Koçi Bey Risalesi - Alparslan Aydar

Koçi Bey Risalesi


Koçi Bey, kendisine şöhret sağlayan ilk risâlesini IV. Murad’a 1631 yılında takdim etmiştir. Bu tarih 1623/1640 yılları arasında padişahlık yapan IV. Murad’ın Topal Recep Paşa’yı astırarak idareyi tam olarak eline aldığı Mayıs 1632’den önceye rastlaması açısından önemlidir. IV. Murad’ın saltanatının bu ikinci döneminde Koçi Bey’in padişaha sunduğu arzlarının etkisi olduğunu kabul etmek gerekir. O tarihe kadar annesinin sözleriyle hareket eden padişah, aynı tarihten itibaren idareyi re’sen eline alarak Koçi Bey’in ileri sürdüğü şekilde ıslahata başlar. Ancak kahvelerin kapatılması, tütün içmenin yasaklanması gibi kararların alınmasında padişahın üzerinde etkili olan çevrenin Koçi Bey değil Kadızâdeliler olduğunu da kabul etmek gerekir. Koçi Bey’in risâlesini padişaha sunduğu 1040 (1630/ 1631) yılında Aziz Efendi adında bir kişi IV. Murad için bir risâle hazırlayarak IV. Murad’dan beri görülen çöküş sebeplerini açıklamış özellikle de Kürt beyleriyle ilgilenmiştir. XVII. Yüzyılda bu şekilde arz veya rapor sunmak geleneği yok iken aynı tarihte iki ayrı kişi tarafından bu şekilde yazılı rapor sunulmuş olması bu raporların padişahın emri ile hazırlanmış olduğunu göstermektedir.

Koçi Bey Risalesi
Prof. Dr. Yılmaz Kurt
Akçağ Yayınları
Misak Dergisi

S
ayı: 353 / Nisan 2020

Koçi Bey, Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ilk tohumlarının Kanunî zamanında ekildiğini ancak o zaman devletin çok güçlü olması sebebiyle fazla bir etkisinin görülmediğini söyler. Asıl bozulma ise III. Murad zamanında 'Ağa Çırağı' adıyla ulufeli kul topluluğu arasına 'cüce ve dilsizlerin' karışmasından sonra olmuş ve ulufeli kulun sayısı artarken timar (tımar) ve zeamet sistemi bozulmaya başlamıştır. Koçi Bey’e göre yapılacak şey, ulufeli kul sayısını azaltmak ve timarlı sipahi sayısını çoğaltmaktır. Kanunî dönemindeki üstünlük çağına tekrar dönmek özlemi Koçi Bey’den sonra da sık sık dile getirilmiştir. Koçi Bey’in bu önerileri IV. Murad’ın 1632 yılında başlayan ıslahat çalışmalarında etkili olmuş pek çok ulufeli kul timara çıkmıştır. S.21

Kitap, eski yazı metin, transkribe ve bugünkü Türkçe ile hazırlanarak, geniş bir okuyucu kesimine hitap etmesi düşünülmüştür.

Büyük Osmanlı Sultanlarının (Allah Onlara Cennet Çardaklarında Yer Versin), Vezirlerin, Divan Üyelerinin, Nedimlerin ve Padişah Yakınında Bulunan Saray Adamlarının Durumlarının Bildirilmesi Hakkındadır.

Mutluluğa erişmiş ve dinin sığınağı olan yüce padişah hazretlerinin uyanıklık dolu aydınlık gönüllerine gizli olmaya ki:

Sonları mutlu olan yüce ataları, eski Osmanlı sultanları, Sultan Süleyman Han Gazi’ye gelinceye kadar adalete yakınlaşmış olan Divân-ı Hümâyün’da bizzat hazır olup, her konuda millet ve memleket işleri; Müslim ve gayrı Müslim halk; hazineler ve gelirler; diğer büyük ve küçük işler ile tam olarak ilgilenirlerdi. S.41

Önceden beylik ve beylerbeyilik ve diğer padişah dirlikleri memleket yönetiminde iş bilir ve emekdar, doğru ve dindar kimselere verilip karşılığında bir akçe ve bir habbe rüşvet ve caize alınmazdı. Suç ve günahı ortaya çıkmayınca bir fert görevden alınmazdı. Özellikle sancakbeyileri ve beylerbeyiler yirmişer ve otuzar yıl makamlarında bulunurlardı. O yönden padişahın devletinde kuvvet ve kudretleri en üst derecede olup padişah sefere çıktığında her biri yedişer-sekizer yüz, belki biner nefer, hazırlanmış ve mükemmel savaş adamları, özel cebelileri ile rehberi zafer olan sefere gidip padişah hazretlerinin uğrunda nice erlikler ve yiğitlikler ederlerdi. Çevrede bulunan İslam ülkelerinden bir köşede düşman ortaya çıksa daha haberi devletin sığınağı olan eşiğe gelmeden, bahtsız başları Divân-ı Hümâyün’a ulaşırdı. S.43

Osmanlı haremine, Arnavut ve Bosna devşirmesi, uç beyleri ve beylerbeyilerinin hediye gönderdiği oğlanlar ve ölmüş olan vezirlerin satın alınmış köleleri alınıp, her biri padişahın hareminde nice süre hizmet edip söz sahibi olduktan sonra kıdemlileri nöbet ile taşra çıkıp yol ve yöntem dışında bir hareket etmezlerdi. Eğitimleri ve öğrenimleri mükemmeldi. Yetişip büyüdükleri Osmanlı Devleti’nde padişah uğruna şirin canlarını seve seve verirlerdi. Eski sultanlar zamanlarında durum böyle idi.

