Zorluklar İçinde Yaratılan İnsan
Allah (cc) hayat rehberimiz olan Kur’ân’ı Kerim’de şöyle buyurmuşlardır: “Biz insanı zorluklar içinde yarattık.” (Beled,90/4) Dünya üzerinde imtihan için var olan, Allah’a kul olması için yaratılan insanı, yaşam alanı olan dünya üzerinde bir çok sıkıntılar ve tehlikeler beklemektedir. İnsan için imtihan alanı olan dünyada aslolan, onun için yaşamış olduğu her anda ve hayat sürmüş olduğu her mekânda, tehlikelerin ve belaların onunla olduğu, onu yakalayabilecek olan her an, bir tehlikenin var olduğudur. Aslında bu, bütün canlı mahlûkat için sözkonusu olan bir durumdur. Hayvanlar bile yemek yerken, su içerken ve dolaşırken canlarına gelebilecek bir zarar hususunda tedirgin olarak hayat sürerler. Hayat şartlarının olumsuzlukları veya bir anlık gafletleri onları diğer canlılara yem yaparak hayatlarını kaybetmelerine sebep olabilir. İnsan için ise durum bundan daha da vahimdir. Çünkü insanların şeytan gibi hem bedenlerine, hem de ruhlarına göz diken büyük bir düşmanları vardır. Hayvanlar dünyada sadece hayatlarını kaybederler, ama ruhlarını şeytana kaptıranlar, ebedi olan ahiret hayatlarını kaybettikleri gibi, bir de üstüne cehennemi kazanırlar.
![]() |
Asr ve Hüsran |
Allah'a ve Ahiret gününe inanan, imtihan dünyasında kulluğu, sadece Allah'a tahsis eden insanların, dalmış oldukları dünya hayatı içinde, şeytanın aldatmalarına, nefsin arzu ve isteklerine karşı, kişiye Allah'ı hatırlatan, ahireti ve hesap gününü akla getiren birçok dini ikaz ve uyarı sebepleri vardır.
“Sizin için hayvanlarda da, alınacak bir ibret vardır.” (Nahl,13/66) buyuran Rabbimiz bu mahiyetlere işaret eder. Ayrıca, “Yeryüzünde sizin için yaratmış olduğu rengârenk şeylerde, şüphesiz bütün bunlarda, öğüt alan bir toplum için ibretler vardır” (Nahl,16/13) diyerek, ibret alınacak şeylerin mahiyetini geniş tutar. Dünya üzerinde görünen ne var ise hepsinin insan için bir mesaj niteliğinde olduğunu beyan eden ve onları uyaran şu ayetler de üzerinde tefekkür edilmesi gereken mesajlardandır:
“Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda, kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. Gece ile gündüzün ardarda gelişinde, Allah'ın gökten rızık indirip ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde ve rüzgârları (belli bir düzen içinde) yönetmesinde, aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır.” (Casiye,45/4-5)
İşte butün bu saydıklarımızdan daha etkili ve yetkili başka uyarıcılar da vardır ki, özellikle Allah (cc) insanlara rahmetinin müjdecisi ve azabının uyarıcısı olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ve onun vasıtası ile insanları uyarması için göndermiş olduğu Kur’ân ayetleri en başta gelir. Bu hususta Allah (cc) Kur’ân'ı Kerim’de: "Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi" (Bakara,2/213) diyerek, Kur’ân ayetlerinin, insanların içine düşmüş oldukları hatalar hususunda uyarılmaları için insanlara bir ikaz, onlara yol gösteren bir rehber, karanlıklardan