıflarının da Allah’ın dinine, şer’î şerifine ve Resulü’nün getirdiklerin davet edildiklerinde bundan yüz çevirmeleri olduğunu bildirmiştir. Nitekim buyurmuştur ki: “Onlara, 'Allah’ın indirdiğine (Kur’ân’a) ve Peygamber’e gelindenildiğinde onlar, 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter' derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?” (Mâide, 5/104) Eğer Resulullah’ın (sav) Sünnet’i, muhalefeti caiz olmayan bir hüccet olmasa idi, ondan yüz çevirmek münafık ve müşriklerin alamet-i farikası sayılmadı.

On altıncı delil: Yüce Allah, elçisi Hz. Muhammed’i (sav) müminlere “üsve-i hasene” olarak belirlemiştir. Tebliğ ve teşrî’e dair her şeyde ona uymalarını, onu örnek almalarını farz kılmıştır. Bu anlamda buyurmuştur ki: “Şanım hakkı için muhakkak ki size Resulullah’ta pek güzel bir örnek vardır. Allah’a ve son güne ümit besler olup da Allah’ı çok zikreden kimseler için.” (Ahzâb, 33/21)

Yüce Allah’ın Peygamberi örnek almak yönündeki bu emri, şer’î şerifin getirdiği hususlarla alakalı bütün iş ve hallerinde O’na (sav) uymayı emretmektedir. Bu hususlar O’nun sözlerinde, fiillerinde, takrirlerinde ve istikametinde tecelli eder. Bu da tam olarak O’nun, Sünneti demektir.

On yedinci delil: Allah Teâla buyurmuştur ki: “Bu sebeple, O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nûr 24/63)

Eğer O’nun emirleri ve Sünnet’i, ittiba edilmesi zorunlu olan bir hüccet olmasaydı, O’na muhalefet edenler, Yüce Allah tarafından, kendilerine isabet edecek bir fitne veya elim bir azapla tehdit edilmezdi.

On sekizinci delil: Yüce Allah münafıkların vasıfları arasında onların Allah ve Resul’e iman ve itaat ettiklerini gösterdikleri halde gerçekte böyle olmadıkları olduğunu beyan eder. Zira O (cc) buyurmuştur ki:

“Münâfıklar, “Allah ’a ve peygambere inandık ve itaat ettik’ derler. Sonra da onların bir kısmı kalkıp bu beyanın ardından yüz çevirirler. Hâlbuki onlar inanmış değillerdir. Aralarında hükmetmesi için Allah ’a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama eğer (Allah ve Resulünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir! Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’a karşı haşyet duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlardır bedbahtlıktan kurtulanlar.” (Nûr 24/47-52)

Yukarıda da zikredildiği üzere bu ayet-i kerimeler, Allah ve Resulü’ne itaat etmemeyi, Allah Resulünün hükmüne davet edilince yüz çevirmeyi nifak alameti saymıştır.

On dokuzuncu delil: Yüce Allah, Kendisi’ne ve Resulü’ ne itaati emretmiş, sonra itaatten yüz çevirmenin küfür olduğuna işaret etmiştir: “De ki, Allah ’a ve Peygamber’e itaat edin! Eğer aksine giderlerse, şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez. ” (Âl-i İmrân 3/36)

Allah ve Resulüne itaat etmenin emredilmesi ve bu itaatten geri durmaktan sakındırması birçok ayette tekrar edilmiştir. (Bakınız:Âl-i İmrân 3/36, Enfâl, 8/20-22, Nûr 24/47-48 ve 240 Fetih 48/17)

Resulullah’a (sav) itaat etmek farz olmasaydı, Allah O’na itaat etmeyi emretmez, ona itaatten yüz çevirenleri bu şiddetli tehditle uyarmazdı.

Yirminci delil: Yüce Allah müminlere, Resulullah’ın (sav) getirdiği her şeyle amel etmelerini, O’na itaat etmelerini farz kılmıştır. Keza, nehyettiği her şeyden de sakınmalarını emretmiştir. Nitekim buyurmuştur ki: “Resulullah’ın size getirdiği her şeyi tutun, sizi nehyettiği her şeyden de sakının. Allah’tan korkun. Çünkü onun cezalandırması şiddetlidir.” (Haşr 59/7)

Yirmi birinci delil: Yüce Allah buyurmuştur ki: “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin ve ona birbirinize bağırır gibi bağırarak hitap etmeyin! Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurât 49/9)

Denilebilir ki, Kur’ân-ı Kerîm Resulullah’a (sav) karşı edepte kusur etmeyi, ceza bakımından küfür ve şirkle aynı mertebede saymıştır. (En’âm 6/88) Pekiyi, eğer Resulullâh’a (sav) karşı edepte kusur etmenin hali buysa, onun emir ve nehiylerine itaat etmeyen ve onun Sünnet’ine uymayanın hali ne olur?

Yirmi ikinci delil: Yüce Allah bu anlamda buyurmuştur ki: “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah ’a ve Resul’e icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız. ” (Enfâl 8/24)

Yüce Allah, Kendisi’ne ve Resulü’ne icabet etmeleri emretmiştir. Fakat çağrıya gelince, “Resul sizi çağırdığında” demiştir. Çünkü müminleri doğrudan çağıran Resulullah’dır (sav). Ayet-i kerime bununla Resulullah’ın onları çağırmasının Allah’ın emri ile olduğuna işaret etmektedir. Keza, göstermektedir ki, bu çağrı Allah’ın kendi Resulüne gönderdiği bir vahiyledir ve zahiren Peygamber Efendimiz’e ait olsa da hakikatte Yüce Allah’ın çağrısıdır. Dolaysıyla da bu çağrıda Resulullah’a (sav) icabet etmek, Allah Teâla’ya icabet etmektir.

