Deizm - Alparslan Aydar

Deizm


Önsöz

Deizm modernliğin şu kesif, yoğun ikliminde dünya sahnesine yeniden düşmüştür. Bir başka ifadeyle, modernliğin torbasından çıkan yeni sürpriz deizm olmuştur. Daha doğrusu, deizm, modernliğin ambalajından yeni makyajıyla çıkan bir modern hurafedir. Bugün onu yepyeni bir şeymiş gibi coşkuyla selamlayanlar, düşünce ve inanç tarihine biraz aşina iseler, deizmin daha önce denenmiş ve eskitilmiş olduğunu bilmelidirler. Meşhur İtalyan düşünür Paolo Rossi, ‘Deniz kazasından arta kalan tahtalar, farklı zamanlarda ve battıkları yerden farklı yerlerde yeniden su yüzüne çıkabilirler. (...) Şeylerin doğal yer değiştirmesi nedeniyle tahtalar, belki aynı yerlerde değil ama başka uluslarda yeniden su yüzüne çıkar ve orada kalırlar.’ derken kastımızı yeterince anlatmaktadır. Dolayısıyla İslam düşünce tarihi de vahiy ve peygamberlik (nübüvvet) olgularına olumsuz yaklaşan, reddeden akım, grup ve düşünürlere aşinadır. Ancak karşımızdaki deizm Batılıdır, Batı kaynaklıdır, Batı patentlidir.

Deizm
Adnan Bülent Baloğlu
DİB Yayınları
Mîsak Dergisi
Sayı: 376 / Mart 2022

Avrupa'nın din-siyaset, Kilise-toplum ilişkilerinin yoğun kriz ve dönüşüm yıllarına denk gelen 17 ve 18'nci yüzyıllarda adından sıkça söz ettiren deizm, yeni yüzüyle bugün inanca, dine, akideye, manevi değerlere, kültürün temel dinamiklerine ciddi bir meydan okumadır. Avrupa'nın kendi iç çekişmelerinin, fikri, siyasi gelişmelerinin ürünü olan deizmi günümüz toplumsal sancılarının arasında keskin hatlarıyla yeniden tedavüle sokan günümüz manzarasını okumak da bu kitabın hedefleri arasındadır. Parça ile bütün arasındaki ilişkinin keşfi için bu zorunludur. Deizmi o gün doğuran şartlar ile bugün yeniden gündeme taşıyan şartlar şüphesiz aynı değildir. Derinlere inildiğinde modern deizmin klasik deizmden ciddi farklarının olduğu görülecektir. Deizmin üzerinde ittifak edilmiş kesin bir tanımının olmayışını onun kaygan tabiatına yorabiliriz. Aynı zamanda bu, onun hep kapalı, anlaşılmaz, müphem bir yanının olduğuna da işaret eder. Bu bakımdan tek bir tanımla yürümek ve onun üzerinden hüküm vermemek için daha geniş bir perspektiften konuyu ele almak gerekmektedir. İşin daha ilginci, tarihte deist olarak anılan şahsiyetler kendilerine deist sıfatını asla iliştirmemişlerdir. Bütün bunlar dikkate alındığında, bir fikir veya olgunun tarihsel dönem ve şartlarını araştırmanın basit, sabit, tek düze bakış açısını reddedeceği ortadadır. Deizm söz konusu olduğunda bu daha barizdir. Elinizdeki eserin yazarı, deizmi kendi bütünlüğü içinde kavramak için geçmişi yeniden inşa etmenin zaruretine inanmıştır. Bu bir yönüyle bağlamı zenginleştirme çabası, bir yönüyle de deizmin içinde nemalandığı süreci kendi özellikleriyle birlikte okuyucuya aktarma gayreti olarak görülebilir.

Bugün adından sıkça bahsedilen, üzerine peş peşe kitaplar yazılan deizm olgusuna göz yummanın bir gaflet değilse bile, telafisi güç bir ihmal olacağını düşünenlerdenim. Bir noktayı vurgulamakta fayda görüyorum. Mevcut din tartışmaları, din söylemleri, tutumları ve temsillerindeki ağırlık, vakar ve seviyenin giderek düşmesi ve bunun zaman zaman özellikle sosyal medya aracılığıyla karşılıklı bir karalama ve linç furyasına dönüşmesi dine karşı her daim önyargılı olan çevrelerin iştahını kabartmaktadır. Üzülerek belirtmeliyiz ki, bir usul, erkân ve adap dairesi yerine piyasanın reyting kuralları çerçevesinde cereyan eden bu tür tartışmalar, fırsatları faydaya çevirmede mahir olan söz konusu çevrelerin yalnızca dinin kendisini değil, geleneksel uygulama ve kurumlarını da hedef almaları için elverişli gerekçeler olmaktadır. Gençlerimizin bu manzaradan etkilenmediklerini elbette düşünemeyiz.

Deizmi parlatma çabalarını bir 'dinsiz' toplum; ateist fikirleri yayma faaliyetlerini bir 'tanrısız' toplum; LGBT ve benzeri olağandışılıkları hoş görme eğilimlerini bir 'ailesiz’ toplum; ahlâk kaidelerini yok etme gayretlerini bir 'ahlâksız’ toplum; dünyanın verimli arazilerini gasp etme eşkıyalığını bir 'mülksüz' toplum oluşturma gayretlerinin bir parçası olarak pekâlâ görebiliriz. Bu manada deizm, hayatı tüm unsurlarıyla birlikte metalaştırma, toplumu kenetleyen değerleri ve ilişkiler ağını neoliberal ekonomi yasalarıyla uyumlu hale getirme faaliyetlerinin hız kazandığı bir dünya manzarasına giydirilen sahte bir din kisvesidir. Bir başka ifadeyle deizm, Allah fikrini ve inancını insan zihninden ebediyen söküp atmaktan ümidini kesenlerin tarihin tozlu arşivlerinden indirerek parlattıkları bir müsvedde dindir. Din kavramına alerji duyan ve hangi türden olursa olsun dini bütün içeriğiyle toptan reddeden deistler bu görüşe itiraz edeceklerdir. Aslına bakılırsa deizm, bir tür yalancı emziktir, ‘kayıp’ bir Tanrı'yı kabullenmenin dışında bir dinde olması gereken hiçbir özelliğe sahip değildir. Deizmin yalın bir tanrı inancını sahiplenmesi onu bir din kapsamına sokmaz. Deistler inkâr etseler de deizm, kapitalist küreselleşmenin Yeni Dünya Düzeni için uyarlanan din sûretli bir dekordur. Fer halûkârda deizmin pompalanması mevcut dinleri söküp yerine, bir 'dinsiz' toplum inşa etme amacı taşır. Bu sebeple elinizdeki eser aynı zamanda kapitalizm ve neoliberalizmin bu zaviyeden eleştirisini de içeren bir kapsam ve genişlikte olacaktır.