kurtulmaları hususunda bir ışık olduğunu ve uyarılarını dikkate alanları felaha çıkardığını beyan etmiştir. İşte Rabbimiz bu hususta şunları söylüyor: "Ölü iken dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürümesi için ışık verdiğimiz kimse, hiç karanlıklar içinde kalıp, çıkamayan kimse gibi midir?" (Enam,6/122) Kur’ân ayetleri, cahiliyyenin karanlığında kalmış şaşkın insanların aydınlığa, nura kavuşması için en önemli ışık kaynağıdır. Şu ayette de rabbimiz bu mahiyete açık olarak işaret eder: “Sizi, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indirmekte olandır.” (Hadid,57/9) Kur’ândaki her bir ayet, insanlar için küfrün karanlıklarından kurtulmak için yol gösterici bir ışık ve onlar için bir hayattır. Bu ışık içinde dikkati çeken öyle bir sûre vardır ki, çok özel bir uyarıcı etkisi vardır. Sahabe her karşılaştığında o sûreyi birbirine okumadan ayrılmazlardı. Bu hususta İmam Taberi tefsirinde şu nakli yapar: "Rasulullah'ın sahabelerinden iki kişi karşılaştıklarında, biri diğerine 'Asr Sûresini' sonuna kadar okumadan ayrılmazlardı. (sonra) biri diğerine selam verip, ayrılırlardı." Dikkat edersek sahabe birbirlerine, Kur’ân'ın anası olan Fatiha Sûresini veya en büyük ayet olan Ayet el-Kürsi'yi okumuyor. Başka bir sure veya ayet de okumuyor. "Asr Sûresi"ni okuyorlar. Demek ki bu sûrede özel bir durum söz konusu. Ayrıca İmam Şafii (rha) bu sureye dikkat çekerek "İnsanlar düşünecek olsalar, bu sûre onlara yeterdi" diyerek, surenin tek başına mesaj vermede yeterli olduğunu, fakat bu isteğe ulaşmanın ancak "düşünmek, tefekkür etmek" şartı ile mümkün olduğunu beyan etmektedir. O halde bu sûreyi bu kadar etkili kılan ve bir uyarı merkezi yapan özellik nedir? Bu sorunun cevabını bulabilmek için bu Sûreyi “takva” amacı ile, amel etmek ve Rabbimizin rızasına ulaşmak niyeti ile boğazımızdan, kalbimizin derinliklerine indirmeye çalışalım ve rabbimizin bizlere vermekte olduğu mesajları idrak etmek için tefekkür ve tedebbür ölçüleri içinde anlamaya çalışalım.
Uyarıların En Büyüklerinden Biri “Asr Sûresi”
“Asr’a andolsun ki, insan hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna” (Asr sûresi,103/1-3)
“Asr” Sûresi Mekke’de inmiştir ve üç ayettir. Ayet yemin (kasem) “vav”ı ile başlamakta ve “asr”a yemin etmektedir. Allah (cc) bir şey üzerine yemin ettiği zaman o şey üzerine dikkat çeker ve o meseleyi ispatlamak için o şeyi delil olarak kullanır. Burada da “asr” üzerine yemin etmesi, bu kelimenin içerdiği manaları daha bir dikkatle incelemeyi gerektirir. Zaten surenin kalbi, belki de bu “asr” kelimesidir ve bu kelimenin içerdiği her bir anlam özel bir mesaj taşır. Müfessirler “asr” kelimesinin içerdiği manayı açıklarken tek bir anlam üzerinde değil, birçok manalar üzerinde tefsir yapmışlardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz;
1) İkindi namazı,
2) İkindi vakti,
3)Âhir zaman ümmeti olan Muhammed (sav)in ümmeti,
4)Zaman,
5)Vaktin sonu, günün son vakitleri,
gibi anlamlar yüklemişlerdir.