Son buyruk ve ferman mutluluğa erişmiş, heybetli, yumuşaklık ve merhamet dolu, makamı yüce padişah hazretlerinindir. S.45

Bundan Önce Zeamet ve Tımar Sahiplerinin Çoğalıp Azalması, Kuvvet ve Kudreti, Onların Sayesinde Ne Kadar Padişah Hizmetleri Görüldüğü ve Ne Mertebe Temiz ve Sağlam Asker Olduğu Bildirilir

Mutluluğa erişmiş ve heybetli ülke açan padişah hazretlerinin parlak yaratılışlarının aynasına gizli kalmaya ki:

Eski büyük sultanlar (Allah onların derecelerini selam ülkesine yüceltsin) bunca büyük savaşlar ve güzel fetihler yapıp nişanı uğur olan zamanlarında su içen kılıcın darbesi ile bütün memleketin padişahları itaatkâr olup ve fermana baş eğip, işittik ve itaat ettik demişlerdi. Bunca kaleleri ve memleketleri fethetmesi, iyi şöhreti ve âlemi süsleyen sadâlarının dünyayı inletmesi hep zaimler ve tımar sahiplerinin (1) yardımıyla olup çevre padişahlardan bâc ve harac almıştı. Gerçekten din ve devlet uğruna can ve baş veren, seçkin, mümtaz, korkusuz ve benzerlerinden üstün olan, itaatkâr ve boyun eğen o topluluk idi. Tımar ve zeamet sahipleri mükemmel iken yapılan gazve ve savaşlarda kapıkullarına asla ihtiyaç olmazdı. Devletin iyiliğini isteyen temiz ve disiplinli bir topluluk idi. Aralarında yabancı hiçbir fert olmayıp tamamı ocak ve ocakzâdeler, dededen babaya padişah dirliğini elinde bulunduran kimseler idi.

Şehir oğlanı ve reaya topluluğunun bir tımara talip olmak istemesi küfürle eş anlamlı idi. O gibilere tımar verilmesi olmayacak bir şey idi. Tımar sahiplerinden yararlılığı ortaya çıkmamış birine ve padişah seferinde baş ve dil, yani konuşturmak için düşmandan alınmış esir getirmeyene, dirliğinde zam yapılmazdı. Tam olarak bu derece yararlılığı ortaya çıkıp baş ve dil getirdiğinde on akçede bir akçe dirliğine zam verilerek nimetlendirilirdi. Bir tımar sahibi, padişah seferinde haddinden fazla yararlılık ve yiğitlik gösterip on beş kadar baş ve dil getirse zeamete hak kazanıp padişah devletinde zaim olurdu. İstanbul’da bir ferdin dirliğine zam yapılması mümkün değil idi. Devlet adamlarında ve askerde gümüş at koşum takımları, süs ve gösteriş yoktu. Her birinin gözünü diktiği şey iyi at, keskin kılıç, cebe ve zırh, süngü ve yay idi. Tımar sahiplerinin her biri zeamet ve tımarları olan sancaklarda oturup sancak beylerinin bayrakları altında bulunurlardı. Başka yerlerde bulunmak kabul edilmez bir şeydi ve yasaklanmıştı. Böyle olmasının sebebi budur ki: Her sancağın sipahisi her zaman o sancakta mevcut bulunup bir köşede düşman ortaya çıksa hepsi üç günde göreve hazır ve amade olup her nereye gidilmek gerekirse o tarafa hızla yol alırlar ve övülecek hizmetler ortaya koyarlardı. S 47

Büyük Vezirlerin Durumlarının Bozulma Sebepleri, Padişaha Ait Makamlara Müdahale Edilmesi, Tımar ve Zeamet Durumlardaki Bozulma Sebeplerinin İlk Defa Ne Şekilde Başladığı Belirtilir

Mutluluğa erişmiş ve saldırışı arslan gibi olan ulu hakan hazretlerinin yiğitlik dolu şerefli kalplerine gizli olmaya ki:

1574 (982) tarihine gelinceye kadar büyük vezirlerde tam bir bağımsızlık olup sadrazamlık makamında olanların işlerine hiçbir fert karışmaya güç yetiremezdi. Alıp-verme, göreve getirme-görevden alma yetkisi ellerinde olup padişah ile kendileri arasında olan işlemlere hiç kimse vâkıf değildi ve bir işe müdahale etmeye hiç kimsenin cesareti yoktu. Adı geçen tarihten beri nedimler ve diğer padişaha yakın saray adamları, padişah hazretlerinin huzurunda makam ve rütbeler bulup, padişahlık işlerine müdahale eder oldular. Başvezir olanlara nice akla uygun olmayan teklifler etmeye başladılar. Devlet adamları dahi isteklerine izin vermeler ise hepsi gönül ve fikir birliği edip padişah huzurunda fırsat buldukça haklarında nice iftiralar ettiler. Padişahın öfke zincirini harekete geçirerek günahsız yere kimini öldürtmek, kimini sürgün ettirmek ve kiminin mal ve mülkünü elinden aldırmak gibi pek çok hakaretler ettirdiler. S.55

Derviş Mehmet Paşa ve Nasuh Paşa gibi cesur, yiğit ve kahraman insanları, nice sadık vezirleri, bazı art niyet sahipleri nice iftiralar edip ‘Allah saklasın yüce saltanata karşı suikastı’ vardır diyerek padişahın öfkesine kurban ettiler. Onlardan sonra gelen vezirler, zorunlu olarak iç halkı denilen saray adamlarına tabi oldular ve gönüllerinin isteklerine izin verip her ne dilerlerse esirgemez oldular. Saray adamları dahi nice devlet işlerine müdahaleye başlayıp gaziler ve savaş adamlarının hakları olan nice yüzyıl önce fethedilmiş köy ve mezraaları bir yolunu bularak kimini paşmaklık, kimini arpalık, kimini ise mülk olarak verdirip, kendilerinin hiç bir ihtiyaçları kalmadığında her biri kendi adamlarına nice tımar ve zeametler verdirip, kılıç sahibi gazilerin dirliklerini kestirdiler. Müslümanların devlet hazinesini gereksiz yere harcayıp dünyayı bu şekle koydular. Bundan sonra yine kanaat etmeyip rüşvet kapısını açarak sancaklara, beylerbeyliğine ve diğer padişah dirliklerine müdahaleye başladılar. Bir alay ehliyetsiz ve hak etmemiş kişinin leş ile denk görülen rüşvetlerine aldanarak kimine beylik, kimine beylerbeyilik alıverip, gerçek hak sahibi olan bir yığın iş görmüş, emekdar, işe yarar ve cesaretli kullar düşkünlük köşesinde namsız, nişansız kalıp fakirlik ve yokluk içinde ayaklar altında ezildiler.