Yirmi üçüncü delil: Allah Teâla buyurmuştur ki: “Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.” (Kasas 28/50) 

Yüce Allah zikrettiğimiz ayette bir insanın ya Allah ve Resulü’nün çağrısına kulak vereceğini ve Resulullah’ın rehberliğini, istikamet tayin ediciliğini kabul edeceğini ya da heva ve hevesine uyup sapkın bir temayül sergileyeceğini, aslında en başta kendi nefsine zulmedeceğini, keza Resulullah (sav)’ın getirdiği şeyler dışındaki her şeyin heva ve heves ürünü olup dalalet ve karanlık olduğunu beyan etmiştir.

Yirmi dördüncü delil: Yüce Allah müminlere yapacakları şeyler hususunda daha ilahî hüküm gelmeden acele edip bir yol tutturmalarını nehyetmiştir. Zira buyurmuştur ki: “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin ve Allah’tan korkun, çünkü Allah es-Semî’ ve el-Alîm’dir.” (Hucurât 49/1)

Yüce Allah, bu ayet-i kerimede teşr’î ve tebliğle ilgili herhangi bir meselede, Allah ve Resulünün ondaki hükmünü bilmeden evvel, herhangi bir eylemde bulunmayı ve kesin bir karar almayı müminlere yasaklamıştır.

Yirmi beşinci delil: Allah Teâla buyurmuştur ki:“Onlar ki, o ümmî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, onun izinden giderler ki, o, onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar; temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar.” (A'râf 7/157)

Ayet-i kerimede yer alan bu emir, nehiy ve helal ile haram kılma durumu, hem Kur’ân-ı Kerîm’in nass olarak getirdiği emir, nehiy, helal ve haramları kapsar hem de Kur’ân-ı Kerîm’de yer almayıp Resulullah’a (sav) gayr-i metlüv vahiy yolu ile bildirilen şer’î hükümleri kapsar.

Öyle ki, İbn Kayyım, bağımsız olarak sadece Sünnet ile sabit olan birçok şer’î hükmü serdettikten sonra şöyle demiştir: “Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmayıp sadece Sünnet’te bulunan hükümler, sayıca Kur’ân’daki hükümlerden daha çok değilse, daha az değildir.”

Yirmi altıncı delil: Yüce Allah birçok ayette -ki daha önce bunların bir kısmı zikredildi- Resulüne itaati farz kılmış ve O’na yapılan itaatin kendisine yapılmış olduğunu bildirmiştir. Zira buyurmuştur ki: “Resul’e itaat eden Allah ’a itaat etmiştir.” (Nisâ 4/80)  (Ayrıca bakınız: Ahzâb 33/36, Mücâdele 58/9)

Yüce Allah, bu ve benzeri ayetlerde Peygambere asi olmayı yasaklamıştır. Elbette ki, Resul’e isyan etmenin bir türü de O’nun Sünnet’inden yüz çevirmek, onunla amel etmemektir.

Yirmi yedinci delil: Allah Teâla: “Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki Allah’ın azabı çok çetindir” (Muhammed 47/33) diye buyurarak O’na karşı gelmeyi, cephe almayı da haram kılmış, bundan son derece sakındırarak bunun cezasının çok büyük olacağını bildirmiştir. Böyle davranan bir kimsenin cezasının dünyadaki tüm amellerinin boşa gideceğini beyan etmiştir. Nitekim buyurmuştur ki: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed 47/33) Yani, Allah ve Resulü’ne asi gelerek amellerinizi boşa götürmeyin. Ayette bahsi geçen “karşı çıkmak” durumuna elbette ki, Peygamber’in Sünnet’inden yüz çevirmek, onunla amel etmeyi bırakmak ve onu hüccet görmemek de dâhildir.

Yirmi sekizinci delil: Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de Resulü Hz. Muhammed’in doğru bir yol üzere olduğuna şahitlik ederek “Yâ sîn, Hikmetli Kur’ân’a andolsun ki, sen risâlet görevi ile gönderilen peygamberlerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin.” buyurmuştur. (Yâsîn 36/4) (Ayrıca bakınız: Şûra 42/52, Nûr 24/54)

Yirmi dokuzuncu delil: Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Müminler ancak, Allah’a ve Resulüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, O Peygamber ile birlikte hususî toplanma gerektiren bir işle meşgul iken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resulüm!) Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah’a ve Resulüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah’tan af dile; çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir.” (Nûr 24/62)

Otuzuncu delil: Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım ” (Zâriyât 51/56) (Ayrıca bakınız: Enbiyâ 21/25, Bakara, 2/21, Beyyine 98/5)

İslâm’ın temellerini teşkil eden bu ibadetler için Kur’ân-ı Kerîm’de muayyen bir nizam, belirlenmiş bir keyfiyet, belli bir sayı ve miktar yer almamaktadır. Bunun tek nedeni Yüce Allah’ın bunların beyanını Resul’ü Muhammed’e (sav) bırakması, O’nu bununla vazifelendirmesidir. Bu manayı ifade eden ve daha önce tekraren geçen bir ayet-i kerimeyi hatırlamakta fayda vardır: “Sana zikri indirdik ki insanlara kendilerine indirileni beyan edesin." (Nahl 16/44) Burada Peygamber Efendimizin beyanı, insanlara yönelik itaatle yükümlü oldukları bir hüccet kılmıştır. (S.111-138)