Yukarda sözünü ettiğimiz projenin etkili ve hızlı yürümesi, gençliğin benliğini esir alma hızına bağlıdır. Bu çerçevede gençliğe güya sınırsız bir özgürlük vaat edilir, ancak bu özgürlük, sınırları neoliberalist ideoloji tarafından tayin edilmiş sınırlı bir özgürlüktür. Kapitalizmin envai çeşit markasından istediğini seçip tüketme özgürlüğüdür. Bir bakıma bu, hadsiz hesapsız harcama özgürlüğüdür. Kapitalizmin demir kafesine hapsedilen genç, yerküremizde ‘insan hakları ve demokrasi' kisvesi altında süregiden sömürü, gasp, işgal ve savaşları, insafsızlık ve adaletsizlikleri sorgulamamalıdır. Bunlar onun özgürlük alanının dışında olan şeylerdir. Bunları onun vicdanına sorgulatacak Tanrı fikri de zihninden atılmıştır. Kayıplara karışan, hatta tabir caizse, sırra kadem basan Tanrı'nın umursamadığı bir dünya gencin niye umurunda olsun ki?

Kapitalist üretimin sunduğu anlık hazlarla tatmin olan, önce ailesinden, sonra da din, gelenek ve kültüründen koparılan gençlerin sömürgeci kapitalizmin yoksulluk, sefalet ve şiddetle yoğrulan kaotik dünyasını sorgulamasını ümit etmek beyhude bir bekleyiştir. İşte deizm, tam da burada, parçalanan ruhların isyanını bastıracak bir müsekkiri/yatıştırıcı görevi görmektedir.

 

Deizm Tanımları

Tek tip deizm yoktur, bu kavram, kendi içinde çeşitlilikler barındırır, dolayısıyla üzerinde ittifak edilen bir deizm tanımı da yoktur. Bunun temel sebebi, deizmin ne olup ne olmadığı konusundaki yaygın tereddüttür. Belli bir coğrafyada, belli bir karizmatik liderin öncülügünde belli bir inanç veya akide sistemi etrafında doğmayan, bir kutsal kitabı bulunmayan ve fakat bir Tanrı inancına tutunan deizmin genel geçer bir tanımını yapmak zordur. İlaveten, bu zorluğun sebepleri arasında, deist fikirlerin doğduğu ve serpildiği coğrafi mekânlar arasındaki mesafelerin uzunluğu (İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika), deizmin tartışıldığı sosyo-kültürel yapılar arasındaki bâriz farklılıklar ve de entelektüel çevrelerde deist fikirleriyle tanınan şahsiyetler arasındaki ciddi fikir ayrılıkları dikkate alınmalıdır.’

Biz yine de deizmin en yaygın tanımını verelim: ‘Tanrı inancını savunan ama belli bir dinin ilke, kural ve dogmalarını reddeden; Tanrı'nın evreni yaratıp daha sonra içine yerleştirdiği yasalara göre işlemesi için kendi haline terk ettiğini savunan öğreti.’ Aydınlanma çağının bazı yazar ve düşünürlerinin din, Tanrı ve evren anlayışını temsil eden, dini bilimsel düşünceyle uyumlu bir biçimde yorumlama çabası olarak dikkat çeken deizm, öncelikle yorumlama görevini tek başına akla hasreder. İkinci olarak, deizmde başlangıçta evreni yaratan, ona kurallarını yerleştiren ve ardından köşesine çekilen bir aşkın Tanrı vardır. Üçüncü olarak, deizmde doğa kanunu özel bir yere sahiptir. Dördüncü olarak, deizm her türlü ilahi müdahaleyi reddeder, vahyi ve mucizeyi inkâr eder. Beşinci olarak, deizm yerleşik düzene, geleneğe ve ortodoks Hıristiyanlığa rasyonel bir tepkidir. İlk deistler dini tamamen reddetmemiş, ama onu yeniden tanımlama çabası içinde olmuşlardır. Altıncı olarak, deizm organize bir hareket değildir, saman alevi gibi bir parlamış bir sönmüştür.

Deizmi ‘Tanrı'nın evrene müdahalesini kabul etmeyen bir öğreti şeklinde tanımlayan görüşler ağır basar, ancak bazı deistler Tanrı'nın evrene müdahalesini kabul eder. Diğer bazılarına göre deizm, Tanrı'nın varlığına sadece akıl vasıtasıyla ulaşılabileceğini benimseyen öğretidir.

Kimi deistler, kurtuluş için doğal dinin yeterli olduğunu iddia ederler, onlar için bu doğal din deizmdir. Daha başka deistler ise ne ölümsüzlüğe ne kurtuluşa inanırlar.’ Ateizm ile deizmi zaman zaman yan yana anmak durumunda kalışımız, ikisi arasındaki ince çizgidir. Ateist damgası yiyenlerin önemli bir kısmının kendilerini deist, deist etiketi yiyenlerin ise kendilerini bir Hıristiyan hür düşünür şeklinde nitelemiş olmalarıdır. Avrupa'nın kaotik asırlarında bu geçişler tabiidir.