Ulufeli kul çoğalarak dünyayı tuttu ve tımarlı sipahi topluluğunu bastırdı. Bunların ünlüleri, vezirlere tâbi olup her ne kadar fitne ve bozgunculuk ortaya çıktıysa hepsi bu gibi kimseler yüzünden oldu. S.57

Eski Bilginlerin ve Günümüz Bilginlerinin Durumunu ve Aralarında Yürürlükte Olan Eski Kanunları Bildirir

Padişah hazretleri bilsin ki: Şerefli din kurallarının sonsuza kadar yaşaması ilim iledir. İlmin sonsuza kadar yaşaması ise bilginler sayesindedir. Bu bakımdan büyük ataları zamanında ilme ve ilim sahiplerine olan hürmet ve izzet hiçbir devlette olmamıştır. Onlara saygı gösterilmesi neticesinde nice güzel eserlere şahit olunmuştur. Bilginlerin durumlarının düzeni, din ve devlet için son derece önemlidir. Bu günlerde ise bilginlerin durumları gayet bozuk ve karışıklık içerisindedir. Sonu mutluluk olan büyük atalarının şerefli zamanlarında, bilginler arasında yürürlükte olan kanun ve töre budur: Bilginlerin en bilgilisi, en erdemlisi, en çok günahtan sakınanı, en dindarı, en yaşlısı ve en salihi halkın müftüsü olan şeyhülislam olup ondan aşağı rütbede olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri bu tertip üzere hak ettikleri derecede saygı görürlerdi. Fetva makamına oturan kişi görevini hakkıyla yaptığında bundan böyle görevden alınmazdı. Zira fetva makamı, ilmiye makamlarının aziz, şerefli ve seçkinidir. Onun hürmeti başkasına benzemez; görevden alma ve atama kabul etmez. Her bilgin o makama layık olmaz. Bundan önce şeyhülislam olan kimseler, olgunluğun ve erdemin kaynağı olduğundan başka hak ile konuşan kimseler olup âlemin sığınağı olan padişah hazretlerine daima güzel nasihatler vermekten uzak durmazlardı. Devletin ve dinin düzeni için gayret edip halkın durumuna özen gösterirlerdi. Fetva makamı böyle bir adam ile şereflendikten sonra ömrünün sonuna kadar görevden alınmaması gerekir. İyilerin kadri bilinmelidir. S.60

Görevden alınmalarından sonra niceleri maaş ile ve niceleri birer medrese geliri ile emekli olmayı seçip, ömürlerinin geri kalan kısmını ilim, ibadet ve İslam padişahının devletine dua etmekle geçirirlerdi. Aralarında şimdiki gibi şöhret ve süs düşkünlüğü yoktu. Her biri kendi makamında doğruluk ve adalet üzere vardıkları yerlerde Allah’ın kullarına rahmet vesilesi olurdu. Emekli olmak istediklerinde gece ve gündüz şerefli ilim ile meşgul olur, nice eserler ortaya koyarlardı. S.60

Halk nazarında her biri müctehit derecesinde saygıdeğer ve mevki sahibi idi. Bu asırda dahi âlim ve cahil bir görülmeyip ilim ve marifet sahiplerine imtiyaz verilse az zaman içinde yine önceki mertebeye varırdı. İlmiye makamlarının şefaatle verilmesi uygun değildir. İçlerinde en bilgili hangisi ise ona verilmesi gerekir. Kadılık yolunda vasıta ilimdir. Yaş ve yıl; soy ve sop önemli değildir.

Her şeyin başlangıcı mülâzemettir. Şöyle ki: Büyük kadılar mülâzemeti satmasınlar ve her birisi mülâzemeti hak etmiş kimselere versinler. Bu şekilde ilim yolu kısa zamanda düzgün hale gelir ve ehliyetli olan ehliyetli olmayana galip olur. S.63 (Mülâzemet: İlmiye mesleği adaylarının meslekî stajları ve görev bekleme süreleri için kullanılan terim.)

Kadıların durumları ile ilgilenmek önemli işlerin en önemlilerindendir. Zira son derece hor ve acınacak durumda kalmışlardır. Bir subaşı veya bir haraçcının şikâyeti ile makamları başkasına verilir. Sebepsiz yere niceleri görevden alındığından halk içinde saygınlıkları kalmadı, sundukları arzları dinlenmez oldu. Bir zalimi arz etseler o zalime yükselme sebebi olur. Peki, ne şekilde zulmü ortadan kaldırsınlar? Ya ne şekilde şerefli kanun hükümlerini yürütsünler? Her şikâyet ile makamları başkasına verilmemek gerekir. Haksızlığı konusunda kesin bilgi sahibi olunduktan sonra cezası verilmek gerekir. Gerçekten onlarda da zalim olanlar tam ve her yönüyle bilindikten sonra sadece görevden almak ile yetinmeyip, kimini sürgün etmek, kimini süresiz olarak görevden uzaklaştırmak gerekir. Her nerede zalim varsa cezası verilmesi gerekir. Göz yumma ile âlem elden gider.