Burada tercih edilmesi gereken görüş hangisidir? “Asr” kelimesi bütün bu manaları kapsadığına göre, hangisi ile tefsir edilecektir? Sorularını kendimize sorarsak, cevabını Elmalı Muhammed Hamdi Yazır’ın İbni Cerir et-Taberi’den yapmış olduğu şu nakilde bulabiliriz: “İbni Cerir, bu kelime üzerindeki farklı manaları rivayet ettikten sonra der ki: Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ “asr”a yemin etmiştir. Bu ismin içerdiği mânâlardan birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım olduğu her mânâ bu yeminde dâhil olur. Demek olur ki "asr", çeşitli mânâlara gelen bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde ipucu bulunmayıp hepsine de yüklenmesi sahih olabileceği cihetle asr denilen her şeyin tümüne hamletmek en doğrusudur” diyerek Allah (cc)nün zamana veya ikindi vaktine veya ikindi namazına yemin etmediğini,“asr”a yemin ettiğini beyan etmiş ve tefsirinin de tek bir mana ile hususileştirilmemesi gerektiğini, bütün anlamları ile birlikte tefsir etmek gerektiğini belirtmiştir. O halde bizler de “asr” kelimesinin ifade ettiği her bir mana ile bu özel sûreyi, sahabenin birbirine her seferinde okuduğu, uyarıcılık etkisi en yüksek dozda olan bu ayetleri tek tek anlamaya çalışalım. Anlayalım ki, bizleri ölümden sonra bekleyen tehlikelerle dolu bir yolculukta pişman olanlardan olmayalım.
“Hüsran” Nedir?
Bu ayette geçen “hüsran” kelimesi hakkında şu açıklamalar vardır. "Hüsran" kelimesi "zarar" manasınadır."Kâr"ın zıddıdır. "Felah"ın zıddıdır. Ticarette zarar eden kimse için kullanılır. İmam Râzi'nin açıklaması ile "hüsran, ana sermayeyi zayi etmektir" Muhammed es-Sâbuni, tefsirinde; "hüsr" (nekre) olarak gelmiştir. Bu ise ziyanın büyüklüğünü gösterir. “İnsan büyük bir zarar, şiddetli bir kayıp içindedir" diyerek hüsranın şiddetini ortaya koyar. Dünya bir ticaret merkezidir ve her insana verilen sermaye farklıdır. Bizlere rabbimiz tarafından verilen nimetlerin her biri sermayeye dahildir. Kendisine çok sermaye verildiği halde, kâr edemediği gibi, sermayesini de kaybedenler için hüsran daha büyük olacaktır. Bu hususta şu ayet dikkate değerdir: "İnkâr edenlere, malları da, çocukları da bir fayda vermeyecektir. Onlar ateşin çırasıdırlar." (Âl-i imran,3/10) Dikkat edersek çıra, ateş içinde yanmaktan ziyade, ateşi yakandır. Yani kendilerine birçok nimetler verilen nankör kâfirler Allahu âlem cehennem ateşinin de üstünde yanma özelliğine sahip olacaklardır. Çünkü onların mal ve evlat nimetleri olduğu halde, yaratıcıya itaat etmemişlerdir. Dünyada kendisine zenginlik, sıhhat, beden güzelliği, yüz güzelliği, zeka üstünlüğü, ezber yapma kudreti, güzel ses, sağlıklı evlatlar, torunlar, evler, arabalar, boş vakit, güzel bir ülkede güzel bahçeler, bol yiyecek ve içecekler, sevilen bir eş, çürüksüz sağlıklı dişler, böbrekleri, ciğerleri, kalbi sağlam bir beden, görme kabiliyeti olan gözler, lezzet aldığın bir dil, rahat nefes aldığın bir burun, sağlam bacaklar ve kollar, sırma saçlar ve rahat uykular veren Allah, kendisine sermaye olarak verilen bunlar gibi daha birçok nimeti elde etmiş, fakat şükrünü eda etmemiş olan insanlara “O gün nimetlerden sorulacaksınız.” (Tekasur,102/8) ayeti gereği hesap soracaktır. İşte o gün nimeti, sermayesi çok olup da, itaati az olanın, hüsranı da o derece büyük olacaktır. Zaten sıralama olarak “İnsan hüsrandadır” ayeti, hemen yukarıda mealini verdiğimiz “O gün nimetlerden sorulacaksınız” ayetinin peşinden gelmektedir ve bu da nimet ve hüsran arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyan bir husustur. Dolayısıyla şükrü eda edilmeyen her bir nimet, hüsranın büyüklüğünü de o derece artıracaktır.