Başlangıçta klasik deistler için deizm tabii/doğal dinin ta kendisiydi. Deizm, bir dinin olması gereken en saf, en tabii haliydi. İlk deistlere göre, bir vahiy dini olan ve Kilise'nin elinde bütün doğallığını kaybeden, hurafelere boğulan Hıristiyanlık gerçekte tabii/doğal olana yapılmış bir ‘sun/yapay katkı’ mesabesinde idi. O bir ‘hormonlu din’ idi. Dinin her türlüsünü reddeden ve dolayısıyla deizmin bir din olmadığında ısrarcı olan modern deistler, deizmin doğal din olduğu iddiasından da vazgeçmişlerdir. Onlara göre deizm, ‘vahiylere dayalı olan gökten inme dinlerin aksine doğanın tasarımlarının/kanunlarının aklın uygulanmasına dayalı tanrı inancıdır’. İnanç kavramını bir mezhep ve din kavramından ayrı kullanan deistler için bu kavram, ‘sebebe, doğaya ve evrenin amacına ilişkin inançlar dizisi’ni ifade eder.’ Din ile inanç arasındaki ayrımları net olmamakla birlikte, deizm bir din veya mezhep değil, bir inanç olarak gördükleri de söylenebilir. Her halükârda deizmin ne olduğu hususu netleşmiş değillerdir. S.85-96

 

Deizmin Yol Haritası

Dinleri ve manevi gelenekleri toptan reddetse de hakikatin sırlarını keşif yollarına sahip olduğunu iddia eden deizmin anlamlı ve kapsamlı bir portresini ortaya koyabilmek öncelikle onun tarihteki izlerini sürmeyi gerektirir. Deizmin, vaktiyle içine doğduğu kendi tarih ve kültür havzasında pek itibar görmez ve sevilmezken, eleştirilirken pek çok şeyin kirlenmeye başladığı kapitalizmin vahşi dünyasında apansızın ortaya çıkması dikkat çekicidir. Avrupa'nın kültür havzasında yeşeren ve olgunlaşan deizmin Müslüman toplumlarında zuhurunun pek hayra alâmet olmadığını söylemek gereksizdir.

Deizmi öncelikle kendi doğal bağlamında anlamak için Avrupa'nın Rönesans, Hümanizm, Bilim Devrimi, Din Savaşları, Reformasyon, Protestanlığın doğuşu, karşı-Reform, Aydınlanma, Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi, sekülerleşme, neoliberalizm ve modernleşme gibi bir dizi olay ve süreci anlamak gerekir. Kökleri Yunan felsefesine kadar uzanmakla birlikte bütün bu olay ve süreçler deizmin yol haritasındaki önemli kilometre taşlarıdır. Bunların tamamı Batı toplumlarının rotasını belirlediği gibi onlara asli karakterini de vermiştir. Bugün 'modern' olarak nitelediğimiz dünyanın üzerindeki kaotik sis perdesinin sebepleri araştırıldığında bu olay ve gelişmelerin izleri rahatça görülecektir.

Deizmin Avrupa'da, sosyal değişimin muazzam sürati karşısında topluma ve kültüre ait olan her şeyin asli karakterini kaybetmeye başladığı, maddi ve manevi değerlerin altüst olma tehlikesiyle yüz yüze olduğu bir dönemde gündeme gelmiş olması dikkat çekicidir. Bu dönem özellikle, ahlâk, din, kilise, para, statü, hiyerarşi gibi bir dizi unsuru belirleyen ve tanımlayan keskin sınırların da aşınmaya başladığı, her birinin yeniden ve fakat geçmiştekinden çok farklı anlam ve işlevlere göre uyarlanma çabalarının yoğunlaştığı bir dönemdir. Toplumun hızlı değişimin girdabına tutulduğu anlarda deizm hakkında çokça konuşulmuş ve yazılmış olması sürpriz değildir. Fikirleri ve yaşam tarzlarıyla dünyanın karmaşık sorunlarını çözerek bütün dünyayı yeni baştan kurma hedefine soyunan deistlerin dine ve Kilise'ye karşı katı tutumlarının adeta bir kaya sertliğinde olduğunu söylemek bir abartı değildir. S.99-108

 

Deizmin Portresi

Ortaçağın din algısına göre, bütün insanlık üstün kudret ve zekâ sahibi bir Baba Tanrı'nın esrarlı ve nihai amaç güderek altı günde yarattığı bir dünyada yaşamaktadır. Mükemmel surette yaratılan insan itaatsizliği yüzünden şerefini kaybeder ve günahkâr bir varlık olarak yeryüzüne indirilir. Tanrı'nın emrine boyun eğmemiş, günah işlemiş ve ebedi lanete duçar olmuştur. Ancak Tanrı, biricik oğlu İsa'nın kendini feda etmesiyle insana bir kefaret ve kurtuluş şansı tanır. Tek başına Tanrı'nın öfkesini dindirme gücü bulunmayan insan, günah ve hatalarını İsa'nın kılavuzluğu ile telafi etme şansına kavuşur. Baba Tanrı, çocuklarının mutlu sona ulaşmaları için dünyevi hayatı onlara geçici bir deneme ve imtihan yeri kılmıştır. Tanrı'nın belirlediği vakitte yeryüzü alevler tarafından yutulacak ve dünya şehri son bulacaktır. Son Gün iyilerin ve kötülerin arasını kesin olarak ayıracaktır. Tanrı'ya isyanda direnen kâfirler ebedi ceza mekânında, cehennemde toplanırken, İsa'yı rehber edinenler ebedi saadeti tadacakları cennet şehrine ulaşacaklardır. Ortaçağ insanı için varlık ve varoluş bir dramadır ve bunu değiştirmek imkânsızdır. İnsana düşen görev, bu dramayı kabullenmek ve ilahi metnin kurallarına göre rolünü oynamaktır. Kilise ve devlet de onu denetleyecektir. Dünya şehrini denetlemede Kilise gibi Kral da yetkilidir, çünkü tacını ona Tanrı vermiştir.’