Son buyruk ve ferman, İslam’ın sığınağı olan mutluluğa erişmiş padişah hazretlerinindir. S.65

İlk Olarak Zeamet ve Tımarın Nasıl Bozulduğunu Bildirir

Mutluluğa erişmiş ve askerlerinin sayısı yıldızlar kadar çok olan ulu padişah hazretlerinin uyanıklık dolu gönüllerine gizli olmaya ki:

Yeryüzünde fitne ve bozgunculuğun, kötülük ve karışıklığın yayılması, haydut ve kötü kimselerin üstün gelmesi ve şöhret bulmasına bir büyük sebep de budur: İşin gerçeği araştırıldığında dinin gerçek askeri olan timar ve zeamet sahiplerinin şimdiki zamanda dirlikleri kesilip kendileri namsız ve nişansız kalınca, fitne ve karışıklık bütün dünyayı kapladı. 1584 (992) tarihine gelinceye kadar köy ve mezralar kılıç ehlinin elinde ve ocakzâdelerde olup yabancı ve soyu sopu kötü bir kimse ocaklara girmemiş idi. Dirlikler dahi büyük devlet adamlarının ve ileri gelen kimselerin sepetine girmemiş, yani sepet timarları henüz ortaya çıkmamıştı. İlk kez bozulması şu şekilde oldu: Bundan önce İran ülkelerine komutan olarak görevlendirilen Özdemiroğlu Osman Paşa, ocaktan olmayan bazı kimselere yaptıkları kahramanlıklara karşılık olmak üzere üçer bin akçe başlangıç timarı emri vermişti. Bu, yol oldu ve yabancılar ocağa girmek için fırsat buldu. Ancak Osman Paşa iyi ve lâyık olanlara vermiş iken ondan sonra gelenler kâr budur diyerek iyi ve kötü gözetmeksizin ilgisi olmayan, babadan dededen dirlik tasarruf etmeyen şehir oğlanı ve reaya kısmından bir yığın mayası bozuk, bir işe yaramaz kişilere başlangıç tımarı emirlerini bol bol dağıttılar. Sonuçta zeamet ve tımar isteyen kimseler bir günde yüz bin akçe tımara hak kazanır oldular. Boş kalan dirliklere atamalar dahi eski Osmanlı kanununa aykırı olarak İstanbul’dan yapılmaya başlanıldı. Devlet adamları ve vekiller, boşalan bir dirliği kendi adamlarına ve yakınlarına verdiler. Osmanlı ülkelerinde bulunan tımar ve zeametin geliri çok olanları, şerefli din kurallarına ve yüce kanuna aykırı olarak kimi paşmaklık, kimi arpalık, kimi vakıf ve kimi de bedeni sağlam olan nice kimselere emeklilik ücreti karşılığı verilip, bütün zeamet ve tımar devlet büyüklerinin arpalığı oldu. Bu karışıklık ve bozulmalar devletin en cesur ve en güçlü-kuvvetli, şan ve yüceliğine sebep olan askerinin harap olmasına sebep oldu. S.67

Yeniçeri Topluluğunun İlk Kez Bozulmasının Nasıl Olduğunu Bildirir

Yeniçeri Ocağı’na yabancıların girmesi 1582 (990) tarihinden beri ortaya çıkıp sebebi ise şudur: Bu tarihte çok ulu ataları Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin sünnet düğünleri yapıldı ve iki ay kadar geceli gündüzlü devam etti. Her taraftan sınırsız ve sayısız insan toplanınca izdiham o dereceye vardı ki birçok insan telef oldu. Bu izdihamın ortadan kaldırılmasına çare bulunamayınca bezir yağı ile yağlanmış tulumlar yapılıp daha sonra halkın itişip kakışmasını engellemek için o tulumlarla halka hücum ettiklerinde halk bir miktar aralandı. Nihâyet şehzâde düğünü bitip düğüne katılan çalgıcı ve köçeklere bir ücret vermek gerektiğinde hepsi yeniçeri olmak istediler. Başka bir şey ile bunları teselli etmek mümkün olmayınca durum padişaha arz olundu ve padişahın izniyle bunlar gönüllerinin isteğine kavuşarak yeniçeri yazıldılar. O tarihte yeniçeri ağası olan Ferhat Ağa’ya emr olundukta Ferhat Ağa, ocak subayları ile konuyu görüştü. Hepsinin fikri şu şekilde oldu: ‘Böyle olursa ocağımıza yabancı ve ilgisiz kimseler girerler. Ocakta yürürlükte olan kanun ve kural elden gider. Osmanlı Devleti’ne bunun zararı vardır’ diye razı olmadılar. Daha sonra uzak görüşlü olmayan bazı nedimler ve padişaha yakın saray adamları âlemin sığınağı olan padişah hazretlerine ricalar ettiler. Bunların ocağa yazılmalarını padişahtan ısrarla istediler. Padişah bu ısrarlar üzerine Ferhat Paşa’ya tekrar yazdı. Ferhat Paşa yine kabul etmedi ve görevden alınma yolunu seçti. Yerine geçen Yusuf Ağa ‘Ağa çırağı’ namıyla adı geçen topluluğu ocağa dâhil edip bir bid’at ortaya çıkardı. S.75