Sermayeleri Çok Olan Nankör Kişilerin Azabı, Daha Şiddetli Olacaktır
Ebû Hureyre (ra), kendilerine çeşitli nimetler verildiği halde ibâdetlerinde ihlâsı kaybedip, benlik ve hevalarını öne çıkartan kimselerin akıbeti hakkında Hazret-i Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğunu haber vermektedir:
“Kıyamet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allâh Teâlâ, ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak:
«– Peki, bunlara karşı ne yaptın?» buyurur.
O kimse:
«– Şehid düşünceye kadar senin uğrunda cihâd ettim» diye cevap verir.
Cenâb-ı Hak:
«– Yalan söylüyorsun. Sen, ne kahraman adam desinler diye savaştın, o da denildi» buyurur. Sonra emr olunur da o kişi yüzü üzere cehenneme atılır.
Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzura getirilir. Allâh Teâlâ ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da:
«– Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.
O ise:
«– İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızan için Kur’ân okudum» cevabını verir.
Cenâb-ı Hak:
«– Yalan söylüyorsun. Sen, âlim desinler diye ilim öğrendin, ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi» buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzü üzere cehenneme atılır.
(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allâh Teâlâ verdiği nimetleri ona da hatırlatır. O da verilen nimetleri hatırlar ve itiraf eder.
Cenâb-ı Hak:
«– Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?» buyurur.
O şahıs:
«– Verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece senin rızanı kazanmak için verdim, harcadım» der.
Hak Teâlâ:
«– Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını ne cömert adam desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi» buyurur. Emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre, 152)
Hadisi şerifte dikkat edersek şehid, âlim ve zengin kişiler için Allah (cc) ilk önce onlara dünyada vermiş olduğu nimetleri sayıyor ve o kişilerde bunları itiraf ediyor. Şehid birçok nimetin yanında özellikle güç, kuvvet, sağlam bir beden ve savaşabilme kabiliyetine sahip iken, kendisine bu kudret verilmiş iken, bedeninin hakkını vermesine rağmen, ruhunun hakkını vermeyerek zarar edenlerden oluyor. Hüsrana uğruyor. Çünkü her ne kadar fiziksel olarak doğru bir yerde ve doğru mücadele içinde olsa da, ruhen Allah’ın huzurunda, rızasında değil, nefis putunun önünde kahramanlık mücadelesi uğrunda mücadele etmiştir. İnsanlar nezdinde değer kazanmak için savaşmıştır ve hatta canını vermiştir. Fakat sattığı şey çürük bir maldır. Allah indinde bir değeri yoktur.
Ömür nimeti, sermayesi ve diğer sermayeler, hakkı ile kullanılmaz ise hesabı da büyük olur. “Size orada (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür (zaman) vermedik mi? Size uyarıcı gelmedi mi? Öyleyse tadın (azabı); artık zalimler için bir yardımcı yoktur” (Fatır,35/37) ayeti de düşünme fırsatının bol olduğu bir süre zarfında bu imkânı değerlendirmeyen kişilerin yardıma layık olmadıklarını ve zalimlerden olduğunu beyan etmektedir. Çünkü onlara bu süre zarfında defalarca değişik mahiyette uyarıcılar gelmişti de, onlar öğüt alanlardan olmamışlardı.
Mü’min İçin Dünya, İlk Durağı “Hüsran”, Son Durağı “Kurtuluş” Olan Bir Yolculuktur.