Hıristiyan toplumunun bir dramaya mahkûm edildiği varsayımı o dönem deist ve ateistlerinin de ortak görüşüdür. Gerekçeleri açıktır: Topluma dayatılan bu senaryo uydurmaca bir kurgudan ibarettir; gerçekten de tam bir drama olan bu düzmece senaryoyu imtiyaz, güç ve otorite bağımlısı Kilise uydurmuştur. Kurnazca planlanmış bir aldatma ve masum bir aldatılma söz konusudur. Kilise kendi kurguladığı bir senaryo ile avutmakta ve aldatmaktadır. Kurmaca, doğası itibariyle, insan yapımıdır, dolayısıyla yapaydır, gerçekle bir bağı yoktur. Kilise bir cennet ve cehennem senaryosu kurgulamış ve halkı onunla korkutmakta ve tehdit etmektedir. Bir başka deyişle, kendi hayalinden yapay bir dehşet üretmiş, insanlığın adım adım bu dehşete doğru yol aldığını beyinlere adeta çakmaktadır. Güya asli günahla kirlenmiş hayatlar, insan eliyle yozlaşan dünya kaçınılmaz bir sona, bir felakete doğru yol almaktadır. Bu dramayı daha çekilmez kılan açlık, kıtlık, sefalet, salgın hastalık, savaş, mezhep/din kavgası, engizisyon, cadı avı gibi unsurlar da vardı. Dolayısıyla ortaçağlarda bir dizi ağır sınavdan geçen toplum için bir başka gelecek senaryosu mutlaka olmalıydı. Geçmişi aşağı yukarı bu şekilde okuyan 17 ve 18'nci asır düşünürleri bambaşka gelecek senaryosunun mutlaka var olduğuna inanmışlardı. Bilginin özgürce elde edilip yayıldığı, akılcı ve hür düşüncenin serbest olduğu, otoriter/baskıcı din ve siyaset yapılarının olmadığı bir gelecek ümidi taşıyorlardı. Durağan, statik bir toplumdan, dogmalarla kuşatılmış bir hayattan aktif, dinamik, değişime açık bir toplum ve hayata geçiş tahayyül ediyorlardı.

Dini atmosferin son derece yoğun olduğu, bütün ilişkilere sızdığı, dini kavram ve uygulamaların bireysel ve toplumsal hayatın her karesine hâkim olduğu bir Avrupa'yı konuşuyoruz. İlahi lütfun işaretlerinin her yerde arandığı, kutsal gün, ayin, imge, resim, ilahi, dua ve oruçların sayısının gün be gün arttığı, resim, heykel, kutsal mekân, kutsal emanet ve azizlerin sayısının sürekli katlandığı bir Avrupa'dan bahsediyoruz. Bu Avrupa'nın günlük hayatında kutsal veya dini olanla sıradan, dünyevi olan arasındaki sınır çizgisi neredeyse silinmişti. Kilise, dinsel coşku, gayret ve tefekkürü teşvik etme, İsa sevgisini artırma, Tanrı'yı yüceltme adına icat ettiği her yeni şeyin neyi temsil ettiğini ve altında yatan anlamı açıklamak için yoğun çaba sarf ediyordu. Görüntü yanıltıcıydı, zira içten içe kaynayan bir Avrupa vardı ve patlak vermesi an meselesi olan büyük bir kargaşanın kucağına, din savaşlarına doğru adım adım ilerliyordu. Din savaşlarının Avrupa tarihi için en karanlık, en kanlı, en acıklı, en dramatik olaylar silsilesini oluşturduğunu vurgulamak gerekir. Avrupa'nın siyasi, sosyal ve dini hayatında köklü değişimlere yol açan, kıtanın büyük bir bölümünde derin yaralara, büyük acılara sebep olan bu savaşların merkezi bugünkü Almanya topraklarıydı. Katolik ve Lutheryan prensler arasındaki amansız savaşları 1555'te imzalanan Augsburg Anlaşması bitirir. Buna göre, her prens kendi dinini yönetecektir; belli bir bölgenin ve sakinlerinin dinini yöneticinin dini belirleyecektir. Her bölge halkı, kendi yöneticisinin dinini kabul edecektir. Bu bölgesel çözüm, ‘kral kimse din onundur’ şeklinde formüle edilmişti. Katolik yönetici Katolik tebaadan, Lutheryan yönetici Lutheryan tebaadan sorumlu olacak, bu iki farklı inancın üyeleri birbiriyle karışmayacak ve kendi inanç bölgelerinde hayat süreceklerdir. Alman prenslere kendi dinlerini seçme şansı veren anlaşma ile Protestanlık resmen tanınır. Lutheryanlığı seçen prens, kendi hâkimiyet bölgesinde eski dini feshederek yeni inancı tesis edebilecek, Katolik kiliselerine ve mallarına el koyabilecek ve kendi piskoposluk merkezlerini kurabilecektir. Sayıları 1700'ü bulan, hepsi birer otonom seküler otorite olmayı kafasına koyan bu Alman prensliklerin ve bağımsız şehirlerin bir hedefi de kendi hâkimiyet bölgelerinde başından beri göz diktikleri geniş kilise arazilerine el koymaktı.’

Katolikler ve Protestanlar arasındaki keskin kamplaşma bu anlaşmayla bitmez, çatışma yıllar süren savaşların gölgesinde neredeyse Avrupa'nın tamamına yayılır. Luther'in çaktığı isyan kıvılcımı kısa sürede büyük bir yangına dönüşür. Almanya, İspanya ve Fransa'da hüküm süren şiddet ve vahşet bütün yıkıcılığıyla İskandinavya bölgesine de sıçrar. Bu kanlı süreçte açlık, kıtlık, salgın, engizisyon gibi diğer faktörler eksik olmaz ve ölü sayısı milyonları bulur. Tarihe 30 Yıl Savaşları (1618-48) olarak geçen bu savaşlar ve diğer sebepler yüzünden Avrupa nüfusu üçte bir oranında erir. Luther'in imana dayalı bireysel kurtuluşu ve de İncil'in otoritesini vurgulayan 95 maddelik bildirisi bir yandan Roma Katolikliğinin temel dogmalarını sorgulama, bir yandan da Papa'nın otoritesine dini ve siyasi bir meydan okumadır. Sonuçta, Katolik Kilisesi yegâne dini otorite olma imtiyazını Avrupa nüfusunun neredeyse yarısı nezdinde kaybeder. Bu dramatik manzarada Avrupa'nın din haritası yeniden çizilir.