Padişah seferi ortaya çıktığında değişik milletlerden bir-iki yüz bin kadar asker temin edip ortaya çıkarırlardı. Hizmetlerini yerine getirecek adamlardan terzi olan terziliğine, bakkal olan bakanlığına, attar olan attarlığına gidip her biri sanatları ile meşgul olurlardı. Lakin bu türlü asker, asker değildir. Hatta Allah’ın rahmet ve mağfiretine ermiş olan Sultan Selim Han (Allah'ın rahmeti ve cenneti üzerine olsun) Hazretleri Halep, Şam ve Kahire’yi fethettiklerinde savaş sırasında çevreden gelen hazine yetişmeyip, bir miktar darlık ortaya çıktığında defterdâr olan kimse bir tüccardan altmış bin sikke borç almış ve onunla darlık giderilmişti. Daha sonra çevre memleketlerden mal ve hazine geldiğinde alınan borcun ödenmesi için defterdâr, tüccarı davet edip altmış bin filoriyi teslim etti. Ancak tüccar söz alıp ‘padişahın yüce devletinde bir oğlumdan başka bir kimsem yoktur. Verdiğim altmış bin filori tamamıyla devletin olsun. Hemen oğluma padişahın devletinde iki akçe yevmiye ile cebecilik ihsan olunsun’ diye yalvararak niyaz ettiğinde tüccarın bu ricası padişaha arz olundu. Padişahın fermanı şu şekilde ortaya çıktı: ‘Büyük atalarımın ruhları için hepinizi katlederdim. Lakin halka Mekke ve Medine'nin Fatihi Sultan Selim Han bir tüccarın malına imrenerek bahane ile katletmiş ve birkaç vezir ve defterdarını dahi günahsız yere öldürtmüş diye yayılır, ondan kaçarım. Yoksa cümlenizi öfke kılıcına lokma ederdim. Çabuk tüccarın malını verin ve bu tür sevimsiz bir kimseyi bundan böyle bana getirmeyin. İçinizden her kim benim temiz kullarımın arasına yabancı sokmaya çalışırsa bu dünyadan ahirete imansız gidip cehennem ateşinden yakasını kurtaramasın’ diye beddua edip, o tüccarın altmış bin filorisini geri verdirdi. Şimdi altmış bin filori değil yalnız altmış filoriye altı cebeci kaydederler. Böyle olunca âlem nasıl bayındır olsun? Ya mal ve hazineler nasıl kâfi gelsin? Asker, babadan dededen asker olanlardır, ocak ve ocakzâdelerdir. Bakkal, çakkal ile iş bitmez. Kısaca eski zamanda İslam askeri az ve öz, temiz ve disiplinli iken her nereye yönelse Allah’ın emri ile fetih ve zafer ortaya çıkıp İslam’ın ululuğu ilerlemekte idi. Halen başka asker kalmayıp kulluk, ulufeli kula has kılınıp âleme bozgunculuk tohumu ekildi. Bu iki topluluk sınırsız ve sayısız iken yine bir iş görülmez ve bir iş sonuca ermez oldu. İstedikleri zaman sefere giderler, itaat yok, padişahtan korkmak yok. İslam askeri böyle mi olur? Bunlarla ilgilenmek zamanımızda her Müslüman’ın üzerine yapılması bizzat gerekli Allah emri olmuştur. Son buyruk padişahındır. S.77

Allah’ın Rahmet ve Mağfiretine Erişmiş Sultan Süleyman Han Zamanının Olgunluğunu Bildirir

Peygamber hazretleri (Allah'ın selamı onun üzerine olsun) , dört büyük halife (Allah’ın cenneti hepsinin üzerine olsun) , diğer halifeler ve sultanlar (yüce Allah onların delillerini nurlandırsın) kendileri divan toplayıp halkın işlerini bizzat görürlerdi. O kadar da saklanma, gizlenme yoktu. O yönden âlemin durumları hakkında gereği gibi bilgi sahibi olurlardı. Hatta bu, Osmanlı Devleti’nde dahi aynı şekilde kararlaştırılmıştı. Çok sert bir padişah olan Yavuz Sultan Selim (günahları örten Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun) eski Divânhâne’de bizzat divan toplarlar, böylece padişah kullarını; kullar padişahını bilirlerdi. Tecrübeli ve işbilir gönülleri aydınlık dört veziri vardı. Her biri nice defa sancakbeyi ve beylerbeyi olup, din ve devlete layık hizmet görmek, sorumluluğunu yerine getirmek için gerekli mühimmat ve diğer tedbirleri alırlardı. Dünya durumları hakkında gereği gibi bilgi sahibi olduktan sonra Anadolu beylerbeyisi, ondan sonra Rumeli beylerbeyisi daha sonra ise vezir olup ve kubbe altında oturup her bir durumdan haberdar olurlar idi. Başvezir, bağımsız olup saltanat işlerine hiç kimse müdahale etmezdi. Padişah hazretleri, muhterem kızlarını, soy sop sahibi birine veya saygıdeğer haremlerinde yetişmiş kabiliyetli bir kimseye verirlerdi. Padişah damadı olanlar, İstanbul’da oturmayıp ülke durumlarına ve saltanat işlerine karışmaktan çekindiklerinden taşrada yaşarlardı. Yaşadıkları sürece yönetmek üzere kendilerine bir sancak ihsan edilip taşraya gönderilirlerdi. Bu kimseler kuvvet ve kudret sahibi olup, gittiği yerleri bayındır hale getirir, Allah’ın yardımı ile fethedilmiş olan sınır boylarında nice hünerler gösterirlerdi. Devlet hazinesinden gerek hasları, gerek mukataaları, dini ve namusu mükemmel adamlara emanet şekli üzere verirlerdi. Hak ve adalet üzere topladıkları vergiyi döküm defteriyle birlikte gönderirlerdi. Her memleketi, ilmiyle hareket eden doğru ve dindar müfettişlere verirlerdi. Bu mehayif (kendisinden korkulan, korku veren) müfettişleri kadılık görevlerinden asla alınmazlardı. Onlar dahi hazineyi yetim mallarından ve zulüm ile toplanan mallardan koruyup ne devlet hazinesini kimseye yedirirler, ne de kimsenin malını haksız yere devlet hazinesine dâhil ederlerdi. Padişahlarda, vekillerde ve kılıç erlerinde süs ve şöhret yoktu. Şerefli din kurallarına uyulur, eski Osmanlı kanunlarına gereği gibi saygı gösterilir ve bid’atten son derece sakınılırdı. İşin gerçeği bu şekildedir.