İnsan için yapılması gereken “hüsran”dan kurtuluşa ve kemalâta giden bir yolculuk içinde hareket etmesidir. O ilk anda “karanlıklar içinde” (Enam,6/122), bir “ateş çukurunun kenarında” (Âl-i İmran,3/103), “sarp bir yol ve zor bir geçit üzerinde” (Beled,90/10-11), aynı zamanda da bu ayette belirttiği üzere “hüsran” içindedir. (Asr,103/2) “Biz ona iki yol gösterdik” (Beled,90/10 ayetinde de beyan edildiği gibi o, iki yolun başında duran bir yolcudur. İlk anda bulunduğu yer, dünyaya ilk geldiği an, zorluk ve meşakkati, sıkıntıyı içine bulunduran bir duraktır. “Biz insanı zorluklar (sıkıntılar, meşakkat) içinde yarattık” (Beled,90/4) ayeti kerimesi, insanın dünya üzerindeki yolculuğunun kolay olmadığını, çabayı gerektirdiğini beyan etmektedir. İnsan bu zorlukları ancak gayret ile üstün bir çaba ile aşar. Bu gayreti göstermeyenler ise kendilerine sermaye olarak verilen ruh ve beden güzelliğini bozarak, gereği üzere kullanmayarak zarar eden, sermayesini kaybeden “müflis” kişiler olarak kendi kitaplarına kayıt olunurlar. Mahşer günü bu kitabı sol taraflarından alarak layık olduklarına ve azap yurduna kavuşurlar. Allah (cc) Kur’ân’ı kerimde: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin,95/4) buyurarak, yaratılıştaki mükemmelliğe işaret etmiş, fakat daha sonra mükemmel olan bu insan, kendisini rezil ederek, kendisine verilen nimetlerin kıymetini bilmeyerek, Allah’a itaat etmemiş ve cehennemin derin vadilerine doğru düşüşe geçmiştir. Bu durum da, devamında gelen şu ayetle beyan edilir; “Sonra (onu) aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tin,95/5) Elindeki sermayenin kıymetini bilmeyerek Allah’ın emrettiği sırat el-mustakîm (dosdoğru yol) üzerinde hareket etmeyerek kenarında bulundukları ateş çukurunun içine düşerek, onun muhtelif katmanlarında, yapmış oldukları kötülüklerin derecesine göre, cehennemin derin vadilerine ve kuyularının dibine doğru seyahat etmişlerdir. Şirk ise bu yolculuğun en tehlikeli vasıtasıdır. Dolayısı ile insan “Asr” Sûresinin başında beyan edildiği gibi ilk durağı “hüsran” olan bir noktadan, elindeki malzemelerle ve vasıtalarla ikinci durak olan “iman” durağına, oradan üçüncü durak “salih amel”, dördüncü durak “hakkı tavsiye” ve kemalâtın oluştuğu son durak “sabrı tavsiye” durağına ulaşmak için var gücü ile seyahat etmek zorundadır. Bu şekilde hareket etmek için gayret sarf eden ve bu yolda karşı karşıya kaldığı sıkıntılara, musibetlere maruz kalarak yılgınlık emareleri gösteren Müslümanları Allah (cc) şu ayet ile teşvik ve teselli ederek yolun zorluklarına karşı motive eder: “Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan daha hayırlıdır.” (Duha,93/4)Yani; “sen hak üzere yürüdüğün müddetçe hangi halde olursan ol, kâr ediyorsun, hüsran’dan uzaklaşıyorsun, bu sebepten dolayı yılgınlığa düşme, üzerinde bulunduğun zor ve sıkıntılı yolculuğa azimle devam et, muhakkak ki sonunda kazanan sen olacaksın” mesajını bir müjde olarak vermektedir. İnsan aklı başında olduğu müddetçe üzerinde yürümüş olduğu bu zor yolda, tehlikeli yolda, atmış olduğu her bir adıma dikkat ederek, Kur’ân’ın aydınlatıcı ışığı içinde yol almalı ve hedefine doğru sarsılmadan devam etmelidir. Çünkü bu yol aynı zamanda “şeytan” gibi amansız bir düşmanın kurmuş olduğu tuzaklarla doludur. Eğer yol üzerindeki doğru tabelaları dikkatle takip etmez, şeytanın yanlış telkinlerine tabi olursa, aldanıp yoldan çıkan ve şeytanın yanlış yollarından birine giren “hüsran ehli” kimselerden olacaktır. Bu yüzden bu yolculuğu, bu yolun yolcusu olan diğer insanlarla, diğer Müslümanlarla yapmak zorundayız ki şeytan birimizi kandırsa bile bir diğerini kandırmasın. Diğerleri onu uyarsın. Peygamber efendimiz bu duruma işaretle; “Şüphesiz ki şeytan insanın kurdudur. Tıpkı koyunların sürüden ayrılmış olanı kapması gibi. O bakımdan sakın kenardaki uzak yollara gitmeyin. Size cemaate, umumi olarak müslümanlarla birlikte olmaya ve mescide devam etmenizi tavsiye ederim” buyurarak tek başına kalmanın tehlikelerinden ve çözümünden bir kez daha haber vermiştir.