Bu çalkantılı süreç dinsizliğin yayıldığı algı ve söylentilerine ivme katar. Bazıları dinin ruhban sınıfın elinden kurtarılması sadedinde girişilen entelektüel mücadeleyi İkinci Reform hareketi olarak adlandırır. 1700'lerde bu mücadeleyi yürütenler için din savaşları büyük bir kozdur. Dinsel fanatizmin yıkıcılığına dair argümanlar ileri sürüyor, Hıristiyan dininin öğretilerini bir hurafe yığınından ibaret görüyor, dogmatizmle özdeşleştiriyorlardı. Genel manada din kavramına itiraz etmiyor ama Kilise'nin elinde Hıristiyanlığın hakiki özünü yitirdiğini savunuyorlardı.’ Rahipleri de saray mensupları, aristokratlar ve sulh yargıçlarından oluşan despot ve tiranların suç ortağı olarak görüyorlardı. Onlara göre, insana eziyet ve hakarette diğerleriyle yarışan ruhbanlar kötü yönetimleri pohpohlamış, uydurdukları hurafelerle baskı ve zulümlere çanak tutmuşlardır. Sonuçta hepsi topluma ihanette yarışan birer asiydi. Özetle, bu entelektüel grup ruhban sınıfına öfkeliydi, zira bu sınıf dini yani doğal dini kendi çıkarlarını korumak için bozmuşlardı.

Akıl, bilim, tecrübe ve bireysel keşfin önemini sıklıkla vurgulayan deistlere göre, Hıristiyanlığın bireysel kurtuluşu kuşatan asli günah öğretisi birey aklını ve hürriyetini kısıtlamaktadır. Onlar için ruhun günahlarından arınması ve ölümsüzlüğe kavuşması şeklinde bir bireysel kurtuluş olamazdı, yalnızca bireysel mutluluk vardı. Bunun gerçekleşmesi vahyin ilkelerinde değil, aklın ışığının aydınlattığı patikada yürümede yatıyordu. Hakikate erişmek ancak bireysel çaba, üstün meziyet ve kabiliyetlerle mümkündü. Hakikatle buluşan kimse kilise baskısından ve Hıristiyan öğretilerin bunaltıcı gölgesinden de kurtulacaktı. Bireysel mutluluk bireysel özgürlükle birlikte gelirdi, birbirini tamamlayan şeylerdi.

Bu değerlendirmeyi yaparken 17 ve 18'nci asırların entelektüel iklimini tamamen radikal bir kuşkuculuk ortamından ibaret görmek doğru olmaz. Ancak dönemin muhalif sesleri öncekilerle kıyaslandığında daha kalabalık ve daha gürdür. Kendisini hür düşünür olarak adlandıran çok sayıda kişi gelenek karşıtlığında birbiriyle yarışmıştır. Bu kişiler dikkatlerini yerleşik inancın kutsal metinlerine yoğunlaştırmışlar, bunların tutarsız, kapalı, saçma ve hurafe olduğunu gerek tartışma meclislerinde gerekse yazdıkları eserlerde dile getirmekte bir beis görmemişlerdir. Eleştiri oklarını doğrudan resmi inancın kendisine yöneltmişlerdi. Tutkulu hatta radikal bir akıl taraftarlığı ile vahiyden mucizeye kadar dokunmadık kutsal bırakmamışlardır. 1700'lü yılların ortalarından itibaren sayıları her yerde artan kahvehaneler (kafeler), Mason locaları, İlluminati dernekleri, matbaalar, yayınevleri, akademiler, araştırma cemiyetleri gibi mekânlar entelektüel ve edebi yaşamı, sözlü ve yazılı bir tartışma kültürünü besleyen ve geliştiren merkezler olurlar. Entelektüellerin müdavimi olduğu bu mekânlar fikirlerin üretilmesi ve geniş kitlelere yayılması noktasında önemli görev üstlenmişlerdir. Her mekân kendi özel müşterilerine sahipti. Zihin imalathaneleri' olarak anılan kafeler halkın da girip kahve içebildiği ortamlar olurken salonlarda aristokrasi kültürü hâkimdi.’ Tüm bu entelektüel hareketlilik Kilise'nin sansürünü kıracaktı.

Bu tabloya eklenmesi gereken bir diğer husus, bir modern bilimin filizlenmesidir. Bu modern bilim, tarihsel süreçlerin içinden geçerken katı bir rasyonalist karaktere bürünür, metafiziksel ve ebedi gerçekliği reddeder. Modern bilim nezdinde akıl yanılmaz, hata yapmaz; insanın ve maddi dünyanın sırları sadece hipotez, deney, gözlem ve tecrübe ile keşfedilebilir. Beşeri bilginin sınırları görünen dünya ile sınırlıdır, görünenin arkasında hakikat diye bir şey yoktur. Yine modern bilim, her şeyi salt insani olana indirgeyen hümanizme, aklı insanın en önemli melekesi gören rasyonalizme, var olan her şeyi maddeden ibaret sayan materyalizme, dini ve metafiziği insanlığın ilerlemesini engelleyen ilkel inanç ve düşünce tarzları kabul eden pozitivizme yaslanır. Bilimsel gözlem alanının dışında kalan şeylerin tamamı ona göre yok hükmündedir. Modern bilim, hakikatin ne olup olmadığı, insanın neye inanıp inanmayacağı, neyin yanlış neyin doğru olduğu hakkındaki nihai kararı akla bırakır. Tabiatı dilsiz, matematik kurgulu mekanik bir aygıta indirger, ondaki işleyişin ardında yatan ilahi sırrı, hikmet ve hakikatleri görmezlikten gelir. Modern bireyinin elinde modern bilim mutlaklık iddiası taşıyan bir ideolojiye dönüşür. Adına bilimcilik denen bu ideolojiye göre, bilim sayesinde dünya her şeyiyle keşfedilebilir, en ince ayrıntısına kadar bilinebilir, yeniden tasarlanabilir. Fransız teolog ve düşünür Henry de Lubac (ö.1991) bütün bunları ‘üç cazibe' olarak özetler: Bilimsellik zehirlenmesi, ontolojik isyan ve akılcı indirgeme. Ona göre, üç cazibe günümüz insanını da yanlış yola saptırmış, hayatı ciddi manada etkilemiş, insanlığın başına bela olan ruhsal krizin önünü açmışlır.