Son buyruk ve yüce ferman, âlemin sığınağı olan mutluluğa erişmiş padişah hazretlerinindir. S.99

Allah’ın Rahmetine Erişmiş Sultan Süleyman Han Zamanında Olan Karışıklığı Bildirir

Yeryüzünde Allah’ın vekili olan mutluluğa erişmiş padişah hazretlerinin Allah’ın ilhamı ile cihanı gösteren parlak gönül aynalarına gizli olmaya ki:

Allah’ın rahmetine ve mağfiretine erişmiş Sultan Süleyman Han’ın şerefli zamanlarında âlemin karışıklığına sebep olan maddelerin birincisi şudur: Kendisi bizzat Divân-ı Hümâyün’a başkanlık etmeyi kaldırdı. Giderek kılıç erleri değil, sancakbeyleri ve beylerbeyiler bile padişah tarafından bilinmez oldular.

İkinci sebep şudur ki: Padişah haremine hizmet eden kimselerden Silahdâr İbrahim Paşa’yı silahdarlıktan başvezirliğe getirip önceki kuralı gözetmedi. Giderek her padişah kendi özel kölelerini öne çıkarıp, az zamanda başvezir yaptılar. Bu gibi kimselerin dünya halleri hakkında bilgileri olmadığından, gençliklerinden ve padişah iltifatlarından dolayı mağrur oldular. Bilgisi olanlara dahi sormaya tenezzül etmeyip gafletleri son haddinde olduğundan âlemin düzeni bozuldu.

Üçüncü sebep şudur ki: Rüstem Paşa’ya saygıdeğer kızları Mihrimah Sultan’ı verip hemen ardından onu başvezir etti. Ona son derece güvenleri olduğundan isteklerine izin verip, ataları zamanında fethedilmiş memleketlerden birçok köyü mülk olarak verdi ki bu yerler, küçük padişahlardan birine hazine olmaya yeterdi. Onlar dahi bazı hayır eserleri yapıp çocuklarına vakıf olarak bıraktılar. S.100

Halen her sene o vakıflardan yüz yük yani 10.000.000 akçe kadar gelir elde edilir. Bunları mülk olarak veren sultanlar öldükten sonra haslar devlete alınırken, sonra gelenler, vakfetmeye başladılar. Din kurallarına aykırı devlet hazinesini sarfa yönelik olan bu haslar telef olup gitti. Sevap düşüncesi ile böyle bir işe kalkışanlar, günaha girdiler.

Dördüncü sebep şudur ki: Padişah hasları ve devlet hazinesine ait olan mukataaları, Başvezir Rüstem Paşa bir çalışma göstermek için şerefli din kurallarına aykırı olarak iltizama (devlete ait vergi gelirinin özel bir şahsa verilmesini ifade eden bir terim) verdi. İltizamı namus sahibi olan eminler kabul etmediklerinden, namussuz ve günahkâr Yahudi eminler eline girdi. Böylece mukataaların ve padişah haslarına bağlı köylerin bozulup harap olmasına sebep olundu.

Beşinci sebep şudur ki: Allah’ın rahmet ve mağfiretine erişmiş Sultan Süleyman Han Hazretleri, kulun kuvvetinin çoğaldığını ve hazinenin fazlalaştığını görüp, süs ve şöhreti artırdı. Vezirler dahi onlara bağlı olup ondan sonra 'insanlar, hükümdarlarının dini üzeredir' sözündeki anlam gereğince hareket edip bütün herkes süs ve şöhrete döşendi. Giderek öyle bir mertebeye varıldı ki dirlik sahiplerinin gelirleri ve kul topluluğunun maaşları, yalnız ekmek parasına yetişmediğinden mecburen zulüm ve tecavüze ihtiyaç duydular. Zulüm ve tecavüz ile âlem harap oldu. Hiçbir zaman Osmanlı Devleti’nde bu şöhret ve süs düşkünlüğü gibi bulaşıcı, zararlı bir bid‘at olmamıştır. Sigetvar Seferi’nde dördüncü vezir olup daha sonra başvezir olan Rüstem Paşa’nın damadı Ahmet Paşa’nın, vezir olduğu ilk günlerde ihtişam vasıtası sayılabilecek ancak iki kürkü vardı. Birini Divân-ı Hümâyûn'da ve birini evinde giyerdi. Fakat dört-beş yüz satın alınmış kölesi ve ona göre de levazımı vardı. Diğer vezirler dahi bu minval üzere kapıları mükemmel olup her biri çiftliklerinde yüz katar [sürü] katır ve yüz katar deve beslerlerdi. Bir yere sefer açılsa, ferman geldiğinde bir at ve bir deve satın almayıp üçüncü gün acele olarak görevli olduğu yere giderlerdi. Kapı halkını hazırlamaya ihtiyaçları olmazdı. Şimdi ise asker sınıfı ve dirlik sahipleri tasarruflarını evlere, bağlara, köşklere, samur giyeceklere ve süs eşyalarına harcarlar. Sefer gerekse iki hizmetkâr ile sefere çıkmaya güç yetiremezler. Şöhret afettir, demişler. Gerçekten büyük afettir. İşin gerçeği bu şekildedir. S.102

Son buyruk ve ferman, mutluluğa erişmiş padişahımız hazretlerinindir. S.102

Yukarıda Sözü Edilen Olayların Sonucunu Bildirir. Padişahımızın İhtimamları Rica Olunur

Mutluluğa erişmiş, adaletli ve kullarını seven yüce padişahımız hazretlerinin cihanın aynası olan parlak gönüllerine gizli olmaya ki:

Osmanoğulları’nın yüce devleti (Allah onların halifeliklerini kıyamete kadar devam ettirsin) sınırsız büyük bir devlet olup memleketleri geniş, kulları haddinden fazla olup, her birine hüner ve yeteneklerine göre iltifatlar ve okşamalar, nimetler ve ihsanlar verilmek gerekli olduğundan, zamanı geldiğinde değiştirilip düzeltilmesi Osmanoğulları padişahlarının kanunu olmuştur. Ne zaman sebepsiz görevden almaya ve göreve getirmeye, gönlün ham istekleriyle bir makamı, bazen Zeyd’e ve bazen Amr’a vermeye Osmanlı sultanları (Allah onları sonsuz zamana kadar var etsin) hazretlerinden birinin rızası olsa bu şekilde bir değişiklik, ne dinin gereklerine sığar, ne de yüce kanuna uyar. Dinen ve aklen çirkin olan bu tür uygunsuz hareketler, asla töresi adalet olan sultanlar tarafından kabul edilmez ve güzel bir şey olarak görülmez. Çünkü bütün makam ve dirlik sahiplerinin geçim vasıtası olup, çoluk çocukları ve hizmetkârlarıyla padişahın yüce devletinde oradan geçinirler ve başka bir geçim vasıtası yoktur. Suçsuz ve günahsız yere makamı elinden alınıp bir başkasına verildiğinde o dertli kişi başka bir sanata kadir değil, fakir, hor ve zelil olup güçsüz, kuvvetsiz ve sayısız borçlara boğulmuş olur. Sanata gücü yeter dahi olsa padişahın reaya kullarının sanatkâr arasına karışması doğru değildir. Geçim vasıtası kesildiğinde, durumu üzüntü verici bir şekil alıp, bir alay hak etmemiş, yabancı ve bilgisiz kimseler padişah makamlarında oldukları halde, eski silah adamı olup babadan dededen padişah uğrunda hizmet eden bir alay ünlü ve cesur kimselerin fakir, hor ve zelil olmaları yüce saltanatın namusu için bir noksan değil midir? Eğer o görevden alınmış olan dertli kişi, rüşvet verip tekrar bir dirlik alacak olsa, elbette verdiği akçeyi çıkarmaya çalışıp, zaruri olarak zalim ve devletin kötülüğünü isteyen bir kimse olur. Padişah hazretleri tarafından bilinsin ki: Zulüm ve rüşvet hangi memlekette ortaya çıkarsa, o devlet harap olur ve dünyası tersine dönmüş olur. Bütün bu durumlar tarih kitaplarında bu şekil üzere araştırılmış ve bildirilmiştir. Gerçekten bu ikisi dahi gayet korkulup, sakınılacak ve ocaklar harap edecek lanetlenmiş şeylerdir. Bu mukaddeme dahi kesindir ki padişahın yüce devletinde ve yüce din hizmetlerinde olan ister beylerbeyileridir ve ister diğer padişah dirliklerinde ve padişah hizmetlerinde olan kimselerdir. Bu kimseler makamlarında uzun süre kalsalar, suçsuz ve günahsız yere görevden alındıklarında yine usulüne uygun bir bedel ödemeden dirliklerine ulaşacaklarını bilseler, hangi dinsiz, hangi insafsız ve haindir ki zulüm ve bozgunculuk yapsın, Allah’ın kullarına haksızlık yolunu seçsin. Eğer huyunda ve karakterinde zulüm ve bozgunculuk dahi varsa, duyulduğu anda hakkından gelineceğini ve kısa zamanda cezasını göreceğini ve akçe ile kurtulmaya güç yetiremeyeceğini tam olarak bildiğinde zulüm ve düşmanlığa cesaret edemeyip zaruri olarak adil bir kimse olur. Her ne kadar rüşvet, her hususta bozgunculuğun kaynağı ve sapkınlığın tohumudur. Fakat özellikle âlimler arasında gayet uğursuz ve beğenilmeyen bir durumdur. Zira şerefli kadılıkların rüşvet ile satılması, Allah esirgesin dinin satılması gibidir. İşin sonunda pişmanlığı dahi kesindir. Bir cahil rüşvet ile Muhammed dininden bir makama geçip hâkim olsa veyahut bir cahil ve boş kimse, iltizam ile naib olsa, o memleketin hali nice olur? Muhammed dininin hükümleri ne şekilde yürütülür? O gibileri hükümet makamına getirmek ve rüşvet ile kadılık makamını satmak haşa şerefli dini küçük görmeye ve aşağılamaya sebep olur. Allah esirgesin büyük zararı vardır.

Yüce Allah (şanı ulu ve kudreti azametli olsun) değeri yüce Kur'an’ında: ‘Gerçekten Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adalet ile hüküm vermenizi emreder.’ (Nisa Sûresi,58) buyurmuştur. İlmiye makamları ve diğerlerinin hepsi Allah’ın emanetleridir. Şimdi dünyayı yaratan yüce Allah’ın (onun şanı yüce olsun) emri üzere; ister kadılık ve hükümet makamlarının ve ister kılıç ve siyaset makamlarının hak edenlere verilmesi gerekli ve en önemli şeydir. Bu Allah emrinin icap ettiği şekilde yerine getirilmemesine sebep olan şey rüşvettir. O kapı açıldığından beri makam sahipleri arasında görevden almak-göreve getirmek ve değişikliklerin çokluğunun haddinden fazla olması ve büyük kimselerin yokluk içinde kalıp alçak kimselerin devlet makamlarına ulaşır olması ile âlemin durumu bozulmuştur. Hâkimler ve valiler arasında bu tür değişikliklerin çoğalması, zaruri olarak haksızlık etmelerine sebep olup İslam memleketleri viran, Müslim ve gayrı Müslim halk perişan oldu. Şimdi padişahın yüce devletine layık ve yakışır olan budur ki: Yukarıda söz edildiği üzere makamları layık olan kişilere sadaka buyurmakla bu nazlı devleti korumuş olurlar. Devletin kontrolü hâkimler iledir. Din hâkimi kadılar olsun, vilâyet valisi olsun bunlar, hak etmeyen kimseler olduğunda ve her makama ulaşmanın mayası rüşvet olduğunda, Osmanlı Devleti ne şekilde saklanmış ve korunmuş olarak kalır? Halk, zalimlerin zulmünden ve düşman istilasından ne şekilde rahat bulur? Makamların hak etmeyenlere verilmesinin yeryüzünün halifesi ve din ve devletin sığınağı mutluluğa erişmiş padişahımız hazretlerine bir yönden faydası görülmeyip belki büyük zararı olduğu açık ve ortadadır. Bu ana kadar devlet adamlarının aldıkları rüşvetten ve nice hak etmemiş kimseyi malına imrenerek yüce makamlara getirdiklerinden padişahımız hazretlerine ne fayda oldu? Ancak kendileri ahiretlerini yıktılar. İslam ülkelerine harap ettiler. (Allah'ın gazabı onların ve onların peşinden gidenlerin üzerine olsun.)