Dünya Süresi Bir Gün Olan Çok Kısa Bir Yerdir
Dünya hayatı, bir gün kadar süren, kısa bir hayattır. “Asr (ikindi vakti)ne and olsun ki” Allah (cc) bu ayeti kerimede ikindi vaktinden bahsederken, dolaylı olarak arka planda tam bir günün bir bölümünden, bir zaman dilinden bahsetmektedir. İnsanoğlunun dünyada sadece bir gün kadar kalacağını, dünya hayatının çok kısa olduğunu bildirmektedir. Dünya hayatı ahiret hayatına kıyasla bir gün kadar bile değildir. İkindi vakti de, sadece bir gün olan kısa bir zamanın küçük bir parçasıdır. Günün son bölümüdür ve en kısa bölümüdür.
Bu hususta İbni Ebi Hatim halka hitap eden Eyfa b. Abd el- Kelai'den Peygamberimiz'in (sav)in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Şüphesiz ki Allah cennetlikleri cennete ve cehennemlikleri cehenneme soktuğu zaman" şöyle nida eder:
- (Ey cennet ehli!)Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Onlar da :
- Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık, derler. Cenab-ı Hak:
- Bir gün veya bir günden daha az bir zamanda ne güzel bir ticaret yaptınız; Rahmetimi, rızamı ve cennetimi kazandınız. Ebedi olarak sonsuza kadar kalın, buyurur.
Sonra da cehennemliklere şöyle nida eder:
-Ey cehennem ehli! Yeryüzünde ne kadar kaldınız? Onlar da:
- Bir gün veya bir günden daha az bir zaman kaldık, derler. Cenab-ı Hak:
- Bir gün veya bir günden daha az bir zamanda ne kötü bir ticaret yaptınız; Ateşimi ve gazabımı kazandınız. Ebedi olarak sonsuza kadar burada kalın, buyurur”
Yani dünya hayatı müminler için de, kâfirler için de çok kısadır. İnsan dünyada hangi hal üzere olursa olsun, zaman çabucak geçip gidecektir. İster isyankâr bir kimse olarak her türlü zevk, sefa ve saltanat sür, isterse ibâdet içinde, sıkıntılar ve meşakkat halinde yaşa ömür bir su gibi tükenip gidecektir. Saltanat sahibi bir kral veya zindanda bir mahpus, her ikisi de ahiret ölçülerine göre “an” dediğimiz bir zaman kadar dünyada ömür sürecek ve insanın en önemli sermayesi olan bu kısacık zaman dilimi son bulacaktır. İnsan dünyada bu kadar kısa bir zamanda sabredemeyerek namaz kılmaz, oruç tutmaz ise veya Allah yolunda cihad etmez ise orada daha büyük zaman dilimlerinde, daha da zor, tarifi imkânsız acılar ve sıkıntılar içinde kalacaktır.
O gün kâfirler için çok zor bir gündür. Hatta onlar o zorlukları görünce bir an önce cehennemi bile arzu ederler. Mahşer yerinin sıkıntıları, onlara cehennemi tercih ettirecek düzeydedir. Onlara Allah (cc) sorar;
“Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?"
Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor."
Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz,"
"Bizim, sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?" (Muminun,23/112-115) buyuran Rabbimiz, insanın dünyada istediği gibi değil, istendiği gibi yaşaması gerektiğini onlara bir kez daha hatırlatır.