Militan ateizm için din üç şeyden ibarettir. İlk olarak, din hurafelerden oluşur, bilimle çatışır, bu sebeple açıkça saçmadır. İkincisi, din tarihteki büyük savaşların ve kavgaların sebebidir, dolayısıyla her zaman tehlikelidir. Üçüncüsü, din hümanist değerleri reddeder, dünyevi hayata olumlu bakmaz; tabiatı itibariyle ilerleme karşıtıdır. Aşırı genelleme veya basite indirgeme ürünü olduğu çok aşikâr olan bu görüşler günümüz deistlerinin dine bakış çerçevesi hakkında bize önemli ipuçları sunar. Din kavramını duyar duymaz alarma geçen bu ideolojik, dogmatik hırçınlığın zemininde mangalda kül bırakmayan bir ‘bilimsellik’ iddiasının döşeli olması tuhaftır. Mantıkçı pozitivizm ile bilimsel ateizmin bir karışımı gibi duran militan ateizmin din düşmanlığı modern deizmin hücrelerine de işlemiştir. S.161-174

 

Çetin Meydan Okumalar

İnsanlığın, bireysel ve toplumsal hayatı derinden etkileyen, dönüştüren çetin meydan okumalarla yüz yüze olduğunu söylemek, içinde bulunduğumuz ânın hikâyesinin bir özeti kabul edilebilir. Bu meydan okumalar karşı konulması neredeyse imkânsız bir etkiye ve baş döndürücü bir çeşitliliğe sahiptir: şehirleşme, küreselleşme, neoliberal kapitalizm, Avrupa-merkezcilik, ekolojik kirlenme, doğal kaynakların azalması, nükleer silahların yığılması ve nükleer savaş ihtimalinin yükselmesi, nüfusun hızla artması, açlık ve fakirliğin yayılması, yeni dini akımların ve ezoterik oluşumların sayılarının artması, terörün tırmanması, eğitimin yozlaşması, din istismarının ivme kazanması, ırkçılığın sıradanlaşması, tüketim ve israf ekonomisinin kuşatması, moleküler biyoloji, nanoteknoloji ve genetik programlama çalışmalarının insani sınırları yok sayma eğilimi, internet teknolojisinin hayatları esir alması...

Birbirinin sebep ve sonucu olarak görülebilecek bu meydan okumaların trajik sonuçları vardır: Yabancılaşma, nesneleşme-şeyleşme, kimlik bunalımları ve bilinç yarılmaları, ailenin ve toplumun çözülmesi, insanın ve emeğinin metalaşması, meta fetişizmi, değerlerin buharlaşması ve ahlâki çürüme, cinsiyetsizleştirme, açlık-kıtlık, işgal, terör ve savaş sebebiyle toplu göçlerin artması, beden-teknoloji arasındaki ilişkinin çarpıklaşması, terör örgütlerinin ve din istismarcısı grupların çoğalması; İslam ve yabancı düşmanlığının, nefret suçlarının artması, kuralsızlığın kurallaşması; küresel siyasi-ekonomik hegemonyanın giderek yoğunlaşması, tekelci-finansçı zihniyetin yeryüzü kaynaklarını tekeline alması ve tüm insanlığı kuşatması, zengin-fakir makasının açılması, bireycilik ve bencilliğin artması, inanç krizlerinin kronikleşmesi ve daha pek çok şey...

Ait olduğumuz kültürle bizi kuşatan popüler kültür arasındaki derin kırılmanın fiziksel ve ruhsal dünyaları altüst eden bir hortum etkisi yarattığını görmek durumundayız. Birbiriyle iç içe geçen tüm bu meydan okumaların fert ve toplum hayatı üzerindeki olumsuz etkilerinin sebep olduğu krizlerin kronikleşmesi, hayatı ve kültürü besleyen damarların zamanla tıkanıp devre dışı kalması ile sonuçlanacaktır.

Charles Taylor, ‘modernlik’ denen şeyi daha önce tarihte eşi benzeri görülmemiş bir karışım olarak tanımlar ve bileşenlerini şöyle sıralar: yeni uygulamalar ve kurumsal biçimler (bilim, teknoloji, sınai üretim, şehirleşme), yeni yaşam tarzları (bireycilik, sekülerleştirme, araçsal akılcılık), ve yeni sıkıntılar (yabancılaşma, anlamsızlık, toplumsal çözülmenin yaklaştığı hissi). Bu bileşenlerin aynı zamanda birer meydan okuma olduğunda şüphe yoktur. Her halükârda modernlik de eski olana, geçmişte kalana bir meydan okumadır; tarihi geçmiş olanın yerine yenisini koyma iddiası taşır. Modernlik salt bir yenilenme değil, aynı zamanda yeni olanın sıkıntı ve zorluklarını da tatmaktır. Ne var ki, yeni olan kendi etik düzenini de dayatır ve toplumsal tahayyülü kendi kodlarıyla yeni baştan biçimlendirme iddiası taşır. Şehrin yeni kültürü ile uyumu öngören bu etik düzen, toplumsal çözülme gibi algılanan şeyin aslında bir ilerleme ve gelişme olduğunu söyleyecektir. Bencilleşme tabir edilen olgunun gerçekte bireyin özgürleşmesi; yabancılaşma, anlam kaybı veya anlamsızlık gibi telakki edilen şeyin de esasen adına din denen hurafeler ve mitler bütününden kurtulma olduğunu ifade edecektir. Bu etik düzen, bireyin kulağına vahşi kapitalizmin tüketim ve israf kültürüne ayak uydurmak istiyorsa onu benimsemesi ve içselleştirmesi gerektiğini fısıldar. Bu etik düzende akıl dogmalardan kurtarılarak sömürgeci kapitalist ruhun hizmetine amade kılınır, kapitalizmin gelişmesi için bir araç mesabesine indirgenir. Bu etik düzenin misyonu, dünyanın gelecekte alacağı 'yeni' şekil ve düzen için elzem olan sekülerizm, rasyonalizm, bireycilik ve hümanizme bir manevi örtü vazifesi görmektir. Deizm ise ‘uzaktaki ilgisiz Tanrı’ namına bu manevi örtüye meşruiyet kazandıran din benzeri bir 'üst-sistem' olacaktır. S.26-28