S.117


Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 353 / Nisan 2020

1- Türkçe’de dirlik (dirilik) ile eş anlamlı kullanılan timâr (tımar) kelimesi sözlükte ‘bakım, ilgi’ anlamına gelir. Terim olarak, Osmanlı merkez vilâyetlerinde bir süvari birliğini ve askerî-idarî hiyerarşiyi desteklemek amacıyla yapılan ve tevarüs yoluyla geçmeyen tahsisatı ifade eder. Timar sistemi, imparatorluğun sadece askerî-idarî teşkilâtlanmasının temel direği olmakla kalmamış, aynı zamanda mîrî arazi sisteminin işleyişinde, köylü-çiftçilerin statüleri ve ödeyecekleri verginin belirlenmesinde ve imparatorluğun klasik çağında (1300-1600) tarımsal ekonominin yönetiminde esas belirleyici faktör olmuştur.

Genelde at ve silâh, profesyonel sipahi sınıfını vergiye tâbi ekonomik faaliyetlerle uğraşan halktan ayıran temel özelliklerdi.

Sipahi mesleği ve sınıfı, 1593-1606 yıllarında Avusturyalılar’a karşı yapılan savaş sırasında tüfek kullanan birliklere duyulan ihtiyacın maaşlı asker istihdamını zorunlu kılmasına kadar Osmanlı askerî sisteminin temel birimini oluşturuyordu.

Timar teşkilâtlanmasında sınıflar işlev ve kalıtıma göre ayrıştırılmaktaydı. İşlevsel olarak timarlar temelde üç kategoriye ayrılmıştı: Has, zeâmet ve timar. Has (hâs; çoğulu havâs) iki türdür: Havâss-ı hümâyun ve havâss-ı vüzerâ (ümerâ). Prensipte padişaha ait olsa da aslında hazine içinde yer alan havâss-ı hümâyun gelirleri esasta diğer bütün kategorilerden ayrılmıştır. En zengin ve güvenilir gelir kaynakları bu kategori için tahsis edilmişti; fakat her zaman onları başka kategorilere kaydırmak mümkündü. Havâss-ı vüzerâ hükümet üyeleriyle vilâyet yöneticileri, sancak beyleri / mirlivâlar ve beylerbeyileri / mîr-i mîrânlar için ayrılmıştır. 835 (1432) tarihli Arvanid Defteri’nde timarlar sadece has ve timar olmak üzere iki sınıf şeklinde geçmektedir. Subaşıların tahsisleri timarın büyüklüğüne göre değil onların askerî hiyerarşideki konumlarına göre ya timar ya da has olarak adlandırılmaktaydı. İcmalde 20.000 akçe diye kaydedilen timarlara ancak daha sonraları zeâmet adı verilmiş, onlardan faydalananlara bey lakabı taşıyan kumanda kademesinde görevli kişi anlamında zaîm veya subaşı denmiştir. Bir zeâmet terfiler ve yükseltmelerle yapılan ilâvelerle 100.000 akçeye kadar çıkabilirdi. Sancak beyleri ve beylerbeyilerine tahsis edilen hassın 100.000 akçeden başladığı var sayılırdı.

Bir kişinin elinden timarın alınmasının sebepleri arasında öncelikle sefere katılmama geliyordu. Beylerbeyi tarafından sefer sırasında yoklama yapılırdı ve katılmayanların kaydı devlet merkezine gönderilirdi.

Mâzul bir timarlı, tekrar timar hakkı elde edebilmek için mülâzemet maksadıyla beylerbeyinin kumandasında sefere iştirak etmek zorundaydı. Hakkını kaybettikten sonraki yedi yıl içinde seferdeki orduya katılmazsa bu kişi sipahiliği kaybeder ve vergiye tâbi basit bir reâyâ haline gelirdi. Dolayısıyla sipahilik tam mânasıyla kalıtsal değildi. Azil devlet tarafından, bekleyenlere yer açmak ve timar sahiplerini seferlere katılmaya teşvik amacıyla sıkça uygulanan bir yoldu. Bununla birlikte pek çok sipahi, timar gelirlerinin destekleyemeyeceği kadar pahalı ve uzun mesafeli seferlere katılma konusunda isteksiz davranıyordu. Padişahın iştirak ettiği 1596 tarihli önemli sefere katılmayan Anadolulu sipahiler sipahilik mesleğinden ebediyen atılmış, bu durum imparatorluk içinde büyük karışıklıklara yol açmıştır. Devletin kadro boşalmasını bekleyen pek çok sipahi için mülâzemet yoluyla rotasyon sistemi uyguladığını gösteren hiçbir delil yoktur. XVI. yüzyılın son on yıllarında çok yaygın olan rüşvet ve kayırmacılık yüzünden pek çok mâzul sipahi diğer isyancı gruplara katılmıştır. Ayrıca, Avusturya ordusunun giderek artan ateşli silâh gücüyle karşılaştıklarında savaş meydanında yetersizlikleri ortaya çıkan sipahiler seferlerde gittikçe artan oranda yeniçeri, sekban ve saruca paralı askerleriyle değiştirilmiş, bu sebeple timar sistemi gerilemiştir. Hükümet timar gelirinin büyük bölümünü merkezî hazineye ve başka yerlere kaydırmış, bunlar daha sonra sarayın tercih ettiği kişilere tahsis edilmiş maaşlara veya merkezdeki çavuş, müteferrika yahut kâtip gibi nüfuzlu kişilerin timar ve zeâmetlerine dönüşmüştür.

(İslâm An. Tımar Md. - Halil İnalcık)