Kişiye ölüm gelip çattığı zaman artık geriye dönüş yoktur. Dünyada iken vaktini boş işlerle israf edenler, ömrünün kıymetini bilmeyenler, Allah’tan ek süre talebinde bulunacaklar, fakat bu onlardan kabul edilmeyecektir. İşte size ömür sermayesini boş işlerde, daha doğrusu meşru bile olsa gereğinden fazla araçlara önem veren, araçları amaç yapan mal ve evlat ile ömür tüketen kişilerden bahsetmekte. Onlar içki içmemişler, kumar oynamamışlar ve hatta zina da etmemişlerdir. Ama ne yapmışlar; bir araç konumunda olan mal ve evlatlara gereğinden fazla değer vererek Allah’ı zikirden uzak kalmışlardır. Asıl yapmaları gereken ibâdeti terk etmişleredir. Böyle insanlarda “hüsran” içinde olan yani “zarar” eden, ömür sermayelerini “kâr”a dönüştüremediği gibi, sermayeden de olan “müflis” kimselerdir. Onların durumu da şu ayetlerle beyan edilir;
“Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın'; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
Sizden birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin” (Münafikun,63/9-10)
Bu kimseler aslında Müslümandırlar. Fakat onlar iman ettikleri halde, dünya malı ve evlat sevgisi gibi duygularını dengesizce kullanan ve Allah’ı zikretmekten gafil kalan kimselerdir. Onlar mal sevgisi nedeni ile fitneye düşmüş, sadakadan uzak kalmış, aynı zamanda da salih amellerde bulunamamış ömrünü boş şeylerle geçirmiş fasık kimselerdir.
“ (Cehennemin)İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orada (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarı da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur” (Fatır,35/37) buyuran Rabbimiz cehennemin içinde olup da tekrar dünyaya dönerek Allah’a ibâdet etmek isteyen kişilerden bahseder. Onlar pişmandırlar. Tekrar bir fırsat isterler. Ama onlara yeteri kadar fırsat verilmiştir. Zaman verildiği gibi uyarıcılar da gönderilmiştir. Tekrar tekrar bu uyarıcılar onları uyardığı halde onları dikkate almamışlardır. Artık verilen süreler bitmiştir. Tekrar geriye dönüş yoktur. O halde bu kadar zamana ve bu kadar uyarıya rağmen hala onlar isyanlarında diretiyorlarsa, cehennem onlar için hak olmuştur.
Yani “hüsran ehli” hem ölüm meleği geldiğinde ek süre talebinde bulunacak, hem de cehennemde iken tekrar geriye, yani dünyaya dönerek ibâdet etmek için ek süre talebinde bulunacaktır. Fakat onlara bu fırsat asla verilmeyecektir. O halde bu kadar kıymetli olan ve kısa olan ömrümüzü çok iyi değerlendirmeliyiz. Çünkü o çok kıymetlidir.
Bir de salih amellerde bulunduğu halde, yine de “müflis” olmuş kimseler vardır ki onlar hakkında şu hadis ibretliktir.
Peygamberimiz sahabeye: “Müflis kimdir bilirmisiniz?” diye sormuş, Sahabe de; "Ya Rasulullah; Müflis mal alıp-satarken sermayesini de kaybeden insandır." demişler. Peygamberimiz ise şöyle cevap vermiş: "(Gerçek müflis) Kıyamet gününde iyi amelleri kötü amellerinden az gelen, haklarını yediği insanlar gelip haklarını aldığında, kendisinin iyi amelleri kalmayan insandır” buyurarak dünyada namaz kıldığı halde, oruç tutup birçok hayır işlerinde bulunduğu halde, bütün bunların yanında başkalarının haklarını yiyen, insanların dedikodusunu yapan, diğer yapması gereken şeyleri yapmayan insanın sevapları dağ gibi de olsa, hakkı olan kimseler o kişiden sevaplarını almaya başlayacaklar. Her hakkı olan kişi gelip o sevap dağından hakkını alacak. Fakat alacaklılar o kadar çok ki sevaplar bitecek, alacaklılar bitmeyecek. Bu sefer alacağı olan kişiler o kimseye başlayacaklar günahlarından yüklemeye, işte gerçek müflis kimse bu olacak. O kişi iflas edecek. Sevapları çok idi ama hakkına girdiği kimseler de o derecede ve hatta daha fazla çok idi. İşte elindeki sermayeyi kaybedip, hüsran ehli olan bir değişik kimse de bu olacak.