 

Neoliberalizm: Deizmin Kuluçkalanma İklimi

Liberalizmin neoliberalizme dönüşümü, bir diğer ifadeyle, klasik liberalizmden yeni liberalizme geçiş devletin pazar ekonomisinin düzenlenmesinde ‘mühendis’ konumunda aktif rol üstlenmesi demektir. Bu yeni sistem, eskinin ‘bizi rahat bırakın, nasıl yaparsak yapalım iması da taşıyan ‘bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar’ deyişinde formülünü bulan tüccar-denetimli ticaret uygulamasının neoliberal ilkeler sayesinde devletin müdahale ve denetimine geçmesidir. Devlet, serbest pazara hükmetse de, ticari faaliyetlerini rahatça sürdürebilmesi için ticaretin güçlerine ‘sabit, nötr, evrensel bir hukuki çerçeve’ sağlar. Devlete biçilen bu aktif rol yalnızca ekonomiyle sınırlı olmayıp demokratik siyasetin bütün yönlerini de içine alır; ekonomi ve siyasete paralel bir yol haritası çizer ve ticaret toplumunun ortak değerlerini tespit eder. Ancak devlet, iç ve dış ekonomi politikalarında değil, aynı zamanda iç ve dış siyasette de elini güçlendiren, önünü açan yeni liberalizmin öncü ve kilit rolünü görmezlikten gelemez. Devlet neoliberalizmi aktif iç ve dış siyasetinin hayati bir bileşeni olarak kabul ederken, neoliberalizm de gittiği her yerde kendine sahip çıkan devlete alan açar. Bu arada devlet sosyal hayatı da neoliberal ilkeler ışığında yeniden kurgular. Neoliberalizmin özgür birey vurgusuna göz yumar. Neoliberal kafese giren birey bencilleşip tükettikçe, tüketim bağımlısı oldukça kazanan hem devlet hem de onun silahlarının gölgesinde her yerde arzı endam eden ulus-ötesi şirketler ve onların dev sermayedarları olur. Neoliberalizm bireyi ailesinden ve köklerinden kopardığında birey her türlü telkine hazır hale gelir. Ona sadece ne kadar tüketmesi ve harcaması gerektiğini telkin etmez, aynı zamanda alışkanlıklarının neler olması gerektiğini, hangi markaları beğenmesi gerektiğini ve de neye inanıp neye inanmaması gerektiğini de fısıldar.

Birey ve topluma iktisadi kalkınmaya, ekonomi piyasasına yaptığı katkı nispetinde kıymet biçen neoliberal sistem, ‘fikri, siyasi gücün komuta mevkilerini’ teker teker ele geçirmenin peşine düşer. Bu bakımdan bu sistem, bireyin ve toplumun bilgi birikimini, toplumsal hayatın iç dinamiklerini içerden elde etme ve yönetme projesi olarak da görülmelidir. Hür irade ve özgürlüğü bireyciliğe, yardımlaşma ve dayanışmayı kıskançlık ve haksız rekabete, insani değer ve kabiliyetleri de paraya eşitleyen neoliberalizmin bugün yeryüzündeki pek çok kötülüğün altından sırıtması tesadüfi değildir. Bu sistemin hüküm sürmeye başladığı her yerde yeni bir insan ve yeni bir toplum modeli peydahlanmıştır. Gittiği her yere vahşi kapitalizmin eşitsizlikleri ve kutuplaşmaları körükleyen virüsünü taşımış, toplumu kenetleyen sevgi ve merhamet duygularını yok ederken kıskançlık, rekabet ve bencillik duygularını kamçılamış ve köpürtmüştür. Daha fazla hırs, güç, paranın daha fazla zevk ve haz olduğu fikrini dimağlara kazımıştır.