Sonuç Olarak Yapılması Gereken Şey Nedir?
“Onlar (Mü’minler) boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler” (Mü’minûn,23/3) buyuran Rabbimiz bizlere bırakın haramlara düşmeyi, günahla iştigal etmeyi; boş olan, faydasız olan işleri bile terk etmemizi emretmektedir. Bize verilen zamanı en iyi şekilde, dolu dolu değerlendirmeli, ölüm meleği kapımızı çaldığında cebimizde en yüksek kâr ile gerçek yaşantımıza adım atmalıyız. Gerçek hayat ölüm ile başlar. Ölüm, sonsuz olan bir hayatın başlangıcıdır. Bu yüzden derler ki: “Hayat ölüme giden bir yol değildir, ölüm hayata giden bir yoldur.” Müslüman kimse ölümün bir yok oluş değil, asıl varlığın bir başlangıcı olduğunun bilincindedir. Bu yüzden ahiret hayatında da ömür sürmek için yine azık gerekir, erzak gerekir. Bu hayatın erzağı da takvadır. Bu hususta Allah (cc) kullarına dünyada hayat sürerken; “Bir de azık edinin” (Bakara,2/197) buyruğu ile dünya yaşantısı için çalışmalarını, azık elde etmelerini emrettiği gibi, ayetin devamında da ahiret azığına dikkat çekerek: “Azıkların en hayırlısı takvadır” (Bakara,2/197) buyurarak, asıl kazanılması gereken malzemeyi, ibâdetlerin ahiret yolcuları için hayati derecede öneme sahip kazanımlar olduğunu beyan etmektedir.
İnsanoğlunu öldükten sonra tehlikeli bir yolculuk beklemektedir. Ölüm meleği, kabir, mahşer, hesap, sırat ve sonrasında cennet olmaz ise cehennem. Hepsi zorluklar ve tehlikeler ile doludur. İşte nasıl ki dünyada tehlikeli bir çöl yolculuğuna çıkacak olan insan, yanına her türlü erzak, silah ve malzeme alıyor ise, bundan daha da tehlikeli olan ahiret yolculuğunda da “takva” denilen ahiret azığını hazırlaması gerekir.
Sufyan b.Uyeyne (rha) der ki: “İlmin başı dinlemek, sonra kavramak, sonra bellemek, sonra amel etmek, sonra da onu yaymaktır.” Bu söz, “Asr” Sûresinin ihtiva ettiği manayı belli bir oranda özetleyen bir sözdür.
Açıklamaya çalıştığımız “Asr” Sûresi de bize vermiş olduğu mesajlar ile bu yolculuğun tehlikelerinden ve gerekli olan hazırlığın neler olduğundan bahsederek bizleri bekleyen tehlikelere karşı şiddetle uyarmaktadır. “İman edip, salih amel işleyenler için hoş bir hayat ve güzel bir gelecek vardır” (Rad,13/29) buyuran rabbimiz, “Azıkların en hayırlısı takva’dır” (Bakara,2/197) emrini yerine getiren muttaki kulları için de hem dünyada hoş bir hayat, hem de gelecekte, yani dünya sonrası ahiret hayatında güzel bir hayat vaadetmektedir. Allah (cc) yapılan uyarılara dikkat ederek, gereği üzere tedbir alan kullarından olmayı, yüksek bir idrak anlayışı ile ihlâs üzere amel etmeyi nasip etsin.
Mehmed Zahid Aydar
Mîsak Dergisi
Sayı: 356 / Temmuz 2020