Neoliberalizmin üzerindeki ideolojik maske sıyrıldığında altından, ne pahasına olursa olsun, yeni bir tüketim toplumunun inşası ülküsü çıkacaktır. Çarpık bir sahip olma ve tüketme arzusunun şiddetiyle hayatın gerçeklerinden kopan, sahip olmayı ve tüketmeyi gerçek ihtiyaç sanan bir tüketim toplumunun yaratılması esas hedeftir. Maddenin büyü ve gizemine ikna edilmişlerin sayısı arttıkça tüketimin de artacağını hesaplayan bu zihniyetin dünyasında tüketen de tüketilen de salt bir metadan öte anlam ifade etmez. Tükettikçe özgürlüğün, markaların dünyasında gezindikçe imaj, statü ve itibarın artacağı yalanına kitleleri inandırmak için yoğun bir reklam kampanyası başlatır, algı süreçleriyle oynar. Hesapsız harcamayı, eskimeden atmayı bir saplantıya dönüştürür. Bu düzeneğin korkunç taraftı, endüstriyel alanda üretemeyeceği herhangi bir şeyin bulunmadığına kesin olarak inanmış olmasıdır. Bu manada kendi inandığı ve savunduğu değerler dışında hiçbir dini, teolojik ve ahlâki kaygı taşımaz. Gerekirse din veya dinler ve hatta sahte tanrılar icat eder. Bunların biriciklik değerinin olması önemli değildir, toplumsal yozlaşma ve çözülmeyi hızlandırma işlevi önemlidir. Toplumu ne kadar hızlı bölüp kutuplaştırdığı, değerlerini ne kadar çabuk buharlaştırdığı önemlidir. Kapitalist mantık her değişimin bir dönüşüm, her dönüşümün ise mükemmele doğru bir ilerleme olacağı denklemini dayatır. İlerlemenin şartı elinizdeki 'eski/yıpranmış' olanı ona teslim etmeniz ve sizin için imal ettiğini kabullenmenizdir. Onun için takas edilemeyecek, paraya devşirilemeyecek hiçbir şey yoktur. Eski eskide kalmış ve gözden düşmüştür, miadı dolmuş, işlevi tamamlanmıştır; o artık içi boş bir dekordur. Yeni olanın cazibesi söz, gölge ve ışık oyunlarıyla artırılır.

Kurumsal dini tüm temsilleriyle birlikte kıyıya itip ilkelerini vicdana hapsederken bir taraftan da alternatif oluşumlar, dinimsi kurgular üretir. Bunların bir misyonu da tüketim ve hazzı kutsayanlara, kapitalizmin sömürü düzenine ses çıkarmayanlara sahte seraplar sunmaktır. Sahte teolojileri ve sözde metafizik ilkeleri vardır. İnsanın cennetten dünyaya indirildiğini anlatan vahiy rivayetleri ‘efsunlanmış’ hikâyeler mertebesine indirilir. Vahiyden kurtarılan insan doğayla bütünleştirilir. İnsanın başlangıç noktası vahyin tasvirini yaptığı cennet değil, sekülerizmin dünyasıdır. Bu dünyada insana bir başka coşku verilir, yeryüzünde Tanrı'nın kendisi olduğu fısıldanır, kendi yasalarının geçerli olması gerektiği söylenir. Saplantılı zevklerini pervasızca tadabilmesi için yeryüzü ona terk edilmiştir. İnsaf, israf, adalet başta olmak üzere insanın hırsını gemleyen ne kadar değer varsa hepsini rafa kaldırır; yoldan çıkmasına çanak tutan ne kadar aşırılık varsa hepsini albenili, göz kamaştıran ambalajlara sarıp sarmalar ve servis eder.

Bu mekanizmanın motor gücü neoliberal rasyonalitedir. Burada hedef sadece siyaset ve ekonominin yeni baştan kurgulanması değildir, din de hedeftedir. Bu çerçevede, küreselleşme projelerinin önemli bir ayağını da ana dinlerin zayıflatılması oluşturmaktadır. Muazzam sermayesi, girift bağlantıları, karanlık ilişkileri ve organize edici kabiliyetiyle neoliberal rasyonalite, toplumu çözmenin en kolay ve hızlı yolunun onu birbirine kenetleyen unsurların kolunu kanadını kırmak, işe yaramaz, kötürüm hale getirmek olduğunu keşfetmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, ulus devletler bugün öncelikli hedeftir. Dört bir koldan başlatılan saldırıların makro hedefi devletleri siyaseten, dinen ve iktisaden zayıflatıp istikrarsızlaştırmak ve nihayette bağımlı hale getirmektir. Mikro hedefi ise toplumu çözerek kapitalist tüketim ve israfın bağımlısı kılmaktır; bu amaca yönelik olarak aileyi yok etmek, ailesi elinden alınan gençleri bütün aidiyet, kimlik ve değerlerinden soymak kilit öneme sahiptir. Ailesi ve kültürü tarumar edilen gençlerin her türlü istismara açık olması kaçınılmazdır. Bütün bunlar küreselleşme yutturmacasına karşılık ödenen ağır bedellerdir. Neoliberal rasyonalitenin mucidini merak edenler, küresel sermayeye hükmeden, onu bir imparatorluğa dönüştüren güce bakmalıdırlar.

İşsizliğin, açlığın, fakirliğin giderek kronik hal aldığı dünyada insana olan ihtiyacı minimum düzeye indirme çabalarının bir parçası olarak robot teknolojisi ve yapay zekâ alanında kesintisiz devam eden çalışmalarda ahlâki ve insani değerler dikkate alınmıyorsa insanın kendi ayağına kurşun sıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün bunlar, teknolojinin değer sistemleri ve etik normları neler sorusunun esasen teknolojiyi üreten ve kullanıma süren beynin/ bilim adamının ve de onu buna teşvik veya icbar eden gücün/siyasetçinin değerlere bakışının ve etik kaygısının derecesi ile alakalı olduğunu göstermektedir. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, hiçbir etik kaygı ve değer endişesi taşımayan bir teknolojik üretim ile hadsiz hudutsuz kazanç hırsı arasında organik bir ilişki mevcuttur. Bu konuda kapitalizmin ve onun öncü/motor güçlerinin vebali ağırdır. Bugün adına 'modern kültür’ denen ve mesaisinin önemli bir kısmını ‘modern teknoloji üretimine hasreden yeni yetme kültürün patenti aslında kapitalizme aittir. Bu kültüre meşruiyet zemini açan onun sosyal ve ekonomi politikalarını tayin eden ise liberalizm, yeni yüzüyle neoliberalizmdir.

Bütün bunların ardından şunu da söylemiş olalım ki, neoliberalizm ve kapitalizm bugün deizmin yeniden dirilmesinde özel bir konuma sahip olsalar da yegâne sebep değildirler; deizme kuluçkalanması için fevkalâde müsait bir ortam sunarlar, bu gerçeği göz ardı edemeyiz. S.41-48


Mehmed Zahid Aydar

Mîsak Dergisi
Sayı: 376 / Mart 2022